Ateş Böceği

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
(Yıldız Böceği sayfasından yönlendirildi)

Ateş Böceği veya Yıldız Böceği bahar ve yaz aylarında geceleri uçarken saçtıkları kısa aralıklarla yanıp sönen ışıklarıyla tanınan ve 2.000 civarında türü olan kanatlı bir böcektir. Genelde erkekleri kanatlıdır. Cenab-ı Hak bu böceklerin karın kısmında oksitlenme yoluyla kimyasal enerjiyi ışığa çeviren bir sistem yaratmıştır. Bazen bir arada olan çok sayıda ateş böceği senkronize şekilde aynı anda yanıp sönerek sanat-ı ilahiyi bülend bir sesle herkese ilan eder.[1][2]

Risale-i Nur'da cüzi ilim ve şuuruna güvenip Cenab-ı Hakk'ın ilim ve nazarına ve Kur'an'a bir nevi meydan okuyanlar kendi ışığına güvenip güneşten istiğna eden ya da güneşe meydan okuyan ateş böceğine benzetilmiştir. Vücuduna ve enaniyetine dayananlar kendi ışığına güvenip gece karanlığında kalan ateş böceğine, kendine güvenmeyen ve fani vücudunu (varlığını) Allah yoluna feda edenler ise gündüzün güneşini bulan bal arısına benzetilmiştir. Kur'an'daki emirler ile insanların emirleri güneş ile ateş böceğine benzetilmiştir. Kur'an'ın insan sözü olamayacağı izah edilirken semaya bakanların bir ateş böceğini 1000 sene gerçek yıldız zannetmesi nasıl mümkün değilse, Kur'an (haşa) bir insan sözü olsa alimler dahil bütün müslümanlarca bugüne kadar anlaşılamaması öyle mümkün değildir dersini verir. Bazı nur talebeleri kendi ilmini yeterli gören bazı hocalara yıldız böceği gibi ilmine aldanmayıp Risale-i Nur'dan istifade etmelerini ister. Bediüzzaman sinek taifesinden olan yıldızlı, mumlu, ışıklı ateş böceğinin şâyan-ı temaşa olduğunu hatırlatır.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin şuur ve ilminin sana taalluku, ahval ve levazımat-ı ihtiyacatın nisbetindedir. Çünkü sebep ile müsebbeb, kuvvet ile amel arasında münasebet lâzımdır. Fazla-noksan olmamalıdır. Senin sana olan şuur ve ilminin nisbeti, Hâlık’ın sana olan nazar ve ilmine nisbetle bir kıl gibidir.

Binaenaleyh pek cüz’î olan ilim ve şuurunla, Şems-i Ezelî’nin ilim ve nazarına mukabele etmekle gündüz ortasında, güneşin altında, güneşin ziyasıyla mübarezeye çıkan ateş böceği gibi olma!

(Habbe, Mesnevi N.)


Ey dalalet-âlûd mütemerrid insancık! (Hâşiye[3]) Ateş böceğinden daha sönük kafa fenerinle nasıl şu güneşlere karşı gelebilirsin? Onlardan istiğna edebilirsin? Üflemekle onları söndürmeye çalışırsın? Tuuuh, tuf, senin o münkir aklına! Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabb’i ve şu kâinatın sahibi namına ve onun hesabına söyledikleri sözleri ve davaları inkâr edebilirsin? Ey bîçare ve sinekten daha âciz daha hakir! Sen necisin ki şu kâinatın Sahib-i Zülcelal’ini tekzibe yelteniyorsun?

(22. Söz)


Ey kardeş bil ki! Kâinatta olan adem-i israf ve sebebin müsebbeble ve kuvvetin amelle olan mukarenet ve münasebettarlıkları sebebiyle, elbette senden sana olanı, senin ilim ve şuurunun taalluk ettikleri ve yalnız sana raci' olduğu dereceleri mikdarıncadır. Sana raci' olan hisse ise, seni halk eden Halıka raci' olan hisseye nisbetle, bir ipten bir kıl kadar veya bir gömlekten bir iplik kadar da değildir. Demek senin sana taalluk eden ilim ve şuurun; onun sana taalluk eden ilim ve basarına nisbetle, gündüzde heryeri kaplayan güneşin ziyası altında bir ateş böceğinin, bir yıldızcık gibi olan bir lem'acığıyla tenevvür etmesi gibi de olamaz.

