Risale:Temyiz Mahkemesi (Müdafaalar)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Müdafaa: Afyon Mahkemesi KararnamesiTüm MüdafaalarTemyiz Mahkemesi Talebe Müdafaaları: Sonraki Müdafaa

Temyiz Mahkemesi

Mahkeme-i Kübrâya Şekvâ[değiştir]

Temyiz Mahkemesi Riyasetine

Afyon mahkemesinden hakkımızda sâdır olan haksız hükmün temyizen bozulması üzerine yapılan duruşmamızda beni yine konuşturmadılar. Hakkımızda üçüncü bir şiddetli iddianameyi bize dinlettirdiler. Hem yanıma kimseyi bırakmadılar ki, gelsin, yazıyla bana yardım etsin. Yazım noksan olmakla beraber, hasta halimle beraber yazdığım bu şekvâmı, bu zamanda hakkımda iki defa tam adalet eden makamınıza bir lâyiha-i temyizim olarak takdim ediyorum.

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Haşirdeki mahkeme-i kübrâya bir arzıhaldir. Ve dergâh-ı İlâhiyeye bir şekvâdır. Ve bu zamanda Mahkeme-i Temyiz ve istikbaldeki nesl-i âti ve dârülfünunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler. İşte bu yirmi üç senede yüzer işkenceli musibetlerden on tanesini, Âdil-i Hâkim-i Zülcelâlin dergâh-ı adaletine müştekiyâne takdim ediyorum.

Birincisi: Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim. Ve milyonlarla kahraman başların feda oldukları bir hakikate, yani Kur’ân hakikatine benim başım dahi feda olsun diye bütün kuvvetimle Risale-i Nur’la çalıştım. Bütün zâlimâne tâziplere karşı tevfik-i İlâhî ile dayandım. Geri çekilmedim.

Ezcümle, bu Afyon hapsimde ve mahkememde başıma gelen çok gaddarâne muamelelerden birisi: Üç defa ve her defasında iki saate yakın, aleyhimizde garazkârâne ve müfteriyâne ittihamnamelerini bana ve adaletten teselli bekleyen mâsum Nur talebelerine cebren dinlettirdikleri halde, çok rica ettim, “Beş on dakika bana müsaade ediniz ki, hukukumuzu müdafaa edeyim.” Bir iki dakikadan fazla izin vermediler.

Ben yirmi ay tecrid-i mutlakta durdurulduğum halde, yalnız üç dört saat bir iki arkadaşıma izin verildi. Müdafaatımın yazısında az bir parça yardımları oldu. Sonra onlar da men edildi. Pek gaddarâne muameleler içinde cezalandırdılar. Müddeînin bin dereden su toplamak nev’inden ve yanlış mânâ vermekle ve iftiralar ve yalan isnatlarla garazkârâne ve on beş sahifesinde seksen bir hatâsını ispat ettiğim aleyhimizdeki ittihamnamelerini dinlemeye bizi mecbur ettiler. Beni konuşturmadılar. Eğer konuştursalardı, diyecektim:

Hem dininizi inkâr, hem ecdadınızı dalâletle tahkir eden ve Peygamberinizi (a.s.m.) ve Kur’ân’ınızın kanunlarını reddedip kabul etmeyen Yahudi ve Nasranî ve Mecusilere, hususan şimdi bolşevizm perdesi altındaki anarşist ve mürted ve münafıklara hürriyet-i vicdan, hürriyet-i fikir bahanesiyle ilişmediğiniz halde; ve İngiliz gibi Hıristiyanlıkta mutaassıp, cebbar bir hükûmetin daire-i mülkünde ve hâkimiyetinde, milyonlarla Müslümanlar her vakit Kur’ân dersiyle İngilizin bütün bâtıl akîdelerini ve küfrî düsturlarını reddettikleri halde, onlara mahkemeleriyle ilişmediği; ve her hükûmette bulunan muhalifler alenen fikirlerinin neşrinde, o hükûmetlerin mahkemeleri ilişmediği halde; benim kırk senelik hayatımı ve yüz otuz kitabımı ve en mahrem risale ve mektuplarımı, hem Isparta hükûmeti, hem Denizli Mahkemesi, hem Ankara Ceza Mahkemesi, hem Diyanet Riyaseti, hem iki defa, belki üç defa Mahkeme-i Temyiz tam tetkik ettikleri ve onların ellerinde iki üç sene Risale-i Nur’un mahrem ve gayr-ı mahrem bütün nüshaları kaldığı ve bir küçük cezayı icap edecek birtek maddeyi göstermedikleri, hem bu derece zafiyetim ve mazlumiyetim ve mağlûbiyetim ve ağır şeraitle beraber iki yüz bin hakikî ve fedakâr şakirtlere vatan ve millet ve âsâyiş menfaatinde en kuvvetli ve sağlam ve hakikatli bir rehber olarak kendini gösteren Risale-i Nur’un elinizdeki mecmuaları ve dört yüz sahife müdafaatımız mâsumiyetimizi ispat ettikleri halde, hangi kanunla, hangi vicdanla, hangi maslahatla, hangi suçla bizi ağır ceza ve pek ağır ihanetler ve tecritlerle mahkûm ediyorsunuz? Elbette mahkeme-i kübrâ-i haşirde sizden sorulacak.

İkincisi: Beni cezalandırmaya gösterdikleri bir sebep, benim tesettür, irsiyet, zikrullah, taaddüd-ü zevcat hakkında Kur’ân’ın gayet sarih âyetlerine, medeniyetin itirazlarına karşı onları susturacak tefsirimdir.

On beş sene evvel Eskişehir Mahkemesine ve Ankara’ya Mahkeme-i Temyize ve tashihe yazdığım ve aleyhimdeki kararnamede yazdıkları bu gelen fıkrayı, hem haşirde mahkeme-i kübrâya bir şekvâ, hem istikbalde münevver ehl-i maarif heyetine bir ikaz, hem iki defa beraatimizde insaf ve adaletle feryadımızı dinleyen Mahkeme-i Temyize, el-Hüccetü’z-Zehrâ ile beraber bir nevi lâyiha-i temyiz, hem beni konuşturmayan ve seksen hatâsını ispat ettiğimiz garazkârâne ittihamname ile beni iki sene ağırceza ve tecrid-i mutlak ve iki sene başka yere nefiy ve göz nezareti hapsiyle mahkûm eden heyete, aynen o fıkrayı tekrar ediyorum:

İşte, ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde kudsî ve hakiki bir düstur-u İlâhîyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rû-yi zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir diye bağırıyorum. Bu asrın sağır kulakları dahi işitsin! Acaba bu zamanın bazı ilcaâtının iktizasıyla muvakkaten kabul edilen bir kısım ecnebî kanunlarını fikren ve ilmen kabul etmeyen ve siyaseti bırakan ve hayat-ı içtimaiyeden çekilen bir adamı, o âyâtın tefsirleriyle suçlu yapmakla, İslâmiyeti inkâr ve dindar ve kahraman bir milyar ecdadımıza ihanet ve milyonlarla tefsirleri ittiham çıkmaz mı?

Üçüncüsü: Mahkûmiyetime gösterdikleri bir sebep, emniyeti ihlâl ve âsâyişi bozmaktır. Pek uzak bir ihtimal ve yüzde, belki binde bir imkânla, hattâ uzak imkânatı vukuat yerinde koyup bazı mahrem risale ve hususi mektuplardan Risale-i Nur’un yüz bin kelime ve cümlelerinden kırk elli kelimesine yanlış mânâ vererek bir senet gösterip bizi ittiham ve cezalandırmak istiyorlar.

