Risale:Nokta (Asar-ı Bediiyye)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Bu risaleyi Mesnevi-i Nuriye'den okumak için Nokta (Mesnevi) sayfasına gidin.

Önceki Risale: TakdimÂsâr-ı BediiyyeŞuaat-ü Marifet-ün Nebiyy: Sonraki Risale

Çok kıymetlidir [*[1]]

ﻧُﻘْﻄَﺔٌ ﻣِﻦْ ﻧُﻮﺭِ ﻣَﻌْﺮِﻓَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺟَﻞَّ ﺟَﻠﺎَﻟُﻪُ

Nokta Risalesi

Müellifi

Bediüzzaman Said Nursi

İfade-i Meram[değiştir]

Bir bahçeye girsem, iyisini intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem, "Huz mâ safâ" derim. Muhataplarımı da öyle arzu ederim. Derler:

"Sözlerin iyi anlaşılmıyor?"

Bilirim ki, kâh minare başında, kâh kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhûrat öyle. Şuâat ve şu kitapta mütekellim, âciz kalbimdir. Muhatap, âsi nefsimdir. Müstemi', müteharrî-i hakikat bir Japondur. Temâşâ eden bunu düşünmeli.

Gayatü'l-gayât olan mârifetullahın bir bürhanı olan mârifetü'nNebîyi Şuâat'ta bir nebze beyan ettik. Şu risalede maksud-u bizzat olan tevhidin lâyühad berâhininden yalnız dört muazzam bürhanına işaret edeceğiz. Hem nazar-ı aklîyi hads-i kalbiyle birleştirmek için, melâike ve haşrin bir kısım delâiline ima ederek, imanın altı rüknünden dördünün birer lem'asını, fehm-i kasırımla göstermek isterim.

Said-i Nursî

ﺍَﻣَﻨْﺖُ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﻣَﻠَٓﺌِﻜَﺘِﻪِ ﻭَ ﻛُﺘُﺒِﻪِ ﻭَ ﺭُﺳُﻠِﻪ ﻭَِﺍﻟْﻴَﻮْﻡِ ﺍﻟْﺎَﺧِﺮِ ﻭَ ﺑِﺎﻟْﻘَﺪَﺭِ ﺧَﻴْﺮِﻩِ ﻭَ ﺷَﺮِّﻩِ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺗَﻌَﺎﻟَﻰ ﻭَ ﺍﻟْﺒَﻌْﺚُ ﺑَﻌْﺪَ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕِ ﺣَﻖٌّ ﺍَﺷْﻬَﺪُ ﺍَﻥْ ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻭَ ﺍَﺷْﻬَﺪُ ﺍَﻥَّ ﻣُﺤَﻤَّﺪًﺍ ﺭَﺳُﻮﻝُ ﺍﻟﻠَّﻪِ


ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ ﻭَﺍﻟﺼَّﻠﺎَﺓُ ﻭَﺍﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻰ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﺧَﺎﺗَﻢِ ﺍﻟﻨَّﺒِﻴِّﻴﻦَ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَﺻَﺤْﺒِﻪِٓ ﺍَﺟْﻤَﻌِﻴﻦَ

ﺍَﻟﻠَّﻪُ ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺤَﻰُّ ﺍﻟْﻘَﻴُّﻮﻡُ

maksudumuzdur, matlubumuzdur.

Gayr-ı mütenahi berâhininden dört bürhan-ı küllîyi irad ediyoruz[değiştir]

Birinci Bürhan: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Şu bürhan-ı neyyirimiz Şuâat'ta tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir'attır.

İkinci Bürhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olan kâinattır.

Üçüncü Bürhan: Kitab-ı mu'ciz, Kelâm-ı Akdestir.

Dördüncü Bürhan: Âlem-i gayb ve şehâdetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâ'ını neşrederler.

Birinci Bürhan[değiştir]

Risalet ve İslâmiyetle mücehhez olan "hakikat-ı Muhammediye" (A.S.M.) dir ki, risalet noktasında en muazzam icma' ve en vâsi' tevatür sırrını ihtiva eden mecmu-u enbiyanın şehâdetini tazammun eder. Ve İslâmiyet cihetiyle vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin ruhunu ve tasdiklerini taşıyor. İşte bütün enbiyanın şehâdetiyle ve bütün edyanın tasdikiyle ve bütün mu'cizatının teyidiyle musaddak olan bütün akvaliyle, vücûd ve vahdet-i Sânii beşere gösteriyor. Demek şu davada ittihad etmiş bütün efâzıl-ı beşer namına o nuru gösteriyor. Acaba bu kadar tasdiklere mazhar, büyük, derin, dûrbîn, sâfi, keskin, hakâik-âşina bir gözün gördüğü hakikat, hakikat olmamak hiç ihtimali var mı?

İkinci Bürhan[değiştir]

Kâinat kitabıdır. Evet şu kitabın bütün hurufu ve bütün noktaları, ifrâden ve terekküben Zât-ı Zülcelal'in vücûd ve vahdetini, elsine-i mahsusaları kıraat ile;

ﻭَ ﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ

yi tilavet ediyorlar. Cemi-i zerrat-ı kâinat birer birer zât ve sıfat vesair vücuh ile, hadsiz imkânat mabeyninde mütereddid iken; birdenbire bir ciheti takib, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayretbahşâ hikemi intac ettiğinden; Sâniin vücûb-u vücûduna şehâdetle avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan latife-i Rabbâniye içinde ilân-ı Sâni' eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar. Evet bir nefer, nefsinde ve takımda ve bölükte, taburda ve orduda gibi; her bir zerre de, kendi başıyla zât, sıfat, keyfiyetteki imkânat cihetiyle Sânii ilân ettiği gibi; tesavir-i mütedâhileye benzeyen mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kâinatın her bir makamında ve her bir nisbetinde ve her bir dairesinde, her bir zerre, müvazene-i cereyan-ı umumîyi muhafaza; ve her nisbetinde ve her takımında ayrı ayrı vazifeyi îfa ve hikmeti intac ettiklerinden Sâniin kasd ve hikmetini izhar ve vücûd ve vahdetinin âyâtını kıraet ettikleri için, Sâni'-i Zülcelal'in berâhini, zerrattan kat kat ziyade olur.

Demek

ﺍَﻟﻄُّﺮُﻕُ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﺍَﻧْﻔَﺎﺱِ ﺍﻟْﺨَﻠﺎَٓﺋِﻖِ

hakikattır, mübalağa değil; belki nâkıstır.

S: Neden aklıyla herkes göremiyor?

C: Kemâl-i zuhûrundan ve zıddın ademinden.

ﺗَﺎَﻣَّﻞْ ﺳُﻄُﻮﺭَ ﺍﻟْﻜَٓﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﻓَﺎِﻧَّﻬَﺎ ٭ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻤَﻠَﺎِ ﺍﻟْﺎَﻋْﻠَﻰ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﺭَﺳَٓﺎﺋِﻞُ

Yani: "Sahife-i âlemin eb'ad-ı vâsiasında Nakkaş-ı Ezelî'nin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl. Tâ ki mele-i a'lâdan uzanan şu selasil-i resail, seni a'lâyı illiyyîn-i tevhide çıkarsın." Şu kitabın heyet-i mecmuasında öyle parlak bir nizam var ki, nazzamı güneş gibi içinde tecellî ediyor. Her kelimesi, her harfi birer mu'cize-i kudret olan bu kitab-ı kâinatın te'lifinde öyle bir i'caz var ki, bütün esbab-ı tabiiye, farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemâl-i acz ile o i'caza karşı secde ederek:

ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻟﺎَ ﻗُﺪْﺭَﺓَ ﻟَﻨَٓﺎ ﺍِﻧَّﻚَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﻌَﺰِﻳﺰُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ

diyeceklerdir. Her bir kelimesi bütün kelimatıyla münasebettardır. Ve her harfi, bahusus zîhayat bir harfi, bütün cümlelere karşı müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü var olan bu kitabın öyle bir muzaaf iştibak-ı tesanüd-ü nazmı vardır ki; bir noktayı yerinde îcad etmek için bütün kâinatı îcad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır.

Demek sivrisineğin gözünü halkeden, güneşi dahi o halketmiştir. Pirenin midesini tanzim eden manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir.

Sünûhat'ın dokuzuncu sahifesinde

ﻣَﺎ ﺧَﻠْﻘُﻜُﻢْ ﻭَﻟﺎَ ﺑَﻌْﺜُﻜُﻢْ ﺍِﻟﺎَّ ﻛَﻨَﻔْﺲٍ ﻭَﺍﺣِﺪَﺓٍ

hakikatına müracaat et. Yalnız şu kitabın küçük bir kelimesi olan bal arısını gör. Nasıl şehd-i şehâdet o mu'cize-i kudretin lisanından akıyor. Veyahut şu kitabın bir noktası olan hurdebînî bir huveynet ki, çok defa büyülttükten sonra görünür. Dikkat et! Nasıl mu'ciznümâ, hayret-feza bir misal-i musağğar-ı kâinattır. Sûre-i Yâsin, suret-i lafz-ı Yâsin'de yazıldığı gibi; cezaletli, mucez bir nokta-i câmi'dir. Onu yazan, bütün kâinatı da o yazmıştır. Eğer insaf ile dikkat etsen, şu küçücük hayvanın ve huveynetin sureti altında olan makine-i dakika-i bedia-i İlâhiyenin şuursuz, kör, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânatında evleviyet olmayan esbab-ı basîta-i câmide-i tabiiyeden husûlünü, muhal-ender muhal göreceksin.

Eğer her bir zerrede hükema şuuru, etibba hikmeti, hükkâmın siyaseti bulunduğunu ve her bir zerre de sair zerrat ile vasıtasız muhabere ettiğini itikad edersen, belki nefsini kandırıp o muhali de itikad edebilirsin. Halbuki, o zîhayat makinede öyle bir mu'cize-i kudret, öyle bir hârika-i hikmet vardır ki, ancak bütün kâinatı, bütün şuûnâtını îcad eden, tanzim eden bir Sâniin sun'u olabilir. Yoksa kör, az, basit imkân tereddüdüyle ayak atamaz, esbab-ı tabiîden olamaz. Bahusus o esbab-ı tabiiyenin üss-ül esası hükmünde olan cüz-ü lâ-yetecezzadaki kuvve-i câzibe ve kuvve-i dâfianın içtimalarının hortumu üzerinde bir muhaliyet damgası var. Fakat caizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb, def', hareket, kuva gibi emirler, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Lâkin kanun, kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten haricîliğe ve itibardan hakikata ve âletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz.

S: Ezeliyet-i madde ve harekât-ı zerrattan teşekkül-ü enva' gibi umûr-u bâtılaya neden ihtimal veriliyor?

C: Sırf başka şey ile nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, umûrun esas-ı fâsidesini tebaî bir nazarla derketmediğinden neş'et ediyor. Eğer nefsini ikna etmek suretinde kasden ve bizzât ona müteveccih olursa, muhaliyetine ve mâkul olmadığına hükmedecektir. Faraza kabul etse de, tegafül-ü anis-Sâni' sebebiyle hasıl olan ızdırar ile kabul edilebilir.

Dalâlet ne kadar acîbdir; Zât-ı Zülcelal'in lâzım-ı zarurîsi olan ezeliyeti ve hassası olan îcadı aklına sığıştırmayan, nasıl oluyor ki gayr-ı mütenahî zerrata ve âciz şeylere veriyor. Evet, meşhurdur ki hilâl-i îde bakarlardı. Kimse bir şey görmedi. İhtiyar bir zât yemin etti: "Hilâli gördüm." Halbuki gördüğü hilâl, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. Kıl nerede, Kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede, sebeb-i teşkil-i enva' nerede? İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bâzan bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken ihtiyarsız dalâl başına düşer; hakikat zannederek başına giydiriyor.

