Risale:Habbe (Mesnevi Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Hababın ZeyliMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Habbenin Zeyli: Sonraki Risale

Kur'anın bahçelerinin semeratından tek bir meyvenin çekirdeklerinden bir

Habbe[değiştir]

(bir dane)

حَبَّه مٖى گُويَدْ

مَنْ شَاخِ دِرَخْتَمْ پُرْ اَزْ مَيْوَهءِ تَوْحِيدْس

يَكْ شَبْنَمَمْ اَزْ يَمْ پُرْ اَزْ لُوءْلُوءِ تَمْجِيدْ

İfade-i meram

Malûm olsun ki, bana deniliyor: insanlar diyorlarmış ki; "Onun eserlerinin çok yerlerini anlayamıyoruz. Böyle kalırsa, bu eserlerin zayi' olmasından korkulur."

Ben de derim: Her şeyin anahtarı elinde olan "Cenab-ı Hakk'ın izniyle inşâallah zayi olmayacaklardır. Ve bir zaman gelecek, ekser dindar mütefekkirler, onları anlayacaklardır. Çünkü bu risaledeki ekser mes'eleleri; nefsimde tecrübe ettiğim, Furkan-ı Hakîm'in bana i'ta etmiş olduğu ilâçlardır. Bununla beraber mümkündür ki, sair insanlar, benim bitamamihâ anladığım gibi anlamasınlar. Zira benim nefsim su-i ihtiyarıyla baştan ayağa dek, çeşitli yaralarla mülemma' olmuştur. Öyle ise, hayat-ı kalbiyesi selim olan kimseler; heva-i nefis yılanının ısırmasından hastalanan kimse gibi, tiryakın derece-i te'sirini anlayamaz.

Hem de ben sünûhat-ı kalbiyemde, izahât için tasarruf yapmıyorum ki, tahririnden gelen acz ve tağyirinden gelen havf dolayı.. Ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum.

Hem de ben, sair mütekellimînin hilafına olarak, kendi yerimde ve kendime hitaben konuşuyorum. Bana dönük olan samiîn makamında değil. Çünkü onlar kendi nefislerini samiîn makamında farzederek öyle konuşuyorlar. Anlaşılıyor ki; benim kitabımın önü ve doğu yüzü bana dönük olup, onun ma'kûsu ve ters tarafı sami'a bakıyor. O halde sâmi' olan zatın, ayinede görünen yazıyı okur gibi kendisine zorlaşıyor. Madem ki ben onun makamına gitmiyorum. O halde o, kendi hayalini tenezzülen bana göndersin ki, ben onu başımdaki gözümde misafir edeyim de, tâ o da benim gördüğüm gibi görsün.

Şimdi burada emanetin hakkını eda etmek niyetiyle, Cenab-ı Hakk'ın tevfikiyle derim ki: Ben, 'Nokta, Katre ve Katre'nin Zeyli, Zerre, Şemme, Habbe' ve sair risalelerimde müteferrik hadsiyatı ve parça parça aynaları dercetmişim. Eğer Cenab-ı Hakk'ın izniyle bir zaman gelir, birisi bütün bu müteferrik hadsleri ve parça parça aynaları tahrir ve tasvir edip birleştirirse; öyle bir ayna onlardan çıkabilir ki, aynelyakînin nuru o aynada zâhir ve nümayan olacaktır. Hem onlardan öyle bir hads tehassul edebilir ki, hakkalyakînin nuru, ondan çiçekler açacaktır inşâallah.

Neden olmasın! Çünkü (bütün bu risalelerdeki mes'eleler, hadsler) yalnız Kur'an-ı Mübin'in feyzinden mülhemdirler.

اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَ ارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ وَ اَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَ ارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ آمِينَ

Said-i Nursî

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى دٖينِ الْاِسْلَامِ وَ كَمَالِ الْاٖيمَانِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلٰى مُحَمَّدٍ الَّذٖى هُوَ مَرْكَزُ دَائِرَةِ الْاِسْلَامِ وَ مَنْبَعُ اَنْوَارِ الْاٖيمَانِ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ مَا دَامَ الْمَلَوَانِ وَمَا دَارَ الْقَمَرَانِ

1. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; (Şu görünen âlem, çok çeşitli şekil ve tarzlarda görünebilir.) Meselâ, sen şu âlemi bir kitab-ı kebir şeklinde görürsen; Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) nurunu o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebi olarak göreceksin.

Ve eğer âlemi bir ağacın suretini giymiş şekliyle görürsen; Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurunu, o ağacın ilk çekirdeği ve hem son meyvesi olarak göreceksin.

Ve eğer âlemi, zîhayat ve canlı bir hayvanın cismini giymiş vaziyetiyle görürsen; Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurunu, o büyük mahlukun ruhu olarak göreceksin.

Ve eğer âlemi, büyük bir insan şekline tahavvül etmiş görürsen; Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurunu, o insan-ı kebir'in aklı olarak göreceksin.

Hem eğer âlemi, gayet muhteşem bir gül ve çiçek bahçesi misalinde görürsen; Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurunu, o hadikanın andelibi olarak göreceksin.

Ve eğer âlemi, gayet yüksek müzeyyen bir kasır ki, çok muhteşem salon ve daireleri olup, Sultan-ı Ezel'in saltanatının şa'şaası ve haşmetinin hârikaları ve tecelliyat-ı cemalinin mehasini ve san'atının havarik-i nukuşu o kasırda tezahür ettiği bir vaziyette görürsen; işte o zaman Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurunu o kasra bir nezzar, bir teşrifatçı olarak göreceksin... Ki evvelâ kendisi için onu seyr ve temaşa edip, sonra bütün insanlara nida ederek "Ey insanlar! Geliniz bu nezahetli manzaralara bakınız ve fıtratınızda mevcud bulunan istidadınızdaki hayret, tenezzüh, takdir, tenevvür ve tefekkür gibi her şeyinizi alıp geliniz ve hazırlanınız ve iyi temaşa edip tam istifade ediniz! Ve hakeza bunlar gibi hadsiz âlî matlabları insanlara bildiriyor ve bunları insanlara irae ediyor. Böylece hem kendisi şehadet ediyor, hem de insanları işhad ediyor. Ve hem kendisi hayrete dalıyor, hem insanları hayrete davet ediyor. Ve hem kendisi, o Malik-i Zülcelalini seviyor, hem de onu insanlara sevdirmeye çalışıyor. Hem kendisi o Malik'ten istizae ediyor, (yani envar-ı hidayetten nurlar alıyor,) hem de insanlara onun gelmesine vesile oluyor. Ve hem kendisi istifaza ediyor, hem de insanların üzerine feyz-i İlahînin inmesine vasıta oluyor.

2. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; insan, kat'iyyen şecere-i hilkatın semeresidir. Semere ise, bütün ağacın en ekmeli ve kökten en uzağıdır. Hem ağacın bütün eczasının hasiyetlerini kendisinde cem'eden hârika bir şeydir. Öyle ise, böyle bir semerenin bâki kalması ve istibka ile muhafaza edilmesi lâzımdır.

İşte, Cenab-ı Zat-ı Kadir (Celle şânühû) insan nev'inden birisinin çekirdek-i insaniyesinden, o şecere-i hilkatı inbat ettikten sonra, tekrar o Fatır-ı Zülcelal, aynı o insanı hilkat ağacının en âhir bir semeresi kılmıştır. Ve sonra da, Cenab-ı Rahman, o semereyi şecere-i İslâmiyete bir çekirdek yapmış ve âlem-i İslâmiyete bir sirac ve onun manzumesine bir güneş kılmıştır. Öyle ise semerenin içindeki çekirdekler, bilkuvve olarak kendi aslı gibi semeresi olduğu ağacının bütün levazımatını müştemil bulunması lâzımdır.

Evet, meselâ bir incir tohumu, bütün bir incir ağacını içinde sakladığı gibi; çekirdeğin küçüklüğüyle beraber, bir ağacı ne kadar büyük olursa olsun tazammun etmesine büyüklüğü ona münafi olamaz. Hem madem ki, insan bir semeredir. Öyle ise onda onun çekirdeği olacak bir nüve habbesi bulunacaktır. Ve o habbede onun tohumu olacaktır.. İşte o çekirdek ise kalbdir. Evet ben habbe-i kalbde, ihtiyaç vasıtasıyla âlemin bütün envaıyla, belki umum eczasıyla alâkadarlıklar gördüm. Hem onda bulunan şedid bir ihtiyaç ve azîm bir fakr ile de, Esma-i hüsnanın, tek tek her bir ismin tecelliyatının umum nurlarıyla rabıtalarını müşahede ettim. Âdeta âlemin eczaları adedince o kalbin hacetlerinin ve dünya dolusu düşmanlarının varlığını müşahede ettim.

İşte böyle bir kalb, elbette hiçbir şey ile mutmain olamaz. Ancak onu her şeyden müstağni kılmaya gücü yeten ve her şeyden onu muhafaza edebilen birisiyle mutmain olabilir.

Hem yine ben kalbde; âlemin mecmuu bir harita, bir fihriste, bir nümune ve bir timsal gibi temessül edebilir bir kabiliyet gördüm. Ve o kalbin içindeki merkezi ise, Vâhid-i Ehad'den başka hiçbir şeyi kabul edemez; ve ebed ve sermedden gayri hiçbir şey ile razı olamaz bir vaziyette müşahede ettim. İşte böylesi bir çekirdek (ki, habbe-i kalbtır) onun suyu İslâmiyet, ziyası da imandır. Binaenaleyh şu habbe-i kalb, eğer ubudiyet ve ihlasın toprağı altında itmi'nan peyda etse; ve İslâmiyet âb-ı hayatıyla ıska edilerek iman ile intihaba gelirse, o zaman o habbe-i kalb, kendi âlem-i cismaniyesine bir ruh olacak olan, âlem-i emirden nuranî ve misalî bir şecereyi inbat edebilir. Fakat eğer o habbe-i kalb, İslâmiyet âb-i hayatıyla ıska edilmezse; kurumuş ve büzüşmüş bir çekirdek haletinde kalarak, nura inkılab edinceye kadar ateş ile yakılmaya seza olacaktır.

