Şura 11

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
20.49, 26 Temmuz 2024 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 45675 numaralı sürüm
(fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)

Önceki Ayet: Şura 10Şura SuresiŞura 12: Sonraki Ayet

Meali: 11- O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.

Kur'an'daki Yeri: 25. Cüz, 483. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Bir hadîs-i şerifte vârid olmuş ki:

اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ –اَوْ كَمَا قَالَ

Bu hadîs-i şerifi, bir kısım ehl-i tarîkat, akaid-i imaniyeye münasip düşmeyen acib bir tarzda tefsir etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sima-yı manevîsine bir suret-i Rahman nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarîkatın bir kısm-ı ekserinde sekr ve ehl-i aşkın çoğunda istiğrak ve iltibas olduğundan, hakikate muhalif telakkilerinde belki mazurdurlar. Fakat aklı başında olanlar, fikren onların esas-ı akaide münafî olan manalarını kabul edemez. Etse hata eder.

Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zat-ı Akdes-i İlahî’nin şeriki, naziri, zıddı, niddi olmadığı gibi

لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ

sırrıyla sureti, misli, misali, şebihi dahi olamaz. Fakat

وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına ve sıfât ve esmasına bakılır. Demek mesel ve temsil, şuunat nokta-i nazarında vardır.

Şu mezkûr hadîs-i şerifin çok makasıdından birisi şudur ki insan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. Evet, sâbıkan beyan ettiğimiz gibi kâinatın simasında bin bir ismin şuâlarından tezahür eden ism-i Rahman göründüğü gibi zemin yüzünün simasında rububiyet-i mutlaka-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahman gösterildiği gibi insanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o ism-i Rahman’ın cilve-i etemmini gösterir demektir.

Hem işarettir ki: Zat-ı Rahmanu’r-Rahîm’in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a delâletleri kat’î ve vâzıh ve zahirdir ki güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna işareten “O âyine güneştir.” denildiği gibi “İnsanda suret-i Rahman var.” vuzuh-u delâletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı “Lâ mevcude illâ hû” bu sırra binaen, bu delâletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemaline bir unvan olarak demişler.

اَللّٰهُمَّ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحٖيمُ بِحَقِّ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ اِرْحَمْنَا كَمَا يَلٖيقُ بِرَحٖيمِيَّتِكَ وَ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ كَمَا يَلٖيقُ بِرَحْمَانِيَّتِكَ اٰمٖينَ

(14. Lem'a, 2. Makam, 5. Sır)


Sual: Vahdetü’l-vücud meselesi, çoklar tarafından en yüksek makam telakki ediliyor. Halbuki velayet-i kübrada bulunan başta Hulefa-yı Erbaa olmak üzere sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak müçtehidîn ve tabiînden bu çeşit vahdetü’l-vücud meşrebi sarîhan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübra mı bulmuşlar?

Elcevap: Hâşâ! Şems-i Risalet’in en yakın yıldızları ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübra onlarındır.

Vahdetü’l-vücud ise bir meşrep ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neşeli olduğundan seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar; en münteha mertebe zannediyorlar.

İşte şu meşrep sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise istiğrakkârane bir şuhuda mazhar ise vahdetü’l-vücuddan değil belki vahdetü’ş-şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevaggil ise vahdetü’l-vücud demesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmeye kadar çıkar.

Evet cadde-i kübra, sahabe ve tabiîn ve asfiyanın caddesidir. حَقَائِقُ الْاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. Ve Cenab-ı Hakk’ın لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ mazmunu üzere, hiçbir şey ile müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezziden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, hâlıkıyettir. Ehl-i vahdetü’l-vücudun dedikleri gibi mevcudat, evham ve hayalat değil. Görünen eşya dahi Cenab-ı Hakk’ın âsârıdır. “Heme ost” değil “Heme ezost”tur. Yani her şey o değil belki her şey ondandır. Çünkü hâdisat, ayn-ı Kadîm olamaz. Şu meseleyi iki temsil ile fehme takrib edeceğiz:

Birincisi: Mesela, bir padişah var. O padişahın hâkim-i âdil ismiyle bir adliye dairesi var ki o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir. Bir meşihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. Bir de kumandan-ı a’zam ismi var. O isim ile devair-i askeriyede faaliyet gösterir. Ordu, o ismin mazharıdır.