S: Nedir şu tabiat, kavanîn, kuva ki, onlar ile kendilerini aldatıyorlar?

C: Tabiat, âlem-i şehâdet denilen cesed-i hilkatin anâsır ve a'zâsının ef'alini intizam ve rabt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki, "Sünnetullah ve Tabiat" ile müsemmadır. Hilkat-ı kâinatta cârî olan kavânin-i itibariyesinin mecmu' ve muhassalasından ibarettir. Kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavanîn dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer mes'elesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın yeknesak istimrarına istinaden vehim, hayal tasallut ederek tazyik edip, şu tabiat-ı hevaiye tevazzu' ve tecessüm edip mevcud-u haricî ve hayalden hakikat suretine girmiştir. Hayali, hakikat suretinde gören, gösteren nüfûsun isti'dad-ı şûresinden fâil, müessir tavrını takmıştır. Halbuki kör, şuursuz tabiat, kat'iyyen kalbi ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat ünsiyet edecek hiç bir mülâemet ve münasebet yok iken ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, sırf nefy-i Sâni' farazından çıkan bir ızdırar ile veleh-resan-ı efkâr olan kudret-i ezeliyenin âsâr-ı bahiresinin, tabiattan sudûru tahayyül edilmiş. Halbuki: Tabiat misalî bir matbaadır, tâbi' değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-ı hariciye değil. Meselâ: Yirmi yaşında bir adam birdenbire dünyaya gelse, hâlî bir yerde muhteşem ve sanayi-i nefisenin âsârıyla müzeyyen bir saraya girse, hem farzetse; kat'iyyen hariçten gelme hiç bir fâilin eseri değil. Sonra içindeki eşya-yı muntazamaya sebeb ararken, tanziminin kavâninini câmi' bir kitab bulsa, onu ma'kes-i şuur olduğundan, bir fâil, bir illet-i ızdırarî kabul eder. İşte Sâni'-i Zülcelal'den tegafül sebebiyle böyle gayr-ı makul, gayr-ı mülayim bir illet-i ızdırarî olan tabiatla kendilerini aldatmışlar.

Şeriat-ı İlâhiye İkidir

Birincisi:

Sıfat-ı Kelâmdan gelen bir şeriattır ki, beşerin ef'al-i ihtiyariyesini tanzim eder.

İkincisi:

Sıfat-ı İradeden gelen ve evamir-i tekviniye tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyedir ki, bütün kâinatta câri olan kavânin-i âdâtullahın muhassalasından ibarettir.

Evvelki şeriat nasıl kavânin-i akliyeden ibarettir; tabiat denilen ikinci şeriat dahi, mecmu-u kavânin-i itibariyeden ibarettir. Sıfat-ı kudretin hâssası olan tesir ve îcada mâlik değillerdir.[*[2]]

Sâbıkan sırr-ı tevhid beyanında demiştik: Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halkeden her şeyi halketmiştir. Öyle ise, bir şeyi yapan Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed olmak zarurîdir.

Şu ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddid, hem birbirinden haberi yok; hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü a'mâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir.

ﻗُﻞِ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺛُﻢَّ ﺫَﺭْﻫُﻢْ ﻓِﻰ ﺧَﻮْﺿِﻬِﻢْ ﻳَﻠْﻌَﺒُﻮﻥَ

Elhasıl:

İkinci bürhanımız olan kitab-ı kebir-i kâinattaki nazm ve nizam, intizam ve te'lifindeki i'caz güneş gibi gösteriyor ki; bir kudret-i gayr-ı mütenahî, bir ilm-i lâ-yetenahî, bir İrade-i Ezeliyenin eserleridir.

S: Nazm ve nizam-ı tamme ne ile sabittir?

Elcevab:

Nev'-i beşerin havas ve cevasisi hükmünde olan fünûn-u ekvan istikrâ-ı tamme ile o nizamı keşfetmişlerdir. Çünki; her bir nev'e dair bir fen ya teşekkül etmiş veya etmeye kâbildir. Her bir fen, külliyet-i kaide hasebiyle kendi nev'indeki nazm ve intizamı gösteriyor. Zîrâ, her bir fen kavaid-i külliye desatirinden ibarettir. Demek şahsın nazarı, nizamı ihata etmezse, cevasis-i fünûn vasıtasıyla görür ki, insan-ı ekber insan-ı asgar gibi muntazamdır. Her bir şey, hikmet üzere vaz' edilmiştir. Faidesiz, abes yoktur. Şu bürhanımız[*[3]] değil yalnız erkânı ve âzası, belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak büyük bürhanın sadâ-yı bülendine iştirak ederek "Lâ İlâhe İllallah" diye zikrediyorlar.

Üçüncü Bürhan[değiştir]

Kur'ân-ı Azîmüşşan'dır. Şu bürhan-ı nâtıkın sinesine kulağını yapıştırsan işiteceksin ki; "Allahu Lâ İlâhe İllâ Hu" yu tekrar ediyor. Hem gayet mükemmel semeratıyla, meyvedar bir ağacın menba-ı hayatı olan cürsûmü olmazsa veya kökü bozuksa, semere vermez. Şu bürhanımız dallarında meyve-i hak ve hakikat o kadar çoktur ve o kadar doğrudur ki, şüphe bırakmaz ki, cürsûmesinde olan mes'ele-i tevhid, hiç vehim bırakmaz derecede kuvvetli, doğru bir hak ve hakikatı tazammun ediyor. Hem şu bürhanın âlem-i şehâdet tarafına tedellî etmiş olan ahkâma dair dalı, bütün sıdk ve hak ve hakikat olduğundan, bizzarûre âlem-i gayb tarafına uzanan tevhide ve gayba dair gusn-u a'zamı yine sabit hakâik ile meyvedardır.

Hem derince şu bürhan tersim edilse anlaşılır ki; onu gösteren zât, neticesi olan mes'ele-i tevhidde o kadar emindir ki, hiç bir şaibe-i tereddüd hiç bir tarafında ihsas edilmiyor. Hem o neticeyi bütün hakâika esas addederek müselleme ve zaruriye olduğunu bütün kuvvet-i beyanıyla ve ısrarıyla ona giydiriyor. Ve başka şeyleri ona irca ediyor. Temel taşı gibi o şedid kuvvet, sun'î olamaz. Hem de, üstündeki sikke-i i'caz her ahbarını tasdik eder; tezkiyeden müstağnî kılar. Âdeta ihbaratı binefsiha sabit umûrlardandır.

Evet şu bürhan-ı münevverin altı ciheti de şeffâftır. Üstünde i'caz; altında mantık ve delil; sağında aklı istintak; solunda vicdanı istişhad; önünde, hedefinde hayır ve saadet; nokta-i istinadı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var ki girebilsin.

Mârifet-i Sâni' denilen kemâlât arşına uzanan mi'racların usûlü dörttür.

Birincisi:

Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

İkincisi:

İmkân ve hudûsa mebni mütekellimînin tarîkıdır.

Bu iki asıl, çendan Kur'ândan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş, evhamdan masun kalmamışlar.

Üçüncüsü:

Şübehat-âlûd hükema mesleğidir.

Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur'âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzûh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi'rac-ı Kur'ânîdir. Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî.

Tarîk-ı Kur'ânî İki Nevidir

Birincisi:

Delil-i inâyet ve gâyettir ki, menafi'-i eşyayı ta'dâd eden bütün âyât-ı Kur'âniye bu delili nesc ve şu bürhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde itkan-ı san'at ve riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise Sâniin kasd ve hikmetini isbat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor. Zîrâ itkan, ihtiyarsız olmaz. Evet nizamın şahidleri olan bütün fünûn-u ekvan, mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış mesalih ve semeratı ve inkılabat-ı ahvalin katmer düğümleri içinde saklanmış hikem ve fevaidi göstermekle, Sâni'in kasd ve hikmetine kat'î şehâdet ediyorlar. Ezcümle:

Fenn-i hayvanat, fenn-i nebatat, ikiyüz bini mütecaviz enva'ın büyük peder ve âdemleri hükmünde olan mebde'lerinin her birinin hudûsuna şehâdet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavânin, kör ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise, bu kadar hayret-feza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz birer makine-i acibe-i İlâhiyenin îcad ve inşasına adem-i kabiliyetleri cihetiyle her bir ferd, her bir nevi; müstakillen Sâni'-i Hakîm'in dest-i kudretinden çıktıklarını ilân ve izhar ediyorlar.

Kur'ân-ı Kerim

ﻓَﺎﺭْﺟِﻊِ ﺍﻟْﺒَﺼَﺮَ ﻫَﻞْ ﺗَﺮَﻯ ﻣِﻦْ ﻓُﻄُﻮﺭٍ

der. Kur'ânda delil-i inâyet vücuh-u mümkinenin en mükemmel vechi ile bulunuyor. Kur'ân, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr ve nimetleri ta'dad eden âyâtın fevasıl ve hâtimelerinde galiben akla havale ve vicdanla müşaverete sevketmek için

ﺍَﻭَﻟﺎَ ﻳَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ، ﺍَﻓَﻠﺎَ ﻳَﻌْﻘِﻠُﻮﻥَ، ﺍَﻓَﻠﺎَ ﻳَﺘَﺬَﻛَّﺮُﻭﻥَ، ﻓَﺎﻋْﺘَﺒِﺮُﻭﺍ

gibi, o bürhan-ı inâyeti ezhanda tesbit ediyor.

İkinci Delil-i Kur'ânî: "Delil-i İhtira"dır.

Hülâsası: Mahlukatın her nev'ine, her ferdine (ve o nev'e ve o ferde müretteb olan) âsâr-ı mahsusasını müntic ve isti'dad-ı kemâline münasib bir vücûdun verilmesidir. Hiç bir nevi' müteselsil-i ezelî değildir. İmkân bırakmaz. İnkılab-ı hakikat olmaz. Mütevassıt nev'in silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, inkılab-ı hakâikın gayrısıdır. Madde dedikleri şey, suret-i mütegayyire, hem harekât-ı mütehavvile-i hâdiseden tecerrüd etmediğinden hudûsu muhakkaktır. Kuvvet ve suretler, a'raziyetleri cihetiyle enva'daki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. A'raz cevher olamaz. Demek enva'ının fasılları ve umum a'razının havass-ı mümeyyizeleri bizzarûre adem-i sırftan muhtera'dırlar. Silsilede tenasül, şerait-i âdiye-i itibariyedendir.

Feya acaba! Vâcib-ül vücûd'un lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyetini zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da, her bir cihette ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hem dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nazik zerratların (öyle dehşetli salabet bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin yed-i i'damına karşı dayanıyor. Hem nasıl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin hassası olan ibda' ve îcadı, hiç bir münasebet-i makule olmadan en âciz ve en bîçare esbaba isnad ediliyor?

İşte Kur'ân-ı Kerim şu delili, halk ve îcaddan bahseden âyâtı ile ezhanda tanzim ediyor. Müessir-i hakikî yalnız Allah'tır. Tesir-i hakikî esbabda yoktur. Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir. Tâ ki, aklın nazar-ı zahirîsinde dest-i kudret, umûr-u hasise ile mübaşir görünmesin.

Bir şeyde iki cihet var: Biri mülk, âyinenin mülevven vechi gibi. Ezdad ona vârid oluyor. Çirkin olur, şer olur, hakir olur, azîm olur... ilh. Esbab bu cihette vardır. İzhar-ı azamet ve izzet-i kudret öyle ister.

