Risale:Afyon Mahkemesi Kararnamesi (Müdafaalar)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Müdafaa: Afyon Mahkemesi Talebe MüdafaalarıTüm MüdafaalarTemyiz Mahkemesi: Sonraki Müdafaa

Afyon Mahkemesi Kararnamesi

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Elli bir sahifeden Nur’a ve müellifine ait kırk sahifedir. Risale-i Nur’un mahrem parçalarından çıkarılmış. Güya aleyhimizdedir. Halbuki, onları mesul eder. Aleyhimizdeki karanamedendir. Ve hakikaten lehimizde olduğundan, Nur’un eczaları içine girmeğe hak kazanmış.

Said Nursî

Teşekkürname[değiştir]

Teşekkürname

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Ben bütün samiyetimle sizlere teşekkür ediyorum ve Afyon’u da ve adliyeyi de tebrik ediyorum ki, sizin gibi muhakkik ve vicdanlı zatları bulmuş ki; makam-ı iddianın ve ehl-i vukufun bendeki şiddetli ameliyat-ı cerrahiyelerine merhem sürdünüz.

Bu on bir ay emsalsiz tecridle ve konuşturmamakla olan ağır elemlerimi bu son kararnamenizle sildiniz, hiç eser bırakmadınız. Şekva yerine şükür ettirdiniz. Eğer bazı arkadaşların ricaları ve temyiz Dairesine de sizin bu müdakkikane kararınızı okutmak fikrimiz olmasaydı, kararınızı hiç temyiz etmeyecektik.

Hakikaten hakiki adaletinizin bir nevi kerameti hükmündedir ki, benim kaç mahkememde izin verilseydi okuyacağım Risale-i Nur’un dünyaya bakan aynı noktalarının kararnamenizde yazmanızdır. Risale-i Nur’un tam kıymetini anladığınızdan ve âlimane hülâsa ettiğinizden, sizlere ruhum "Bin barekâllah" der.

Said Nursî

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Elli bir sahife karanamenin bana ve Nurlara ait olan kırk küsur sahifesini gayet ehemmiyetli bir mübarek eser olarak gördüm. Ve heyet-i hâkimenin kıymet-i ilmiyelerini ve adaletlerini ve geniş tahkikatlarını gayet parlak gösterdiğinden, benim aleyhimde olsa da ruh-u canımla o kıymettar eserin neşrine taraftarım; sizlere minnettarım. Çok rica ederim ki, o şaheserin teksiri için bize izin veriniz.

Afyon Cezaevinde

Said Nursî

Kararnameden 1[değiştir]

Afyon Mahkemesi Kararnamesinden

"Birinci Meselenin yazıldığından hayli zaman sonra zuhur eden hadise, tam tevilini göstermiş; şöyle ki:

Hadiste, ‘O Süfyan bir su içecek, elli delinecek.’ denilmiş. Yani, bir çeşit su olan rakıyı, su gibi çok içecek. O sebepten batnı su tulumbası gibi olacak. Ve o su hastalığı yüzünden zulüm ve hile ile topladığı milyonlar malı su gibi elinden akacak, ecnebi doktorların boğazına girecek. Mesmuatıma göre; üç senede, üç milyona yakın liraları tedavisine gayet israf ile sarfeden bir insan, asrımızda göründü. Hayatının lisan-ı hâliyle dedi: ‘Bu hadisin tevilini bende görünüz.’ Hem ‘Bir su içecek, eli delinecek.’ kudsî sözünün, ne kadar manidar ve mucizekâr olduğunu vefatıyla bildirdi, gitti.."

299. sahifede: "Fitne-i ahirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olamaz." İşte dans ve tiyatro gibi zamanın lehviyatları, kebairleri ve bid’aları birer cazibedarlıkla pervane gibi, nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder."