Şimdi biri çıksa dese ki: “O padişah, yalnız hâkim-i âdildir; devair-i adliyeden başka daire yok.” O vakit bilmecburiye, adliye memurları içinde, hakiki değil itibarî bir surette, meşihat dairesindeki ulemanın evsafını ve ahvalini onlara tatbik edip zıllî ve hayalî bir tarzda, hakiki adliye içinde tebeî ve zıllî bir meşihat dairesi tasavvur edilir. Hem daire-i askeriyeye ait ahval ve muamelatını yine farazî bir tarzda, o memurîn-i adliye içinde itibar edip gayr-ı hakiki bir daire-i askeriye itibar edilir ve hâkeza… İşte şu halde, padişahın hakiki ismi ve hakiki hâkimiyeti, hâkim-i âdil ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ı a’zam, sultan gibi isimleri hakiki değiller, itibarîdirler. Halbuki padişahlık mahiyeti ve saltanat hakikati, bütün isimleri hakiki olarak iktiza eder. Hakiki isimler ise hakiki daireleri istiyor ve iktiza ediyorlar.

İşte saltanat-ı uluhiyet Rahman, Rezzak, Vehhab, Hallak, Faal, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esma-i mukaddeseyi hakiki olarak iktiza ediyor. O hakiki esma dahi hakiki âyineleri iktiza ediyorlar. Şimdi ehl-i vahdetü’l-vücud madem لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenab-ı Hakk’ın Vâcibü’l-vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakiki olmazsa; hayalî, ademî dahi olsa onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikinin âyinesinde vücud rengi olmazsa daha ziyade safi ve parlak olur. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbar, Hallak gibi isimleri ise tecellileri hakiki olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar, Mevcud ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar.

İşte sahabe ve asfiya-i müçtehidîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt حَقَائِقُ الْاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ derler ki Cenab-ı Hakk’ın bütün esmasıyla hakiki bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vâcibü’l-vücud’un vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor.

İkinci Temsil: Mesela, şu menzilin dört duvarında dört tane endam âyinesi bulunsa her bir âyine içinde her ne kadar o menzil öteki üç âyine ile beraber irtisam ediyor. Fakat her bir âyine, kendinin heyetine ve rengine göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler; kendine mahsus misalî bir menzil hükmündedir.

İşte şimdi iki adam o menzile girse; birisi bir tek âyineye bakar, der ki: “Her şey bunun içindedir.” Başka âyineleri ve âyinelerin içlerindeki suretleri işittiği vakit, mesmuatını o tek âyinedeki iki derece gölge olmuş, hakikati küçülmüş, tagayyür etmiş o âyinenin küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: “Ben öyle görüyorum, öyle ise hakikat böyledir.”

Diğer adam ona der ki: “Evet, sen görüyorsun, gördüğün haktır fakat vakide ve nefsü’l-emirde hakikatin hakiki sureti öyle değil. Senin dikkat ettiğin âyine gibi daha başka âyineler var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller.”

İşte esma-i İlahiyenin her biri, ayrı ayrı birer âyine ister. Hem mesela Rahman, Rezzak hakikatli, asıl oldukları için kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahman nasıl hakiki bir dünyada rızka muhtaç hakikatli zîruhları ister; Rahîm de öyle hakiki bir cenneti ister. Eğer yalnız Mevcud ve Vâcibü’l-vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakiki tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa o esmaya karşı bir haksızlık hükmüne geçer.

İşte şu sırdandır ki cadde-i kübra, elbette velayet-i kübra sahipleri olan sahabe ve asfiya ve tabiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki doğrudan doğruya Kur’an’ın birinci tabaka şakirdleridir.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

(18. Mektup)


Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse kâinat mahvolur. Hem o Zat-ı Zülcelal’in kayyumiyetiyle beraber Kur’an-ı Azîmüşşan’da ferman ettiği gibi لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ dür. Yani ne zatında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet, bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.

Evet, bir zat ki ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine musahhar ola ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya ve hadsiz efrad, bir fert gibi nazarında hazır ola ve bütün sesleri birden işite ve umumun hadsiz hâcatını birden yapabile ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya ve hiçbir mekânda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola ve her şey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, o ise her şeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur’daki bütün temsilat ve teşbihat, bu mesel ve temsil nevindendirler.

İşte böyle misilsiz ve Vâcibü’l-vücud ve maddeden mücerred ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tagayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zat-ı Akdes’in kâinat safahatında ve tabakat-ı mevcudatında tecelli eden bir kısım cilvelerini ayn-ı Zat-ı Akdes tevehhüm ederek bir kısım mahlukatına uluhiyetin ahkâmını veren ehl-i dalalet insanların bir kısmı, o Zat-ı Zülcelal’in bazı eserlerini tabiata isnad etmişler.