Evet nasıl ki çekirdeğin içinde bulunan pek ince ve dakik asablara ve gayet dakik, nazik şeylere ehemmiyet verilip de üzerinde pek durulmuyor. Çok az ve nadir olarak onlara ehemmiyet verildiğini görürsün. Ta o çekirdeğin içindeki bütün damarlar, inkişaf edip haşmet ve azamet ile vazifeye başladıkları zaman, ehemmiyet ve kıymet verilir.

Aynen öyle de: Habbe-i kalbin dahi, öyle kâmine ve naime hâdimleri vardır ki, eğer bunlar kalbin hayatıyla intibaha gelip inbisat peyda etseler, o zaman hâdimleriyle beraber o kalb, kâinat bostanlarında tuyur-u seyyare gibi cevelan etmeye başlarlar. Ve o letaifler o derece inbisat edebilirler ki; o insan, Allah'a hamdetmek için

اَلْحَمْدُلِلّٰهِ عَلَي كُلِّ مَصْنُوعَاتِهِ

diyecek kadar onu yükselttirir. Çünkü der: Bütün bu masnuat-ı İlahiye benim için nimetlerdir. Hattâ kalbin en zaif ve en ehven hâdimlerinden olan kuvve-i faraziye ve hayaliyenin dahi çok acib vazifeleri vardır. Meselâ, kendi mütevekkil olan sahibini, zindanda mukayyed iken, nezih ve güzel bir bahçeye götürüp gezdirebilir. Ve hem uyanık olan sahibini, şarkta veya garpta namaz kılarken başını Hacer-ül Esved'in altına koyup secde ettirdikten sonra, sahibinin

اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ

in iki şehadetini Hacer-ül Esved'e emanet bırakıp tevdi' ettirir.

Hem malûm ve meşhuddur ki; harman, semeratın başları olan sünbüller için yapılır, döğülür ve onların üzerinde muameleler döner. Demek ehemmiyet verilip istibka edilen yegane şey, semeredir. İşte bunun gibi, haşir harmanı dahi benî Âdemi intizar etmektedir.

3. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki, şu umumî âlemden (âlemin aynısı gibi) herkesin hususî bir âlemi vardır. Fakat şu hususî âlemin merkezi, şemse bedel şahıstır. Öyle ise, şu hususî âlemin anahtarları, şahsın nefsindedir ve letaifine bağlıdır. Hem o âlemin rengi ve safası, hüsnü ve kubhu, ziya ve zulmeti de, yine merkezi olan o şahsa tâbidir.

Evet nasıl ki aynada irtisam edip görünen bir bahçe, aynanın ahvaline tâbidir. O aynanın hareketi, tagayyürü ve sair halleri, o misalî bahçeye te'sir ediyor. Öyle de şahsın hususî âlemi dahi, bir gölge ve timsal gibi olan o şahsın merkezine tabi'dir.

İşte ey insan! Kendi cirminin küçüklüğünü; cürüm ve kabahatinin de küçük olmasına sebeb sanma! Çünkü kalbinin kasavetinden bir zerre bile, bazan senin hususî âleminin yıldızlarına küdûret verip göstermiyor.

4. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; şu otuz senedir[1] benim iki tane tağut ile mücadelem vardır. O iki tağuttan birisi insandaki Enedir, ikincisi âlemdeki Tabiattır.

Amma insandaki Ene ise, onu ben zıllî ve harfî bir ayna olarak gördüm. Fakat insan, bil'asale ismî ve kasdî olarak ona baktığı için, onun aleyhinde firavunlaşmış, nemrudlaşmıştır.

İkincisi olan Tabiat ise; bunu da bir san'at-ı İlahiye ve bir sıbga-i Rahmaniye olarak gördüm. Fakat beşer, ona nazar-ı gafletle baktığı için, o da tahavvül ederek onlar için tabiat şeklini alıp maddiyyunların yanında ilah kabul edilmiş. Ve böylece küfre müncer olan küfran-ı nimetin kaynağını teşkil etmiştir.

Fakat Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ve hamdolsun ki; tevfik-i Ehad ü Samed'le ve Kur'an-ı Mecid'in feyziyle (Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe ve Habab) Risaleleri sayesinde, o otuz senelik mücadele, her iki tagutun katliyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi. Ve tabiatın mevhum perdesinden san'at-ı şuuriye-i İlahiye ve şeriat-ı fıtriye-i Rabbaniye inkişaf etti. Ve bu hakikat, o mevhum libastan insilah etti. Yani san'at-ı İlahiye gündüzü, tabiat gecesinden sıyrıldı, tebarüz etti. Ve Ene dahi, hüvenin üzerine yaptığı gölgelikten inkişaf etti. Yani kendisi gitti, hüve meydana çıktı. Yani hüveden inşikak etti.. ve o hüve ile لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ (C.C.)a işaret etti.

5. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ يَا اَنَا Bil ey ene! Senin kendi dünyanda, sana dokuz tane emir, iş vardır ki; sen onların mahiyetlerinden ve akıbetlerinden teâmi edip gözünü yummuşsun.

Birincisi: Cesedindir ki, yazın süslenip, bezenip çiçek açan, kışın kuruyup tefessüh eden bir semere gibidir.

İkincisi: Hayvaniyetindir. (Yani zîruh ve zîhayat olarak yaşamaklığındır.) Sen, cins-i hayvana bak da, onların içinde ölüm ve zeval nasıl sür'atle dolaşmakta olduğunu gör.

Üçüncüsü: İnsaniyetindir ki, intifa ile istifa mabeyninde ve zeval ile beka arasında mütereddiddir. Öyle ise onu sen, baki olan ve şanı beka olan bir Daim-i Baki'nin zikriyle muhafaza et!

Dördüncüsü: Hayat ve ömründür. Bu da senin kametin gibi kasîr ve hududu muayyendir. Ne ileri gider, ne de geri gelir. Öyle ise onun için müteellim olma! Hüzün çekme ve havf etme! Hem o hayata; takat getiremiyecek ve tul-i emele tetavül ettiği şeylerden alıp ona yükletme!

Beşincisi: Vücudundur ki, sana mülk olmuş değildir. Belki o vücuda, onun Maliki senden ve ondan daha çok ona maliktir. Hem o malik, ona senden daha çok şefkatlidir. Şu halde o Malik'in emri ve izni olmadan o vücuda herhangi bir müdahalen halinde, fuzulî bir müdahale ve fuzuliyane bir meşgale olduğu gibi, çok kere de, ona zararın dokunmuş olur. Görmüyor musun ki, uyku için gösterilen hırs ve merak, nasıl mahrumiyete sebeb olup, uykusuzluğu celbederler.

Altıncısı: Musibetlere giriftarlığındır. Bu ise, çabuk geçtiği için (sureten göründüğü gibi) hakikatta acı değillerdir. Belki güzel neticeler, faydalı sevablar bırakarak tahavvül ettikleri için, tatlı ve şirindirler. Öyle ise o mesaib, senin yüzünü fena içindeki faniyata giriftarlıktan, bakî ile beka bulan bir bekaya çevirebilirler.

Yedincisi: Senin (bu dünyada) şu andaki varlığındır. Halbuki sen hem el'an, hem sonrasında burada bir misafirsin. Elbette misafir olan kimse, kendisiyle alâkalanamıyan, belki sür'atle ondan ayrılıp giden şeylere kalbini bağlamaz.

Evet nasıl ki sen, şu mesciddeki bu odacıktan[2] mutlaka çıkıp gideceksin. Öyle de bu şehirden dahi mutlaka bir gün (ya bu şehrin içi olan mezaristanına, ya da onun hâricine olsun farketmez) ayrılacaksın. İşte bizzarure bir gün bu şehirden ayrılacağın gibi, şu fani dünyadan dahi istesen istemesen bir gün ayrılıp gideceksin. Belki de buradan çıkartılıp matrud bir şekilde koğulacaksın. Madem öyledir, ey nefis! Buradan zelil ve rezil bir şekilde kovulup tardedilmeden evvel, aziz olarak çıkmaya çalış!

Sekizincisi: Vücudundur. Bu vücudu ise; gel onu pek yüksek bir fiatla senden satın almak isteyen mûcidinin yoluna feda et! Evet ey nefis, gel bu pazarlık ve bey'a acele ile koş. Durma, sat!. Belki feda et!

Çünkü evvelâ ona satılmazsa, meccanen zail olup gidecektir.

Sâniyen: Bu vücud, onun malıdır. Satsan satmasan, ona rücu' edecektir.

Sâlisen: Eğer o vücuda itimad edip bel bağlasan, ademe düşersin. Zira ona itimad ve bel bağlamak ise, ademe giden bir kapıya girmek demektir. Fakat eğer bu vücuda itimadı terk ile, onu feth etsen, sabit bir vücuda kavuşursun.

Râbian: Eğer o vücuda yapışıp bağlansan, yani ona dayanıp güvensen, o zaman ancak senin elinde vücudun bir noktası kalacak. Fakat bunun yanında hadsiz korkunç idamlar, seni ihata edip sararlar. Amma eğer sen o nokta-i vücuddan dahi elini çeksen, zail bir lambayı daimî bir güneşle mübadele etmiş olursun.. Ve o zaman senin muhit ve etrafın nihayetsiz envar-ı vücuda inkılab edecektir.

Dokuzuncusu: Dünya lezzetleridir. Bunlar ise, senin kısmetin olanlar sana geleceklerdir. Öyle ise onların talebinde zelilane telaşa düşme. Zira onlar pek sür'atli bir şekilde zevale koştuklarından âkıl olana lâyık değildir ki, kalbini onlara bağlasın. Hem senin dünyanın akıbeti ne olursa olsun, lezaizin terki evlâdır. Zira dünyanın akıbeti ya saadete veya şekavete gidecek. Saadet ise, lezzetleri fani ve zâil olduğu için terkini istilzam ettirir. Şayet şekavet olsa, asılmak için dar ağacı dibinde bekleyen adamın azabını artıran o dar ağacının süslendirilmesi, hiç onu keyiflendirip lezzetlendirir mi?

Ve eğer El'iyazü billah! küfür ile, ölümü adem tevehhüm edersen, yine terk-i lezaiz evlâdır. Zira lezzetin zevaliyle o korkunç adem, an be-an kendi elîm elemini zeval-i lezaiz içinde hissettirecek ve şu elem ise, -eğer düşünebilsen- visalin lezzetinden bin kat daha ağır basar, mahvettirir.

6. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki, bazan kader tarafından atılıp başına isabet eden musibetlerde, misalin şol koyunlara benzer ki: O koyunlar mer'aya bırakılıp otlarlarken, mer'ayı tecavüz ile başkasının tarlasına girdiklerini gören çoban, geri dönmeleri için arkalarından attığı taş, birisinin kafasına isabet eder. İşte başından musab olan o koyun, lisan-ı haliyle der ki: "Biz çobanın emri altındayız. O ise bizi bizden daha iyi bilir. Öyle ise dönmeliyiz." deyip döner, sürü dahi döner.

İşte ey nefsim, sen dahi, bir hayvan olan o koyundan daha dâll olmamaya çalış! Başına bir musibet geldiği zaman:

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

söyle.

7. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; kalb, dünya işleriyle kasden iştigal etmek için halkolunmadığına bir delil budur: Meselâ bir şey ile alâka peyda ettiği vakit, bütün şiddetiyle ona yapışır ve büyük bir ihtimamla ona kıymet ve ehemmiyet verir.. Hem onda bir ebediyet ve bir devam taleb eder. Ve o şeyde tam manasıyla fani olur. Öyle ki, elini uzattığı zaman öyle bir uzatır ki, büyük kayaları koparıp kaldıracakmış gibi uzatır. Halbuki o el ile dünyadan hiçbir şey alamıyor, alabildiği şey, ancak bir incir habbesi veya bir tüy (Bir kıl) veya bir saç teli gibi bir şeydir. Belki de heba ve hevadır.

Evet kalb, mir'at-ı Samed'dir. Kendinde sanem taşını kabul edemez. Şayet ederse, o taş ile kırılıp münkesir olacaktır.

İşte bundandır ki, mecazî âşıklar, ekseriya ma'şukunun zulmünü görüyor. Bunun sırrı ise, o ma'şuk güya fıtratıyla lâşuurî olarak yerinde olmayan ve haksız olan bir aşkı kabul etmeyerek, reddediyor, ona razı olamıyor. Çünkü âşıkın bâtın-ı kalbinde o şeyin iskân olunması lâyık ve münasib olmadığından, fıtraten reddediyor.

8. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; Kur'an-ı Kerim'in nüzûlüyle birlikte, semavî bir sofra dahi inzal edilmiştir. Öyle bir sofra ki, nev'-i beşerin fehimlerinin iştihalarınca mütefavit ve ayrı olan bütün tabakatının muhtaç oldukları enva-i mat'umat-ı maneviye, içinde bulunduğu gibi; herkese lâyık ve münasib bir şekilde taamlar o sofrada sırasıyla tertib edilerek dizilmiştir.

İşte bu sofra-i İlahiyenin yüzünde ilk başta, mutlak ekser ve cumhur-u a'zam olan avam tabakasının rızkı takdim edilmiştir. Meselâ:

اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا

âyetinde avam için safha-i ûlâ budur ki:

اَيْ هُمَا رَتْقَاوَانِ

yani gökler, safi yağmursuz ve kuru iken, yerler katı, ölü ve hayatsız olduğu halde, Cenab-ı Hakk'ın izniyle bu ikisi izdivac edip gökler yağmuru, zemin de meyveleri doğurup evlâd verdiler diye anlar. Bu safhaya delil ise şu âyettir:

وَ جَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ

Bu safha ve sahifenin arkasında şu safha vardır ki; Seyyid-ül Enam[3] olan Peygamberimiz'in (A.S.M.) nurundan halkedilen bir maddenin acin ve hamuruyla, her şeyin aslı bitişik ve beraber iken; seyyarat güneşleriyle birlikte o maddeden ayrılıp fasledilmiştir diye fehmeder. Bu safhanın delil ve alâmeti de şu hadîs-i şeriftir:

اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُورِي الخ

Yani, Cenab-ı Hak her şeyden evvel benim nurumu halketti ilh...

Hem meselâ

اَفَعَيٖينَا بِالْخَلْقِ الْاَوَّلِ بَلْ هُمْ فٖى لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدٖيدٍ

âyetinin en evvel nazara takdim edilen safhası budur; Yani en acib ve gözle görünen ilk yaradılışlarını kendileri dahi ikrar ederlerken; halbuki halk-ı evvelden çok kolay ve ehven olan halk-ı cedidi akıldan uzak görmeleri akılsızlıktır. Zira, halk-ı cedid, halk-ı evvelin misal-i sebakıdır.

Ve işte, bu sahifenin arkasında da neşrin kemal-i sühuletine nurlu bir bürhan vardır.

Ey haşri inkâr eden mülhidler! Ömrünüzde defalarca haşir ve neşroluyorsunuz. Belki her bir sene-i ömrünüzde, hattâ her bir gününde bu cismi, sabah ve akşam elbiseniz gibi giyip çıkartmaktasınız. Bu cisminiz, üstünüzde libasınız[4] gibi her zaman tazelenmektedir.

9. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki, belahet-i nefsiyenin en acibi budur ki; kendisinde bir Rabb-i Muhtar-ı Hakîm'in masnu'iyet ve memlûkiyet ve terbiye eserini gördüğü halde, sonra kendisine emsal olan sair enva' ve ecnas ve efradlara baktığında, külliyet-i kaidenin sırrı, feyzin şümûlü ve bir nevi icma' ve tasdik-i fiilinin cezbi ve celbi tezahür etmekle; nefis bununla kaidenin külliyetini, hâdisenin düsturiyetini düşünerek, kendisinin daha çok mutmain olması lâzım gelirken; kör olası nefis, daire-i afakta esma-i İlahiyenin umumî tecelliyatı ona kuvvet vermeye bedel, tutar za'fiyetine bir sebeb, tesettüre bir vasıta ve ihmale bir emare ve kendisini mürakabe eden bir rakîbin olmadığına bir alâmet tahayyül eder ve der: "Daire genişledikçe imtina' ve büyüdükçe adem peyda oluyor." Halbuki şu ise öyle bir mağlatadır ki, şeytan dahi ondan utanmaktadır.

10. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey muzdarib ve mütereddid nefis! Bil ki; (Sen hiç telaş edip kalaka düşme!) senin bütün hallerin taayyün ve bellilik içindedir. Hem alnındaki nakış, kalem-i kaderin tersimiyle olduğu, güneşin tulu' ve gurubu gibi açık ve bedihidir.

İşte eğer dilersen, kaderin hükmünü red yolunda, alîl başını kaderin örsüne vur.. Bak nasıl başın ezilir de bağırırsın. Ey nefis! Kat'iyen ve yakînen bil ki; semavat ve arzın aktarından nüfuz edip çıkamayan bir kimse, çâr u nâçar

خَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَ قَدَّرَهُ تَقْدِيرًا

nın Rububiyetine severek rızadâde olması gerektir.

11. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Eğer eşyanın halk ve icadında her şeyin Sanii, o şeyin içinde olmuş olsaydı, elbette o şeye münasib bir tarzda olacaktı. Hem de eşya adedince Sani'lerin tenevvü' ve tefavüt etmeleri gerekecekti. Eğer o şeyin içinde onun sanii olmazsa, (-madde ve tabiat ve sebeb itibarıyla-) elbette o şey vücuda gelemiyecekti. Tıpkı şu kitab gibi ki, bir tek kalem ile yazılabildiği halde, onu tab'etmek için ise, ancak hurufatı adedince, san'atla yapılmış ve onun altına hazır olarak konulan demir harfler lâzımdır.

Ve eğer itkankârane yapılmış san'atın nakışları, o şeyden olsa ve o bir şeyin içinde tenebbüt ederek nemalanmış olsa idi; ve o şeyin kendisinden ve imkânından onun semereleri sağılmış olsaydı; hurufatı da ondan tereşşuh etmiş olsaydı; elbette (başıboş bir tarzda) intişar ederek saçılıp yayılacaktı.. ve mutlaka intizamdan çıkarak karmakarışık olacaktı. Halbuki her şeyde tam bir istikrar ve kâmil bir intizam vardır. Öyle ise, eşyadaki nakışların yazılışı o şeyden gelen bir yazı olmadığı gibi, hiçbir zaman da o bunu yazmış değildir. Belki (olsa olsa) kaderin çizdiği plân ve mistar üzerinde kudret kalemiyle yazılan şeylerdir.

12. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Hayret edilecek garaibdendir ki, bütün âlemi ihata etmek için yeltenmeye çalışan ve hattâ daire-i imkândan çıkıp haricinde nüfuz etmeye kalkışan insanın aklı, bir de bakarsın; bir katrede garkoluyor, bir zerrede yok oluyor ve bir saç kadar ehemmiyetsiz bir şey içinde kayboluyor. Öyleki, bütün vücud ve varlık o haldeki aklın yanında; içine girip fani olduğu şeyin cirmine sığışıyor. Hattâ onu ihata eden her şeyle birlikte, aklı yutmuş olan o noktacık içine girip yerleşmek istiyor.

13. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey insan bil ki! Eğer mülk ve vücud, senin (hakiki) malın olmuş olsaydı, o zaman, o mülk ve vücudun taahhüd ve muhafazası ve musibetlere karşı olan tahavvüfünün çok ağır külfeti sebebiyle; senin ondan aldığın ferah ve tena'umu, gam ve kederlerle âlûde ederek sana bir vasıta-i azab olacaktı. Halbuki onun hakikî maliki olan Mün'im-i Kerim, sana verdiği nimeti bütün levazımatıyla beraber taahhüd ediyor. Sana tefviz edilip havale edilen şey ise; yalnız onun sofra-i ihsanından yemek, içmek ve şükretmektir. Evet şükür, nimetin lezzetini ziyadeleştirir. Çünkü şükür, nimet içinde in'amı görmekten ibarettir. İn'amın rü'yeti ise, nimetin zevalindeki elemi izale eyler. Zira şükürlü nimet, zevale gitmekle yerini ademe vermiyor ki, elem versin. Belki meyve gibi gelecek olan emsaline yer boşaltmaktadır. Bu ise sana nimetteki teceddüd lezzetini de vermektedir.

Evet âyet-i

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

delâlet ediyor ki; şükür ve hamd, lezzetin tâ kendisidir. Zira şükür ve hamdin manası ve sırrı, nimet semeresi içinde in'am şeceresini görmektir. İn'am şeceresini görmek ise, nimetin tasavvur-u zevalinden gelen elem ve üzüntü, gam ve keder zail olup hamd ile lezzet verirler.

14. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Âfakî malûmat, evham ve vesveselerden hâlî değildir. Fakat eğer enfüsî malûmata istinad ederek, vicdanda bizzat meş'ur olan ulûm ile de ittisal peyda etse, o zaman belki ihtimalat-ı müz'iceden tasaffi edip menfaatli olabilir. Öyle ise daima merkezden muhite nazar eyle! Sakın tersini yapma ki, baş aşağıya düşmeyesin.

15. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirdiği için; ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş de, çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın.

Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk'ın hususî lütfuna mazhar olmuş kimselerden başka, bu delikleri kapamak, gayet çetin ve müşkül olmuştur.

16. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Bir zerre tecelli vasıtasıyla güneşin bir timsalini kendisinde bilmüşahede yerleştirebildiği halde, fakat o zerre, bizzat iki zerreyi dahi kendisinde yerleştiremediği bedihidir.

Binaenaleyh, kâinatın zerrat ve mürekkebatı kabildir ki, -güneşin tecellisine mazhar olup onun timsalleriyle parlayan yağmurun katreleri ve serpintileri gibi- ezelî ve gayr-ı mütenahî bir ilim ve iradeye dayanan, belki tazammun eden muhita ve mutlaka olan kudret-i nuraniye-i ezeliyenin tecelliyatının lemaatına mazhar olsunlar. Fakat aslâ mümkün değildir ki, senin gözünün bir hüceyresinde çalışan bir zerre, bir kudret ve şuur ve iradeye menba' ve maden olsun da, vazifedar olduğu ve görmekte olduğu ondan ziyade hizmetlerden damar ve asab içindeki muharrike, hassase, evride, şerayin, musavvire ve hakeza.. fikrin içinde hayrette kaldığı acib hizmetleri yüklensin ve yapsın!. Öyle ise, şu san'at-ı mutkane-i acibe ve bu müzeyyen ve muntazam nakışlar ve o hikmet-i amîka-i dakika, iki şeyi iktiza ederler:

Birincisi: Ya kâinattaki bütün zerreler ve umum mürekkeblerin her birisi, sıfat-ı muhita-i mutlaka-i kâmileye (ki ancak bunlar kainatın Halıkına hâs sıfatlardır) birer maden ve menba' ve masdar olacaklar.

İkincisi: Veyahut o zerrat ve mürekkebat; bütün o sıfat-ı muhitalar, ancak onun olabilen ve ancak ona elyak ve evfak olan bir Şems-i Ezel'in tecelliyat-ı esmasının lemaatına birer mazhar ve ma'kes ve tecelligâhtırlar.

İşte birinci şıkta, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince muhaller vardır. Evet her kim ki, bir sineğin kanatları, Sübhan ve Ağrı Dağlarını kaldırabildiğine ve bir sivrisineğin gözleri, Nil ve Fırat nehirlerinin menbaları olduğuna cevaz verirse ve kabul edip itikad ederse, birinci şıkka gitsin. Yoksa yok!..

Elhasıl: Her bir zerre kendi takatının hadsiz derece fevkindeki yükleri kaldırmaktan gelen lisan-ı acziyle şehadet eder ki; kâinatta Zat-ı Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad olan Allah-ı Zülkemal'den başka bir Mûcid, bir Hâlık, bir Rab, bir Malik, bir Kayyum ve bir İlah yoktur ve olamaz diyorlar.

Hem kâinatın bütün zerreleri ve mürekkebleri muhtelif dilleriyle ve çeşitli delâletleriyle güya bu şiiri inşad etmektedirler:

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشٖيرُ

(Her ne kadar cemalin bir tane ise de, fakat ona dair olan ibarelerimiz ayrı ayrıdır. Lâkin bütün bu ayrı ayrı ibarelerimizin hepsi, senin o cemaline işaret ederler.)

Evet kitab-ı kâinatın her bir harfi kendi nefsinin vücuduna bir tek vecih ile ve bir harf miktarınca delâlet eder. Amma kâtib ve sani'inin vücuduna çok vecihlerle delâlet etmekte ve ona tecelli eden esma-i hüsnaya uzun bir kaside inşad edip, güya lisan-ı halleriyle şu beyti okumaktadırlar:

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا § مِنَ الْمَلَاِ الْاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَائِلُ

17. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Tecelliyatın aynaları çok mütenevvidirler. Meselâ cam, su, hava -hususan kelimeler için hava-, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman ve saire gibi daha bizim bilmediğimiz veya senin bilmediğin pek çokturlar. Hem kesif olan maddiyatın aynalardaki akislerinin timsalleri, hükümce asıldan ayrı ve hakikatta ölüdürler. Hem asıldaki hasiyetten tamamen mahrum oldukları gibi, aslın büsbütün gayrısıdırlar. Evet halis nuranîler veya nim-nuranîler hariç kalmak şartıyla, maddilerin akislerinin fotoğraf kağıdına intikallerinde, ancak yalnız suretinin hüviyet-i maddiyesi geçebiliyor. Amma nuranîlerin timsalleri ise, hükmen aslıyla bitişik ve hakikatça onunla mürtebittirler. Hem aynı zamanda aslının hasiyetlerine malik olup, ondan ayrı ve gayrı değillerdir.

İşte eğer Cenab-ı Fâtır (C.C.) güneşin hararetini, onun hayatı.. ve ziyasını, şuuru.. ve ondaki elvan-ı seb'ayı, duyguları yapmış olsa idi; o zaman, güneş senin elindeki aynanın kalbinde -telefonun ve mir'at-ı kalbin gibi- seninle konuşabilirdi. Çünkü güneşin; senin elindeki aynada görünen misalinde dahi, aynanın istidadına göre bir hayat harareti ve şuur ziyası ve duygular elvanı vardır.

İşte bu sırdandır ki; mahiyeti nur, hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber (A.S.M.) bir an-ı vâhidde kendisine salavat getiren bütün efrad-ı ümmetine muttali' olur. Ve hem bu sırdan daha birçok esrarın düğümleri de açılabilir.[5]

18. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Sen Cenab-ı Hakk 'ın masnuatında tefekkür ettiğin zaman, kendini bir Japon veyahut Cezair-i Bahr-i Muhit'ten birisi farzeden bir Osmanlı Müslüman gibi tefekkür et ki; o adam, kendini oralı farzederek, sonra da Osmanlılara ve ictimaî ve siyasî ahvallerine bakar, kendi kendine hükümler çıkarır. Sonra kendine döner, farazî hayali atar.

Fakat sakın, ha sakın; masnuat-ı İlahiyeyi tefekküründe, âlem-i İslâmın ahvalini düşünen Avrupalı bir ecnebi gibi tefekkür etme! Evet sen böyle bir tefekkürle sakın şuurun ermeden firavunlaşmayasın. Evet, güya sen başka bir âlemden bu âlemimize gelmişsin gibi tefekkür et...

19. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! سُبْحَانَ اللّٰهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ cümleleri, Cenab-ı Hakk'ın celal ve cemal sıfatlarının tavsifini mutazammın olup سُبْحَانَ اللّٰهِ celal sıfatını; اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ da cemal sıfatını tavsif eder.

Evet, سُبْحَانَ اللّٰهِ cümlesi, Vâcib-ül Vücud, Aliyy-ül Azîm olan Allah'tan abdin ve mümkinin bu'duna bakıyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ cümlesi ise, Cenab-ı Allah'ın kendi rahmet ve lütfuyla abdine ve mahlukatına yakın olduğuna nazar ediyor.

Evet nasıl ki güneş, sana senden yakındır. Onun hararet ve ziyası sana ulaşır ve Hâlıkının izniyle sende tasarruf eder. Halbuki sen ise, ondan çok uzaksın, elin ona ulaşamaz. Hem sen, onun feyzine karşı yalnız bir kabilsin. Yoksa ne fail ve ne de ona müessirsin.

Aynen öyle de; Cenab-ı Hak (C.C.) bize bizden daha yakın olduğundan O'na hamdederiz. Ve biz O'ndan nihayetsiz uzak olduğumuz için, O'nu tesbih ederiz. Yani Cenab-ı Allah, bize kendi rahmetiyle olan yakınlığı cihetine baktığın vakit, ona hamdet! Ve sen mümkin ve mukayyed olman hasebiyle, kendi bu'duna nazar ettiğin zaman, onu tesbih eyle! Fakat dikkat et, bu iki makamın arasını karıştırma ve şu iki nazarın mabeynini mezcetme, tâ ki, hak ve istikamet senin için teşevvüşe uğramasın.

Lâkin bu her iki makamı ve şu her iki nazarı, iltibas ve mezcetmemek şartıyla, mümkündür ki, sen bu'd cihetinde iken, kurb tarafına ve kurb tarafında iken bu'd vechine bakasın. Hem her iki makama beraberce de bakmak dahi olur ki,

سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ بِحَمْدِهِ

diyesin.

20. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey dünyaya talib kişi! Bil ki; dört şey için dünyayı terk etmen lâzımdır:

Birincisi: Pek çabuk zeval bulduğu, hem zevalin elemi visalin lezzetini izale edip zelil kıldığı için...

İkincisi: Dünyanın lezzetleri, ona mukarin ve beraber olan elemlerle ve müteakib kederlerle âlûde olduğu için...

Üçüncüsü: Seni intizar etmekte olan ve sen de sür'atle ve inhirafsız bir şekilde ona doğru koştuğun kabir -ki, âhirete açılan bir kapıdır- senden dünyanın müzeyyenatını hediye kabul etmez. Çünkü dünyanın süs ve fantaziyeleri orada çirkinliklere inkılab ederler.

Dördüncüsü: Düşmanlar ve müezzi (eziyet verici) canavarlar ve muzır haşarat arasındaki bir mevkide bir saatlik durman ile; senin bütün ahbablarının ve umum büyüklerinin toplandıkları olan başka bir mevkide senelerce durmanın arasını müvazene et! Bunun yanında, mülk sahibi de seni o bir saatlik (düşmanlar arasındaki) lezzeti terketmeye davet ediyor ki, sen o senelerce olan mevkideki sevdiklerinle beraber rahat edesin. Madem öyledir, ey nefis! Pranga ve kelepçelerle bağlanıp sevkedilmezden evvel, Allah'ın davetine icabet et!