İkinci cihet: Melekûtiyet cihetidir. Âyinenin şeffâf vechi gibi. Şu cihet her şeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet öyle ister. Hattâ hayat ve ruh ve nur ve vücûd, iki vecihleri şeffâf ve güzel olduğundan mülken ve melekûten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar.

Dördüncü Bürhan[değiştir]

Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Şu bürhanda dört nükteyi nazar-ı dikkate al!

Birincisi:

Fıtrat yalan söylemez. Meselâ, bir çekirdekdeki meyelan-ı nümuv der ki: "Sünbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Meselâ, yumurtada bir meyelan-ı hayat var, der: "Piliç olacağım." Biiznillah olur. Doğru söyler. Meselâ bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar. İşte şu meyelanlar, irade-i İlahiyeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellîleridir, cilveleridir.

İkincisi:

Beşerin havass-ül hams-ı zahire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş'ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sâdise-i sadıka-i sâika var. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika-i şaika var. O şevk ve sevk yalan söyleyemez, yanlış gidemez.

Üçüncüsü:

Mevhum bir şey hakikat-ı hariciyeye mebde' olamaz. Fıtrat-ı vicdanda nokta-i istinad ile nokta-i istimdad, iki hakikat-ı zaruriyedir. Hilkatin safveti ve en mükerremi olan ruh-u beşer, o iki nokta olmazsa en süflî, en berbad bir mahluk olur. Halbuki, kâinattaki hikmet ve nizam ve kemâl bu ihtimali reddeder.

Dördüncüsü:

Akıl ta'til-i eşgal etsede, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de; onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir. Hads ki, şimşek gibi sür'at-i intikaldir, daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanın muzaafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı İlâhî, onu daima mârifet-i Zülcelâl'e sevkeder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibedârın cezbiyledir.

Bu nükteleri bildikten sonra, şu bürhan-ı enfüsî olan vicdana müracaat et, göreceksin ki kalb, bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye olan mârifet-i Sâni'dir ki, isti'dadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyul-ü müteşa'ibeye neşr-i hayat eder. Lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder. İşte nokta-i istimdad.

Ve kavga ve müzahemetin meydanı olan dağdağa-i hayata hücum gösteren âlemin, binlerce musibet ve mezahimlere karşı yegâne nokta-i istinad mârifet-i Sâni'dir.

Evet her şeyi hikmet ve intizam ile işleyen bir Sâni'-i Hakîme îtikad etmezse ve alel-amyâ kör tesadüflere havale ederse; ve o beliyyâta karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse; ister istemez tevahhuş, dehşet, telaş,havftan mürekkebbir halet-i cehennemnümûn ve ciğerşikâfe düşecektir. O ise eşref ve ahsen-i mahlukat olan ruh-u insanînin her şeyden ziyade perişan olduğunu istilzam eder. O ise, intizam-ı kâmil-i kâinattaki nizam-ı ekmele zıd oluyor. Şu nokta-i istimdad ve nokta-i istinad ile bu derece nizam-ı âlemde hüküm-fermalık, hakikat-ı nefs-ül emriyenin hassa-i münhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan, Sâni'-i Zülcelâl mârifetini kalb-i beşere daima tecellî ettiriyor. Akıl gözünü kapasa da, vicdanın gözü daima açıktır. Sâni'-i Zülcelâl bu dört bürhan-ı azîmin kat'î şehâdetleriyle Vâcib-ül vücûd, Ezelî, Vâhid, Ehad, Ferd, Samed, Alîm, Kadîr, Mürîd, Semi', Basîr, Mütekellim, Hayy, Kayyum olduğu gibi; bütün evsâf-ı celâliye ve cemâliye ile muttasıftır. Zîra mukarrerdir ki: Masnu'daki feyz-i kemâl, Sâniin zıll-i tecellîsinden muktebesdir. Demek, kâinatta ne kadar hüsün, cemal, kemâl varsa, umumundan lâyühad derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemâliye ve kemâliye ile Sâni'-i Zülcelâl muttasıftır. Zîra, ihsan servetin, îcad vücûdun, îcab vücûbun, tahsin hüsnün, tenvir nurun fer'i ve delili olduğu gibi; bütün kâinattaki bütün kemâl ve cemal, Sâni'-i Zülcelâl'in kemâl ve cemaline bir zıll-ı zalildir ve bürhanıdır.

Hem de Sâni'-i Zülcelâl cemi-i nekaisten münezzehtir. Zîrâ nevâkıs, mâhiyet-i maddiyâtın istidatsızlığından neş'et eder. Zât-ı Zülcelâl maddiyâttan mücerreddir, münezzehtir. Hem kâinatın mâhiyat-ı mümkinesinden neş'et eden evsaf ve levâzımatından mukaddestir.

ﻟَﻴْﺲَ ﻛَﻤِﺜْﻠِﻪِ ﺷَﻲْﺀٌ ﺟَﻞَّ ﺟَﻠﺎَﻟُﻪُ ﺳُﺒْﺤَﺎﻥَ ﻣَﻦِ ﺍﺧْﺘَﻔَﻰ ﻟِﺸِﺪَّﺓِ ﻇُﻬُﻮﺭِﻩِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻥَ ﻣَﻦِ ﺍﺳْﺘَﺘَﺮَ ﻟِﻌَﺪَﻡِ ﺿِﺪِّﻩِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻥَ ﻣَﻦِ ﺍﺣْﺘَﺠَﺐَ ﺑِﺎﻟْﺎَﺳْﺒَﺎﺏِ ﻟِﻌِﺰَّﺗِﻪِ

Sual: Vahdetü'l-Vücudu Nasıl Görüyorsun?

Elcevap: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığışmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i ulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani;

ﻟﺎَ ﻣُﺆَﺛِّﺮَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻜَﻮْﻥِ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ

sonra vahdet-i idare, sonra vahdetü'ş-şühud, sonra vahdetü'l-vücud, sonra yalnız bir vücûdu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkıkîn-i sofiyenin müteşâbihât hükmünde olan şatahatıyla istidlâl edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü'l-vücuddan dem vursa, haddinden tecavüz eder. Dem vuranlar, Vâcibü'l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkinâttan tecerrüd ederek, yalnız bir vücûdu, belki bir mevcudu görmüşler.

Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii müşâhede etmek, turuk-u istiğrakkârâne cihetiyle cedâvil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyân-ı füyuzâtı ve merâyâyı mevcûdâtta tecellî-i esmâ ve sıfâtı, -yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken- dîk-ı elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakâik-i zevkiyeyi nazarın mekayisine sığıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe oldu.

Maddeperver hükemâ ve zaîfü'l-itikad ehl-i nazarın vahdetü'l-vücudu ile evliyanın vahdetü'l-vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:

Birincisi:

Muhakkikîn-i sofiye, Vâcibü'l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmiş ve müstağrak olmuş ve ehemmiyet vermişler ki, O'nun hesabına kâinatın vücûdunu inkâr etmişler. Hükemâ ve zaîfü'l-itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar etmişler ve müstağrak olmuşlar ki, fehm-i ulûhiyetten uzaklaştılar. Ve o derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti onda mezcetmek, hattâ kâinat hesabına ulûhiyetten istiğnâ etmek derecede meslek-i müteassifeye girmişlerdir.

İkincisi:

Muhakkikîn-i sofiyenin vahdet-i vücûdu, vahdetü'şşuhudu tazammun eder. İkincilerin, vahdetü'l-mevcudu tazammun eder.

Üçüncüsü:

Birincilerin mesleği zevkîdir. İkincilerin nazarîdir.

Dördüncüsü:

Birinciler, evvelen ve bizzat Hakka nazar, teba'î olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzat halka bakarlar.

Beşincisi: Birinciler, Hüdâperesttirler. İkinciler, hodperesttirler.

ﺍَﻳْﻦَ ﺍﻟﺜَّﺮَﺍ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺜُّﺮَﻳَّﺎ ﻭَ ﺍَﻳْﻦَ ﺍﻟﻀِّﻴَٓﺎﺀُ ﺍﻟﺴَّﺎﻃِﻊُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻈُّﻠْﻤَﺔِ ﺍﻟﻄَّﺎﻣِﺴَﺔِ

Tenvir

Meselâ: Küre-i arz rengârenk muhtelif ve küçük küçük cam parçalarından farzolunursa, her biri başka haysiyetle levnine ve cirmine ve şekline nisbet ile şemsden bir feyiz alacaktır. Şu hayalî feyiz ise, ne güneşin zâtı ve ne de ayn-ı ziyâsıdır. Hem de ziyânın temâsili ve elvân-ı seb'asının tasâviri ve güneşin tecellîsi olan şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvânı faraza lisana gelseler, herbiri "Güneş benim gibidir" veyahut "Güneş benim" diyeceklerdir.

ﺁﻥْ ﺧَﻴَﺎﻟﺎَﺗِﻰ ﻛِﻪ ﺩَﺍﻡِ ﺍَﻭْﻟِﻴَﺎﺳْﺖْ ٭ ﻋَﻜْﺲِ ﻣَﻬْﺮُﻭﻳَﺎﻥِ ﺑُﻮﺳْﺘَﺎﻥِ ﺧُﺪَﺍﺳْﺖْ

Fakat ehl-i vahdetü'ş-şuhudun meşrebi fark ve sahvdır. Ehl-i vahdetü'l-vücudun meşrebi mahv ve sekirdir. Sâfi meşrep ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.

ﺗَﻔَﻜَّﺮُﻭﺍ ﻓِﻰ ﺍَﻟﺎَٓﺀِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﻟﺎَ ﺗَﻔَﻜَّﺮُﻭﺍ ﻓِﻰ ﺫَﺍﺗِﻪِ ﻓَﺎِﻧَّﻜُﻢْ ﻟَﻦْ ﺗَﻘْﺪِﺭُﻭﺍ

ﺣَﻘِﻴﻘَﺔُ ﺍﻟْﻤَﺮْﺀِ ﻟَﻴْﺲَ ﺍﻟْﻤَﺮْﺀُ ﻳُﺪْﺭِﻛُﻬَﺎ ﻓَﻜَﻴْﻒَ ﻛَﻴْﻔِﻴَّﺔُ ﺍﻟْﺠَﺒَّﺎﺭِ ﺫِﻯ ﺍﻟْﻘِﺪَﻡِ ﻫُﻮَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺍَﺑْﺪَﻉَ ﺍﻟْﺎَﺷْﻴَٓﺎﺀَ ﻭَ ﺍَﻧْﺸَﺎَﻫَﺎ ﻓَﻜَﻴْﻒَ ﻳُﺪْﺭِﻛُﻪُ ﻣُﺴْﺘَﺤْﺪَﺙُ ﺍﻟﻨَّﺴَﻢِ

İfade

Evliyâullah demişler;

ﺍَﻟﻄُّﺮُﻕُ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﺍَﻧْﻔَﺎﺱِ ﺍﻟْﺨَﻠﺎَٓﺋِﻖِ

Yani: Mârifetullahın bürhanları nefesler kadar hadsizdir.

Mârifet-i Nebînin bürhanları dahi nüfûs-u mü'minîn kadar muhtelif şahsiyetler ile tezahür eder. Demek şu enfâs-ı halâik mikdarında ve bu nüfûs-u ehl-i imân adedinde layuadd bürhanların netice-i yegânesidir.

Evet muvaffak bir nazar, kainâtın her zerresinin her halinden vücûd-u Sânii, hem Peygamberin her bir hal, kal, fiilinden sıdk-ı nübüvvetin şuâını görür.

Bir şahıs bir şahsa tamamen benzememediği gibi, fehim dahi fehme benzemez. Delil bir olsa da, tarz-ı telâkkî ve tarik-i tefehhüm ayrı ayrıdır.