311. sahifede: "İslâm deccalının bir gözünde teshir edici bir manyetizma bulunur." Yani: Bir gözü ötekine nazaran kör hükmündedir. Çünkü kâfir-i mutlak bulunduğundan yalnız ve münhasıran bu dünyayı görecek bir tek gözü var. Ben, bir manevî âlemde İslâm Deccalını gördüm. Bir gözündeki teshir edici manyetizmayı gözümle müşahede ettim. Onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cüretle ve cesaretle, mukaddesata hücum eder. Avam-ı nâs, hakikat-ı hâli bilmediklerinden harikulâde bir iktidar ve cesaret zannederler. Ve hem, gizli ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak, kahramanlık damarıyla onu alkışlarlar. 1 اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى cümlesi, onun aynı zamanına cifirle ve bir münasebetle işaret ettiği gibi, ehl-i dalâletin camilere tâgiyane tecavüz edeceğini gösteriyor.

Bir rivayette: "İslâm Deccalı, Horasan taraflarında zuhur edecek." denilmiş. Allahu a’lem bunun bir tevili şudur ki: "Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup ve daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamanki meskenini zikretmekle, Süfyan'ın onların içinde zuhur edeceğine işaret eder. Çok gariptir ki, yedi yüz sene müddetle İslâmiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeairine karşı istimal etmeye çalışır!" denilmektedir.

Hücumat-ı Sitte’nin altıncı sahifesinde: "Âlem-i İslâm, muazzam bir camidir. Ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattır. Haylaz çocuklar ise; çocuk akıllı dalkavuklar, serseri ahlâksızlardır, frenk-meşreb milliyetsiz ve dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir."

13 ile 15. sahifelerde: "İşte ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhadın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsi cihad-ı manevinizden vazgeçirmek için size hücum etseler; deyiniz: "Biz Hizbü’l-Kur’an’ız. Kur’an’ın kal’asındayız. Binler ihtimalden bir tek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli!" deyip, ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup, tard etmelisiniz."

Hem o dalkavuklara deyiniz ki: "Yüzde yüz ihtimal ile bir felâket gelse; zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız. Çünkü, mükerrer tecrübelerle görülmüştür ki: Üstadına tehlike zamanında hıyanet edenlerin, gelen belâ evvel onların başında patlar."

18. sahifede: "Şimdi diyorum: Ey kardeşlerim! İngiliz gibi en cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, matbaa lisanıyla onlara mukabele etmekte tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur’anî kâfi olması, elbette ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, yüz derece kâfidir. Hem askerlikte en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yaralananlar ise siperlerinde sebat edenlerdir."

22 ile 40. sahifelerde: "Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi, insanın şu zaif damarı olan tama’ yüzünden yakalarlarsa; bu fakir kardeşinizi numune-i misal ediniz. Bütün kuvvetimle sizi temin ederim ki: Kanaat ve iktisad; maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek.

İhtar: Ehl-i dalâlet, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye karşı münafıkane ve desisekârane iğfal ve hile damını istimal ediyorlar. Dostlarımı hubb-u câh, tama, havf ile aldatmak ve beni bazı isnadlarla çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet olarak hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf, her bir emr-i hayırda bulunan manileri def’etmek vazifesi, bizi bazen menfi harekete sevk ediyor.

Dördüncü Desise-i Şeytaniye: Ehl-i dalâletin, bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgâl eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak asabiyet-i milliyelerini tahrik etmek için, Said bir Kürttür. Milliyetinize sadık olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek, hamiyet-i milliyeye münafidir."

Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan o hamiyetfuruş mülhidlere derim ki: "Ben bu vatan evlâdlarına ve Türk milletine, İslâmiyet hesabına müftehirane ve taraftarane muhabbettarım, uhuvvetim var. Sen ise ey hamiyetfuruş sahtekâr! Türkün mefahir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî, muvakkat, garazakârane bir uhuvvetin var.