Ben de bu otuz kırk senelik hayatımı bilenleri ve Nurun binler has şakirtlerini işhad ederek derim: İstanbul’u işgal eden İngilizlerin başkumandanı, İslâm içinde ihtilâf atıp, hattâ Şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilâfçı, ittihatçı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunanın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde Hutuvât-ı Sitte eserimi Eşref Edib’in gayretiyle tab’ ve neşretmekle o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmeyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankara’ya kaçmayan ve esarette Rusun başkumandanının idam kararına ehemmiyet vermeyen ve Otuz Bir (31) Mart hâdisesinde sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve Divan-ı Harb-i Örfîde, mahkemedeki paşaların “Sen de mürtecisin, şeriat istemişsin” diye suallerine karşı, idama beş para kıymet vermeyip, cevaben “Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaretse, bütün cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim ve şeriatın birtek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” diyen ve o büyük zabitleri hayretle takdire sevk edip, idamını beklerken beraatine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken, onlara teşekkür etmeyerek “Zâlimler için yaşasın Cehennem!” diye yolda bağıran ve Ankara’da divan-ı riyasette, Afyon kararnamesinin yazdığı gibi, Mustafa Kemal hiddetle ona dedi: “Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilaf verdin.” Ona karşı, “İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduttur” diye kırk elli mebusun huzurunda söyleyen ve o dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldıran ve altı vilâyet zabıtasınca ve hükûmetçe âsâyişin ihlâline dair birtek maddesi kaydedilmeyen ve yüz binlerle Nur şakirtlerinin hiçbir vukuatı görünmeyen, yalnız bir küçük talebenin, haklı bir müdafaada küçük bir vukuatından başka hiçbir şakirdinden bir cinayet işitilmeyen ve hangi hapse girmişse o mahpusları ıslah eden ve Risale-i Nur’dan yüz binler nüsha memlekette intişar etmekle beraber, menfaatten başka hiç bir zararı olmadıklarını yirmi üç senelik hayatının ve üç hükûmet ve mahkemelerin beraatler vermelerinin ve Nurun kıymetini bilen yüz bin şakirtlerinin kavlen ve fiilen tasdiklerinin şehadetiyle ispat eden ve münzevî, mücerred, garip, ihtiyar, fakir ve kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kanaatiyle fâni şeyleri bırakıp, eski kusuratına bir kefâret ve hayat-ı bâkiyesine bir medar arayan ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve şiddet-i şefkatinden mâsumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için, kendisine zulüm ve tâzip edenlere beddua etmeyen bir adam hakkında, “Bu ihtiyar münzevi âsâyişi bozar, emniyeti ihlâl eder. Ve maksadı dünya entrikalarıdır ve muhabereleri dünya içindir. Öyle ise suçludur” diyenler ve onu pek ağır şerait altında mahkûm edenler, elbette yerden göğe kadar suçludurlar, mahkeme-i kübrâda hesabını verecekler!

Acaba bir nutukla, isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve kırk sene evvel bir makalesiyle binler adamı kendine taraftar yapan ve mezkûr üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakikat-i Kur’ân’a feda olan bu başımı zâlimlere eğmem” diyen ve Emirdağı’nda beş on âhiret kardeşi ve üç dört hizmetçilerden başka kimse ile alâkadar olmayan bir adam hakkında, ittihamnamede, “Bu Said Emirdağı’nda gizli çalışmış, âsâyişe zarar vermek fikriyle orada bir kısım halkları zehirlemiş. Yirmi adam da etrafta onu medhedip hususî mektuplar yazdıkları gösteriyor ki, o adam inkılâp ve hükûmet aleyhinde gizli bir siyaset çeviriyor” diyerek emsalsiz bir adavet ve ihanetlerle iki sene hapse sokmak ve hapiste tecrid-i mutlakla ve mahkemede konuşturmamakla tâzip edenler ne derece haktan ve adaletten ve insaftan uzak düştüklerini vicdanlarına havale ediyorum.

Hiç mümkün müdür ki, böyle haddinden yüz derece ziyade teveccüh-ü âmmeye mazhar ve bir nutukla binler adamı itaate getiren ve bir makaleyle binlerle insanları İttihad-ı Muhammediye Cemiyetine iltihak ettiren ve Ayasofya Camiinde elli bin adama takdirle nutkunu dinlettiren bir adam, üç sene Emirdağı’nda çalışsın, yalnız beş on adamı kandırsın ve âhiret işini bırakıp siyaset entrikalarıyla uğraşsın, yakın olduğu kabrine nurlar yerine lüzumsuz zulmetler doldursun. Hiç kàbil midir? Elbette şeytan dahi bunu kimseye kabul ettiremez.

Dördüncüsü: Şapka giymediğimi mahkûmiyetime ehemmiyetli bir sebep göstermeleridir. Beni konuşturmadılar. Yoksa beni cezalandırmaya çalışanlara diyecektim ki:

Üç ay Kastamonu’da polisler ve komiser karakolunda misafir kaldım. Hiçbir vakit bana demediler, “Şapkayı başına koy.” Ve üç mahkemede şapkayı başıma koymadığım ve başımı mahkemede açmadığım halde bana ilişmedikleri ve yirmi üç sene bazı dinsiz zâlimlerin o bahaneyle bana gayr-ı resmî çok sıkıntılı ve ağır bir nevi ceza çektirdikleri ve çocuklar ve kadınlar ve ekseri köylüler ve dairelerde memurlar ve bere giyenler şapka giymeye mecbur olmadıkları ve hiçbir maddî maslahat, giymesinde bulunmadığı halde, benim gibi bir münzevî, bütün müçtehidlerin ve umum şeyhülislâmların yasak ettikleri bir serpuşu giymediğim bahanesiyle ve uydurmalar ilâvesiyle yirmi sene cezasını çektiğim ve libasa ait mânâsız bir âdetle tekrar beni cezalandırmaya çalışan ve çarşıda, Ramazan’da, gündüzde rakı içip namaz kılmayanları hürriyet-i şahsiye var diye kendine kıyas edip ilişmediği halde, bu derece şiddet ve tekrarla ve ısrarla beni kıyafetim için suçlandırmaya çalışan, elbette ölümün idam-ı ebedîsini ve kabrin daimî haps-i münferidini gördükten sonra, mahkeme-i kübrâda ondan bu hatâsı sorulacak.

Beşincisi: Otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin tahsinkârâne işaretine mazhariyeti; ve İmam-ı Ali (kerremallahu vechehu) ve Gavs-ı Âzam (kuddise sırruhu) gibi evliyanın takdirlerini ve yüz bin ehl-i imanın tasdiklerini ve yirmi senede millete, vatana zararsız pek çok menfaatli bir mertebeyi kazandıran Risale-i Nur’u, sinek kanadı gibi bahanelerle, bazı riselelerinin müsaderesine, hattâ dört yüz sahife ve yüz bin adamın imanlarını kurtaran ve kuvvetlendiren Zülfikar: Mu’cizât-ı Ahmediye mecmuasını, eskiden yazılmış ve mürûr-u zaman ve af kanunları görmüş iki âyetin tam haklı tefsirine dair iki sahifeyi bahane ederek, o pek çok menfaatli ve kıymettar mecmuanın müsaderesine sebep oldukları gibi, şimdi de Nurun kıymettar risalelerini, herbirisinde bin kelime içinde bir iki kelimeye yanlış mânâ vermekle, o bin menfaatli risalenin müsaderesine çalışıldığını, bu üçüncü iddianameyi işiten ve neşrettiğimiz kararnameyi gören tasdik eder. Biz dahi,

2 لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: إِنَّا ِللهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ

3 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

deriz.

Altıncısı: Nurun şakirtlerinden bazılarının Nurlardan fevkalâde iman hüccetlerini ve sarsılmaz, aynelyakîn ulûm-u imaniyeyi görüp istifade ettiklerinden, bu bîçare tercümanına bir nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nev’inde ziyade hüsn-ü zanla müfritâne methetmeleriyle beni suçlu gösterene derim:

Ben âciz, zayıf, gurbette, menfî, yarım ümmî, aleyhimde propaganda ile halkı benden ürkütmek hâleti içinde Kur’ân’ın ilâçlarından ve imanî ve kudsî hakikatlerinden dertlerime tam derman olarak kendime bulduğum zaman, bu millete ve bu vatan evlâtlarına dahi tam bir ilâç olacağına kanaat getirdiğim için, o kıymettar hakikatleri kaleme aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i İlâhiye bana sadık, has, metin yardımcıları verdi.

Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını ve samimâne medihlerini bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdirle kırmak, o hazine-i Kur’âniyeden alınan Nurlara bir ihanet ve adavet hükmüne geçer. Ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye, onların âdi, müflis şahsıma karşı medh ü senâlarını, asıl mal sahibi ve bir mânevî mu’cize-i Kur’âniye olan Risale-i Nur’a ve has şakirtlerinin şahsiyet-i mâneviyesine çeviriyordum. “Benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz” diye bir cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müstenkif ve razı olmayan bir adamı başkaların onu methetmesiyle suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmî memur beni suçlu yapıyor?

Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sahifesinde, “Âhirzamanın o büyük şahsı neslen Âl-i Beytten olacak. Biz Nur şakirtleri, ancak mânevî Âl-i Beytten sayılabiliriz. Hem Nurun mesleğinde hiç bir cihette benlik, şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olmaz. Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim” denmektedir diye kararnamede yazdıkları; ve yine kararnamede, yirmi ikinci ve üçüncü sahifesini “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhîye iltica etmek ki, o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bîçare, âciz, kusurlu görüyorum. O halde, bütün halk beni medh ü senâ etse, beni inandıramazlar ki iyiyim, sahib-i kemâlim. Sizi bütün bütün kaçırmamak için, üçüncü hakikî şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve su-i hallerini söylemeyeceğim. Cenâb-ı Hak inayetiyle, en ednâ bir nefer gibi, bu şahsımı esrar-ı Kur’âniyede istihdam ediyor. Yüz bin şükür olsun. “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ” fıkrasını, kararname yazdığı halde, beni başka zâtların methiyle ve Risale-i Nur mânâsıyla büyük bir hidâyet edici vasfını vermekle beni suçlu yapanlar, elbette bu hatânın cezasını dehşetli çekmeye müstehak olurlar.