İşte şu risâlede kelime-i şehâdetin iki kelâmındaki tevhid ve nübüvvete dair tarz-ı tefehhüm ve tarik-i telâkkimi Japonun eski bir suali münâsebetiyle yalnız meslek-i nazar noktasında mûcez bir icmal ile yazdım. O maksad-ı âliyeye uzanan mi'râc-ı zevkî-i işrâkî ve minhâc-ı hadsî-i ilhamî ise tabire sığışmaz. İşârât-ül İ'caz'da

ﻳَٓﺎﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟﻨَّﺎﺱُ ﺍﻋْﺒُﺪُﻭﺍ

ilâahir...

ﻭَﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﻓِﻰ ﺭَﻳْﺐٍ ﻣِﻤَّﺎ ﻧَﺰَّﻟْﻨَﺎ

ilâahir...

ﻭَﺑِﺎﻟْﺎَﺧِﺮَﺓِ ﻫُﻢْ ﻳُﻮﻗِﻨُﻮﻥَ

ilââhir âyetleri beyanında yine Kur'an'dan istifaza ettiğim ayn-ı fehmimi Arabî olarak yazmıştım.

Şu kelime-i şehâdetteki cevher-i iman bir nurdur. Allah (C.C.) istediğinin kalbine atar. Kayyumu hidayet-i İlâhiyedir. Bürhan ise bir mücahiddir, düşmanını tard eder. Süpürgecidir evhamdan tehzib eder.

Peşinen derim; Türkçe güzel ifade edemiyorum. Mânâyı düşündükçe lafzı düşünemiyorum. Kari'den ricam odur ki, lafzın perişaniyetini görüp mânâya karşı ihtiramsızlık, lâkaydlık göstermesin.

ﻭَﻣِﻦَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺘَّﻮْﻓِﻴﻖُ

Melâike Tasdiki, İmanın Bir Rüknüdür[değiştir]

Medhal

Dört Nükteye Dikkat

Birinci Nükte[değiştir]

Madde asıl değil tâbi'dir. Mahdum değil hadimdir. Hâkim değil mahkûmdur. Lub, esas, müstekar değil yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir kışırdır, zebeddir, sûrettir.

Zirâ alet-i mükebbire ile binler defa büyütülen, sonra görünen bir mikroba dikkat edilse görünür ki, maddenin tesağürü nisbetinde, asar-ı hayat, nur-u ruh tezâyüd eder, teşeddüd eder.

Madde inceleştikçe bizden uzaklaşınca, ruh âlemine hayat âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddet ile tecellî ediyor.

Bak o hurdebînî huveynenin havassine! Ne kadar keskindirler ki, a'zasını, rızkını görür. Kardeşinin sesini işitir, ilâahir... Demek havassı ve kuvaları binler defa bizimkilerden şediddir, keskindir, hassasdırlar.

Hem madde-i meşhureden başka pek çok menâbi'in tereşşuhatı, lemaatı, semeratı âlem-i mülkde vardır ki, katiyyen maddeye ve hareketine irca' ile izah edilmez. Demek âlem-i mülk ve şehâdet, âlem-i melekût ve ervah üstünde tenteneli bir perdedir...

Her şey, hatta meyvelerin içi dışından, batını zâhirden daha muntazam, daha latif, daha sanatkârâne olduğunu, gösterir ki; hüküm melekûtündür.

Esbâb-ı maddiye bahanedir, tabi'dirler. Yoksa zâhiri daha mükemmel olmak lazım gelirdi. Maddeden azîm bir kütleyi nasıl bir ruh istihdam eder, bir zerreyi de istihdam edebilir. Ona istinad ile âlem-i misâlde müzehher bir şahıs olur. Âlem-i turabda bir çekirdek âlem-i havada ondan bir şecer-i meyvedâr gibi...

İkinci Nükte[değiştir]

Hayat herşeyin başında ve esasındadır. Hayat herşeyi herşeye maleder. Onun ile bir şey der: "Herşey malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat mülkümdür."

Ziya, ecsâmın keşşâfı ve elvânın sebeb-i vücûdu olduğu gibi; Hayat dahi mevcudatın keşşâfı... Ve cüz'ü küll gibi belki daha büyük yapmak.. Ve küllü cüz'e sıkıştırmak ve iştirâk ve ittihad ettirmek gibi kemâlât-ı vücûdun sebebidir. "Hayat kesrette bir çeşit tecellî-i vahdettir."

Bak! Hayatsız bir cisim, dağ dahi olsa yetimdir, münferittir, garibdir. Münasebeti yalnız oturduğu mekan ve ona karışan şeyle var. Başka ne varsa ona nisbeten ma'dumdur.

Şimdi bak küçücük bir cisme! Meselâ bal arısına hayat girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebat te'sis eder, bütün taifeleri ile öyle bir ticaret akdediyor ki, diyebilir: "Âlem bahçemdir. Güneşim parlıyor." Sâika ve şâikayı ihtiva eden havass-ı aşeresiyle; dünyanın ekser envaı ile ihtisas, ünsiyet, mübadele ve tasarrufa başlar.

Bak! Hayat tabaka-i insaniyeye çıktıkça öyle inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; ziya-yı akılla menzilindeki odaları gezer gibi, avalim-i ulviye ve ruhiye ve cismaniyede gezer. O, o avâlime misafir gittiği gibi, onlar dahi onun mir'at-ı ruhuna misafir oluyorlar. Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir bürhan-ı vahdeti; ve en büyük bir nimeti ve tecellî-i merhameti; ve en hafi, dakik, bilinmez bir nakş-ı nezihidir.

Bak! Enva-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat; Ve onun en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, o derece zuhûr, kesret, mebzuliyet, ülfetle zaman-ı Âdem'den beri hikmet-i beşer nazarından gizli kalmış. Hakikatı keşfedilmemiş. Hem o kadar nezihdir ki, dest-i kudret ile onun arasında sebeb-i zahirî vaz' edilmemiş. Zîrâ mülk ve melekûtu, iki vechi temiz, pâk, şeffâftır. Nazar-ı zâhirîde umur-u hasise ile perdesiz mübaşeretinden teâlî eden izzet-i kudret, esbab-ı zahiriyye yalnız mülk cihetinde bulunmasını başka şeyde ister, bunda istemez. Hatta denilebilir; hayat olmazsa vücud vücud değildir. Hayat ruhun ziyasıdır.

Madem ki, hayat bu derece ehemmiyetlidir. Madem âlemde bir intizam-ı kâmil var. Bir itkân-ı muhkem var. Madem bu biçare perişan küremiz, bu kadar zevil-ervah ile dolmuştur. Öyle ise bir hads-ı sadıkla hükmolunur ki; şu kusûr-u semaviyye ve şu burûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip sükkânı vardır. Nar nuru yakmaz. Nuranî dahi Şemste yaşar. (Balık suda gibi.)

Madem Kudret-i Ezeliye âdî ve en kesif bir maddeden zevi'l-ervahı halkeder. Elbette nur gibi, esir gibi ruha yakın sair seyyâlât-ı lâtife maddeleri ihmal etmez, meyyit bırakmaz.

Temsil:

Melâikeyi, ruhaniyâtı tasdik etmeyen, vahşi bir adama benzer ki; büyük muhteşem bir medenî şehre gidiyor. Şehrin uzak köşesinde pis, perişan, küçük bir hâneye rast gelir ki, sefil insanlarla dolu. Etrafı da zevil-ervah ile memlu... Onlara mahsus şerait-i hayatiye vardır ki; bazısı âkilün-nebat, bâzısı âkilüs-simâktir.

Sonra, uzakta binlerce müzeyyen kusûr-u âliye görüyor ki, mâbeynlerinde geniş tenezzühgâh meydanları var. Uzaklıktan veya kasr-ı nazarından veya onların gizlenmesinden, o insanlar ona görünmediği ve şurada gördüğü şerâit-i hayat o kasırlarda görünmediği için itikad ediyor ki; o kasırlar sâkinînden hâlîdir.

Hem melâikeyi tasdik eden zat, o vahşinin arkadaşı olan, nimbedevî bir adama benzer ki; şu küçük, hakir hâneyi gördü ki, zîruhla dolu. Ve ihtiyar ve hikmete delâlet eden şehrin intizamını gördüğünden cezm eder ki; O kusûr-u müzeyyenenin bazı sükkânları var ki, onlar onlara münasip, onlar ona muvafıktırlar. Kendilerine mahsus şerait-i hayatiyeleri vardır. Uzaklık veya gözün kabiliyetsizliği veya tesettürlerine binaen görünmemeleri, olmamalarına delil olamaz. "Adem-i rü'yet, adem-i vücûda delalet etmez."

Demek, küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar zevilervahın vatanı olması.. Ve en hasis hatta müteaffin cüz'leri menbâ-ı hayat kesilmesi, bittarik-il evlâ hem intizam-ı muttaride mebni olan kıyas-ı hafiy-yi hadsiye müesses olan kıyas-ı evlevî ile delâlet eder ki; şu feza-yı lâyetenâhî burûcuyla, nücûmuyla zîşuur, zevil-ervah ile doludur. Nurdan, nardan ve seyyâlâtlardan mahluk olan o zevil-ervaha Şeriat: "melâike ve cânn" der. Melâike ise ecnas-ı muhtelifedir. Cinn dahi öyle.

Üçüncü Nükte[değiştir]

Bütün ukalâ, turuk-u ta'birde ihtilâflarıyla beraber melâikenin mânâ ve hakikatının vücûduna icma'-ı mâneviyle ittifak etmişlerdir. Hatta Meşşaiyyûn, melâikeyi: "envâın mahiyât-ı mücerrede-yi ruhâniye" ile tâbir etmişlerdir. İşrâkiyyun: "ukul-u aşere, erbab-ul enva'" diye tevsim etmişler. Ehl-i edyan "melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar"namlarıyla tesmiye etmişler. Hatta akılları gözlerinde olan maddiyyûn ve tabiiyyûn dahi mânâ-yı melâikeyi inkâra mecal bulmamışlar, belki nevâmis-i fıtratta "kuvayı sâriye" diye bir cihette tasdike muztar olmuşlar.

Evet madem ki, hayat mevcudâtın keşşâfıdır, belki neticesi, zübdesidir. Nasıl şu feza-yı vesîa' sakinînden ve şu semavât-ı lâtife mutevattinînden hâli olabilir?

S: Acaba şu hilkatte carî olan nevâmis ve kavanin, kâinatın irtibat ve hayeviyetine kâfi değil midir?

C: Bu nevâmis-i câriye ve şu kavânin-i sâriye umur-u itibariyedir, vehmiyedirler. Ki hem mümessilâtı, hem meakisi, hem dizginlerini tutan melâikeler olmazsa, onlara bir vücûd taayyün etmez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir hakikat-ı hariciye olmaz. Hem de ehl-i hikmetle ehl-i din; ve akıl ile nakil ittifak etmişler ki; teşekkül-ü ervaha nâmuvafık, câmid, zâhir olan "âlem-i şehâdet" de mevcudat münhasır değildir. Ve vücûd ona inhisar etmemiştir. Belki daha çok tabakat-ı vücûd var. Deniz balığa münasebeti gibi; ervaha muvafık ve o ervahla dolu bir âlem-ul gayb ve âvalim-ul ervah dahi bulunur. Madem ki bütün bu umur, mânây-i melâikenin vücûduna şehâdet eder. Onların vücûdunun en ahsen sûreti ve ukûl-u selîme kabul edecek ve istihsan edecek keyfiyeti odur ki, Şeriat şerh etmiştir.. Der: "Melâike, ibâd-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ecsâm-ı lâtife-i nuraniyedirler. Enva-ı muhtelifeye münkasımdırlar. Melâike bir ümmettir ki, Sıfat-ı İradeden gelen Şeriat-ı tekviniyenin hamelesi ve mümessili ve mümtesilidirler. Müessir-i hakikî olan Kudret-i Fatıra'nın ve İrade-i Ezeliye'nin emrine tâbi' bir nevi ibâdullahtır."