Senden soruyorum: Türk milleti yalnız yirmi ile kırk yaş arasındaki gafil, heveskâr gençlerden mi ibarettir? Hem, hamiyet-i milliyenin iktiza ettiği hizmet, yalnız onların gafletini ziyadeleştirip ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyata teşci eden frenk-meşrebane terbiye midir? Türk milleti denen şu vatan evlâdı; ehl-i salâhat ve takva; muzibetzede ve hasta; ihtiyar ve zaifler; çocuklar; fakir ve âcizler ve gençlerden ibaret olmak üzere altı kısımdır.

Altıncı tâifeye sarhoşçasına bir keyf vermek yolunda, o beş taifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellilerini kırmak; hamiyet-i milliye mi, yoksa millete düşmanlık mıdır?

Senden soruyorum: Ehl-i imanın, musibetzede ve hastaların menfaati, frenk-meşrebane ve dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Masum çocukları muvakkaten güldürecek, terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu frenk usulü, onları manen boğazlamaktır, vahşiyane bir gadirdir, zulümdür. Türkün hakiki bütün mefahir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları, Türk bilmiyoruz; Türk perdesi altına girmiş frenk telâkki ediyoruz!

Ey efendiler! Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’an’a feda olan bu baş, size eğilmeyecek.

Ey kardeşlerim! Ehl-i dalâletin dalkavukları, dikkat ediniz, sizi enaniyetle vurmasınlar!" denilmektedir.

1.) Muhakkak ki insan azgınlaşır. (Alâk Sûresi, 96:6)

Kararnameden 2[değiştir]

Ahmed Feyzi’nin Maidetü’l-Kur’an ve Hazinetu’l-Bürhan eserinin 8. sahifesinde: "1938; eza-yı kâfiraneye senelerden beri sabreden ehl-i imana, sabırlarının mükâfatı.." 9 ile 12. sahifelerde: "1915-1926; ejder-i küfrün şahlanması; ehl-i imanın mücahede ve safa yerlerini temyiz ve tebyin için vaki olmuş bir imtihan-ı rabbanî ve hadd-i tuğyaniyenin azamî derecesiyle icra-yı şenaate başlayan dalâlet-i deccalane muvacehesinde ızdırab-ı şedideye düşen Nur şakirdleri için himaye-i ilâhiyeyi müjdelemektedir.

1928-1930; ümmet-i Muhammediyenin hayatı nokta-i nazarından çok şamil bir tefsiri haiz iki insanı haber vermektedir. Bunlardan biri; mahz-ı mevhibe-i ilâhiye olacak ve kendisine hikmet-i ilâhiye ve hikmet-i Kur’aniye ihsan edilecek. Diğeri de; fitnesi, bu ümmet-i Muhammed’de şeytandan daha eşedd ve müessir bir zalim olacaktır. filhakika tesir-i dalâletkâranesi şeytandan daha eşedd ve müessir bir tağut-u dalâletin icra-yı şenaat ettiği bir devrin insanları olduğumuz gibi; ona mukabil, sena-yı Muhammediye (a.s.m.) lâyık bir şekilde, mahz-ı hikmet ve mevhibeye mazhar bir memur-u rabbanînin neşr-i envar eylediği bir devri yaşıyoruz.

1 اَللّهُمَّ اجْعَلْ رِزْقَ آلِ مُحَمَّدٍ فىِ الدُّنْيَا قوُتًا

hadis-i şerifin ifadesi: 1293’te doğup, 1373’e kadar ifa-yı cihad edecek olan bir zatın, bir cihette âl-i pak-i Muhammediyeden (a.s.m.) olduğuna ve hatta silsile-i sâdatın bir mahsulü bulunduğuna şehadet ve onun rızk-ı mübarekinin kut-u yevmiyeden ibaret bulunacağına delâlet etmektedir.

1371; vazife-i hilâfetin cereyan edeceği tarihlerin mebdei.. 1880; son asırların tağut-u dalâletinin doğumu olup, onun temsil ettiği ruh-u dalâlete, hizbü’l-Kur’an’ın ve ondan nebean eden Risale-i Nur’un meydan okumasını göstermektedir." denilmektedir.