(30. Lem'a)


ﻟَﻴْﺲَ ﻛَﻤِﺜْﻠَﻪِ ﺷَﻲْﺀٌ

ﻭَﻟِﻠَّﻪِ ﺍﻟْﻤَﺜَﻞُ ﺍﻟْﺎَﻋْﻠَﻰ

Temsil, tasvir ve tasavvuru teshil ettiğinden şu gâmız noktayı altı temsil ile işaret edeceğiz.

İşte şeffâfiyet, mukâbele, müvazene, intizam, tecerrüd, itaâtın sırlarını birden zihinde mecz edebilsen; vesvesesiz bu noktayı anlayacaksın.

Sakın mikyas yapma! Âciz mümkinâtın zaif, küçücük mikyasları Kâdîr-i Ezelî'nin tasarrufatına şebîh olamaz. Tanzîr edemez. Yalnız şu emrin imkânının fehmini teshîl eder.

(Nokta, Asar-ı Bediiyye)


لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَيْءٌ

وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى

Temsil, tasviri teshil ettiğinden, temsilâtla bu gamız noktayı tefhime çalışacağız.

Meselâ: Şemsin feyz-i tecellîsi olan timsali, deniz sathında, denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor. Meselâ: Kâinatın hailsiz şemse müteveccih olmak şartıyla, mütefavit cam parçalarından farzedilse, timsal-i şems zerrede, sath-ı arzda, umumda müzahametsiz, tecezzîsiz, tenakussuz bir olur. İşte "şeffafiyet sırrı"...

Meselâ: Noktalardan terekküb eden bir daire-i azîmin, nokta-i merkeziyenin elinde bir "mum" ve muhitteki noktaların ellerinde birer "âyine" farzedilse, nokta-i merkeziyenin verdiği feyz, müzahametsiz tecezzîsiz, tenakussuz nisbeti birdir. İşte "mukabele sırrı"!..Meselâ: Hakikî bir mizanın iki gözünde iki şems, iki yıldız, iki dağ, iki yumurta, iki cevher-i ferd hangisi bulunsa bulunsun, sarfolunacak aynı kuvvetle, hassas terazinin bir kefesi Süreyya'ya, bir kefesi seraya inebilir. İşte "müvazene sırrı"!..

Meselâ: En azîm bir gemiyi, bir çocuk dahi oyuncağını çevirdiği gibi çevirir. İşte "intizamın sırrı"!..

Meselâ: Bir mahiyet-i mücerrede, bütün cüz'iyatına en asgarına, en ekberine yorulmadan, tenakus etmeden, tecezzîsiz bir bakar. Mülk cihetindeki teşahhusat, hususiyat müdahale edip tağyir edemez. İşte "tecerrüdün sırrı!..

Meselâ: Bir kumandan "Arş!" emri ile bir neferi tahrik, bir orduyu tahrik eder. İşte "itaât sırrı!..

Zira herşeyin bir nokta-i kemâli ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil, ihtiyaç; muzaaf ihtiyaç, aşk; muzaaf aşk, incizabdır. Mahiyat-ı mümkinatın mutlakan kemâli, mutlak vücûddur. Hususî kemâli, isti'dadatını bilfiile çıkaran hâs vücûddur. Bütün kâinatın "Kün" emrine itaâtı, bir zerre neferin itaâtı gibidir. "Kün" emr-i ezelîsine mümkinin itaât ve imtisalinde, meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab mümtezic, mündemicdir.

Nükat-ı selâse, hususan üçüncü noktadaki esrar-ı sitte ile, mülk ve mümkin canibinde değil, melekûtiyet ve kudret-i ezeliye cihetinde nazar edilse, istinkâra incirar eden istib'ad zâil ve nefs mutmainne olur.

Şöyle: Madem ki kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahiyedir, zâtiyedir, zaruriyedir. Herşeyin lekesiz, perdesiz cihet-i melekûtiyeti ona müteveccihtir, ona mukabildir. İmkân itibariyle mütesavî, "mütevazinüt tarafeyndir." Şeriat-ı fıtriye-i kübra olan "nizam"a muti'dir. Avaik ve hususiyat-ı mütenevvi'adan cihet-i melekûtiyet mücerreddir. Küll-ü a'zam, cüz'-ü asgara nisbeten, kudrete karşı ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Haşirde bütün zevil-ervah ihyası, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineği, baharda ihya ve in'aşından kudrete daha ağır olamaz. Mezkûr üç nokta dikkat-i nazara alınsa görünür ki;

ﻣَﺎ ﺧَﻠْﻘُﻜُﻢْ ﻭَﻟﺎَ ﺑَﻌْﺜُﻜُﻢْ ﺍِﻟﺎَّ ﻛَﻨَﻔْﺲٍ ﻭَﺍﺣِﺪَﺓٍ

mübalağasız, mücazefesiz doğrudur, haktır, hakikattır.