Dördüncü Nükte[değiştir]

Mes'ele-i melâike, o mesâildendir ki, bir cüz'ün vücûduyla küllün tahakkuku bilinir. Bir şahsın rü'yetiyle nev'in vücûdu malum olur. Zîrâ kim inkâr ederse, küllü inkâr eder.

Ey birader bak! Görmüyor musun, işitmiyor musun ki; bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar melâikenin vücûduna ittifak ve insanın taifeleri birbirinden bahsi gibi, onlarla muhavere edilmesine ve onların müşâhedesine ve onlardan rivayet etmesine icma' etmişler. Acaba hiçbir ferd onlardan görünmese, hem bizzarûre bir şahıs veya eşhasın vücûdu kat'î bilinmezse, hem onların bilbedahe vücutlarını hissetmezse, hiç mümkin müdür; böyle müsbet ve vücûdî bir emirde müstemirren ittifak devam etsin? Bununla beraber muhaldir ki, itikad-ı umumînin müvellidi olan mebadî-i zaruriye olmadan, böyle bir vehim bütün inkılâbât-ı beşeriyede akaid-i beşerde istimrar etsin, beka bulsun? Öyle ise şu icma'ın senedi bir hads-i kat'idir ki, emarat-ı müteferrikadan tevellüd etmiştir. O emarât çok vâkıâtın müşahedâtından neş'et etmiştir. O vâkıât, kat'iyyen bazı mebadî-i zaruriyeye istinad etmiştir. Öyle ise bu itikad-ı umumînin sebebi, tevatür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pekçok kerrat ile müşahede ve rü'yetlerinden hâsıl olan mebadî-i zaruriyedir, esasat-ı kat'iyedir.

Halbuki tek bir ruhanînin vücûdu, tek bir zamanda tahakkuk etse, şu nev'-i muhtelif-ül esnaf tahakkuk eder. Madem şu nev' tahakkuk ediyor, sûret-i tahakkukun en ahseni, en makulü, en makbulu, Şeriatın şerh ettiği gibidir, Kur'ân'ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi'racın gördüğü gibidir. İşte medhal dört nüktesiyle bitti.

Eğer buraya kadar kalben çıkmış isen, maksadın hakâikını görmek istersen, hazır ol! Tahir ol!

İşte âlem-i Kur'ân kapıları açıktır. İşte cennet-i Furkan, Müfettehat-ül ebvabdır. Gir, bak! Melâikeyi içinde iyi gör. Onlarla tanış!

Sûre-i Kadirde:

ﺗَﻨَﺰَّﻝُ ﺍﻟْﻤَﻠَٓﺌِﻜَﺔُ ﻭَﺍﻟﺮُّﻭﺡُ ﻓِﻴﻬَﺎ ﺑِﺎِﺫْﻥِ ﺭَﺑِّﻬِﻢْ

hem

ﻋَﻠَﻴْﻬَﺎ ﻣَﻠَٓﺌِﻜَﺔٌ ﻏِﻠﺎَﻅٌ ﺷِﺪَﺍﺩٌ ﻟﺎَ ﻳَﻌْﺼُﻮﻥَ ﺍﻟﻠﻪَ ﻣَﺎ ﺍَﻣَﺮَﻫُﻢْ ﻭَﻳَﻔْﻌَﻠُﻮﻥَ ﻣَﺎ ﻳُﻮﺀْﻣَﺮُﻭﻥَ

hem

ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ ﺑَﻞْ ﻋِﺒَﺎﺩٌ ﻣُﻜْﺮَﻣُﻮﻥَ ﻟﺎَﻳَﺴْﺒِﻘُﻮﻧَﻪُ ﺑِﺎﻟْﻘَﻮْﻝِ ﻭَﻫُﻢْ ﺑِﺎَﻣْﺮِﻩِ ﻳَﻌْﻤَﻠُﻮﻥَ

Eğer istersen Sûre-i

ﻗُﻞْ ﺍُﻭﺣِﻰَ ﺍِﻟﻰَّ ﺍَﻧَّﻪُ ﺍﺳْﺘَﻤَﻊَ ﻧَﻔَﺮٌ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﺠِﻦِّ

ye gir! Cinlerle de görüş!

Haşir[değiştir]

ﻭَﺍﻟْﺒَﻌْﺚُ ﺑَﻌْﺪَ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕِ ﺣَﻖٌّ

Medhal

Şu mes'eleye dair Kur'ân'ın işârâtından fehmettiğim bir mikdarını Arabî olarak İşârât-ül İ'caz'da yazmıştım. Burada vazifem, hükm-ü Kur'ânı güzel telâkki etmek için zemini ihzar etmektir.

İşte kalbe kabiliyet-i kabul verecek ve vicdanı iz'ana ihzar edecek dört esas var ki:

Muktazi mevcuttur, Fâil muktedirdir, Mahall kabildir, Mâni' yoktur.

Birinci Makam[değiştir]

Saadet-i Ebediyeye muktazî vardır. O muktazînin vücûduna bürhan, on menabi'den süzülen ve tehallub eden bir hadsdir.

Birincisi[değiştir]

İşte kâinatta bir nizam-ı ekmel-i kasdî var. Her cihette reşahat-ı ihtiyar, lemeât-ı kasd görünüyor. Her şeyde bir nur-u kasd, her şe'nde bir ziya-yı irade, her harekette bir lem'a-yı ihtiyar, her terkipte bir şu'le-i hikmet, nazar-ı dikkate çarpıyor.

Evet saadet-i ebediye olmazsa, "Nizam" bir sûret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır, yalancı bir nizam olur. Nizamın ruhu olan mâneviyat ve revâbıt ve niseb heba olur. Demek nizamın nezzâmı saadet-i ebediyedir.

İkinci Menba'[değiştir]

Hilkatte bir hikmet-i tâmme var. Evet inâyet-i ezeliyenin timsali olan Hikmet-i İlahiye kâinattaki riayet-i mesâlih ve iltizam-ı hikem lisaniyle saadet-i ebediyeyi ilân eder. Zîrâ saadet-i ebediye olmazsa, kâinatta bilbedahe sabit olan hikem ve fevâidi mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir.

Üçüncü Menba'[değiştir]

Akıl ve hikmet ve istikrâın şehâdetleriyle sabit olan hilkatteki adem-i abesiyet; hem Sâni'in fıtratta, her şeyde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sûreti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihab etmesiyle sabit olan adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder. Zîrâ adem-i sırf herşeyi abes eder.

Fıtratta, ezcümle insanda fenn-i menâfiul-a'za şehâdetiyle sabit olan adem-i israf gösterir ki; insanda olan istidâdat-ı mâneviye ve âmâl ve efkâr ve müyûlât dahi israf edilmeyecektir. O meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücûdunu ve o meyl-i saadet, bir saadet-i ebediyeye namzed olduğunu kat'î olarak ilân eder. Öyle olmazsa, insanın mâhiyet-i hakikiyesini teşkil eden mâneviyât ve âmâl kurur, hebaen gider.

Acaba kıymettar bir cevherin kılıfına o derece dikkat ve itina edilse ki, gubarın konulmasına da müsaade etmeyen sahibi, nasıl ve ne suretle o cevher-i yegâneyi kırıp mahveder.

Şu üç menba'daki üç şahidi tezkiye eden herbirinin mevzuunun nev'indeki nizamına şâhid-i sâdık olan cemî-i fünûnun istikrâ-i tâmmesidir. Ki o intizam-ı kâmili ihtilâlden halâs eden, meyl-i tekemmülü tatmin eden yalnız saadet-i ebediyedir.

Dördüncü Menba'[değiştir]

Pek çok enva'da yevm ve sene gibi, hatta insanın şahıslarında bir çok kıyamet-i mükerrere-i nev'iye vardır ki; bir kıyamet-i kübranın tahakkukunu ihsas ediyor.

Evet, maruf saatin saniye, dakika, saat, eyyamını sayan çarklarına benzeyen Allah'ın büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deveran-ı dünya birbirine mukaddeme olarak döner, işler. Geceden sonra sabahı, kışdan sonra baharı işledikleri gibi; mevtten sonra subh-u kıyamet o destgâhdan, o saat-ı uzmâdan çıkacağını haber veriyorlar.

Bir şahsın müddet-i ömründe başına geçen bir çok kıyamet çeşitleri geçmiştir. Beş altı senede bilittifak bütün zerratını değiştirmiş, belki bir senede iki defa tedricî bir kıyamet görmüş... Hem bazı envâ'-ı hayvanatta bazı vakitte bir kıyamet-i nev'iyye müşâhede ediyoruz.

İnsanın bir şahsı, başkasının nev'i hükmündedir. Zîrâ nur-u fikir, onun âmâline öyle bir vüs'at vermiş ki; ezmine-i selâseyi yutsa tok olmaz. Sair nevilerdeki ferdlerin mâhiyeti cüz'î, kıymeti şahsî, nazarı mahdut, kemâli mahsur, lezzet ve elemi ânîdir. Beşerin ise mâhiyeti ulvî, kıymeti gâlî, nazarı âmm, kemâli hadsiz, lezzeti, elemi kısmen dâimîdir.

Öyle ise, çok nev'ilerde olan birer çeşit kıyamet-i mükerrere-i neviyede, insan için bir kıyamet-i şahsiyye-i umumîyeye remz vardır.

Beşinci Menba'[değiştir]

Beşerin cevher-i ruhundaki gayr-ı mahsur isti'dâdât ve o isti'dâdâtda mündemiç olan gayr-ı mahdut kabiliyât; ve o kabiliyâtdan neş'et eden hadsiz müyûlât; ve o müyulâtdan hâsıl olan lâyetenâhî âmâl; ve o âmalden tevellüd eden gayr-i mütenahî efkâr ve tasavvurât; şu âlem-i şehâdetin mâverâsında olan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, medd-i nazar ederek o tarafa müteveccih olmuştur. Hatta ruhun bir şâir sanatkârı olan hasse-i hayale denilse: "Sana dünya bir milyon ömür ile verilecektir. Fakat sonun adem-i sırf, hiçlik olacaktır."

Hayal, derinden derine, -bunu alkışlamak yerine- teessüf edecektir. Bir hizmetkârı tatmin etmeyen şu dünya, sultan-ı ruhu nasıl tatmin edebilir? İşte hiç yalan söylemeyen fıtrattaki şu kat'î, şedid, sarsılmaz, meyl-i saadet-i ebediye; saadet-i ebediyenin tahakkukuna bir hads-i kat'î veriyor.

Altıncı Menba'[değiştir]

Errahmânirrahîm olan Sâni'-i Zülcelâl'in rahmetidir. Evet nimeti nimet eden, ni'meti nıkmetlikten halas eden; ve kâinatı firak-ı ebedîden hasıl olan vâveylâlardan kurtaran saadet-i ebediye, o rahmetin şe'nindendir ki beşerden esirgemesin. Zîrâ bütün nimetlerin reisi, re'si, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, bütün nimetler nıkmetlere tahavvül eder. O tahavvül ise, bilbedahe ve bizzarûre ve umum kâinatın şehâdetiyle muhakkak olan Rahmet-i İlâhiyeyi inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki rahmet, en vazıh ve güneşten daha parlak bir hakikattır.