Siyah kaplı defter içindeki mektuplardan 15. sahifedeki "Said" imzalı bir mektupta:

"Ehemmiyetli bir kardeşimiz, Nur’un ciddi bir naşiri Refet Bey*in mektubunu aldım. Refet Bey’in İstanbul’a gitmesi ve faaliyette bulunmasını tebrik ederim. Gizli münafıkların takip ettikleri iki plandan birisi: Benim haysiyetimi kırmakla, güya Nurların kıymeti düşecek..

İkincisi: Nur şakirdlerine telâş ve fütur vermekle Nurların intişarına mani olunacak. Hiç korkmayınız; milyonlarla kahraman başlar feda oldukları bir hakikate, bizim gibi bazı biçarelerin dahi başları da feda olsun!"

Haşiyede; "Nazif’in yeni hurûf ile yazdığı Asâ-yı Musa’nın sonuna, üniversiteliler namına Mustafa Oruç’un imzasıyla yazılan fıkrayı derc etmeleri güzel olmuş, cildlenmek için İstanbul’a 120 nüshayı göndermişler."

Sahife 15’te Mustafa Osman’ın bir mektubunda: "Asâ-yı Musa’ ları ciltletmekle meşgul olduklarını... İşte kahraman ordu, alâmet-i küfür olan şapkayı başından çıkarıp attı. Yeni tedavüle konulan yüz kuruşluklarda, âdet-i menhuse ve onlarca ehemmiyetli olan resim koymağa muvaffak olamamışlar.

Bunu bir alâmet-i kat’iye olarak kabul etmekle, Süfyanın prensipleri de kendileri gibi ölüyor, senelerden beri yanan cehennemi sönüyor, devir artık dönüyor." Said Nursî, lâhikaya bu mektubun da girmesini tensib etmiştir.

58. sahifedeki bir mektupta: "Siracü’n-Nur mecmuası başka risaleler gibi herkese verilmemeli, gizli kalmalıdır." deniliyor.

64. sahifedeki bir mektupta: "Hususan Beşinci Şua içinde bulunan Siracü’n-Nur, lâyık olmayan ellere verilmemelidir." denilmektedir.

Kırmızı kaplı defter içindeki mektupların içinde 60. sahifede yazılı bir mektubun haşiyesinde: "Bu senenin emsalsiz rahmetli yağmuru, ordunun başından şapkanın kısmen kalkması, Kur’an mekteplerinin resmen açılması, Zülfikar ve Asâ-yı Musa’nın iman kurtarmak için tesirli bir surette intişar etmesi, üniversitedeki Nur şakirdlerinin, Nurların hakikatini fen dairesinde fevkalâde kıymetini takdir ettiklerine bir numunedir." deniyor. Bu mektubun devamı olan üniversite Nurcuları namına Mustafa Ramazanoğlu’nun mektubunda da, Risale-i Nur’dan bahisle: "Nur topuzunu ehl-i küfür ve münkirlerin başına vurup; ya aklını başına alarak insan ol veya aklını başından çıkar, at, hayvan ol." denilmektedir.

87. sahifede yazılı bir mektupta: "Bazen siyasî cereyanlar, Alevilerin fıtrî fedakârlıklarından istifade edip kendilerine alet etmemek için, Nur dairesine çekmek büyük bir maslâhattır. Madem Nur şakirdlerinin üstadı, İmam-ı Ali (r.a.)’dir. Elbette hakikî Alevilerin kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri lâzımdır.

90. sahifede yazılı bir mektupta: "Dört Zülfikar, dört Asâ-yı Musa’nın hacılarla Medine, Şam, Mısır ve Hind’e gönderildiği.." Yine bu mektubun ahirinde; "Medresetü’z-Zehra'nın tesisinin maddi çok manileri bulunduğundan, şimdilik Nur şakirdlerinin heyet-i mecmuasının bir dairesinden ibaret olduğu.."