Feya Sübhanallah! Cenab-ı Hakk'ın insanlara şu büyük fazl ve keremine bakınız ki; insanın yanında vedia bıraktığı kendi malını onlardan pek yüksek bir fiatla satın alıyor. Tâ ki, o malın zahmet ve külfetini ondan alsın ve onun için o malı ibka etsin. Ve onu ifsad eden şeylerden himaye etsin. Halbuki insan onu Cenab-ı Hakk'a satmayıp, kendisi temellük etmeye yeltenirse, o malın taahhüd ve muhafazasında pek büyük bir belaya düşecektir. Evet insanın gücü, kudreti o malın binlerce mesalihinden birine de kâfi değildir. Şayet nefsine itimad edip, o malı beline yüklerse, beli kırılacak.. ve eğer nefsiyle ve kalbiyle ona yapışırsa, çarçabuk zeval bulup, boşu boşuna meccanen gideceği için, kendi sahib-i kâzibinin üstüne günah ve ağırlıklarını miras bırakarak öyle fenaya gidecektir.

21. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki:

وَ عَيْنٖى قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبٖيبَتٖى

وَ لَمْ تَنْتَبِهْ اِلَّا بِصُبْحِ مَشٖيبِ

beytinin hakikatına bir mâsadak ben oldum.. Veya onun doğruluğuna bir ölçü benim halimdir ki, gençliğimdeki intibah ve uyanıklığın en şiddetli vakitlerini, şimdi görüyorum ki, o hal uykumun en derin tabakatı imiş. Demek medeniyetçilerin örfünde münevverlik ve aydınlık dedikleri şey, bahsi geçen benim gençliğimdeki intibahım gibi imiş.

Evet medenîlerin meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam uykuda bulunduğu halde, rüyasında görüyor ki, kendisi uyanmış da, rüyasını bazı kimselere hikâye ediyor. Halbuki bu adamın rüyasında gördüğü şu intibah ise, uykunun hafif bir tabakasından daha kalın ve derin bir tabakasına geçmesidir. İşte acaba böyle ölü gibi uykuda olan bir adam, nasıl olur da uykunun ilk tabakasına girmiş, yarı uyanık diri bir adamı ikaz edip uyandıracak? Ve hem muzaaf uykusunun perdeleri arkasında iken, konuştuklarını nasıl o ilk ve yarı uykudaki kimseye işittirebilecek!..

İşte ey uyanık iken uyuyanlar! Ve uykuda iken kendini ayık zannedenler! Sakın mimsiz medenîlere müsamaha-yı diniye ile ve kendinizi onlara benzeterek yanaşmayınız. Güya zannedersiniz ki, bizim ile onların arasında bir köprü vazifesini görüp de muvasalayı te'min edecekmişsiniz ve aramızdaki pek derin dereyi dolduracakmışsınız. Kellâ!.. Yanlış düşünüyorsunuz. Çünkü mü'minler ile kâfirler arasında olan mesafe hadsizdir. Ve mabeynimizdeki dere nihayet derindir. Bu nihayet uzun mesafeyi ve şu pek derin dereyi dolduramazsınız!. Belki ya onlara iltihak edip gidersiniz veyahut dalâletin en uzak derekesine düşüp İslâmiyetten uzaklaşırsınız.

22. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Masiyetin mahiyetinde, -hususan o masiyet devam edip çoğalırsa- bir küfür tohumu vardır. Çünkü masiyet içinde devam edip giden bir fâsık, o masiyetle bir ülfet peyda edip tiryaki olur ki; emel gibi panzehir zannettiği şeylerin aynısı, ona daimî zehir olurlar. İşte bu vaziyette olan bir insan, masiyeti terketmek, ona çok ağır gelir. Ve bu halin neticesi olarak o adam, kendisini bekleyen bir ikabın olmamasını temenniye başlar. Bu da devam ede ede, tâ azabın inkârına ve dar-ı ikabın reddine kadar gider.

Ve keza, masiyetten nedamet edip tövbe ile kökünü kesmeyen adam, o masiyetten gelen bir hacalet ile bir gün olur ki, kendi sahibini o masiyetin bir masiyet olmadığına, hem onun haline muttali olan Hafaza melaikeleri ve saireyi inkâra kadar dayandırır ve nihayet de bir gün gelir şiddet-i hacaletinden gelen bir hal ile, yevm-i hesabın olmamasını temenni etmeye kadar gider. İşte şu vaziyette kalan o adam, âhiret gününün nefyine dair vâhî bir vehme de rastlasa, hemen kavi bir bürhan gibi telakki edip yapışır. Ve hakeza, tâ kalbi karartıncaya kadar gider. El'iyazü billah!..

23. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! (Matbu') Lemaat kitabının 30. sahifesinde işaret edildiği üzere, Kur'anın lemaat-ı mu'cizatının ve kemal-i belâgatının bir alâmeti budur ki: Heyetleri ve cümleleri arasında raik bir selaseti, faik bir selâmeti, metin bir tesanüdü, rasin bir tenasübü ve bir teavün ve tecavübü cem'etmesidir.

Evet Kur'an, hacetlerin mevkilerine göre ayrı ayrı zamanlarda, müteferrik ve kıt'a kıt'a, birbiri ardısıra nüzul edip (irşad ve ıslah ettiği halde) güya bir defada nüzûl etmiş gibidir. Hem esbab-ı nüzûl, birbirine muhalif ve mübayin olduğu halde, kemal-i tesanüdünden güya yalnız sebeb birdir. Hem çeşitli ve mükerrer suallere cevab olarak geldiği halde, nihayet imtizac ve ittihadından sanki bir sual-i vâhidin cevabıdır. Hem birbirinden ayrı ve müteaddid ahkâmın hâdiselerini beyan ederek geldiği halde, kemal-i intizamından güya hâdise birdir, hem tenezzülat-ı İlahiyeyi tazammun ederek muhatabların fehimlerinin üslublarına uygun olarak nüzûl ettiği halde, (hususan kendisine nüzûl eden zatın (A.S.M.) çeşitli ve mütehalif hâlât-ı telakkisiyle beraber) nihayet temasül (birbirinin misli) ve selasetinden; Ve keza müteaddid ve fehm ve istidadca birbirinden baîd olan esnaf-ı muhatabîne müteveccihen konuşup geldiği halde, sühulet-i beyanından ve cezalet-i nizamından ve vuzuh-u ifhamından dolayı güya muhatab yalnız birdir. Hattâ herkes zanneder ki, adeta Kur'an bizzat kendisine hitab ediyor.

Hem mütefavit ve birbirine girift olan irşadın gayat-ı aksasına îsal edip hidayetbahşa nüzûl ettiği halde, kemal-i istikamet ve nizamından bütün o maksad ve gayeler dört kutbun etrafında dönerler. O dört kutub ise bunlardır:

1 - Tevhid.. 2 - Nübüvvet.. 3 - Haşir.. 4 - Adalet'tir. Fakat Kur'an-ı Hakîm, hakikat-ı tevhid ile memlû olması sırrıyla, ondaki sair hakaik perdelenip imtizac ederek intizam içinde ittihada gelmişlerdir. Evet kimin basiretinde gözü varsa; Tenzil'de (yani Kur'an'da) öyle bir göz vardır ki, bütün kâinatı bir sahife gibi açık ve vazıh bir şekilde gördüğünü görecektir.

Hem Kur'an, kasas ve ahkâm haysiyetiyle bunları takrir edip yerleştirmek için tekrar ile ve tahkik edip tam kabul ettirmek için terdad ile nüzûl eylemiştir. Halbuki onun bu tekrarları usandırmaz ve terdad ve iadeleri ondaki zevki izale edip kırmıyor. Belki her tekrar ettikçe, tahkik edip yerleştiriyor. Belki tekrarlandıkça, tatlılaşarak ondan enfas-ı Rahman rayihalanıyor. Âdeta misk gibi her tahrik edilip tekrarlandıkça, kokusu meşamı muattar edip zevk verir. Ve her defasında miskin kokusu gibi yayıldıkça, ayrı bir lezzet verir. Amma eğer senin sekamsız bir kalbin ile zevk-i selimin varsa!..

Bu hakikatın sırrı ise; çünkü Kur'an, kalblere kut ve gıdadır. Ruhlara kuvvet ve şifadır. Evet kut ve gıdanın tekrarı usandırmaz. Hattâ fâkihe ve meyvenin hilafına olarak gıdalardan, insana me'luf olanı daha çok ünsiyetli ve lezzetlidir. Fakat meyve ise lezzeti tazelenmesindedir. Aynısının tekerrürü usandırır.

Hem nasıl ki insan maddî hayatında -ekseriya- her an havaya, her vakit suya, hergün gıdaya ve her hafta ziyaya (güneşe) muhtaçtır; şu halde bunların tekrarı tekrar değil, belki ihtiyacın tekerrüründen tekrarlanırlar.

Öyle de insan, ruhanî hayatı cihetiyle dahi, Kur'andaki manevî gıdaların çok çeşitlerine muhtaç oluyor. Bazısına ân-ı seyyaldeki her bir dakika ona muhtaç olup, ruh onda teneffüs eyler. هُوَ اللّٰهُ gibi.. ve bazısına her bir saat muhtaçtır, بِسْمِ اللّٰهِ gibi.. ve bazısına her vakit.. ve bazısına her zaman muhtaç olduğu için; ihtiyacın derecatına göre, Kur'anda dercedilmiştir. Kur'an ise insanın hayat-ı kalbiyesinin ihtiyacının iktiza ettiği derecede tekrar eylemektir.

Meselâ, بِسْمِ اللّٰهِ hava-yı nesimî gibi (insanın ağzından) dâhile girip içi tathir ederken; dışarı çıktığında nefsin içinde semereler verir, cismin içinde gördüğü vazifeler ve verdiği semereler gibi...

Hem, Kur'anın tekraratı içinde bazı cüz'î hâdiselerin tekrar edilişi vardırki, bunlar o hâdisat-ı cüz'iyenin birer düstur-u küllîyi cami' ve mutazammın olduğuna işarettirler. Bu mevzu'da kıssa-i Musa'nın (A.S.) bazı cümlelerinin hakikatına dair matbu 'Lemaat'ın 36. sahifesinde işaret etmişimdir.

Velhasıl: Kur'an-ı Hakîm, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı hüküm, hem bir kitab-ı ilim, hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı şeriattır. Hem sadırlara şifa, mü'minlere rahmet ve hüdadır.

24. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Gaflet vaktinde, fıtrat-ı insaniyenin en acibinden birisi; havass ve letaifinin ahkâmını birbirine karıştırmasıdır. Adeta deli gibi nazarının erdiği şeye elini de ona uzatır. Gözün ele komşu olması hasebiyle zanneder ki, gözün gördüğü ve nazarın ulaştığı şeye el dahi ulaşır.

İşte insan-ı gafil ki, onun yed-i iktidarı kendi nefsinin en edna bir cüz'ünün tanzimine de yetişemediği halde, gururuyla ve hayalinin vüs'atiyle afak-ı âlemde cereyan eden Cenab-ı Hakk'ın ef'alinde de hüküm ve tahakküm etmeye yeltenir.

Ve keza, beşerin fıtratının en acibinden birisi de budur ki: Efrad-ı beşeriyenin suret-i cismiyede dereceleri birbirine yakın olduğu halde, fakat derecat-ı maneviye ve ruhaniyede sair hayvanatın hilafına olarak zerre ile şemsüş-şumus'un arası kadar birbirinden tefavütleri vardır.

Evet, hayvanatın ferdleri, suret-i cismiyede birbirinden mütefavit oldukları halde, (balık ve kuşların nevileri gibi) fakat kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar.

Demek şu insan, âdeta kâinat mahrutunun orta direği olarak kıyam etmiş olduğundan; kıymet-i ruhiyede bazı ferdleri zerre gibi ve bazısı da şems-üş şümus gibi olduğu halde, cisimce beraber ve bir seviyededirler. Evet insanın kuvaları tahdid ve takyid edilmemiş olmasından, mümkündür ki; enaniyet ile alçalarak, sukut ede ede tâ bir zerre ile müsavi oluncaya kadar tedenni etsin. Hem de caizdir ki; insan, ubudiyet ve terk-i enaniyet ile terakki edip, yükselerek tâ Allah'ın fazl u keremiyle bir şems-üş şümus oluncaya kadar yükselsin. Muhammed (A.S.M.) gibi.

Ve keza, insan nefsinin dalâlet-i acibesindendir ki, bazan bir şeye bakarken onun nihaî mertebesine bakar. Orada o şeyin ilk mertebesine ait levazımının yokluğunu görünce, haliyle -velevki en uzaktan olsun- onun nihayetini bitiş ve adem görüyor, sonra döner, önce yine onun yokluğunu iddia ederek derki: Madem orada, yani nihaî mertebede o yoktur. Öyle ise, burada da, yani ilk mertebede de yoktur.

Meselâ nefse dense: "Sana emrolunan şeylerle amel et! Niçin imtisal etmiyorsun?" O ise, imtisal etmeden, onun iz'anından en uzak bir şeye atlamakla başka mes'eleye intikal ettirir. Veya daire-i tevhidin en geniş cihetine varır ve der: "Bunları bilmeye ve iz'an etmeye kuvvetim yetmez." Halbuki nefsin, bu halinde ise, ilk dairelerde kendisine elzem ve onunla me'mur olan evamir-i teklifiyeye karşı temerrüd eden bir enaniyeti gizlenmektedir.

Ve keza, nefsin garib bir hızlanı da budur ki: Kendi havass ve duygularını ve kendisince bilinen esbab-ı mümkinenin iktidarlarını vücud için bir mikyas ve onun tahakkuku için bir mihenk yaparak kendisinin ilim ve zihninin alamadığı ve fikrinin ona dar geldiği şeyleri (icad ve vücud noktasında) inkâr etmeye başlar. Hattâ o dereceye varır ki, kendisince bilinen mümkin-i miskinin iktidarı dâhilinde olmayan şeyleri Allaha vermekte teâmi ebip inkâra yeltenir.

Onun misali şöyle bedevî bir adama benzer ki: Büyük bir gemiye rast gelir, bakar ki; kendisi ve emsali gibi şeyler o geminin tahrik ve yürütmesinden âcizdirler. İşte (bu ahmak) adam; bu gemi kat'iyyen yürümez diye hükmeyler. Fakat vakta ki gemi harekete başlar, mütehayyir kalıp ıztırarından tutar, geminin hareketini garib bir tesadüfe havale eder. Halbuki bu miskin tefekkür edip düşünebilse idi ki; bu gemiyi böylece san'atkârane îcad edip yapan bir akla, elbette onu tahrik edip yürütmek de zor gelmez.

İşte ey miskin-i mağrur! Hakaik-ı İlahiyenin zarf ve mahalleri ise, her şeyi içine alan ve gayr-ı mahdud bulunan âlem-i haricîdir. Yoksa senin mukayyed ve daracık zihnin değildir. Öyle ise sana düşen budur ki; sen zihninin penceresinden hariçte olan hakaik-ı İlahiyeye nazar edesin. Yoksa eğer zihninin içinde onları arar, bakarsan; elbette o hakaikın azametinden akıl onlara tahammüle takat getiremiyecek ve takat getirmeyince de inkârına şürû' edecektir.

25. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki, eşyada asıl olan şey, 'Beka'dır. Hattâ seyyal ve seri-üz zeval olan şeylerin dahi, (kelime ve tasavvurat gibi) birer başka mevzileri olup zevalden masûn kalmak için oralara tahassun ederler, ancak surette tetavvur ediyorlar.(Yani tavırdan tavra giriyorlar.) Hattâ öyle ki, bütün eşya, her birisi birer şey-i âherin hıfzı için âdeta vazifedardır; Ya o şeyin tamamını alır, hıfzeder, (nuranî şeyler gibi) yada, o şeyin bir tarafını alıyor ve kemal-i ihtimam ile onu şeffaf kalblerinde yerleştirmek için sür'atle koşuşuyorlar.

İşte hikmet-i cedide, bu sırrı (birazcık) düşünüp anlamışsa da, mücmel düşünmüştür. Bunun içindir ki; o hikmet, ifrat ile hata edip demiş ki: "(Kâinatta) adem-i mutlak yoktur, ancak bir terekküb ve inhilal vardır." Hâşâ! Belki Cenab-ı Hakk'ın san'atıyla bir terkibdir ve izniyle bir tahlildir ve emriyle bir icad ve idamdır.

يَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ

وَ يَحْكُمُ مَا يُرٖيدُ

26. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey Said-i Şakî! Kabir bir kapıdır ki, bâtını rahmet, zâhiri ve ön tarafı ise azabdır. Hem dostlarının ve sevdiklerinin ekserisi hattâ hepsi şu kapının arka tarafında sâkindirler. Senin de onlara ve onların âlemine müştak olmana zaman gelmedi mi?!. Öyle ise onların yanına gitmek üzere dünya kazuratından bir temizlensene!.. Ve illâ onlar seni istikzar edip ikrah edeceklerdir.

Evet, meselâ sana dense ki: "Şu anda İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (K.S.) Hindistan'da hayattadır." Elbette sen, bütün mehaliki iktiham edip ve vatanları terkederek onun ziyaretine gideceksin. Halbuki bak, yalnız Ahmed ismi altında binlerle evliya ve Muhammed nâmı altında milyonlarla asfiya yıldızları ve hakeza... O, İncil'de ismi Ahmed, Tevrat'ta Ahyed ve Kur'an'da Muhammed (A.S.M.) olan bir güneşin etrafında halka tutarak hepsi kabir kapısının arka tarafında Allah'ın rahmeti içinde sâkindirler.

Madem öyledir, gelecek şu esaslar daima gözünün önünde bulunması lâzımdır. Şöyle ki:

1 - Eğer Allah'a hakikî abd olsan, her şey senin olur ve eğer ona abd olmayıp heva-i nefse uyarsan, her şey aleyhinde olur.

BEYT

Eğer hakikî abd-i hüdabîn isen, onun mülkü senindir gör,

Eğer hodbin ve kendi nefsine maliksen, bilâaddin beladır gör, bilâhaddin azabdır tat, bilâgayet ağırdır gör. -Müellif-

2 - Her şey kader ile takdir edilmiştir. Öyle ise kısmetine razı ol ki, kolaylık üstünde kolaylık göresin. Yoksa maraz ender maraz bulunsun.

3 - Mülk O'nundur. Hem o mülk sahibi o mülkü senin için ibka etmek üzere senden satın alıyor. Eğer sende kalırsa meccanen, boşuboşuna zail olup gidecektir.

4 - Sen her cihetten fakir ve O'na muhtaçsın.

5 - Sen cihat-ı erbaa ile etrafın mesdud olarak kayıdlı olup, sana taraf ağzını açmış bekleyen kabre ister istemez sevkedilmektesin.

6 - Devamı olmayan şeyde kalb için hakikî bir lezzet yoktur. Halbuki sen, zevale maruzsun. Hususî dünyan dahi zail oluyor. Nâsın dünyası da... Hem kâinattan şu suret-i hazır, nez' edilip, çıkıp sonra ona başka bir suret giydirilecektir; Saniye, dakika, saat ve gün gibi...

Dokuzuncu Söz'ün Dördüncü Nüktesi'nde izah edildiği gibi, kâinat âdeta bir saat-ı kübradır.. Öyle ise, fani dünyadaki ömrün müddetince, ancak devam edebilen ve baki âlemde senden ayrılıp fani olacak olan bir esere ehemmiyet verme!

7 - Kendi bu'dun ve hissetin cihetinden ve Cenab-ı Hakk'ın azamet ve izzeti canibinden işlere, fiillere nazar etme! Belki Cenab-ı Hakk'ın izzet ve azameti cihetindeki nokta-i nazarın ise, onun tasarrufat-ı ef'ali tarafına ve rahmet ve nimetiyle ibadına tenezzülü cihetine olmalıdır. Zira eğer nokta-i nazar, böyle olursa, o zaman ona karşı yapılacak ve lâyık olacak şey, yalnız onu tesbih olur.

8 - Hem O'nun kurbiyeti cihetinden ve her şeyi ilim ve rahmetiyle ihata etmesi noktasından; ve kendi mahlukiyetin cihetinden onun inayet ve keremine duhulünle onun sıfat-ı celaline nazar etme. Tâ ki evham ve heva-i nefs, seni havalandırmasın.