Bak rahmetin cilvelerinden olan "Muhabbet ve Aşk ve Şefkat" nimetlerine dikkat et! Eğer firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalîye incirar etse; görürsün ki, o muhabbet, en büyük musibet olur. Şefkat en büyük maraz olur. Akıl en büyük bela olur. Demek rahmet, rahmet olduğu için hicran-ı ebedîyi muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkarmaz.

Yedinci Menba'[değiştir]

Kâinattaki bütün letaif, bütün mehasin, bütün kemâlât, bütün incizâbât ve iştiyâkât ve terehhumat birer mazmundur ki, Sâni'in lûtfu merhametinin, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarûre ve bilbedahe kalbe gösteriyor. Madem bir hakikat var, bilbedâhe hakiki rahmet var. Madem hakiki rahmet var, saadet-i ebediye olacaktır.

Sekizinci Menba'[değiştir]

Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandır. Kim kendi uyanık vicdanını dinlese: "Ebed!.. ebed!.." sesini işitecektir. Demek o, onun için mahluktur. Demek bu incizab ve cezbe bir gaye-i hakikî ve hakikat-ı cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir.

Dokuzuncu Menba'[değiştir]

Sâdık, masduk, musaddak olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ihbarıdır. Evet O'nun sözleriyle saadet-i ebediyenin kapıları açılmış. Ve O'na karşı kelâmları birer penceredir. Zaten bütün kuvvetiyle bütün davaları tevhidden sonra o noktada temerküz ediyor.

Onuncu Menba'[değiştir]

Onüç asırda yedi vecihle i'cazını muhafaza eden Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyanın ihbârât-ı kat'iyesidir. Evet nefs-i ihbarı, haşr-i cismanînin keşşâfı ve şu remz-i hikmetin miftâhıdır. Hem tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emrederek nazara vaz' ettiği berâhin binlerdir.

Ezcümle:

Bir kıyas-ı temsiliyeyi tazammun eden

ﻭَﻗَﺪْ ﺧَﻠَﻘَﻜُﻢْ ﺍَﻃْﻮَﺍﺭًﺍ

ve

ﻗُﻞْ ﻳُﺤْﻴِﻴﻬَﺎ ﺍﻟَّﺬِٓﻯ ﺍَﻧْﺸَﺎَﻫَﺎ ﺍَﻭَّﻝَ ﻣَﺮَّﺓٍ

hem bir delil-i adlîye işaret eden

ﻭَﻣَﺎ ﺭَﺑُّﻚَ ﺑِﻈَﻠﺎَّﻡٍ ﻟِﻠْﻌَﺒِﻴﺪِ

gibi pek çok âyât-ı kesire ile haşr-i cismaniyenin saadet-i ebediyeye nâzır pek çok dürbünleri nazar-ı beşere vaz' etmiştir.

Birinci Kıyasın Hülâsası[değiştir]

Bak, vücûd-u insan tavırdan tavıra geçtikçe acib, muntazam inkılabatı geçiriyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azm ve lahme, azm ve lahmeden halk-ı cedide intikal, gâyet dakîk desâtîre tâbidir. Her bir tavrın öyle kavânin-i mahsusa, ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttaridesi vardır ki; cam gibi altında kasd, irade, ihtiyar, hikmetin cilvelerini gösterir. İşte vücûd itibariyle böyle her sene libasını değiştiren o vücûdun bekası, inhilâlin yerini dolduran bir terkibe muhtaçtır.

İşte o hüceyrâtın yıkılmasıyla tamir etmek zarûreti, bir madde-i latife ister ki, âzânın hâcâtı nisbetinde Rezzâk-ı Hakikî bir kanun-u mahsus ile taksim ediyor. İşte o madde-i latîfenin etvarına bak! Göreceksin ki; o kafile-i zerrat, küre-i havada, toprakta münteşir iken, bir hareket-i kasdîyi işmam eden bir keyfiyetle toplanıyorlar. Gûya herbir zerre bir vazife ile muvazzaf, bir mekan-ı muayyeneye gitmek için memurdur gibi toplanır. Bir Sâik-i Muhtarın kanun-u mahsusuyla âlem-i mevalide girer. Nizâmât-ı muayyene ile, harekat-i muttaride ile, desatir-i mahsusa ile bedende dört matbahda pişirildikten sonra, dört inkılab-ı acibeyi geçirdikten sonra, dört süzgeçten süzüldükten sonra aktar-ı bedende intişar ederek, bütün muhtaç olan âzaların derece-i ihtiyaçlarına göre Rezzak-ı Hakikî'nin inâyetiyle inkısam eder.

İşte o zerrattan herbir zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki; kör ittifak, kör tesadüf hiç ona karışamaz. Herbiri hangi tavra girmiş ise, kavânin-i muayyenesiyle gûya ihtiyaren amel ediyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam ayak atıyor ki, bilbedahe bir Sâik'in emriyle gidiyor.

İşte böyle tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya gitgide hedef-i maksadından ayrılmayarak, makam-ı layıkına girer oturur. İşte bu hal gösteriyor ki; evvelen o zerreler muayyendiler, muvazzafdılar. O makamlar için namzed idiler. İşte şu neş'e-i ûlayı gören, neş'e-i uhrayı istib'ad ile istinkâr etmemek gerektir.

Meselâ, bir taburun askerleri istirahat izniyle dağılıp boru ile çağrılsa birden tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir taburu teşkil etmekten çok ve çok esheldir. Bir vücûdda imtizac ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrât, Sûr-u İsrafil ile Hâlıkının emrine lebbeykzen olmaları aklen birinci îcaddan daha sehil, daha mümkündür. Hem nüveler hükmünde olan ecza-i asliye, ikinci neş'e için bir esas-ı kâfidir.

İkinci Kıyasın Hülâsası[değiştir]

Şu âlemde çok görüyoruz ki; zâlim, fâcir, gaddar gayet refah ve rahat ile ömür geçiriyor. Halbuki, görüyoruz ki; mazlum, fakir, mütedeyyin, hüsn-ü hulk sâhibi, zahmet ve zillet ve mazlumiyette hayatını geçiriyor. Sonra mevt gelir, ikisini müsâvî kılar. Eğer şu müsâvât, nihayetsiz ise zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü kâinatın şehâdetiyle sabit olan Adalet ve Hikmet-i İlâhiyeye, bir mecma'-ı aher iktiza eder ki; birincisi cezasını, ikincisi mükafatını görsün.

Hem şu perişan beşeri, sair ihvanı olan kâinat-ı muntazama gibi tanzim edecek ve istidâdıyla mütenasip tecziye ve mükafat edecek bir mahkeme-i kübra ister. Tâ adâlet-i mahza tecellî etsin. Şu dar dünya beşerin ruhunda mündemiç olan isti'dadat-ı gayr-ı mahdudenin sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir.

İnsanın cevheri büyüktür. Ebede namzettir. Mahiyeti âliyedir. Cinayeti dahi azîmdir. intizamı da mühimdir. Sair kâinata benzemez. İntizamsız olamaz. Mühmel kalamaz. Abes olamaz. Fena-yı mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, Cennet dahi âğuş-u nazindârânesini açıp bekliyorlar.

Şu ayetler gibi, çok berâhin-i lâtifeyi tazammun eden âyât-ı sâireyi kıyas ile, tetebbu' et! İşte bu menabi-i aşere muktazînin vücûduna kat'iyyen delalet eder.

İkinci Makam[değiştir]

Fâil muktedirdir. Kudrette noksan yoktur. A'zam ve asgar ona nisbeten birdirler. Evet bir Kadîr ki; âlem bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerratı, cevahiri, gayr-ı mütenahî lisanlar ile azametine, kudretine şehâdet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi O kudretten istib'âd etsin?

Şurada yalnız deriz: En çok ve en büyük şey, en basit ve en küçük şeye nispeten kudrete daha ağır gelemez.

ﻣَﺎ ﺧَﻠْﻘُﻜُﻢْ ﻭَﻟﺎَ ﺑَﻌْﺜُﻜُﻢْ ﺍِﻟﺎَّ ﻛَﻨَﻔْﺲٍ ﻭَﺍﺣِﺪَﺓٍ

İşte, şu sırrı "Sünûhât"a yazmıştım. Makamın münasebetiyle naklediyorum:

İşte Kudret zâtiyedir. Acz tahallül edemez. Melekûtiyete taalluk eder. Mevâni' tedâhül edemez. Nisbeti kanunîdir. Cüz' külle müsâvî, cüz'î küllî hükmüne geçer.

Birinci Nokta[değiştir]

Kudret-i Ezeliye, Zât-ı Akdesin lâzıme-i zâruriye-i nâşie-i zâtiyedir. Öyle ise zıddı olan "acz", onun melzumu olan zâta bilbedahe arız olamaz. Madem acz zâta arız olamaz bilbedahe kudrete, tahallül edemez. Madem tahallül edemez, bilbedahe kudrette merâtip olamaz. Zîrâ meratibin vücûdu ezdâdın tedâhülüyledir.

Meselâ, hararette merâtip, bürûdetin tahallüliyledir. Hüsündeki derecât, kubhun tedâhüliyledir. İlh... Mümkinatta hakikî, tabîî lüzum-u zâtî olmadığından kainatta ezdâd birbirine girebilmiş. Merâtip tevellüd ederek ihtilâfât ile tağayyürat neş'et etmiştir.

Madem ki, kudrette merâtip olamaz. Makdûrat dahi bizzarûre kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsâvî ve zerrat yıldızlara emsal olur.

İkinci Nokta[değiştir]

Sâbıkan geçtiği gibi, kâinatın ayine gibi iki ciheti var; biri mülk, biri melekûtiyet.

Mülk ciheti ezdâdın cevelangâhıdır. Hüsn kubh, hayır şer, siğar kiber, sa'b sehl gibi umurun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbâb va'z edilmiş. Tâ dest-i kudret zâhiren umur-u hasise ile mübaşir görünmesin. Azamet ve izzet öyle ister. Fakat hakikî te'sir vermemiş. Vahdet öyle ister.[*[4]]

Melekûtiyet ciheti ise, her şeyde şeffâfedir. Teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlıkına müteveccihtir. Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet, malûliyet giremez. İ'vicacâtı yoktur. Avâik müdahale edemez. Zerre şemse kardeş olur.

Evet Kudret, hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî... Mahall-i taalluk-u kudret, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü yok, cemaat ferde rüchânı yok. Küll cüz'e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.

Üçüncü Nokta[değiştir]

ﻟَﻴْﺲَ ﻛَﻤِﺜْﻠَﻪِ ﺷَﻲْﺀٌ.٭ ﻭَﻟِﻠَّﻪِ ﺍﻟْﻤَﺜَﻞُ ﺍﻟْﺎَﻋْﻠَﻰ

Temsil, tasvir ve tasavvuru teshil ettiğinden şu gâmız noktayı altı temsil ile işaret edeceğiz.

İşte şeffâfiyet, mukâbele, müvazene, intizam, tecerrüd, itaâtın sırlarını birden zihinde mecz edebilsen; vesvesesiz bu noktayı anlayacaksın.

Sakın mikyas yapma! Âciz mümkinâtın zaif, küçücük mikyasları Kâdîr-i Ezelî'nin tasarrufatına şebîh olamaz. Tanzîr edemez. Yalnız şu emrin imkânının fehmini teshîl eder.

Birinci Temsil[değiştir]

Şemsin feyz-i tecellîsi olan timsali, denizin mecmu'-u sathında, denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösteriyor. Küre-i Arz perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından olsa; timsal-i şems herbir parçada ve umum sath-ı arzda müzahametsiz, tecezzîsiz, tenakussuz bir olur. İşte şeffâfiyet sırrı.