Yedincisi: Biz ve umum Nur Risaleleri, Denizli ve Ankara ağırcezalarının ve Temyiz mahkemelerinin ittifakıyla beraat ettiğimiz ve umum risale ve mektuplarımızı bize iade ettikleri ve “Temyizin bozma kararında, Denizli beraatinde faraza bir hatâ dahi olsa, o beraat ve hüküm kat’iyet kesb etmiş; daha tekrar muhakeme edilmez” dedikleri halde, ben Emirdağı’nda üç sene münzevî ve iki üç terzi çırağı nöbetle bana hizmet ve pek nadir olarak beş on dakika bazı dindar zâtlardan başka zaruret olmadan konuşmayan ve tek bir yerde Nurlara teşvik için haftada birtek mektuptan başka göndermeyen ve kendi müftü kardeşine üç senede üç mektuptan başka yazmayan ve yirmi otuz seneden beri devam eden telifini bırakan yalnız bütün ehl-i Kur’ân ve imana menfaatli yirmi sahifelik iki nükte—biri Kur’ân’daki tekrarların hikmetini, diğeri melekler hakkında—bazı mes’elelerden başka hiçbir risale daha telif etmeyen, yalnız mahkemelerin iade ettikleri risalelerin büyük mecmualar yapılmasına ve eski harfle tab edilen Âyetü’l-Kübrâ’nın beş yüz nüshası mahkeme tarafından bize teslim edildiğinden ve teksir makinesi resmen yasak olmadığından, âlem-i İslâmın istifadesi fikriyle kardeşlerime neşir için teksirine izin vererek onların tashihleriyle meşgul olan ve kat’iyen hiçbir siyasetle alâkadar olmayan ve memleketine gitmek için resmen izin verildiği halde, bütün menfîlere muhalif olarak, dünyaya ve siyasete karışmamak için sıkıntılı bir gurbeti kabul edip memleketine gitmeyen bir adam hakkında, bu üçüncü ittihamnamedeki asılsız isnatlar ve yalan bahisler ve yanlış mânâlarla o adamı suçlu yapmaya çalışanda—şimdilik söylemeyeceğim—dehşetli iki mânâ hükmettiğini, bu yirmi ayda bana karşı muamelesi ispat ediyor. Ben de derim: Kabir ve sakar yeter; mahkeme-i kübrâya havale ediyorum.

Sekizincisi: Beşinci Şuâ, iki sene Denizli ve Ankara mahkemelerinin ellerinde kalıp sonra bize iade ettiklerinden, Denizli Mahkemesinde beraatimizi netice veren müdafaatımla beraber Siracü’n-Nur ismindeki büyük mecmuanın âhirinde yazılmış. Gerçi evvelce mahrem tutuyorduk; fakat madem mahkemeler onu teşhir edip beraatle bize iade ettiler. Demek bir zararı yoktur diye teksirine izin verdim. Ve o Beşinci Şuânın aslı, otuz kırk sene evvel yazılmış müteşabih hadîslerdir; fakat ümmette eskiden beri intişar eden bir kısmına gerçi bazı ehl-i hadîs bir zaafiyet isnad etmişler, fakat zâhirî mânâları medâr-ı itiraz olmasından, sırf ehl-i imanı şüphelerden kurtarmak için yazıldığı halde, bir zaman sonra onun harika te’villerinin bir kısmı gözlere göründüğü için biz onu mahrem tuttuk, tâ yanlış mânâ verilmesin. Sonra, müteaddit mahkemeler onu tetkik edip teşhirine sebep olmakla beraber, bize iade ettikleri halde, şimdi beni tekrar onunla suçlu yapmak ne kadar adaletten, haktan, insaftan uzak olduğunu, bizi kanaat-ı vicdaniye ile mahkûm edenlerin vicdanlarına ve onları dahi mahkeme-i kübrâya havale ederek,

3 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

deriz.

Dokuzuncusu: Çok mühimdir. Fakat bizi mahkûm edenlerin, Risale-i Nur’u mütalâalarının hatırı için, onları kızdırmamak fikriyle yazmadım.

Onuncusu: Kuvvetli ve ehemmiyetlidir. Fakat yine onları küstürmemek niyetiyle şimdilik yazmadım.

Tecrid-i mutlakta mevkuf

Said Nursî

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) Biz her türlü musîbet karşısında şöyle deriz: Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz. (Bakara Sûresi, 2:156)

3.) Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

Heyet-i Vekileye yazılan arzuhalin bir parçası[değiştir]

On beş sene evvel Eskişehir Mahkemesinde,

Heyet-i Vekileye yazılan arzuhalin bir parçasıdır.(Haşiye)

Ey ehl-i hall ve akd!

Dünyada emsali nadir bulunan bir haksızlığa giriftar edildim. Bu haksızlığa karşı sükût etmek hakka karşı bir hürmetsizlik olduğundan, bilmecburiye, gayet ehemmiyetli bir hakikati fâş etmeye mecburum. Diyorum ki:

Ya benim idamımı ve yüz bir sene cezayı istilzam edecek kusurumu kanun dairesinde gösteriniz. Veyahut bütün bütün divane olduğumu ispat ediniz. Veyahut benim ve risalelerimin ve dostlarımın tam serbestiyetimizi verip zarar ve ziyanımızı müsebbiplerinden alınız.

Evet, herbir hükûmetin bir kanunu, bir usulü var; o kanuna göre ceza verilir. Hükûmet-i cumhuriyenin kanunlarında, beni ve dostlarımı en ağır bir cezaya müstehak edecek esbâb bulunmazsa elbette takdir ve mükâfat ve tarziye ile beraber tam hürriyetimizi vermek lazım gelir. Çünkü, meydandaki gayet ehemmiyetli hizmet-i Kur’âniyem eğer hükûmetin aleyhinde olsa, böyle bir senelik bana ceza ve birkaç dostuma altışar ay mahkûmiyetle olamaz. Belki yüz bir sene ve idam gibi bana ceza ve en ağır cezaları da benimle ciddî hizmetime irtibat edenlere vermek lâzım gelir. Eğer hizmetimiz hükûmetin aleyhinde olmazsa, o vakit değil ceza, hapis, ittiham, belki takdir ve mükâfatla karşılanmak lâzım gelir. Çünkü, bir hizmet ki, yüz yirmi risale o hizmetin tercümanları olmuş ve o hizmetle koca Avrupa feylesoflarına meydan okuyup esasları zîr ü zeber edilmiş. Elbette o tesirli hizmet, ya dahilde gayet müthiş bir netice verir, veyahut gayet nâfi ve yüksek ve ilmî bir semere verecek. Onun için göz boyamak nev’inde ve efkâr-ı âmmeyi aldatmak tarzında ve hakkımızda zâlimlerin entrikalarını, yalanlarını setretmek suretinde, çocuk oyuncağı gibi, bana bir sene ceza verilmez. Benim emsalim, ya idam olur, darağacına müftehirâne çıkarlar, veyahut lâyık olduğu makamda serbest kalırlar.

Evet, binler lira kıymetinde elmasları çalabilen mahir bir hırsız, on kuruşluk bir cam parçasına hırsızlık etmekle, elmas çalmış gibi aynı cezaya kendini mahkûm etmek, dünyada hiçbir hırsızın, belki hiçbir zîşuurun kârı değildir. Böyle bir hırsız kurnaz olur, böyle nihayet derecede eblehâne hareket etmez.

Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi, ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinden perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş on bîçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise, eski zamanda olduğu gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit böyle zelilâne mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzet ile dünyaya karışabilirdim.