Ey bîçare! Sen gaflet zulümatı ve tabiat gecesi içinde kendi lem'acığını bir necm-i sâkıb görmüşsün.

(Habbe, Mesnevi N. (Badıllı))


Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki “Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutîleri mesud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım.” Hem o vaad ettiği şeyler, ona gayet rahattır. Raiyetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise izzet-i iktidarına gayet zıttır.

İşte bak ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilaf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zatı tekzip ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstahak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Madem vaad etmiş, yapacaktır. Halbuki îfası ona çok rahat ve bize ve her şeye ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır.

Demek, bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma vardır.

(10. Söz)


Ey münkir! Bilir misin ki küfür ve inkârın ile ne kadar ahmakça bir cinayet işliyorsun ki kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip hiçbir vechile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vecihle hilaf, onun izzetine, haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen şeyler ve işler, sıdkına ve hakkaniyetine şehadet eden bir zatı tekzip ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinayet işliyorsun! Elbette, ebedî büyük cezaya müstahak olursun. Bazı ehl-i cehennemin bir dişi, dağ kadar olması; cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş. Misalin şu yolcuya benzer ki güneşin ziyasından gözünü kapar, kafası içindeki hayaline bakar. Vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor.

(10. Söz)


İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimat eden ve Kur’an güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu yedi basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i’caz ışığı içinde şu âyetin manasını gör! O âyetin semasından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet! Biz dahi etmeliyiz ve رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطٖينِ beraber demeliyiz. فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَ الْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ

(15. Söz)


Madem hakikat böyledir, gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile müptela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldız böceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı, kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlık’ın yolunda feda etsen bal arısı gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücud, sende vedia ve emanettir.

(17. Söz)


Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil belki adâvet etmelisin veyahut acımalısın veyahut mutmainne olduktan sonra şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen –çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir, sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun– o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi, nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem’acık ile iktifa eder. Zira nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa’ ettiğin ve saadetleriyle mesud olduğun mevcudatın ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tabi bir Mahbub-u Ezelî’yi sevmekliğin lâzımdır. Tâ hem kendinin hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem Kemal-i Mutlak’ın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

(24. Söz)


Mesela اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

Hem mesela وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ

Şu iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nevindeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin güneşe nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet, hakiki bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve hakiki bir sanatkârın işlediği vakit sanatına dair verdiği beyanatı ve hakiki bir mün’imin ihsan başında iken beyan ettiği ihsanatı, yani kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: “Bakınız! İşte bunu yaptım, böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak, bunun için işte bunu böyle yapıyorum.”

(25. Söz)


Dördüncü hatvede كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ dersini verdiği gibi: Nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mabud’una karşı adâvetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur.

Hakikat şöyledir ki: Her şey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, ma’dumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibarıyla şahittir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.

Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakiki’den gaflet etse yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakiki’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’u bulan, her şeyi bulur.

(26. Söz)


Hem mü’mine der: İhtiyarın cüz’î ise kendi mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise Kadîr-i Mutlak’ın kudretine itimat et. Hayatın az ise hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an, birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa onları düşünüp muztarib olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.

(32. Söz)


Ve sâniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklit edebilirler. Muvakkaten insanları iğfal ederler fakat daimî iğfal edemezler. Çünkü ehl-i dikkat nazarında alâküllihal etvar ve ahvali içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa mesela, âdi bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhîyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır!

İşte –hâşâ yüz bin defa hâşâ– Kur’an, beşer kelâmı farz edildiği vakit nasıl ki bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakiki bir yıldız olarak rasad ehline görünsün. Hem bir sinek bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz, temaşa ehline göstersin. Hem sahtekâr, âmî bir nefer; namdar, âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin. Hem müfteri, yalancı itikadsız bir adam; müddet-i ömründe daima en sadık en emin en mutekid bir zatın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telaşsız göstersin, dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın?