Farazâ şems muhtar olsaydı, o feyizden biri daha rahat, diğeri daha zahmet olamazdı.

İkinci Temsil[değiştir]

Noktalardan terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyenin elinde bir mum ve muhitteki noktaların ellerinde birer ayna farzedilse; nokta-i merkeziyenin muhît aynalarına verdiği feyz; muzahemetsîz, tecezzîsiz, tenakussuz nispeti birdir. İşte mukabele sırrı.

Üçüncü Temsil[değiştir]

Hakiki bir mizanın iki gözünde iki güneş; veya iki yıldız; veya iki dağ; veya iki yumurta; veya iki cevher-i ferd, herhangisi bulunsa, sarfolunacak aynı kuvvetle o hassas, azîm terazinin bir kefesi süreyyâya, bir kefesi serâya inebilir. İşte müvâzene sırrı.

Dördüncü Temsil[değiştir]

En azîm bir gemi en küçük bir oyuncak çevirmesi gibi çevrilebilir. İşte intizamın sırrı.

Beşinci Temsil[değiştir]

Bir mahiyet-i mücerrede, bütün cüz'iyyatına en asgarından en ekberine yorulmadan, tenakus etmeden, tecezzî etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-ı mülkiye cihetindeki hususiyât müdahale edip şaşırtmaz, nazarını tağyir etmez. İşte tecerrüdün sırrı.

Altıncı Temsil[değiştir]

Bir kumandan "Arş!" emriyle bir neferi tahrik ettiği gibi, bir orduyu dahi tahrik eder.

Her şeyin bir nokta-i kemâli var. Ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil ihtiyaçtır. Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır. Muzaaf iştiyak incizabdır. Bunlar emr-i tekvinînin mahiyyât tarafından birer habb ve nüve-i imtisalidir. Mahiyat-ı mümkinatın mutlak kemâli, mutlak vücûddur. Hususî kemâli, isti'dadatını bilfiile çıkaran ona mahsus vücûddur. Bütün kâinatın ﻛُﻦْemrine itaâtı, bir nefer hükmünde olan bir zerrenin itaâtı gibidir. İrade-i Ezeliye'den gelen ﻛُﻦْemr-i ezelîsine mümkinin itaât ve imtisalinde, yine iradenin tecellîsi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab birden mümtezic, mündemiçtirler. İşte itaât sırrı.

Şu temsilât-ı sitte nâkıs, mütenahî, zaîf, hakikî te'siri yok olan kuvvet-i mümkinatta müşahade ile görünüyor. Öyle ise gayr-ı mütenahî, ezelî, ebedî, bütün kâinatı adem-i sırftan îcad eden ve bütün ukûlü hayrette bırakan âsâr-ı azamet ile tecellî eden Kudret-i Ezelîyeye nisbeten herşey müsâvîdir. Hiçbirşey ağır gelemez.

Gaflet olunmaya; şu esrar-ı sitte olan küçücük mizanlarla o Kudret-i Ezeliye tartılmaz. Belki hiç münasebete giremez. Yalnız istib'adı def' için zikredilir.

İşte şu üç noktayı; ve üçüncü noktadaki altı sırrıyla mülk ve mümkin canibinde değil, belki melekûtiyet ve Kudret-i Ezeliye cihetinde nazar edilse, istinkâra incirar eden istib'ad zâil ve nefis mutmain olur.

Netice[değiştir]

Madem ki, Kudret-i Ezeliye gayr-ı mütenahiyedir. Hem lâzıme-i zaruriyedir. Hem herşey lekesiz, perdesiz cihet-i melekûtiyeti ona müteveccihtir. Hem ona mukabildir. Hem tesavî-i tarafeyn olan imkân itibarıyla mütevazin-üt tarafeyndir. Hem şeriat-ı fıtriye-i kübra olan "nizam"a muti'dir. Hem avaik ve hususiyat-ı mütenevvi'adan cihet-i melekûtiyet mücerreddir. Öyle ise küll-ü âzam, cüz'-ü asgara nisbeten kudrete karşı ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Öyle ise, haşirde bütün zevil-ervahın ihyası, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihya ve inşâ'ından kudrete daha ağır olamaz. Öyle ise;

ﻣَﺎ ﺧَﻠْﻘُﻜُﻢْ ﻭَﻟﺎَ ﺑَﻌْﺜُﻜُﻢْ ﺍِﻟﺎَّ ﻛَﻨَﻔْﺲٍ ﻭَﺍﺣِﺪَﺓٍ

mübâlâğasızdır, mücazefesizdir, doğrudur, haktır, hakikattir.

İşte müddeâmız ki, "Fail muktedirdir... O cihette hiçbir mani' yoktur" tahakkuk etti.

Üçüncü Makam[değiştir]

Mahall kabildir... Şurada dört nokta var. Âlemin imkân-ı mevti ve vukuu, tamir ve ihyasının imkânı ve vukuu...

Birinci Nokta[değiştir]

Kâinatın imkân-ı mevtine delil: Bir şey kanun-u tekâmüle dâhil ise, o şeyde neşvunema var. Neşvunema varsa, ona bir ömr-ü tabiî var. Ömr-ü tabiî varsa, ona bir ecel-i fıtrî var. Vâsi' bir istikrâ' ile sabittir ki, pençe-i mevtten kendini kurtaramaz. Nasıl ki, insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır, o da ölümün pençesinden kurtulamaz, o da ölecek. Sonra dirilecek. Veya yatıp sonra subh-u haşir ile gözünü açacaktır.

Hem nasıl ki, kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere tahrib ve inhilâlden başını kurtaramaz. Öyle de: Şecere-i hilkatten olan silsile-i kâinat tamir ve tecdid için tahribden kendini kurtaramaz. Eğer ecel-i fıtrîden evvel irade-i ezeliyenin izniyle bir maraz-ı haricî veya bir hâdise-i muharrib olmazsa ve Sâni'i daha evvel onu bozmazsa; her halde, -hatta fennî bir hesab ile- ile bir gün gelecek ki:

ﺍِﺫَﺍ ﺍﻟﺸَّﻤْﺲُ ﻛُﻮِّﺭَﺕْ ٭ ﻭَﺍِﺫَﺍ ﺍﻟﻨُّﺠُﻮﻡُ ﺍﻧْﻜَﺪَﺭَﺕْ ٭ ﻭَﺍِﺫَﺍ ﺍﻟْﺠِﺒَﺎﻝُ ﺳُﻴِّﺮَﺕْ ٭ ﺍِﺫَﺍ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀُ ﺍﻧْﻔَﻄَﺮَﺕْ ٭ ﻭَﺍِﺫَﺍ ﺍﻟْﻜَﻮَﺍﻛِﺐُ ﺍﻧْﺘَﺜَﺮَﺕْ ٭ ﻭَﺍِﺫَﺍ ﺍﻟْﺒِﺤَﺎﺭُ ﻓُﺠِّﺮَﺕْ

ve sırları Kadir-i Ezelînin izniyle tezahür edip o büyük insanın sekeratı da acîb bir hırhıra ve müthiş bir savt ile fezayı dolduracak, bağırıp ölecek sonra dirilecek.

Dakik Bir Nükte[değiştir]

Nasıl ki su, kendi zararına incimad eder. Buz buzun zararına temeyyü' eder. Lübb, kışır zararına kuvvetleşir. Lafz, mânâ zararına kalınlaşır. Ruh, cesed hesabına zayıflaşır. Cesed, ruh hesabına inceleşir... Öyle de: Âlem-i kesif, âlem-i latif hesabına şeffâflanır. Kudret-i Fâtıra -tâbir caiz ise- hummalı bir faaliyetle ecza-i meyyite-i hâmide-i camide-i kesifede her tarafta iş'âl-i nur-u hayat ettiğini bir remz-i kudrettir ki; âlem-i lâtif hesabına âlem-i kesifi eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor. Hakikat ne kadar zayıf ise de ölmez. Belki teşahhusatta seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gençleşir. Kışır ve sûret eskilenir, incelenir, parçalanır. Daha güzel olarak tazelenir. Ziyade-noksan noktasında ma'kûsen mütenasibtirler. Şu kanun, bütün kanun-u tekâmüle dâhil olan eşyaya şâmildir. Demek bir zaman gelecek ki; hakikat-ı uzmâ-yı kâinatın kışır ve sûreti olan âlem-i şehâdet Allah'ın izni ile parçalanacak, daha güzel, daha lâtif bir surette tazelenecektir;

ﻳَﻮْﻡَ ﺗُﺒَﺪَّﻝُ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽُ ﻏَﻴْﺮَ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ

sırrı tahakkuk edecektir.

İkinci Nokta[değiştir]

Şu mevtin vuku'udur. Buna delil; cemî'-i edyan-ı semaviyenin icmâ'ıdır. Bütün fıtrat-ı selîmenin şehâdetidir. Ve kâinatın tahavvül ve tebeddül ve teğayyürünün işaretidir.

Şu sekeratı zihninde temessül etmek istersen bak! Şu kâinat; dakik, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafî, nâzik, latîf birbiriyle tutunmuş!.. Ve ecram-ı ulviyeden bir cirim (Kün) veya "mihverinden çık!" hitabına mazhar olunca sekerata başlar. Nücûm tesâdüme, ecram telâtume, feza-yı gayr-ı mütenahî; gülleleri küreler gibi büyük, milyonlar top sadalarının muhassalıyla vâveylaya başlar.. Birbirine çarpışarak, küremiz büyüklüğünde kıvılcım saçarak!..

İşte şu mevt ile dest-i kudret, kâinatı çalkalar. Kâinat tasaffî ile ayrılmaya başlar. Cehennem aşireti ve maddesiyle bir tarafa çekilir; Cennet anasırı ve letaifiyle başka yerde tecellî eder...

Üçüncü Nokta[değiştir]

Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Zîrâ Birinci Makamda geçtiği gibi; kudrette noksan yok, gayet kavî muktazî var. Mes'ele ise mümkinattandır.

Evet, kâinatta dikkat edilse görünür ki; içinde iki unsur-u esasî var, her tarafa uzanmış. İki kök var ki; tahassul ve temerküz ile ebedîleşse, cennet-cehennem olacaktırlar. Cennet-Cehennem ise, şecere-i hilkatten ebed tarafına tedellî eden dalının iki meyvesidir. Ve silsile-i kâinatın iki neticesidir. Ve seyl-i şuûnâtın iki mahzenidir. Ve ebede karşı cereyan eden mütemevvic mevcûdatın iki havzıdır. Ve lütûf ve kahrın iki tecellîgâhıdır. Ki Dest-i Kudret, bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havz mevadd-ı münâsibiyle dolacaktır.

Hakim-i Ezelî, inâyet ve hikmet-i ezeliyesinin iktizasıyla şu dünyayı tecrübe ve imtihana meydan olmak için yarattı. Tecrübe ve imtihan neşv u nemaya sebeptir. O neşv u nema, isti'dadatın inkişafına sebeptir. O inkişâf, kabiliyatın tezahürüne sebepdir. O tezahür, hakâik-i nisbiyenin zuhûruna sebeptir. O hakâik-i nisbiye, ahirette hakâik-i hakikiyeye inkılâb ettiği gibi; dünyada da bütün kâinatın revabıtı ve tutkalı hükmünde olan meratib-i nisbiyenin takarruruna sebeptir.

İşte bu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki; cevahir-i âliye, hazefât-ı safileden tasaffi eder. Vakta ki bunun gibi çok hikem-i dakika için âlemi bu surette irade etti. Şu âlemin tagayyür ve tahavvülünü de irade etti. Şu tahaavvül ve tagayyür için ezdadı birbirine karıştırdı. Mazarratı menafia mezc, zarrı nef'a derc; şurûru hayrata mütedahil, mekabihi mehasinle müçtemi' halk ederek; şu ezdadı dest-i kudret yoğurarak kâinâtı kanun-u tebeddül ve tagayyüre ve namus-u tahavvül ve tekamüle tabi' kıldı.