İşte takdis ederiz o zatı ki; efkâr ve ukul, onu ihata etmekten takaddüs ve tenezzüh etmiş bir Zat-ı Zülcelal'dir. Ve öyle bir Allahu Teala'ya hamd ve şükrederiz ki, onun rahmeti her yeri ihata edip kaplayan bir Zat-ı Rahim-i Zülcemal'dir.

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِي وَ يُمِيتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

[6]

27. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kalbinde hayat bulunan bir insan, kâinata teveccühü hengâmında, elbette aklının ihata edemediği ve idrakinden âciz kaldığı ve mahiyetinden mütehayyir bulunduğu büyük işleri, hâdiseleri görecektir. İşte o hayret eleminden kurtulmak ve teşeffi etmek için, susuzluktan ciğeri yanmış bir adamın bir mâ-i zülale son derece susayıp müştak olduğu gibi, o da سُبْحَانَ اللّٰهِ demeye müştak olur.

Hem aynı o adam, ni'metlerin ve lezzetli taamların letaiflerini gördükçe, hamd ünvanıyla ni'met içinde in'amı ve in'am içinde mün'imi görmekle; onu daimî surette telezzüzünü izhar etmeye ve tezyid-i lezzet etmeye ve lezzetini arttırmaya icbar etmektedir. İşte böyle bir adam اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ demekle, harbden muzaffer olup, selâmet ve ganimetle dönmeye muvaffak olmuş olan bir adamın teneffüs ettiği gibi teneffüs edebilir.

Hem dahi aynı o adam, aklının mikyaslarıyla tartamadığı ve muhakemelerinden de zihni dar geldiği ve fakat hakikatı tecessüs eden hissi onu onlarla meşgul ettiği acaib ve garaib mahlukları gördüğü zaman اللّٰهُ اَكْبَرُ diye bağırıp istirahat eder. Yani bunların Hâlıkleri daha büyük, daha azîmdir. Bunların halk ve tedbirleri, ona bir ağırlık vermez.

Evet nasıl ki birisi görse ki; Kamer onun etrafında pervane olmuş dönüyor. Elbette taaccüb ve hayret elemi onu gaşyedecek... veyahut zelzele ile bir dağın yerden hurucunu görse, elbette tedehhüş ile tekbire başlayacaktır. Yani o adam, belindeki taaccüb ve tedehhüş ağırlıklarını bir Kadir-i Kavî ve Metîn'in sefinesine atıp rahat ediyor. (C.C.)

28. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Bil ey insan! Sen seyyiat ve hatiatınla, Cenab-ı Hakk'a bir zarar vermiş olmuyorsun. Belki ancak sen, zararı kendi nefsine veriyorsun. Meselâ hariçte, hakikatta Cenab-ı Hakk'ın şeriki yoktur ki, tâ senin itikadınla kuvvetlenip Allahü Teala'nın nihayet kemalde olan mülkünde bir te'sir icra edebilsin. Belki o itikad, yalnız senin zihninde ve senin âleminde olup, senin evini başına yıkıyor.

29. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Allah'a tevekkül edene Allah ona kâfidir. Öyle ise sen de

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

söyle, tevekkül et! Çünkü evvelâ Cenab-ı Hak, kâmil-i mutlaktır. Kemal ise lizatihî sevilir, belki ona ruhlar feda edilir.

Sâniyen: Çünkü Cenab-ı Vâcib-ül Vücud, lizatihî mahbubdur. Öyle ise Mahbub-u Hakikî yalnız odur. Muhabbet ise, (yolunda ruhu) feda etmek iktiza eder.

Sâlisen: Zira Cenab-ı Hak, vücudu vâcib olduğundan onun kurbuyla envar-ı vücud var olur.. Onun bu'duyla da, ademlerin zulümatı olduğundan, ruh-u insanînin emellerinin ufûlunde pek elîm bir elem vardır.

Râbian: Evet çünkü, kâinat kendisine darlaşmış ve dünyanın muzahrefatı onu elemlere mübtela etmiş ve kâinatın mevcudatı ona düşman vaziyetini almış ve yetimane bir şefkatin ve mâtemzar bir merhametin altında beli bükülmüş ruhlar için halaskâr ve melce' yalnız O'dur.

Hâmisen: Çünkü o öyle bir Baki'dir ki, ancak O'na intisab etmekle, ve O'nun esmasına yapışmakla beka hasıl olur. Fakat onsuz, zeval ve fena insanı ihata eyler. Bu ise, bütün azab ve elemler, zevalin içindedir. Hem onsuz, mevcudat adedince ruh-u insan üstüne elemler yığılır. Fakat O'na tevekkül edene, o mevcudat adedince nurlar tezahür eder.

Sâdisen: Zira Malik-ül Mülk O'dur; ve sendeki mülkününün yükünü senden almak istiyor. Çünkü sen O'nun hamline takat getiremezsin. Eğer o mülke temellük tevehhümüne düşersen, çok elîm ve zulmetli bir azaba düşersin. Fakat eğer sen onu, O'na bırakırsan, o ise baki olup in'amı daimî olduğundan, o zaman sen kendi elindekinin zâhirî fenası için gam çekmezsin.

Evet, nasıl ki güneşe mukabil kabarcıklar; (suyun akmasıyla) tahavvül ve inhilale maruz olmalarıyla mahzun olmazlar.. Belki güneşin tecelliyatının tazelenmesi için, o kabarcıklar kemal-i ferah ve sürur ile suretini feda ediyor, belki öldükleri halde, mütebessimane mesrur oluyorlar. Hem nasıl ki, semereler ağacından ayrılmalarıyla; çekirdeklerde, meyvesinden inhilaliyle ve ne de sen onların zevaliyle gam çekmezsiniz. Zira onlar, lisan-ı hal ile derler ki: "Ağaç sağolsun, çünkü onun hayatının devamında, bizim için ölüm bir hayattır."

İşte sen dahi ey nefis! Cenab-ı Hakk'ın in'amatının bir semeresi, belki onun in'amlarının bir mücessemisin.

Sâbian: Çünkü Allah, Ganiyy-i Mugnî'dir. Hem her şeyin anahtarı O'nun elindedir. Sen, eğer O'na hâlis bir abd olabilsen, kâinata nazar ettiğinde, onu malik ve sahibinin mülkü ve O'nun haşmet ve havaşisini izhar eden bir seyrangahı olarak göreceksin. Âdeta kâinat baştan başa senin mülkün imiş gibi, belki daha a'lâ ve külfetsiz bir tarzda ve zevalin elemini de görmeden tasarruf ederek içinde tenezzüh ve seyran edebilirsin.

Evet, bir padişahın halis bir abdi ve muhabbetinde fani olmuş bir hizmetkârı; (padişahı namına) padişahın her şeyiyle iftihar edebilir.

Sâminen: Çünkü o, enbiya ve mürselînin, evliya ve müttakînin Rabb-i Zülcemalidir. Ve bütün o evliya ve enbiyalar, onun kemal-i rahmeti içinde mes'udane sâkindirler. İşte eğer sen bir kalb sahibi isen, onların saadetlerine dair olan ilim ve ıttılaın, sana senin şekavetin içinde bir saadet ve bir lezzet verebilirler.

30. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Eğer bir akl-ı selimin varsa, dünyanın işlerinden sana gelen ve elinden çıkan şeylere ehemmiyet verip gam çekerek, gazablanıp feryad u figan etmek, sana layık olmaz. Zira dünya zevale gidiyor. Hususan senin dünyan.. ve hususan sen, fena ve zeval darbesine maruzsunuz.

Evet sen burada ebedî değilsin. Hem, demir ve ağaçtan da değilsin. Tâ ki, bekan biraz uzayıp devam edebilsin. Belki sen, her zaman tazelenen bir etten ve mütereddid bir kandan ve gayet ince ve çok edna bir şeyden müteessir olabilen rabıtalardan ibaret bir şeysin. Hattâ bazan vücudda iki zerrenin ihtilal çıkarmasıyla, o rabıtalar kopmaya ve o mütereddid kan incimad etmeye ve o müteceddid et tefessüh etmeye başlıyorlar. Ve bilhassa bak; sende ihtiyarlık sabahı baş göstermiş; ve başının yarısını beyaz kefene sarmıştır. Ve hususan sende misafirliğe gelmiş, belki tavattun etmeye azimli olan illetler, ölümün keşif kolu olduğu gibi; hastalıklar da hêdim-ül lezzat olan mevtin pençeleri hükmündedir. Bununla beraber, senin önünde ebedî bir ömür varken, sen onu arkana atıp sırt çevirmişsin. Halbuki senin oradaki rahatın, buradaki sa'y ve gayretine terettüb ettiği halde, sen ise hırs ve tama'ın içinde pûyan olup, ebedî kalan veya dünyanın, has olarak ona ebedî kalacak adam gibi yapıyorsun. Uyan ey biçare, kendine gel! Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel, intibaha gel!

31. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Sen eğer Cenab-ı Hak Teala'ya malûm ve ma'ruf ünvanıyla müteveccih olsan, sana mechul ve münekker olur. Çünkü şu malûmiyet ve ma'rufiyet, ıstılahî bir tedavülün ve taklidî olarak birbirinden işitmenin ve örfî bir ülfetin neticesi olan bir şeydir. Bu ise hakikattan hissedarlık değildir. Belki sana görünen o malûmiyet ve ma'rufiyetteki bilgiler, gayet mukayyed bir şeyler olup, hiçbir zaman mutlak olan sıfatları yüklenemezler. Belki olsa olsa, ancak Zat-ı Akdes'i mülahaza etmek için bir nev'i ünvan olabilirler.

Amma eğer sen, ona mevcud-u mechul ünvanıyla teveccüh etsen, o zaman ma'rufiyetin şuaları ve mevsufiyetin berkleri ve nurları sana inkişaf ederler. İşte o zaman, senin bu marifetine, kâinat içinde mütecelli olan şu sıfat-ı muhita-i mutlakalar' senin ince ipekten olan gömleğin ve deniz koyununun yününden mamul süslü mendilin gibi, sana ağırlık vermedikleri gibi ağırlık vermezler ve teazum edip istib'ad da edilmezler.

32. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Sen, Cenab-ı Mucîb-üd Daavat'a münacatta bulunduğun zaman, ona karşı öyle bir tarz-ı hitabda bulun ki; o Mucîb-i Rahim, senin yanındadır ve beraberindedir ve seni görmektedir ve seni işitmektedir ve rahmet ve keremiyle sana nüzûl etmektedir gibi tasavvurla hitab et! Yoksa, sen onun yanında imişsin; veya beraberinde imişsin, veya ona yakınmışsın, veyahut ona doğru yükselmekteymişsin gibi farz ve tahayyülde bulunma!

Evet, Cenab-ı Hakk'a karşı münacat ederken vaziyetin; gözsüz ve sağır olarak bir yerde oturtulmuş birisinin, telefonun kulağında fısıldayarak, meşrıktaki birisine nida ediyor da; kaşlarıyla, manzar-ı a'lâda hurdebinî teleskoplarla ona bakan zata işaret eden şahıs gibi ol!

Hem, geminin Sahib-i Aliminin şuurundan tereşşuh edip yapılış pusulayla, gayet kolay olarak o gemi, her bir menzili kat'edince, onun hatırından geçen hatıraları da ilmi ile bilen bir zata karşı şükrünü ilan eden kimse gibi ol!.

Hem şu hadsiz bir fahr ve iftihar sana kâfidir ki, sen, böyle her şeye kadir bir mâlike abd olabilsen!.. Yoksa kendi büyüklerinin kemalâtıyla iftiharın gibi neticesiz şeyler değil!..

Evet o Mâlik'in iktidarına bak ki;

اَلسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ وَالْاَرْضُ قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

yani kıyamet gününde bütün semavat onun elinde matvî olduğu gibi, yer dahi onun kabza-i tasarrufunda mutiadır. İşte böyle bir Rabb, seni anne ve babanın şefkatinden daha etemm bir şefkatle unutmadan terbiye edip şefkat etmektedir. Halbuki sen ise, bahr-i mevcudat içinde bir katre gibisin. O deniz ise, bir sahra içinde bir nokta gibidir. O sahra dahi onun pek azîm masnuatı içinde ancak bir zerre gibi olur. Zira o, Nur-ul Envar ve Alim-ün Bil'esrar'dır.

Evet, insanî bir sultanın, cüz'î olan işlerin tafsilleriyle adem-i iştigali, onun azametinden değil, belki aczinden ve adem-i iktidarındandır. Fakat Sultan-ı Ezel ise, kendi kalem-i sun'iyle sema sahifesinde, ziyadar yıldızların mürekkebiyle uluhiyetinin ayatını yazdığı gibi; aynı o kalemle gözbebeği sahifesinde zerreler midadıyla âyâtını yazması, onun azamet ve kemal-i iktidarındandır.

İşte tesbih ederiz o zatı ki, şu ecram-ı ulviye ve kevakib-i dürriye uluhiyet ve azemetinin bürhanları ola.. Ve bu müzeyyen mesabih ve mütebessim nücûm, onun rububiyet ve izzetinin şuaları ola. (C.C.)

33. Parça[değiştir]

اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının her birisi; güneş ziyası, elvan-ı seb'ayı tazammun ettiği gibi; her bir isim dahi bütün esmayı icmalen tazammun etmektedir. Ve keza esmadan her bir isim, diğer bütün esmaya hem delil, hem hepsinin neticesi olduğu için, kendi aralarında aynalar gibi in'ikasları vardır. Binaenaleyh, kıyas-ı mevsûl gibi neticelerini müteselsilen zikretmek; veyahut bütün delail-i müterettebeden alınan netice gibi o esmayı zikir ve yâd etmek mümkündür.

Amma bir tek olan ism-i azam ise, şu umumî tazammunun çok fevkinde olarak, bütün esmayı tazammun etmektedir. Bununla beraber, bazı zatlar, esma-i hüsnadan herhangi birisinin nuruna mazhariyetle dahi ism-i a'zamın nuruna vüsûl mümkün olabiliyor. Şu halde ism-i azam, vâsilînin istidadına göre ayrı ayrı olabiliyor.. Vallahu a'lem!..

Tazarru' ve niyaz[değiştir]

Ey İlâhım! Şayet dünyevî ve uhrevî hayat, (benden alınıp) benden ayrılsalar da; ve kâinatın tamamı bana düşman kesilse dahi, benim yine beş para ehemmiyet vermemekliğim lâzımdır. Zira sen benim Rabbim ve Hâlıkım ve İlâhım olduğundan; ve ben de senin mahlûkun ve masnu'un olduğum için; sair kerametlerin revabıtından sonsuz isyanımdan dolayı inkıtaımla ve ondan nihayet uzaklığımla beraber, yine de seninle bir taalluk ve intisab cihetim mevcuddur. İşte ben de kendi mahlûkiyetimin o lisanıyla böyle niyaz ediyor ve yalvarıyorum:

يَا خَالِقِي يَا رَبِّي يَا رَازِقِي يَا مَالِكِي يَا مُصَوِّرِي يَا اِلٰهِي اَسْئَلُكَ بِاَسْمَاءِكَ الْحُسْنٰي وَ بِاِسْمِكَ الْاَعْظَمِ وَ بِفُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ وَ بِحَبِيبِكَ الْاَ كْرَمِ وَ بِكَلَامِكَ الْقَدِيمِ وَ بِعَرْشِكَالْعَظِيمِ وَ بِاَلْفِ اَلْفِ ‌ـ(قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ‌ـ) اِرْحَمْنِي يَا رَحْمٰنُ يَاحَنَّانُ يَا مَنَّانُ يَا دَيَّانُ اِغْفِرْلِي يَا غَفَّارُ يَا سَتَّارُ يَا تَوَّابُ يَا وَهَّابُ اُعْفُ عَنِّي يَا وَدُودُ يَا رَؤُفُ يَا عَفُوُّ يَاغَفُورُ اُلْطُفْ بِي يَا لَطِيفُ يَا خَبِيرُ يَا سَمِيعُ يَا بَصِيرُ وَ تَجَاوَزْ عَنِّي يَاحَلِيمُ يَاعَلِيمُ يَاكَرِيمُ يَارَحِيمُ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ يَا رَبُّ يَا صَمَدُ يَا هَادِي جُدْ عَلَيَّ بِفَضْلِكَ يَا بَدِيعُ يَابَاقِي يَا عَدْلُ يَاهُوَ اَحْيِ قَلْبِي وَ قَبْرِي بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ يَا نُورُ يَا حَقُّ يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ يَا مَالِكَ الْمُلْكِ يَاذَا الْجَلَالِ وَ اْلاِ كْرَامِ يَا اَوَّلُ يَا آخِرُ فِي الْقُرْآنِ يَا ظَاهِرُ يَا بَاطِنُ يَا قَوِيُّ يَا قَادِرُ يَا مَوْلَايَ يَا غَافِرُ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اَسْئَلُكَ بِاِسْمِك الْاَعْظَمِ وَ بِمُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ اَلَّذِي هُوَ سِرُّكَ الْاَعْظَمُ فِي كِتَابِ الْعَالَمِ اَنْ تَفْتَحَ لِي مِنْ هٰذِهِ الْاَسْمَاءِ الْحُسْنٰي كُوَاةً مُفِيضَةً اَنْوَارَ اْلاِسْمِ الْاَعْظَمِ اِلَي قَلْبِي فِي قَالِبِي وَ اِلَي رُوحِي فِي قَبْرِي فَتَصِيرَ هٰذِهِ الصَّحِيفَةُ كَسَقْفِ قَبْرِي وَ هٰذِهِ الْاَسْمَاءُ كَكُوَاةٍ تُفِيضُ اَشِعَّةَ شَمْسِ الْحَقِيقَةِ اِلَي رُوحِي

Ey İlâhım! Temennâ ederim ki, keşke benim ebedî bir lisanım olsaydı da, tâ kıyamete kadar bu esmayı yâdetseydi. Öyle ise şu nukuş-u bakiyeyi ben öldükten sonra, benim zâil ve sâkit lisanıma vekâleten bir lisan kabul eyle.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تُنْجٖينَا بِهَا مِنْ جَمٖيعِ الْاَهْوَالِ وَ الْاٰفَاتِ وَ تَقْضٖى لَنَا بِهَا جَمٖيعَ الْحَاجَاتِ وَ تُطَهِّرُنَا بِهَا مِنْ جَمٖيعِ السَّيِّئَاتِ وَ تَغْفِرُ لَنَا بِهَا جَمٖيعَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطٖيئَاتِ يَا اَللّٰهُ يَا مُجٖيبَ الدَّعَوَاتِ اِجْعَلْ لٖى فٖى مُدَّةِ حَيَاتٖى وَ بَعْدَ مَمَاتٖى فٖى كُلِّ اٰنٍ اَضْعَافَ اَضْعَافِ ذٰلِكَ اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ سَلَامٍ مَضْرُوبٖينَ فٖى مِثْلِ ذٰلِكَ وَ اَمْثَالِ اَمْثَالِ ذٰلِكَ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ اَصْحَابِهٖ وَ اَنْصَارِهٖ وَ اَتْبَاعِهٖ وَاجْعَلْ كُلَّ صَلَاةٍ مِنْ كُلِّ ذٰلِكَ تَزٖيدُ عَلٰى اَنْفَاسِىَ الْعَاصِيَةِ فٖى مُدَّةِ عُمْرٖى وَ اغْفِرْلٖى وَ ارْحَمْنٖى بِكُلِّ صَلَاةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمٖينَ اٰمٖينَ

Önceki Risale: Hababın ZeyliMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Habbenin Zeyli: Sonraki Risale

  1. Yani bu Arabî Risale'nin te'lifinin otuz sene evvelisinden tâ kitabın te'lifine kadar demektir ki, kitabın te'lif tarihi 1922'dir. (Mütercim)
  2. İhtiyarlar Risalesi'nde uzunca bahsi yapılmış Sultan Eyüb Camii'nin mahfelindeki küçük oda muraddır. (Mütercim)
  3. Bunun tafsili, Arabî matbu' İşarat-ül İ'caz'ın 111 ve 112. sahifelerinde vardır. -Müellif-
  4. Bunun izahı, ilk matbu' İşarat-ül İ'caz'ın 43. sahifesindedir. -Müellif-
  5. Bunun izahatı, matbu' Lemaat kitabının 9. sahifesindedir. -Müellif-
  6. Şu me'sur tevhidî cümleye bak, düşün ki; nasıl tevhidi te'kid eden sekiz tane hakikatı içine almıştır. -Müellif- (Tercüme)