Bu ise yüz derece muhaldir, ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.

Aynen öyle de Kur’an’ı kelâm-ı beşer farz etmek; lâzım gelir ki âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede pek parlak ve daima envar-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemalât telakki edilen Kitab-ı Mübin’in mahiyeti –hâşâ sümme hâşâ– bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima âlî ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin.

Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey şeytan yüz derece şeytanetinde ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın! Yalnız manen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun! Yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

(26. Mektup)


Evet nasıl ki rahmet, rızk-ı acayibiyle güneş gibi kendini gösterip perde-i gaybda bir Rahman-ı Rahîm’i kat’iyetle ispat ediyor; öyle de yüzer âyât-ı Kur’aniyede mevki alan ve kudsî yedi sıfattan bir cihette en birincisi olan ilim dahi nizam ve mizanın hikmetleri ve meyveleriyle güneş ziyası misillü kendini gösterdiği gibi bir Alîm-i külli şey’in mevcudiyetini kat’iyetle bildirir.

Evet insanın şuuruna, ilmine delâlet eden düzgün, ölçülü sanatı ile; insanın hâlıkının ilmine, hikmetine delâlet eden hüsn-ü hilkat-i insan muvazenesi; aynen yıldız böceğinin gecedeki ışığının lem’acığının, gündüzde güneşin ihatalı ziyasına nisbeti gibidir.

(15. Şua)


Evet âdi bir muntazam makine, intizam ve mizanlı heyetiyle şeksiz bir mahir ve dikkatli ustayı gösterdiği gibi; kâinatı dolduran hadsiz zîhayat makineler de her birisi bin bir mu’cizat-ı ilmiyeyi gösteriyorlar. Elbette yıldız böceğinin ışığına nisbeten güneşin ziyası derecesinde ilmin cilveleri ile o zîhayatlar, usta ve sermedî sanatkârlarının vücub-u vücuduna ve mabudiyetine pek parlak şehadet ederler.

(15. Şua)


Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdi Hazretlerinin pişdarı ve müjdecisi Üstadımın neşrettiği Risale-i Nur’dur. Ey benim kardeşlerim! Benim gibi âciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne çıkar? Üstadıma ne sual açabilirim? Kaç kitap okudum da sual açayım ve mesele halledeyim? Ne gibi sual sorayım?

Dünyada çok kitaplar vardır ve o kitapları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitapların hepsini de anladınız mı? Alâküllihal anlayamadığınız meseleler çoktur. Üstadıma sual açınız, meydana ilim çıksın ve iman hakikati çıksın da dünyada bulunan üç yüz elli milyon Müslümanlar da istifade etsinler. Ne kadar müşkülatınız varsa halledilsin, bizim gibi âcizler de istifade etsin.

Ey hocalar ve ehl-i kalp! Soracağınız suallerin cevaplarını Risale-i Nur’da bulabilirsiniz. Ehl-i keşif ve kalpten birisi, benim gibi âciz bir insandan Mehdi’yi soruyor “Ne vakit gelecek?” Daha Mehdi’yi anlayamamış. Dabbetü’l-arz kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dair, risalelerde birer bahis vardır. Her müşkül sualin cevabını o risalelerden arayınız, bulursunuz.

Ey hocalar ve halifeler! Bizim ilmimiz bize yeter deyip yıldız böceği gibi şavkınıza, ilminize aldanmayın. İnsanın kendi bildiği kendine kâfi gelmez. Her insan, her meseleyi yalnız anlayamaz. Uyuyorsunuz! Uyuduğunuz miktar artık yeter! Uyanmalı…

(Barla L.)


Üstadım Efendim! Bu azîm hakikati taşıyan risale, fakir talebenizde pek azîm tesirat yaparak, dimağım ve bütün duygu ve hâsselerim, o azîm hakaik üzerine serpilerek toplanmaz bir hale geldiler. Gündüzde güneşin ziyası karşısında kalan yıldız böceği gibi gerek güneşin tarifini ve gerekse kendi şavkıyla daire-i muhitinde bulunanları tarif edemediği gibi; fakir, aynı hal kesbettim.

(Barla L.)