Vakta ki, meclis-i imtihan kapandı. Vakt-i tecrübe bitti. İnâyet-i ezeliye te'bid için ezdâdın tasfiyesini istedi. Hulûd için esbab-ı tagayyuru ve mevadd-ı ihtilâfı tefrik etmek istedi.

İşte bu tasfiyenin neticesinde, Cehennem bir cism-i muhkem ile, aşiretiyle meşhun olarak hitab-ı

ﻭَﺍﻣْﺘَﺎﺯُﻭﺍ ﺍﻟْﻴَﻮْﻡَ ﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟْﻤُﺠْﺮِﻣُﻮﻥَ

ye mazhar oldu. Hem cennet bir cism-i müebbed-i müşeyyed ile kendi esasatıyla tecelli ederek, taifesi

ﻓَﺎﺩْﺧُﻠُﻮﻫَﺎ ﺧَﺎﻟِﺪِﻳﻦَ

hitab-ı teşrifiyeye mazhar oldu. Münasebet, şart-ı intizamdır. İntizâm, sebeb-i devamdır. Hakîm-i Ezelî iki menzilin sakinlerine kudret-i kâmilesiyle öyle bir vücûd-u müstekarr verir ki, hiç inhilâl ve tegayyüre ma'ruz kalamaz. Zîrâ inkıraza müncer olan tağayyürün esbabı bulunmaz. Esbab-ı tağayyür bulunsa da, vâridat ve mesârif mabeynindeki nisbet, müstekardır. Halbuki şu dünyada inkıraza müncer olan tağayyürün sebebi; bedendeki terekküb ve tahlil mabeynindeki nisbet istikrârsız olduğu içindir.

Dördüncü Nokta[değiştir]

Şu mümkin vâki' olacaktır. Başta Kur'ân-ı Kerîm bütün kütüb-ü semaviye bunda müttefiktir. Zât-ı Zülcelâlin evsaf-ı celâliye ve cemâliyesi bunun vuku'una tecellîyatıyla delâlet ederler.

Dördüncü Makam[değiştir]

Ruh Kat'iyyen Bakîdir

Bence şu mes'ele o kadar kat'îdir ki; fazla beyan abes olur. Âlem-i berzah ve âlem-i ervahdaki âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bâkiye kâfileleriyle ve bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince, dakikdir ki; bürhan ile göstermeye lüzûm kalmaz. Yalnız vesveseleri izâle için hads-i kalbînin menâbiine işâret edeceğiz. İşte şuradaki hadsin dört madeni var.

Birinci Maden[değiştir]

Enfüsîdir ki, her ruh kaç sene yaşamış ise, o kadar belki ondan fazla beden değiştirdiği halde, yine bilbedâhe aynen bakî kalmıştır. Öyle ise, mevt ile çıplak olmak dahi bekasına tesir etmez. Yalnız burada tedricî libas değiştiriyor. Mevtte birden soyunuyor.

Gayet kat'î bir hads ile sabittir ki; cesed ruhla kaimdir. Ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılsın, toplansın istiklâliyetine sebep vermez. Belki cesed, hanesi ve yuvasıdır. Libası ise bir derece sabit ve letafetçe ona münasib bir gılaf-ı latîfi var. Öyle ise mevtte bütün bütün çıplak olmaz.

İkinci Maden[değiştir]

Afâkîdir ki; müşâhedât-ı mükerrereye incirar eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun ba'delmevt bekası bilbedâhe anlaşılsa, şu nev'in külliyetiyle bekasını istilzam eder. Zîrâ mantıkca zâtî bir hassa bir ferdde görünse, bütün efradda dahi vücûduna hükmedilir; çünkü zâtîdir. İşte şu mes'elede mucibe-i cüz'iyye, mucibe-i külliyeyi istilzam eder, denilir. Halbuki değil bir ferd belki o kadar hadsiz, o kadar hasre gelmez müşahedâta istinad eden âsâr, o derece kat'îdir ki; bizde nasıl Yeni Dünya[*[5]] var, orada insanlar var; vücûdlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de vesvese kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahda ölmüş insanların ervahları vardır. Hem hads-i kat-î ile insanda ba'del-mevt esaslı bir cihet bakîdir. O esas ise ruhdur. Zaten tahrip ve inhilâl, kesret ve terkibin şe'nidir. Basit ve vahdete âriz olmaz.

Sâbıkan beyan ettik ki; hayat kesrette vahdeti temin eder. Ve şu'ur, ruhun ziyasıdır. Öyle ise ruhun fenası, ya tahrib ve inhilâl iledir. O ise vahdet ve besatet bırakmaz. Veya idam iledir. O ise Cevvad-ı Mutlak Celle Celâlühûnun merhameti, cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücûdu geri alsın.

Üçüncü Maden[değiştir]

Dikkat edilse; ma'rûz-u tağayyür olan bütün enva'da bir hakikat-ı sabite bütün tağayyürat ve etvar içinde yuvarlanarak, suretler değiştirip ölmeyerek, yaşayarak geliyor, bakî kalıyor.

İşte şahs-ı insanî -sabıkan geçtiği gibi- tasavvurat ve şuur-u küllî ile bir şahıs iken, bir nev' hükmüne geçiyor. Öyle ise, onun hakikat-ı zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi Allah'ın izniyle daima bakîdir.

Dördüncü Maden[değiştir]

Ruha -masdar itibariyle- bir derece müşabih ve yalnız vücûd-u hissî olmayan enva'da hükümran olan kavânine dikkat edilse görünür ki; şayet o kanun vücûd-u haricî giyse idi; o enva'ın birer ruhu olurdu. Halbuki daima bakî, daima müstemir, hiçbir tagayyürat onların vahdetine te'sir etmez. Ruh ise, âlem-i emirden gelen bir kanun-u zîşuur, bir namus-u zihayattır ki; Kudret-i Ezeliye ona vücûd-u haricîyi giydirmiş. Demek nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavânin, daima bakî kalıyor. Aynen onların kardeşi ve onlar gibi Sıfat-ı iradenin tecellîsi olan, âlem-i emirden gelen ruh; bekaya mazhar olmak daha ziyade layıktır. Çünkü zîvücud ve zîhakikat-ı hariciyedir. Daha kavîdir, çünkü zîşu'urdur. Daha daimîdir, çünkü hayydır, zîhayattır.

Ey birader! Zihni iz'ana, kalbi kabule ihzar etmek için şu dört makamdaki nikâtı fehmetmiş isen; işte bak maksada giriyoruz!

İşte Kur'ân-ı Kerîm ve Furkân-ı Hakîm'in cennetine gir! Bak haşr-i cismânîyi kemâl-i vuzûh ile ve Cennet ve Cehennemin ahvâlini beyan-ı mu'ciz ile sana gösteriyor. Kimsenin haddi yoktur; o beyandan sonra beyana kalkışsın!

ﻟَﻴْﺲَ ﺑَﻌْﺪَ ﺑَﻴَﺎﻥَ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥِ ﺑَﻴَﺎﻥٌ

ﻧَﻌَﻢْ، ﺍِﺫَﺍ ﻃَﻠَﻌَﺖِ ﺍﻟﺸَّﻤْﺲُ ﺍِﺧْﺘَﻔَﺖِ ﺍﻟﻨُّﺠُﻮﻡُ ﻭَ ﺍﻧْﻄَﻔَﺖْ ﺍﻟﺴُّﺮُﺝُ

Bak menzilgâh-ı dünyada a'sârnişîn olan ecyâlin sufûfuna hitâben kâinatı zelzeleye getiren şu hutbe-i ezeliyeyi dinle!

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﺍِﺫَﺍ ﺯُﻟْﺰِﻟَﺖِ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽُ ﺯِﻟْﺰَﺍﻟَﻬَﺎ ﻭَﺍَﺧْﺮَﺟَﺖِ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽُ ﺍَﺛْﻘَﺎﻟَﻬَﺎ ﻭَ ﻗَﺎﻝَ ﺍﻟْﺎِﻧْﺴَﺎﻥُ ﻣَﺎﻟَﻬَﺎ ﻳَﻮْﻣَﺌِﺬٍ ﺗُﺤَﺪِّﺙُ ﺍَﺧْﺒَﺎﺭَﻫَﺎ ﺑِﺎَﻥَّ ﺭَﺑَّﻚَ ﺍَﻭْﺣَﻰ ﻟَﻬَﺎ ﻳَﻮْﻣَﺌِﺬٍ ﻳَﺼْﺪُﺭُ ﺍﻟﻨَّﺎﺱُ ﺍَﺷْﺘَﺎﺗًﺎ ﻟِﻴُﺮَﻭْﺍ ﺍَﻋْﻤَﺎﻟَﻬُﻢْ ﻓَﻤَﻦْ ﻳَﻌْﻤَﻞْ ﻣِﺜْﻘَﺎﻝَ ﺫَﺭَّﺓٍ ﺧَﻴْﺮًﺍ ﻳَﺮَﻩُ ﻭَﻣَﻦْ ﻳَﻌْﻤَﻞْ ﻣِﺜْﻘَﺎﻝَ ﺫَﺭَّﺓٍ ﺷَﺮًّﺍ ﻳَﺮَﻩُ

ﻭَﺑَﺸِّﺮِ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺍَﻣَﻨُﻮﺍ ﻭَﻋَﻤِﻠُﻮﺍ ﺍﻟﺼَّﺎﻟِﺤَﺎﺕِ ﺍَﻥَّ ﻟَﻬُﻢْ ﺟَﻨَّﺎﺕٍ ﺗَﺠْﺮِﻯ ﻣِﻦْ ﺗَﺤْﺘِﻬَﺎ ﺍﻟْﺎَﻧْﻬَﺎﺭُ ﻛُﻠَّﻤَﺎ ﺭُﺯِﻗُﻮﺍ ﻣِﻨْﻬَﺎ ﻣِﻦْ ﺛَﻤَﺮَﺓٍ ﺭِﺯْﻗًﺎ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ﻫَﺬَﺍ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺭُﺯِﻗْﻨَﺎ ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻞُ ﻭَﺍُﺗُﻮﺍ ﺑِﻪِ ﻣُﺘَﺸَﺎﺑِﻬًﺎ ﻭَﻟَﻬُﻢْ ﻓِﻴﻬَﺎ ﺍَﺯْﻭَﺍﺝٌ ﻣُﻄَﻬَّﺮَﺓٌ ﻭَﻫُﻢْ ﻓِﻴﻬَﺎ ﺧَﺎﻟِﺪُﻭﻥَ Önceki Risale: TakdimÂsâr-ı BediiyyeŞuaat-ü Marifet-ün Nebiyy: Sonraki Risale

  1. Hazret-i Üstad bu yazıyı bilahare tashihlerinde bizzat kendisi yazmıştır. (Naşir)
  2. Dikkat, dikkat! (Müellif)
  3. Delaletçe sîması bir "Hu" lafzına benzer ki, o "Hu"nun her bir cüz'ü küçük "Hu"lardan, her bir küçük "Hu" da küçücük "Hu"lardan teşekkül etmiştir. (Müellif)
  4. Eğer vasıta hakikî olsa idi ve hakikî te'sir verilse idi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi. Hem bizzarûre eser-i itkân, kemâl-i san'at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âliye, en küçükten en büyüğe itkân derece-i kemâlde, mâhiyetin kameti nisbetindedir. (Müellif)
  5. Yani: Amerika. (Müellifi)