90. sahifede yazılı bir mektupta, "Mısır, Şam ve Medine’ye gönderilmek üzere Siracü’n-Nur’dan da İstanbul’da Refet vasıtasıyla, Hacı Bekir’e teslim edilse münasib olur. Yalnız İşarat-ı Seb’a ile Hücumat-ı Sitte’nin zeyli şimdilik içinde bulunmamalı. Çok ihtiyat ediniz. Gerçi Risale-i Nur her tarafta galebe ediyor, fakat gizli düşmanlar evham vermeğe çalışıyorlar." denilmektedir.

1.) Allahım, Âl-i Muhammed'in dünyadaki rızkını bir günlük azık kıl. (Buharî, Rikak:17; Müslim, Zühd:18)

Kararnameden 3[değiştir]

Sanıklardan bilahire yakalanmış olduğundan, bilirkişilere tedkike gönderilmeyen sair eserler ve mektuplardaki suç mevzuu olan yazıların hulasaları

1365'te basılmış Zülfikar-Mu'cizât-ı Ahmediye ve Kur'aniye adlı iki kitabın 38-39-40. sahifelerinde: Teaddüt-ü zevcâtın (kaldırılması) suretperestliğin, medenî kanunla kadınlara erkekler derecesinde hak verilmesinin, tesettürün ref'inin; Kur'an'ın hükümlerine aykırı olduğu iddia edilmekte.. ve burada Said Nursî, Eskişehir Mahkemesinin bu mes'elelerden dolayı kendisini mahkum ettiğini hatırlamış olacak ki; bir hâşiyede:

"Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Binüçyüzelli senede ve her asırda üçyüzelli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakiki bir düstûr-u İlâhiyi, üçyüzellibin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve binüçyüzelli senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkum eden haksız bir kararı, elbette rûy-ı zeminde adâlet varsa, o kararı red ve hükmü nakz edecektir."

Keza diğer bir hâşiyede: "Tesettür-ü nisvan hakkındaki Otuzbirinci Mektub'un Yirmidördüncü Lem'a'sı, gayet kat'i bir surette isbat etmiştir ki: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir. Ref-i tesettür, fıtrata münâfidir."

14.sahifenin sonunda: "Hazret-i Muhammed (A.S.M.) hilafet saltanatından sonra ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmıştır."

Meyve risalesi'nin Onuncu Mes'ele'si, Emirdağı Çiçeği başlıklı yazının hatimesinde:

1 مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ cümlesinin, Nur Şakirdlerinin geniş bir imha plânından, elim ve dehşetli bir belâdan, Denizli Hapsinden kurtulmalarına;

2 اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ cümlesinin, bizdeki Hürriyet İnkılâbının Kur'an lehindeki neticelerini bozmak fikriyle, tebeddül-ü saltanat tarihine..

3 وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ cümlesinin de, bu vatanda felsefenin tahakkümü ile bu dindar millete tahavvüllerin vücuda gelmesine..

4 لاَ اِكْرَاهَ فِى الدّيِنِ cümlesinin, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikrah ve icbar olmadığından, hükûmetin lâik cumhuriyete dönmesine tekabül ettiği ve aynı tarihte bulunan cihad-ı mânevi mübarezesinde büyük bir kahraman, Risale-i Nur'dur ki; onun mânevi elmas kılıncı, maddi kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.

Risale-i Nur Şâkirdleri dünya siyasetine karışmıyorlar, tenezzül etmiyorlar, ehemmiyet vermiyorlar. Ve hakiki Şakirdleri, en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı, ona der: "Ben, seni idam-ı ebediden kurtarmağa ve fâni hayvaniyetin en süfli ve elim derecesinden, bir bâki insaniyet saadetine çıkarmağa çalışıyorum. Sen, benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Haydi def'ol!, senin ile uğraşmam; ne yaparsan yap." diyor.

Bu bahsin sonunda: 5 اَللّهُ وَلِىُّ الّذِينَ آمَنُوا cümlesiyle hem mana, hem cifirle Risale-i Nur'a bir remzi var." diyor ve kesiyor. Hâşiye olarak da : "Bâki kısmının şimdilik yazdırılmadığının sebebi, siyasete temasıdır. Evet 6 اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى o tağuta bakar ve baktırır." denilmektedir.