Evet, fahr ve temeddüh niyetiyle değil, belki mecburiyet ve mahcubiyetle, hodfuruşâne eski bir kısım riyakârlığımı hatırlamakla beni ehemmiyetsiz, vücudundan istifade edilmez, âdi mertebeye sukut ettirmek isteyenlerin yanlışlarını göstermek için derim:

İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi namındaki matbu, eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle, Otuz Bir (31) Mart hâdisesinde, bir nutukla isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi, İstiklâl Harbinde Hutuvât-ı Sitte namında bir makale ile İstanbul’daki efkâr-ı ulemayı İngiliz aleyhine çevirip Harekât-ı Milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren ve Ankara’daki Meclis-i Mebusânın şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve yüz elli (150) bin banknot yüz altmış üç (163) mebusun imzasıyla medrese ve darülfünununa tahsisatı kabul ettiren ve Reisicumhurun hiddetine karşı divan-ı riyasette kemâl-i metanetle, fütur getirmeyerek mukabele edip namaza davet eden ve Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede hükûmet-i İttihadiyenin ittifakıyla hikmet-i İslâmiyeyi Avrupa hükemasına tesirli bir surette kabul ettirmek vazifesine lâyık görünen ve cephe-i harpte yazdığı ve şimdi müsadere edilen İşârâtü’l-İ’câz, o zamanın başkumandanı olan Enver Paşaya o derece kıymettar görünmüş ki, kimseye yapmadığı bir hürmetle istikbaline koştuğu o yâdigâr-ı harbin hayrına, şerefine hissedar olmak fikriyle, İşârâtü’l-İ’câz’ın tab’ı için kâğıdını vererek, müellifinin harpteki mücahedatı takdirkârâne yad edilen bir adam, böyle âdi bir beygir hırsızı veyahut kız kaçırıcı ve bir yankesici gibi en aşağı bir cinayetle kendini bulaştırıp izzet-i ilmiyesini ve kudsiyet-i hizmetini ve kıymettar binler dostlarını rezil edip sukut edemez ki, siz onu bir senelik cezayla mahkûm edip âdi bir keçi, koyun hırsızı gibi muamele edesiniz... Ve sebepsiz on sene sıkıntılı bir tarassutla tazip ettikten sonra, şimdi de bir sene hapisle beraber bir senede nezaret altında tutmak suretiyle, Padişahın tahakkümünü kaldıramadığı halde garazkâr bir hafiyenin veya âdi bir polisin tahakkümü altında azap vermektense, idam edilmesini daha evlâ görür. Eğer böyle bir adam dünyaya karışsaydı ve karışmaya arzusu olsaydı ve hizmet-i kudsiyesi müsaade etseydi, Menemen hâdisesinin ve Şeyh Said vakıasının onar misli olacak bir tarzda karışırdı. Dünyaya işittirecek bir top sadası, bir sinek sadasına inmeyecekti.

Evet hükûmet-i cumhuriyenin nazar-ı dikkatine arz ediyorum ki, beni bu belâya sevk eden gizli komitenin yaptığı tedabir ve ettiği propaganda ve entrikalar bu hali gösteriyor. Çünkü hiçbir hâdisede görülmemiş bir tarzda umumî bir propaganda, bir entrika ve bir dehşet aleyhimize döndüğüne delil şudur ki: Altı aydır yüz bin dostum varken hiçbiri bana bir mektup yazamadı, bir selâm gönderemedi. Hükûmeti iğfale çalışan entrikacıların ihbaratıyla, vilâyât-ı Şarkıyeden tâ vilâyât-ı Garbiyeye kadar her yerde istintaklar, taharriyatlar devam ettiğidir.

İşte bu entrikacıların çevirdikleri plân, benim gibi binler adamı en ağır cezaya çarpacak bir hâdiseye göre tertip edilmiş. Halbuki, en âdi bir adamın en âdi bir hırsızlığı gibi bir hâdiseyi andıracak bir ceza vaziyetini netice verdi. Yüz on beş adamdan on beş mâsumlara beş altı ay ceza verildi. Acaba dünyada hiç bir zîakıl, elinde gayet keskin elmas bir kılıç bulunsa, müthiş bir arslanın veya bir ejderhanın kuyruğuna hafifçe iliştirip kendine musallat eder mi? Eğer maksadı tahaffuz veyahut döğüşmekse, kılıcı başka yere havale eder.

İşte sizin nazarınızda ve vehminizde beni o adam gibi telâkki etmişsiniz ki, beni bu tarzda cezaya ve mahkûmiyete çarptınız. Eğer bu derece hilâf-ı şuur ve muhalif-i akıl hareket ediyorsam, koca memlekete dehşet verip propaganda ile efkâr-ı âmmeyi aleyhime çevirmek değil, belki âdi bir divane gibi tımarhaneye gönderilmem lâzım gelir. Eğer verdiğiniz ehemmiyete mukàbil bir adam isem, elbette arslanı kendine saldırtmak ve ejderhayı kendine hücum ettirmek için o keskin kılıcı onların kuyruklarına uzatmaz; belki mümkün olduğu kadar kendini muhafaza edecek. Nasıl ki on sene ihtiyarî bir inzivayı ihtiyar edip tâkat-ı beşerin fevkinde sıkıntılara tahammül ederek hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü, hizmet-i kudsiyem beni men ediyor.

Ey ehl-i hall ve akd! Acaba hiç mümkün müdür ki, yirmi beş sene evvel gazetelerin yazdığı gibi, bir makaleyle otuz bin adamı kendi fikrine çeviren ve koca Hareket Ordusunun nazar-ı dikkatini kendine döndüren ve İngiliz Başpapazının altı yüz kelime ile istediği suallerine altı kelimeyle cevap veren ve bidayet-i hürriyette en meşhur bir diplomat gibi nutuk söyleyen bir adamın yüz yirmi risalesinde dünyaya, siyasete bakacak yalnız on beş kelime mi bulunur? Hiç bir akıl kabul eder mi ki, bu adam siyaseti takip ediyor ve maksadı dünyadır ve hükümete ilişmektir? Eğer fikri, siyaset ve hükûmete ilişmek olsa idi, böyle bir adam birtek risalesinde sarîhan, işareten, yüz yerde maksadını ihsas edecekti. Acaba o adamın maksadı siyasetçe tenkid olsaydı, yalnız tesettür ve irsiyete dair eski zamandan beri câri bir iki düsturdan başka medar-ı tenkit bulamaz mıydı?

Evet, koca bir inkılâbı yapan bir hükûmetin rejimine muhalif bir fikr-i siyaseti takip eden bir adam, bir iki malûm maddeler değil, yüz binler madde-i tenkit bulabilirdi. Güya hükûmet-i cumhuriyenin yalnız inkılâbı bir iki küçük meseledir! Bende onu hiçbir tenkit maksadım olmadığı halde, eskiden yazdığım bir iki kitabımda zikrettiğim bir iki kelime varmış diye “Hükûmetin rejimine ve inkılâbına hücum ediyor” denilmiş. İşte ben de soruyorum: Böyle en ednâ bir cezaya medar olamayan ilmî bir maddeye koca bir memleketi meşgul edip endişe verecek bir şekil verilir mi?

İşte beni ve beş on dostlarımı bu âdi ve ehemmiyetsiz cezaya çarpmak, umum memlekette aleyhimize bir şiddetli propaganda ve milleti korkutup bizden nefret ettirmek ve Dahiliye Nazırı Şükrü Kaya, mühim bir kuvvetle, Isparta’da birtek neferin göreceği işi görmek için, yani beni tevkif etmek için Isparta’ya celb edilmesi ve Hey’et-i Vekile Reisi İsmet, vilâyet-i Şarkiyeye o münasebetle gitmesi ve iki ay benim hapiste bütün bütün konuşmaktan men edilmem ve bu gurbette kimsesizlikte hiçbir kimsenin halimi sormak ve selâm göndermesine meydan verilmemesi gösteriyor ki, dağ gibi bir ağaçta nohut gibi birtek meyve bulundurup mânâsız, hikmetsiz, kanunsuz bir vaziyettir ki, değil hükûmet-i cumhuriye gibi en ziyade kanunperest ve kanunî bir hükûmet, belki hikmetle iş görmek mânâsıyla hükûmet namı verilen dünyada hiçbir hükûmetin işi olamaz.

Ben hukukumu kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri cinayetle ittiham ediyorum. Böyle cânilerin keyiflerini elbette hükûmet-i cumhuriyenin kanunları reddeder ve hukukumu iade eder ümidindeyim.

Said Nursî

Haşiye: Madem on beş sene evvel aynı mesele için bu istida Heyet-i Vekileye yazılmış. Şimdi tekrar aynı mesele için aynını tekraren alâkadar makamata vermeye mecbur oldum.

Risale-i Nur'un hakkaniyetine bir numune[değiştir]

Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir nümune

Tenbih

On dokuz sene evvel telif edilen bu risaleyi (Haşiye) okuyan ehl-i insaf ve münevverlerin de vakıf olup kat’î kanaat getireceği vech ile, yüz otuz kitaptan müteşekkil olan Risale-i Nur Külliyatının umum eczaları, siyasî ve dünyevî maksatlardan ârî ve müberrâ olarak tamamen imanî ve uhrevî bir ruh ve mâhiyette telif edilmiştir. Bu zâhir ve kat’î hakikati de Eskişehir, Isparta, Denizli ve Afyon mahkemelerinin yaptığı uzun tahkikat ve gayet ince tetkikat teyid etmiştir. Bu itibarla, yirmi aydan fazladır Afyon Mahkemesinde mevkuf tutulan ve Mahkeme-i Temyizce hiçbir eserde suç mevzuu teşkil edecek en küçük bir nokta bile gösterilmeyen ve yüz binlerle kimselerin imanını kurtaran ve okuyanların ve ehl-i ilmin ve âlem-i İslâmın takdir ve tahsinine mazhar olan kitaplarımızın umumunu iade etmeleri hususunda alâka ve yardımınızı istiyoruz.