Evet arıdan başka sineklerin bazı taifeleri var ki; (Haşiye: Evet sineğin küçücük bir taifesi baharın âhirinde, badem ve zerdali ağaçlarının dallarında siyah bir kütle halinde halkolunup, dala yapışık olup kalırlar. Mütemadiyen pislik yerine damlacıklar onlardan akıyor. O katreler bal gibi, sair sinekler etrafına toplanır, emerler. Diğer bir başka taifesi de nebatatın çiçeklerinin ve incir gibi bir kısım ağaçların telkîhinde istihdam olunuyorlar. Sinek taifelerinden yıldızlı, mumlu, ışıklı olan yıldız böceği şâyan-ı temaşa olduğu gibi; sinek taifelerinden yaldızlı, altun gibi parlak kısmı da şâyan-ı dikkattir. Mızraklı sinek eşkiyaları hükmünde olan yabani arıları da unutmamalıyız. Eğer Hâlık-ı Rahman onların dizginini çekmeseydi, bu mızraklı taifeler, pireler gibi insanlara hücum etseydiler; Nemrud'u öldürdükleri gibi, nev'-i insanı da hırpalayacaktılar.

ﻭَﺍِﻥْ ﻳَﺴْﻠُﺒْﻬُﻢُ ﺍﻟﺬُّﺑَﺎﺏُ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﻨْﻘِﺬُﻭﻩُ

âyetinin mana-yı işarîsini tefsir ederdi.

İşte bunlar gibi yüz namdar hasiyetli taifeleri bulunan sinek cinsinin büyük bir ehemmiyeti vardır ki, mezkûr azîm âyet onu mevzu' yapmış.

ﻳَﺎ ﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟﻨَّﺎﺱُ ﺿُﺮِﺏَ ﻣَﺜَﻞٌ

ilh... demiş.) muhtelif müteaffin maddeleri yerler, mütemadiyen pislik yerine katre katre şurub damlatırlar. O semmli müteaffin maddeleri, ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek, bir istihale makinesi olduklarını isbat ederler. Bu küçücük ferdlerin ne kadar büyük bir milleti, bir taifesi olduğunu göze gösterirler. "Küçüklüğümüze bakma, taifemizin azametine bak. Sübhanallah!" diye lisan-ı hal ile söylerler.

(Latif Nükteler)


Elhasıl: Nasıl ki kataratta görünen güneşcikleri, eğer güneşin ziyasındaki cilvesine vermezsen, o vakit, yıldız böceğinin ışıkçığını bile istiab edemeyen o küçücük şeylerde, gayr-ı mahsur güneşlerin bulunduğunu kabul edeceksin. Aynen öyle: de, kudretine nisbeten küçük büyük, cüz'î küllî, cüz' küll, zerreler ve güneşler müsavi olan bir Kadir-i Mutlak'a her şeyi vermezsen, o zaman gayr-ı mütenahi ilâhları kabul etmeğe mecbur olursun ki, o halde belahetlerin en eşneine düşmüş olursun.

(Lemalar, Mesnevi N. (Badıllı))


Evet insanların san'atlarının güzelliğinin dercesi nisbetinde, o san'at sahibi insanın şuur ve ilmine delâlet ettiğinin; insanın hilkatındaki Hâlık-ı İnsan'ın ilmine delâlet etmesine nisbeti ise, karanlık bir gecede bir yıldız böceğinin ışıkçığının, gündüz ortasında şeffaf şeylerin yüzünde parlayan güneşin şa'şaalı ziyasına nisbeti gibidir.

(Katre, Mesnevi N. (Badıllı))