Bu kitabın sonunda, Said Nursî tarafından kitaba girmesi tensib olunan Hasan Feyzi'nin bir mektubu vardır. Hulâsası:

"Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhâmı olup O'nun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına şüphe yok." "Ben, kimsenin malı değilim.Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur'ânîyim. Bir lâyemut'un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr'um."

"Sen, çok feyizli ve rahmetli bir hak kitabsın. Bazı has ve hâlis talebelerini, evliya ve asfiya nişanlarıyla taltif ve tezyin ediyorsun. Hem, mahkemelere senin eczaların, bir mücrim, bir maznun sıfatıyla değil, belki bir muallim , bir mürebbi ve bir mürşid olarak girmiştir. Her divan-ı adâlette en büyük dehşet ve savletini, azamet ve izzetini parlak ve şa'şaalı bir surette gösterdin. Onları da imân ve Kur'an suyuyla yıkadın."

"Ey Risale-i Nur'un bir hâdimi ve tercümanı olan Üstadım! Allah'ın abdi, İmam-ı Ali'nin (R.A.) mânevi veledi ve Gavs-ı A'zam'ın (K.S.) müridi olan Üstadım! Beni huzur-u âlî ve irfanına çıkar."

"Ancak bir kilo kadar olan bir aylık erzakı ve zahiresi, paket halinde kağıtta sarılı ve çivide asılı duruyor. O yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşuyor. Hediye ve behiyeleri almaktan çekiniyor. Zekat ve sadakaları, teberrük ve teberru'ları alsaydı, bugün bir milyon servet sahibi olurdu. Fakat O, tıpkı Cenab-ı Ömer'in dediği gibi: "Sırtıma fazla yük alırsam, Allah'ın habibi Muhammed'e (A.S.M.) ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem; yarı yolda kalırım." diyor. "Bütün eşya ve eflâkı senin için yarattım Habibim!" fermanına karşı, "Ben de, senin için onları terk ve feda ettim." diye verilen cevab-ı risalet-Penahiye ittibâen ve imtisalen; O da, dünya ve mâfiha muhabbet ve sevdasını terkederek, bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nazenini envar-ı Kur'aniyenin intişarına sarf ve hasretmişir." denilmektedir.

Yeni Türkçe olarak Hicrî 1366'da basılmış olan Asâ-yı Mûsâ kitabının Onbirinci Mes'elesinin hâtimesinde;

7 قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ sûresini cifir ve ebced hesabıyla tefsir edip; Nur Şâkirdlerinin Eskişehir Hapishanesinden, dehşetli bir şerden kurtulmalarını, haklarındaki imha plânının akim kalmasını haber veriyor.

Ve 1 مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ cümlesinin, 1361 rakamıyla; yine Risale-i Nur Şâkirdlerinin geniş bir imha plânından, elim ve dehşetli bir belâdan, Denizli Hapishanesinden kurtulmalarını gösteriyor."

2 اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ 1328 tarihiyle ecnebi gaddarların hırs ve hasediyle, bizdeki Hürriyet İnkılâbının Kur'an lehindeki neticelerini bozmak fikriyle, tebeddül-ü saltanat ile aynı zamanda Birinci Dünya Harbinin patlamasına tekabül ettiğini..

3 وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ 1347 tarihiyle; bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar, felsefenin tahakkümüyle bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller ve aynı tarihte İkinci Dünya Harbi mukaddemat-ı izhariyesi başlaması..

8 قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ cümlesi, 1350 tarihiyle; dini, dünyadan tefrik ile, dinde ikrâha ve icbara ve mücâhede-i diniyeye, din için silahlı cihâda muarız olan hürriyet-i vicdan, bir kanun-u esasi ve bir düstûr-u siyasi oluyor. Bu tarihte hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevi bir cihâd-ı dini, imân-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki; Dindeki rüşd ve irşad, hak ve hakikatı Nurlarla gösterecek derecede kuvvetli bir Nur, Kur'an'dan çıkacak diye haber veriyor."