Afyon Mahkemesindeki kitapların kısm-ı âzamı evvelce tahliye olunan arkadaşlarımızdan alınmış olup, onlar da “Kitaplarımızı, sahibi olan Üstadımıza verdik. Ona teslim olunsun” diyerek bana havale etmişlerdir. Bilhassa yaldızlı ve tevafuk mu’cizesiyle yazılan Kur’ân’ımızı mânâsız iki senedir müsadere olunan kitaplar içinde, mahkemede bırakmışlar. Herşeyden evvel Denizli ve Ankara mahkemelerinin bize iade ettikleri o kitaplarımızı ve Kur’ân’ımızı çabuk bize iade etmelerini bekliyoruz.

Said Nursî

Haşiye: Eskişehir ve Denizli mahkemelerinden kaç sene evvel telif edilen bu "On Altıncı Mektup", güya üç mahkemeyi görmüş gibi bütün medar-ı itiraz şeyleri reddetmesi, inâyet-i İlâhiyenin bir nevi ikram kerametine mazhar olduğunu zâhir gösteriyor.

Mahkeme-i Temyiz'in Bozma Kararı[değiştir]

Mahkeme-i Temyiz'in Bozma Kararı

Türkiye Cumhuriyeti

Yargıtay Birinci Ceza Dairesi

Esas No: 1409

Karar No: 1120

Tebliğname : 8/71

Gereği düşünüldü, konuşuldu. Aşağıdaki karar tesbit edildi.

Karar

Suç işlemek kasdıyla teşkil eden cem'iyetlerin Medenî Kanunda ve Cem'iyetler Kanununda yazılı formaliteleri yerine getirmek suretiyle teşkil etmeyeceği ve ceza hukuku bakımından bu kâbil cem'iyetler bir takım kimselerin suç işlemek kasdıyla birleşmeleri halinde vücud bulacağı cihetle karar yerinde (Yani Afyon Mahkemesinin verdiği kararda) yazılı olan mûcib sebebler varid değildir.

Din ilminde rusûh ve vukufları olmayan bir kısım Nurcu veyahut Nur muhiblerinin kendi aralarındaki fikir birliği, nesilden nesile intikal eden ve dinen esas ve sahih akîdelerinden olmayan Mehdi gibi akîdeleri, dinin esasatından ve sahih akîdelerinden olduğuna kanaat getirmelerinden ve kendisine isnad olunan "keramet sahibliği"ni, bir taraftan mahviyet sıfat-ı memduhasına bürünerek kabûl etmemek ve diğer taraftan da Nur Risalelerinin manevi kudretinin, "mülhid ve zındık" addettiği kimselerin dalâlet-i ruhiyelerinde te'sirini gösterdiğini iddia eden sanık Said Nursî'yi keramet sahibi mukaddes bir şahıs olarak tanımalarından ibaret olmasına nazaran, Savcının (Yani Afyon müdde-i umumisinin) cem'iyetin mevcudiyetine aid itirazları, yerinde görülmediğinden reddiyle.. kararın beraet eden sanıklara aid kısmının onanmasına (yani tasdikine); diğer itirazlara (yani müdde-i umuminin aleyhimizdeki sâir itirazlarına) gelince:

Sanık Said Nursî tarafından yazılıp müstensih ile Arap harfleri ve yeni harflerle teksir edilmiş olan kitablarını.. ve Ahmed Feyzi Kul tarafından yazılıp teksir edildiği mâlum olmayan Mâidetü'l-Kur'an ve Hazînetü'l-Bürhan isimli eserin.. ve Nur Üstad ve şakirdleri tarafından birbirlerine yazılı, bazıları kah hâşiye ünvânıyla kitablara geçmiş ve bir kısmı da, kırmızı ve siyah kaplı iki defterde aynı el yazısıyla cem' edilmiş mektubların münderecatı:

Tesettür gibi kanuni müeyyidesi olmayan (yani hakkında kanuni bir mecburiyet olmayan) ve şapka giyilmesi gibi kanuni müeyyidesi bulunan içtimâi inkılâblar ve taaddüt-ü zevcat ve miras gibi ahkâm-ı şahsiyeye taalluk eden hukuki mevzular aleyhine, din esaslarına istinaden yazılmış olan bir takım fikir ve mütalaalardan ibaret olduğu.. ve bu mevzuların müteaddit kitablarda ve mektublarda "Mes'ele, Lem'a, Hâşiye, Nokta, Nükte" isimleri altında tekrarlandığı.. ve elde edilen kitablar ile mektubların bütün muhtevalarının Ankara'da bilirkişiler, ehl-i vukuf tarafından gözden geçirildiği ve üzerlerinde tevakkuf olunduğu.. ve karar yerinde (yani Afyon Kararında) ehl-i vukuf tarafından tedkik kılınmadığı yazılı bulunan "Zülfikar Mu'cizât-ı Ahmediye (A.S.M.) " ve "Asâ-yı Musâ" nın da Isparta Savcılığı tarafından kezalik Ankara'da müteşekkil bilirkişilere tedkik ettirildiği.. ve bilirkişilerin de; Said Nursî tarafından ebced yoluyla tevafuklardan yapılan istihraçların ve Beşinci Şua'da bir kısım zayıf veya mevzu hadislere dayanılarak serdolunun fikir ve mütalaaların şimdiki İslâm akâidine uygun düşmemekle beraber, bu yazıların halkı, hükûmetin emniyetini ihlâl edici hareketlere teşvik edici mahiyette olmadığı.." mütalaasında bulundukları görülmüş.

Ve 19/8/935'te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde bu mevzular üzerindeki yazılardan dolayı Re'fet Barutçu, Husrev Altınbaşak mahkum edilmiş olduğu...

Ve Said Nursî'nin suç mevzuu olan aynı veyahut o mahiyetteki mevzular üzerindeki yazı ve kitaplarından dolayı da Denizli Ağır Ceza Mahkemesince 15/6/944 tarihinde, bu davada sanık bulunan Husrev Altınbaşak, Tahirî Mutlu, Ahmed Feyzi Kul, Re'fet Barutçu, Selahaddin Çelebi, Ahmed Nazif Çelebi, İbrahim Fakazlı ve Mehmed Feyzi Pamukçu ve sair arkadaşlarının beraetlerine karar verildiği...

Ve Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde de yapılan duruşmada, evvelce verilen mahkumiyet ve beraet kararlarına mevzu teşkil eden yazılardan da karar yerinde (Afyon kararında) mevzu-u bahis yapıldığı.. dosya münderecatından anlaşılmıştır.

Eskişehir ve Denizli ve Afyon Ağır Ceza Mahkemelerinde yapılan duruşmalarda suç mevzuu olan fikirler ve mütalaalar arasında esas itibariyle mutabakat mevcud olup, evvelce mahkumiyete mevzu teşkil eden yazılar ile Denizli Mahkemesinde beraet ile neticelenen yazılardan dolayı mahkumiyet kararı verilebilmesi,

1-Eskişehir'de mahkumiyeti intaç eden yazıların aynı kast altında yeniden neşredilmesine...

2-Aynı zamanda bu neşriyatın Denizli Mahkemesinde suç mevzuu olan mes'elelerden gayrı mes'eleler olmasına mütevakkıf olup..

Çünki, beraet kararına mevzu olan neşriyat hakkında Denizli Mahkemesince müttehaz karar ve mucib sebebler faraza hatalı olsa bile, hüküm sanıklar lehine kesinleşmiş ve o neşriyatın suç olmadığı hükmen kabul edilmiş bulunmasına nazaran.. bu hususların etraflı olarak incelenmesi ve beraetle neticelenen mevzuların ve neşriyatın ayırt edilmesi.. ve bu konuların karar yerinde mevzu-u bahis edilmemesi iktiza eder.

Halbuki dosya içinde bulunup, Mesela: Yirmidokuzuncu Mektub'un Altıncı Kısmı başlığını da ihtiva eden Hücûmat-ı Sitte adlı eserle, Yirmidokuzuncu Mektub'un Beşinci-Altıncı-Yedinci Kısımları başlığını taşıyan diğer bir eserin Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde... ve Sirâcü'n Nur'un 284-297-299-331. sahifelerinde yazılı fikir ve mütalaaları, siyah ve kırmızı kaplı defterlerdeki mektubların Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde tedkik kılındığı anlaşılmakta olup.. Hücûmat-ı Sitte ve Yirmidokuzuncu Mektub başlıklı ve yine Onaltıncı Lem'a'dan Yirmisekizinci Lem'a'ya kadar ünvanlı eserler el yazısı ile yazılmış olup mahkumiyetten sonra yeniden basmakla teksir edildiği hakkında hiçbir delil bulunmamasına.. ve Ahmed Feyzi Kul tarafından el ile yazılı, aramada elde edilen Mâidetü'l-Kur'an ve Hazînetü'l-Bürhan nâmındaki eser de tab' ve teksir edilmiş olmamasına.. ve kırmızı ve siyah kaplı iki deftere cem'edilmiş olan mektublar dahi muayyen şahıslar tarafından, muayyen şahıslara yazılmış olup bunlardan doğabilecek mes'uliyet de yalnız yazanın şahsına aid olabileceğine nazaran;

1-Eskişehir ve Denizli Mahkemelerindeki dosyalar celbedilerek, irâd olunan sual ve alınan cevablara göre (o mahkemelerde) suç mevzuu olan yazılar ile (Afyon Mahkemesinde suç mevzuu olan yazılar) arasında ayniyet ve mutabakat olup olmadığı tedkik edilmekle beraber..