Bil ey kendi nefsine ve esbaba ve dünyaya itimad edip (bel bağlayan gafil!) Sen bu hal ile nasıl bir halde olduğunu biliyor musun? Evet sen bu vaziyetinle gündüzü güneşiyle beraber terkedip; gecede kendi yıldızcığına ve küçücük telemmuuna itimad eden bir yıldız böceği gibi oluyorsun. Hem senin meselin şöyle bir askere benzer ki; O asker tasavvur eder ki, onun padişahı kendi ihsan ve infakını, herkese, hattâ edna bir nefer ve bir hayvana kadar da serbest edip umumîleştirmiştir. Sonra da o nefer, kendi içinden der ki: "Şu halde ben nerede? Padişahın gayr-ı mütenahî nimetlerine mazharların arasında nazar-ı hassı ve inayet-i hususiyesi nerede? Halbuki benim kalbim, bir habib ve bir şefikin hususî olarak benim hissiyatıma imdad etmesine ve bana sahiblik etmesine muhtaçtır." diye, karara vardıktan sonra; "Öyle ise en iyisi ben padişahtan ayrı ve diğer bir sahib ve bir merci bulmalıyım" der.. Ve tutar, nizam-ı askerî haricinde bir rabıta ve muamelat taharri etmeye başlar. Ve böylece tâ âsi bir serkeş oluncaya kadar gittikten sonra, bir fâsık-ı mahrum gibi tardedilip hapsedilir.

Ona denilir ki: "Ey miskin-i bîçare! Bilmez misin ki, padişahın hazinesi hem senin hacetlerine, hem de sair bütün efradların ihtiyaçlarına kâfidir. Halbuki senin elindekiler, hem Rab ittihaz ettiğin esbabın ellerindekiler ise, senin en edna bir hacetine de kâfi gelmezler. Sen ise hadsiz düşman ve nihayetsiz emeller mabeyninde kalmışsın.

(Zehre, Mesnevi N. (Badıllı))


Ey kardeş bil ki! Her insanın evvelâ kendi akrabalarıyla, sonra efrad-ı aşiretiyle, sonra efrad-ı milletiyle, sonra efrad-ı nev'iyle, sonra ebna-i cinsiyle, sonra kâinatın eczalarıyla fıtrî bir muhabbeti ve şefkatli alâkaları vardır. Hattâ öylesine alakadardır ki, şu'uru ermese bile, bütün bunların mesaibleriyle müteellim ve saadetleriyle mütelezziz olması mümkündür. Lasiyyema cemahir-i enbiya, evliya ve etkiyadan ulvi kemalâtlarından dolayı muhabbet beslediği zatlarla daha çok alâkadardır. Hattâ bazıları, -hususan validelerde,- sevdiği pek çok dostlarından tek bir mahbubunun tek bir alâkası yolunda, nefsini feda edecek ve rahatını izale edecek kadar ileri gider.

İşte böylesi bir insan, onun nefsine ve sevdiği dostlarına; kimsesizlik ve adem-i taahhüdü taşıyan gaflet haletinin hâkimliği sebebiyle yükleten gafiller, kendi nefsinin elemleriyle beraber o hadsiz dostlarının hadsiz âlâmını da çekmeye mübteladır, velevki onun sarhoş nefsi, kalb ve ruhunun bu azabını hissetmese bile.

İşte böylesi bir gafil, meselâ bu dünyada bir cennetin içine girmiş olsa dahi, o cennet onun için; gece karanlığı içinde yıldız böceğinin küçücük bir lem'acığı gibi olur ki ona, vahşetli olan gece karanlığı her tarafı istila edip, o yıldız böceğinin gördüğü bütün manzaralarını ve sevdiği, ünsiyet ettiği bütün mahbubatını karanlığın vahşetine garkediyor. Bununla beraber, onun o zatî ışıkçığı, onu onun rakibine göstermekle de bazan ona zararlı düşüyor.

Amma eğer gafleti tardedip; mülkü, mülkün hakikî malikine verse, o zaman onun kalbinde bir Şems-i Sermedî'nin şualarına karşı öyle bir pencere açılır ki; onun hatt-ı istivası, ezel ve ebeddir. Ve o zaman görecektir ki; şu pek çok olan mahbublara dağılmış bu muhabbetler, o Vâhid-i Ehad için imiş. O Vâhid ki, herşeye bedel kâfi gelir. Yeter ki sen, onu hakkıyla tanıyıp bütün bu muhabbetleri onun esma ve sıfatına verebildin. İşte o zaman herşeyi sana unutturur ve bütün herşey ona bedel olmadığını, belki bütün mevcudat, onun tecelliyat-ı muhabbetinden tek bir cilvesine dahi bedel olamadığını göreceksin.

(Nur, Mesnevi N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]