(Sünuhat)


ﻟَﻢْ ﻳَﻠِﺪْ Tevhid-i celale telmihtir; şirkin enva'ını reddeder.

Yani: Tegayyür veya tecezzî veya tenasül eden, ilah olamaz. Ukûl-ü aşere veya melâike veya İsa veya Üzeyr'in velediyetini dava eden şirkleri reddeder.

ﻭَﻟَﻢْ ﻳُﻮﻟَﺪْ İsbat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbabperest, nücumperest, sanemperest, tabiatperestin şirkini reddeder. Yani, hâdis veya bir asıldan münfasıl veya bir maddeden mütevellid, ilah olamaz.

ﻭَﻟَﻢْ ﻳَﻜُﻦْ ﻟَﻪُ ﻛُﻔُﻮًﺍ ﺍَﺣَﺪٌ câmi' bir tevhiddir. Yani zâtında, sıfatında, ef'alinde naziri, şeriki, şebihi yoktur.

ﻟَﻴْﺲَ ﻛَﻤِﺜْﻠِﻪِ ﺷَﻲْﺀٌ ﻭَ ﻫُﻮَ ﺍﻟﺴَّﻤِﻴﻊُ ﺍﻟْﺒَﺼِﻴﺮُ

Şu sure, bütün enva'-ı şirki reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümlesi mütenaticedir. Herbiri ötekinin hem neticesi, hem bürhanıdır.

(Hakikat Çekirdekleri-2, Asar-ı Bediiyye)


Hem yine bilmiş ol ki: Cenab-ı Hak Teala ve Tekaddes kâinatın mahiyetlerinin imkanlığından neşet eden bütün levazım ve evsaftan da mukaddesdir. Çünki o, Vacib-ül Vücûddur, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ sırriyle ona benzeyen hiçbir şey yoktur. Kendisi de hiçbir şeye benzememektedir. İşte bu iki hakikate kat'î işaret eden şu gelen ayettir. فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا (Bakara/22) (yani öyle ise, Allah'ın dengini, benzerini itikad etme tarzındaki inançları taşımayınız!)

(İşaratül İ'caz (Badıllı))


Fakat Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ve hamdolsun ki; tevfik-i Ehad ü Samed'le ve Kur'an-ı Mecid'in feyziyle (Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe ve Habab) Risaleleri sayesinde, o otuz senelik mücadele, her iki tagutun katliyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi. Ve tabiatın mevhum perdesinden san'at-ı şuuriye-i İlahiye ve şeriat-ı fıtriye-i Rabbaniye inkişaf etti. Ve bu hakikat, o mevhum libastan insilah etti. Yani san'at-ı İlahiye gündüzü, tabiat gecesinden sıyrıldı, tebarüz etti. Ve Ene dahi, hüvenin üzerine yaptığı gölgelikten inkişaf etti. Yani kendisi gitti, hüve meydana çıktı. Yani hüveden inşikak etti.. ve o hüve ile لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ (C.C.)a işaret etti.

(Habbe, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; kâinatın gidişatında teemmül eden bir kimse, hadsî bir iz'an ile; fâiliyet ve te'sir, latif ve nuranîlerin ve maddeden mücerredlerin şe'ni olduğunu bilecek.. Fakat infial, kabiliyet ve teessür ise, maddî ve kesif ve cismanî şeylerin işi olduğuna yakîn hasıl edecektir.

Eğer misal istersen; bir derece nur olan güneşe, bir de bir dağa nazar et! Bak birincisi semada durduğu halde, onun nâzik ve nazenin elleri yerde faalane, cevvalane gezmektedir. Amma ikincisi ise; büyüklüğüyle ve kaba elleriyle beraber, hiçbir fiil ve te'sire sahib değildir. Hattâ bitişiğinde ve komşusundaki eşyaya bile gücü yetmiyor, te'siri yoktur.

Ve keza, eşya içindeki zâhirî faaliyet ve hareketlerinde müşahede etmekteyiz ki; hangi şey daha çok latif ve nuranî ise, onda sebebiyet mertebesi zahir oluyor. Ve hangi şey çok kesif ise, müsebbeblik derecesine takarrüb etmektedir. İşte bundan da anlaşılıyor ki, zâhirî esbabın Hâlıkı ve müsebbebatın mûcidi öyle bir Nur-ül Envar'dır ki,

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُ وَ هُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَ وَ هُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ

sırlarıyla misli, misali, mesîli, şibhi, şebihi olmayan bir Semi' ve Basir olup, nazar ve fikirler, O'nun künh-ü azametini ihata edip idrak edemeyen bir zattır.

لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

(Habbe, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]