2-Sirâcü'n-Nur kitabının evvelden yazılmış ve sonradan biraraya cem've telfik edilmiş ve Denizli Mahkemesince tedkik kılınmış olan Risale-i Nur cüzlerinden ibaret bir kitab olup olmadığı lâyıkıyla anlaşılmak üzere..

Bütün eserlerin Ankara'da son defa teşkil edilen bilirkişiler ile Denizli Mahkemesinde dava görülürken tedkikat yapmış olan bilirkişilere müctemian bu bakımdan tedkik ettirilmek... ve Denizli Mahkemesinin Kararından sonra yeniden yazılmış olan kısımlar mevcud olmadığı ayırt edilmek... ve buna nazaran her sanığın hâdisedeki iştirakine ve suret ve derece-i iştirakine aid olan bütün delilleriyle mâhiyetleri de ayrı ayrı tebarüz ettirilmek.. ve bir sanığın Said Nursî'ye veyahutta diğer bir sanığa yazdığı mektubtan diğerlerinin ne sebeble mes'ul olabileceği de izah kılınmak.. ve Sanık Said Nursî'nin içtimâi ve hukuki inkılâbların İslâm akâidine ve hukukuna münâfi olduğu iddiasını taşıyan efkâr ve mütalaatın kâffesinin İslâmiyetin sahih akîdelerinden olup olmadığı kanaat yerine işaret edilmek.. ve kendilerine "Nur Muhibbi" ve "Nur Talebesi" ünvanlarını izâfe eyleyen herbir sanığın kendilerinden başka kimleri.. ve hatta birbirlerini hükûmetin emniyetini ihlâl edici harekette Said Nursî'ye müzâhir olarak ne surette teşvikte bulundukları ve Said Nursî'nin eserlerindeki mütalaaların da telkînî mahiyette olmayıpta hareket ile müterafik teşvikî mâhiyette bulunup bulunmadığı.. etraflı olarak tebârüz ettirilmek icâb ederken...

Bu hususlarda zuhûl olunmasında isâbet olmadığından ve itirazlar bu itibarla vârid görülmediğinden, hükmün ceza usûl muhâkemeleri kanunun 307-308-321. maddeleri mucibince bozulmasına.. ve depo edilen temyiz paralarının geri verilmesine.. ve beşyüz kuruş bozma harcının ileride haksız çıkacak taraftan alınmasına.. ve evrakın yerine gönderilmesine 2/6/949 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.

2/6/949 tarihinde ittihaz olunan işbu karar C. Savcı Yardımcısı Kâzım Kara ve sanık vekillerinden Avukat Hulûsî Bitlîsi Aktürk huzurlarıyla 4/6/949 tarihinde usûlen tefhim edildi.

Yargıtay Birinci Ceza Dairesi

Başkanlığı

Fuad

Kitab ve Mektubların İadesine Aid Kararnameden[değiştir]

Afyon'un altıyüze yakın kitab ve mektubların

iadesine aid kararnâmenin bir parçasıdır.

Karar

T.C.

Afyon

Ağır Ceza Mahkemesi

Esas: 952-107

Karar: 952-363

Savcı: 952-2083

Başkan Üye Üye Savcı Katip

Berki Baran Ali Niyazi Bayram Hayri Özbek İ. Keçecioğlu A. Gevrek

Mahkememiz Kurulu yukarıda yazılı şekilde teşekkül ederek, dini ve dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozabilecek hareketlere halkı teşvik etmekten ve Nurcular adı altında gizli bir cem'iyet kurmaktan sanık Mirzâ oğlu Said Nursî ve suç ortakları hakkında yapılan yargılamada, Said Nursî ile arkadaşlarına isnad edilen suçun T.C.K.nun 163-173 üncü maddelerine temas etmekte olması ve bu maddelerin 5677 sayılı af kanununun daire-i şumûlüne girmiş olmasından bilcümle sanıkların hakkındaki amme davasının ortadan kaldırılmasına 20/7/950 tarihinde mahkememizin 155/157 sayısı tahtında karar verilmesini..

Sanıklardan Said Nursî ile suç ortakları Hıfzı Bayram, Husrev Altınbaşak, Ziver Gündüzalp, Hüseyin Baykan nam-ı diğer Tabancalı, İbrahim Edhem Talas, Ahmed Nazif Çelebi ve Salâhaddin Çelebi'nin adem-i kanaat ile aleyhine Yargıtay'a başvurmaları üzerine, taleblerine mebni C.M.U. K. nun 392. maddesi gereğince esas-ı dâvâyı görmeye salâhiyetli olan mahkemeden müsadere kararı istenildiği ve usûlün 392. maddesi gereğince bu babda yapılacak duruşmada ve verilen kararda duruşmaya müteallik hükümlerin tatbiki iktiza ettiği göz önünde tutularak, usûlü dairesince duruşma icraası ile bir karar verilmesi lazım gelirken; duruşma yapılmaksızın yazılı olduğu üzere müsadereye karar verilmesi yolsuz görülerek diğer cihetler incelenmeksizin müsadere kararının isimleri yazılı Said Nursî, Hıfzı Bayram, Husrev Altınbaşak, Ziver Gündüzalp, Tabancalı ve İbrahim Edhem Talas'a aid kısmının bu sebebten Yargıtay Birinci Ceza Dairesinin 28/2/952 tarih ve 456/50 esas ve karar sayılı ilamı ile hükmün bozularak dâvâ dosyasının mahkememize iade kılınması üzerine, bozmaya uyularak usûlün 392. maddesi mûcibince açık duruşma yapılarak, duruşmanın sanık Mirzâ oğlu Said Nursî, Hıfzı Bayram, Husrev Altınbaşak, Ziver Gündüzalp, Tabancalı, İbrahim Edhem Talas'a hasren yapıldığının karar yerinde tasrihi ile keyfiyet konuşulup düşünüldü ve aşağıdaki karar yazıldı:

Sanıklardan Said Nursî'nin dinî eser, mektub ve risalelerinde menfi mahiyette yazılar yazdığı ve okuyanları devlete karşı soğutacak, düşünce ve kanaatlerini sarsacak mahiyette mahiyet taşımadıkları ve bu mektub ve risale ve kitabların ulûm-u diniye konusunda kaleme alındıkları ve kendisinin şakirdleri tarafından adetleri teksir olunarak bazı meraklı kimselere verildiği ve gizlice mezkur eserlerin elden ele dolaştırıldığı ve bu yazıların suç konusu olduğunu bilerek neşir ve tamim edildiği ve Nurcular adı altında bir cemiyet kurdukları iddia edilmiş olması, dava konusunda yapılan yargılama dosyasında mevcut deliller, sanıkların Nurcular adı altında gizli bir cemiyet kurdukları hakkında kesin deliller mevcut değil ve hiçbir delilde yok, bir emare tahassul etmemiş. Bahse konu mektub, eser ve risalelerinin taşıdığı gayenin inkılap hareketlerine karşı mukavemet etmek, onları kırıp, yıkmağa çalışmak düşünce ve tahrikatının mevcut olup olmadığı; kötü ve hainane emeller tasarlanıp tasarlanmadığı incelenmiş, 16/12/947 tarihli Diyanet İşleri Müşavere Kurulu üyelerinin bilirkişi sıfatı ile tanzim ettikleri raporda: Kitabların, hususan "Asâ-yı Musâ Mecmuası adlı kitab ve Zülfikar Mucizat-ı Ahmediye ve Kur'aniye mecmuası adlı kitabın her ikisinin bahis mevzuu olan muhtevaları itibariyle, bir cemiyet kurma ve tarikatçılık gütmesi gibi maksat ve rejim ve inkılap aleyhinde siyasetle ilgili fikirler ve devlet emniyetini ihlal edici hareketler ve böyle hareketlere halkı teşvik edecek veya halka hurafeler telkin edecek mahiyetler görülmemiştir ve yoktur. Ancak bu eserlerin teksir edilerek yayınlanması hasta dine hizmet gayesinden ileri geldiği tesbit kılınmıştır."

Keza, Diyanet İşler Müşavere Kurulu üyelerinden mürekkeb bilirkişilerin 16/3/948 tarihli raporlarında: "Siracü'n-Nur Mecmuasının içinde ondört risale ve mektublar tesbit kılınmış ve her risalede 'Şua' isimleri verilerek rakamlarla sayıları ifade kılınmış ve herbir risalenin muhtevaları ayrı ayrı izah kılındığı gibi ve Gençlik Rehberi'nin imân ve âhiret bahislerini muhtevi, besmelenin mânâsını, kadınların tesettüre riayet etmelerinin lüzumlu olduğunu ve ayrıca dünya hayatının âhiret hayatına galebe çaldığını.. ve siyah kaplı defterin içinde elli kadar mektubun yazılı bulunduğu ve bu yazılarda arabça tekbirler, mahkemelerin Said Nursî hakkında beraet kararı vermeleri, Otuzbir Mart Vakıasından bir miktar sonra ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk ettiği; kendisine izâfe edilmek istenilen mehdilik vasfını hiçbir cihette kabul etmediği ve etmiyeceğini .. ve içtimâi inkılablar ve teaddüt-ü zevcat ve miras gibi, ahkam-ı şahsiyeye taalluk eden hukukî mevzular aleyhine, din esaslarına istinaden yazılmış olan birtakım fikir ve mütâlaadan ibaret olduğu netice ve kanaatına varılarak; yazıların ilmî ve dinî telkini mahiyette bulundukları ve bu eserlerin muhtevi oldukları fikirlerin suç teşkil etmediği" Diyanet Riyasetindeki ehl-i vukuf bilirkişilerin tesbit kılınmış olmasına...

Esasen Denizli Ağır Ceza Mahkemesince bahse konu eserlerden Risale-i Nur ile "Beşinci Şua" kitabı ve sair elde edilen bütün kitablar, siyah kaplı ve kırmızı kaplı defterler dâvâ konusu alınmış ve bu eserlerin suç sayılmaması sebebiyle, bulunduranlar hakkında 16/6/944 tarihinde 199/136 sayılı ilamıyla beraet kararı verilmiş ve mezkur karar, Yargıtay Birinci Ceza Dairesinin 30/12/944 günü ilamıyla onandığından ve bu beraet kararından sonra Risale-i Nur ve Beşinci Şua ve siyah ve kırmızı kaplı defterlerin ilave gördüklerine dair bir kevni iddia ve delilleri tesbit kılınmadığına ve mezkur neşriyatın suç olmadığının hükmen kabul edilmiş olmasına ve 5677 sayılı af kanununun isnad maddeleri suç sayma kategorisinden çıkarılmış olmasına ve mezkur dava mevzuu olan yazılı eserlerin aynı kasıt altında yeniden neşredilmiş oldukları hakkında bir kevni iddia ve deliller bulunmamasına, bulundukları iddiasının mücerred mahiyette kaldığına...

Bundan sonra propagandaya vasıta olarak dağıtılacakları ihtimalinin bertaraf edilmesi için, savcıca, zor alınmasına tâbi tutulması isteği; savcının zannî tahmininden ileri geçmediği ve vehme kaynak olduğu cihetiyle reddine...

Sanıklardan Said Nursî, Hıfzı Bayram, Husrev Altınbaşak, vekilleri Avukat Ahmed Hikmet Gönen'in yüzüne karşı, C. Savcısı İbrahim Keçecioğlu hazır bulunduğu halde açıktan okunarak kanun yolları anlatıldı ve bütün kitab ve mektubların iadesine karar verildi.

18/12/952

Başkan Üye Üye Katip

Berki Baran Ali Niyazi Bayram Hayri Özbek A. Gevrek

Mahrem bir musalahanamedir[değiştir]

Mahrem bir musalahanamedir

Afyon Müdde-i umumisi Abdullah Bey!

Manevi ve şiddetli bir hatıra-i kalbiye, beni sizin ile mahremane bu gelen hasb-ı hali beyan etmeye mecbur etti:

Sen bayramın ikinci günü bana dedin: "Bundan sonra Van'dan gelen müdde-i umumi ile konuşacaksın. Ben ise müdafaatının intişarına karşı bir eser yazıyorum. Hata-sevab cetvelinde bana isnad edilen hataların tashihine çalışıyorum. Bu eserimi neşredeceğim." Daha durmadınız, gittiniz!..

Müdde-i umumi bey! Sakın, sakın, sakın! Eski tarzda hem sana kaç cihetle, hem millete, hem vatana, hem asayişe pek çok zararı olacağını beni aldatmayan bir hatıra ile haber vermeye beni sevkeden üç dört madde var:

1- Benim çok kusurlu ve kabir kapısındaki şahsımı çürütmek ve mahkûm etmeye çalışmak ve hükümeti aleyhine çevirmek bu sırada acı bir zulümdür. Ben itiraf ediyorum ki; Şahsım çürüktür, kusurludur ve Cenab-ı Hak beni kendime beğendirmediğine çok şükür ederim. Fakat Kuranın imanî hakikatlarine Risale-i Nurun hizmeti çürütülmez. Âlem-i İslâm onu takdir ve tahsin etmiştir. O hizmette benim hissem ihtiyaç ve iltica ile, manevi sualler ve dertlerimizi hissetmekle Kur'an hazinelerindeki ilaçları elde etmek için yalvarmalardır. İşte bu sebebe binaen, o eserinle garazkârane neşriyat, kusurlu şahsıma değil, belki nurlarla hizmet-i imaniyeye bir hücum telâkki edilecek.

İşte bütün muhtaç ehl-i iman nefretle, beddualarla teessüf edip, o neşriyat aleyhinde pek çok ehl-i hakikat ve dindar vatanperverler ve milliyetperver hamiyetçiler itiraz ederek, pek lüzumsuz ve zararlı ve hariçten gelen ve ihtilaftan istifade eden dehşetli tehlikeye yardım eden bir ihtilâf-ı efkâr meydana çıkacak, herkes acıyacak... Yalnız yüzde bir iki dinsiz anarşistler memnun olacaklar. Bu suretle sen o eserle insafsız ve kıskanç bazı ehl-i vukufun yanlış mana vermelerine ittibaen, şiddetli iddianamende yazdığın hataları tashih ve ispat edemezsen, belki daha büyük bir hataya vesile telâkki edilir. Çünki adliye ve makam-ı iddia mahiyeti, hiç bir tarafgirlik ve şahsî hissiyatı göstermek ve kendi nefsini beğendirmek kaldırmaz.. Ve müdde-i umumi ise, bir avukat gibi cezaya maruz masumlar tarafından gelen tekzibler, şiddetli itirazlardan enaniyeti cihetinde müteessir olsa, hükümleri kanunî ve adalet olmaz. Nefsani ve zâlimane olduğuna: Meşhur bir hâkim, bir adliye memuru, müstehak bir câniye cezayı tatbik ederken hiddetle yapmış. O hâkim onu azletmiş, "zulmettin" demesi, kuvvetli bir hüccettir.

Madem hakikat budur, sen başkalara tâbi' olup, aleyhimizdeki hatalarını tashih ve eserini neşretmek istersen: en selametli yol aynen Nur talebeleri nasıl ki aleyhimizdeki mahkeme kararını muhterem bir eser gibi teksir edip, karar veren heyete, -Sen de içinde- çok hayırlı dua ve takdirleri celbe vesile oldu. Senin aleyhimizdeki yazılarının şahsıma ait kısmı istediğin gibi şiddetli olsun.. Fakat mal-ı umumi ve hazine-i Kur'anın yadigârları ve ne kadar tenkid nazarıyla bakmışsan, herhalde senin ruhunda hiç çaresi bulunmayan; kabrin haps-i münferidine ve ölümün idam-ı ebedisine karşı kurtarıcı kat'î hüccetleri bırakan Nurların mahrem parçalarına ait ve cezayı muzaaf bir surette bize çektiren kısmına karşı müsalâhakârane ve ıslâh tarzında ve sair Risalelerin haseneleri o mahremlerin seyyielerini affettirir diye insafkârane müsamaha suretinde te'vil ediniz. Ta bütün Nur talebelerinin hayırlı dualarını ve Nurdaki imanî mes'elelerine ilânatla nazar-ı dikkati celbe vesile olan bu Afyon imtihanımıza terettüp eden çok ehemmiyetli sevabından hisseni alıp, senin eserin dahi kararname gibi Nur talebeleri teksir ve neşretsinler. Hem sana, hem vatana tam faide olsun.

Bu mahrem hasb-ı halin sebeblerinden ikinci madde:

Ben fıtraten iki şeyden çok inciniyorum. Biri firaktan, biri adavetten ruhum çok müteellim oluyor. Mümkin olduğu kadar kaçıyorum. Onun için fanî dünyanın firaklı işlerini, sevimli muvakkat dostlarını bırakıp; firaksız, bâki şeyleri bulmak niyetiyle inzivaya girip hayat-ı içtimaiyeyi ve siyaseti bıraktım.. Ve dahilde adavet ve münakaşalara bir vesile olan fürûatı değil, belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medar-ı saâdeti ve umum İslâmın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur'anın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim. Hatta değil yalnız Müslümanlarla, belki dindar Hıristiyanlarla dahi dost olup, adaveti bırakmaya çalışıyorum. Harb-i umumi ve komünizmin altındaki anarşistlik tehlike ve tahriplerinin lisan-ı hal ile: "Dünya fânidir, firaklarla doludur!.. Ey insanlar adaveti bırakınız! Geliniz, Kuran dersini dinleyip, birleşiniz!.. Yoksa sizi mahvedeceğiz!" diye benim mezkûr iki vaziyetimin haklı olduğunu gösteriyor.

Bu sırlı halimi hükümet bilmediğinden beni çok sıktı. Ben sabrettim. Afyon müddeisi dahi bazı kıskanç adamlara aldandı. Beni ziyade incitti. Bu hapsimde bazen bir gün, bir ay Denizli hapsindeki sıkıntıdan ziyade sıkıntı çektiğim bir zamanda: Mazlumların silâhı olan beddua etmek hatırıma geldi. Birden dört beş yaşında bir kız çocuğu pencerelerime alâkadarane bakıyor gördüm. Sordum, dediler: Abdullah Bey'in kızıdır. Ben de o masumun hatırı için bedduayı bıraktım.

Sonra ihtiyarlıktan gelen bir titizlikle tahammül fevkindeki sıkıntılarımın müsebbiblerine dua ile manevi intikam almak hatırasına karşı kalbime geldi ki: O zat herhalde ne kadar inatçı da olsa tenkid nazarıyla baktığı Nur risalelerinden manevî istifade etmiş. Bu istifadesi ve bir iki sebeb-i aher için "bedduadan vazgeç!" ihtar edildi. Gerçi benim gibi çok kusurlu adamın duası nadiren te'sir eder. Fakat "Mazlumun âhı arşa kadar gider" sırrıyla ve meselemiz bir olan bütün mübarek, ma'sum ve müttaki Nur talebeleri dualarıma manen amin, amin, amin demeleri inşaallah makbul dua hükmüne geçer. Ben de bu manevi silâhımı mecburiyet-i kat'iye olmadan, ma'sum çocuklara zarar gelmemek için bana zulmedenlere karşı isti'mal etmiyorum.

Rica ederim, gücenme bu gelen faraziyemden!.. Eğer faraza resmî bir makamdan teşvik veya hodfuruşluk damarından bir tahrik veya hukukumu müdafaa için mülayimane itiraznamemdeki garazsız sana tenkidlerimden bir intikam almak için bu lüzumsuz ve zararlı eseri yazıyorsan, kat'iyyen bil ki; Sana yüzde bir fayda olsa, doksan dokuz zarar olur. Aynen meşhur doktor Abdullah Cevdet'in, Kuranın bazı hakikatları aleyhine yazılan Doktor Duzi'nin eserini neşretmesiyle, rahmetler yerinde onun ruhuna nesl-i âtiden la'netler ve nefretler gelmesi gibi; pek çok ehl-i iman tarafından tenkidler, itirazlar gelmek ihtimali var...

Şöhretperestlik emeli ise, bütün bütün aksine dönecek ve intikam hissi daha ziyade kabaracak.. Nur talebeleri kanun dairesinde hücum edecekler. Senin adavetkârane bir eserin çıksa, Nur talebeleri ile beraber bütün muhalifler ve nurlara muhtaç binler muarızlar çıkacaklar, eserler yazacaklar. Hem sen iki şiddetli iddianamende muza'af bir surette bizden, hususan benden hata sevab cetvelinin intikamını almışsın. Daha ileri gitmek, gazab-ı ilâhiye bir vesile olmak ihtimali var.

Hasb-ı halin sebebinin üçüncü maddesi:

Bizim ve nurların esas mesleği ve temel taşı ihlâs olmasından, dünya cereyanlarına ve siyasi işlere bakmamak, meşgul olmamak bize lâzımdır. Ta ihlâsa dokunmasın. Sen tekrar bizi dünya ile meşgul etme, çok rica ederiz.

Said Nursî

Müdafaanın, Büyük Doğu Gazetesinde neşredilen şekli[değiştir]

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ

30 Mayıs 1952 tarihinde Afyon’daki mahkemesinden sonra tekrar Emirdağı’na teşrif buyuran Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin, Büyük Doğu Gazetesi’nin 31 Mayıs 1952 tarihli nüshasında neşredilen mahkemedeki beyanatlarıdır.

Hüsrev

Bediüzzaman mahkemede: Abdurrahman Şeref Laç’ın gizliliğe itirazı üzerine duruşma alenî yapıldı.

Said Nursî Hazretleri, bu devirden evvel gizli düşmanlarım mutlak bir istibdadla cumhuriyeti siper alarak beni tazib ettiler, dedi.

Bugün Afyon Ağırceza Mahkemesinde Bediüzzaman Said Nursî hazretleriyle 34 Nur talebesinin muhakemelerine bakılmıştır. Eskişehir’den, Isparta’dan, Emirdağı’ndan ve diğer şehir ve kasabalardan yüzlerce meraklı bir dinleyici kitlesinin hazır bulunduğu bu davada, seksenlik ihtiyar Said Nursî Hazretleri bizzât hazır bulunuyordu. Ayrıca kendisini İstan­bul’dan gelen avukatı Abdurrahman Şeref Laç da temsil ediyordu. Davanın mahiyeti şu idi:

Üstad’ın Risale-i Nur Külliyatının neşrinden dolayı Afyon Savcılığı, Ceza Kanununun 163. maddesine göre dava açmıştı.

Ankara profesörlerinden müretteb bir bilirkişi heyeti, “Bu risalelerin 163. maddeye göre laikliğe aykırı bir hareketi tazammun etmediğini tesbit ederek rapor vermiş ve Af Kanunu ile cezaî takibata devam edilemeyeceği anlaşılmış ve dava durdurulmuştu. Buna rağmen Afyon Ağırceza Mahkemesi yüzlerce Risale-i Nur Külliyatının müsaderesine karar vermişti.

Yapılan itiraz üzerine Temyiz Mahkemesi, bilirkişi heyeti müvacehesinde Nur Risalelerinin müsaderesine nasıl karar verebildiği noktasından hükmü bozmuş. Yeniden duruşmaya başlanmıştır. Celse açıldığı zaman mahkeme heyeti, savcının talebi ile duruşmanın gizli olarak cereyan edeceğini bildirmiş ve salonu dolduran yüzlerce dinleyici dışarıya çıkarılmıştır. Bunun üzerine Avukat Abdurrahman Şeref Laç buna itiraz etmiş, duruşmanın gizli yapılması için kanunî sebeb olmadığını izah etmiştir.

Mahkeme heyeti bu ciheti tekrar müzakere ettikten sonra, duruşmanın alenen icrasına yeniden karar vermiş ve kapılar açılarak dinleyiciler tekrar salona alınmışlardır.

Duruşma bu suretle başladıktan sonra, Abdurrahman Şeref Laç davadaki kanunî vaziyeti izah etti. Bundan sonra mahkeme reisinin, mahkûmiyeti olup olmadığı sualine Said Nursî cevab verdi ve şöyle dedi: “Mahkeme kararıyla hiçbir mahkûmiyetim yoktur. Fakat yirmisekiz sene fiilen zulmün mahkûmuyum.” Ve sözlerine şöyle devam etti:

“Demokrasiden evvel gizli düşmanlarım, cumhuriyeti siper alarak bir istibdad-ı mutlakla, rejimi siper alarak bir irtidad-ı mutlakla, medeniyeti siper alarak bir sefahet-i mutlakla ve kanunu siper alarak cebr-i keyfî-i küfrîyi tatbik etmekle beni tazib ettiler. Şimdi huzurunuzda maznun olarak bulunan ve muhtelif vilayetlerden celbedilen Nur Talebeleri aynı eserlerden dolayı muhakeme edilmekte ve binlerce lira masrafa maruz kalmaktadırlar. Bu iş dört sene uzamıştır. Kanun her yerde ve her mahkeme için birdir. Kaziye-i muhkeme mevcuddur. Bu iş burada artık uzamamalıdır. Risale-i Nur; İslâmiyet, millet ve vatan için hârika faideleri ve hüsn-ü tesirleri hâiz olup Ramazan-ı Şerif hürmetine Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz ki, bu iş artık bitsin. Daha fazla uzamasın.”

Bunun üzerine mahkeme, bazı muamelelerin ikmali için duruşmayı başka bir güne bırakmıştır.

Büyük Doğu

Önceki Müdafaa: Afyon Mahkemesi KararnamesiTüm MüdafaalarTemyiz Mahkemesi Talebe Müdafaaları: Sonraki Müdafaa