"Risale-i Nur'un hakiki bir şakirdi, en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı (Said'in bir mektubundan, bunun Mustafa Kemal olduğu anlaşılmaktadır.) ona der: "Ey bedbaht! Ben, seni idam-ı ebediden kurtarmağa ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmağa çalışıyorum. Sen, benim ölümüme ve idamıma çalışşıyorsun. Senin bu dünyadaki lezzetin pek az ve kısa, âhirette ceza ve belaların pek çok ve uzundur. Benim ölümüm bir terhistir. Haydi Defol! Senin ile uğraşmam; ne yaparsan yap."

110.Sahifede: "Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda, her tarafta hakâik-ı Kur'aniyeyi mücahidâne neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki: O'nun üstadı ve menba-ı feyzi ve mercii olan Kur'an semâvidir, beşer kelâmı değildir."

1.) Yarattığı şeylerin şerrinden.. (Felâk Suresi: 2)

2.) Düğümlere üfleyen büyücüler.. (Felâk Suresi: 4)

3.) Ve hased ettiği vakit hasetçinin şerrinden.. (Felâk Suresi:5)

4.) Dinde zorlama yoktur. (Bakara Suresi: 256)

5.) Allah, iman edenlerin dostudur. (Bakara Suresi:257)

6.) Şüphe yok ki, insan azar. (Alâk Suresi: 6)

7.) De ki: Sığınırım sabahın Rabbine. (Felâk Suresi: 1)

8.) Artık doğruluk (sapıklıktan) apaçık ayrılmıştır. (Bakara Suresi: 256)

Kararnameden 4[değiştir]

130.Sahifede: 23. Lem'a'da : "Bundan ondört sene evvel Ankara'ya gittim. İslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imânın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zındıka fikri onu bozmak ve zehirlemek için dessâsâne çalıştığını gördüm. Eyvah! dedim. Bu ejderha imanın erkanına ilişecek. O vakit şu âyet-i kerimenin bedahet derecesinde Kur'an-ı Hakîm'den alınan kuvvetli bir bürhanını arabî ibaresinde yazdım. Fakat, maatteessüf o bürhan te'sirini gösteremedi; dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu" denilmektedir.

Bu kitabın sonunda, Halil İbrahim'in bir mektubunun altında, Medresetü'z-Zehrâ'nın erkanları ünvanıyla Husrev ve Re'fet'in ve küçük Isparta Talebeleri nâmına da Nazif, Selahaddin Çelebi, Küçük İbrahim Fakazlı isimleri ve ayrıca Mehmed Feyzi'nin bir medhiyesi ve yine bu sanık tarafından yazılmış (kitabtaki arabça kelimelere dair) lügatçe vardır.

Muhtelif sanıklardan müteferrik halde bulunan Risalelerden (Bekir Palas'ın dosyasında bulunan Dördüncü Söz);

"Anadolu'da Nur'un intişarıyla belaların def'i ve susturulduğu; nasılki sadaka, kazâyı ve belayı def'ederse, Risale-i Nur'un da yirmi senedir Anadolu'ya gelecek kazâ ve belâyı def'ettiği.."

"Bu mektub yazılırken iki def'a güvercinin pencereye geldiği, mektubun mübarekiyetini tebrike geldiklerine kanaat getirdiğini.."

"Zabıta âmirlerinden iki mühim zatın kendisiyle konuşmaktan çekindikerini; bu adamlar gibi me'murları bulunan bu hükümeti, hükümet diyerek merci bilip müracaat etmek, kar-ı akıl değildir, beyhudedir, zillettir. Ben derim ki: Bunlar içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar."

"Emeviler devlet-i İslâmiyeyi Arab milliyeti üzerine isnad ettirip rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından iki cihetten zarar gördüler. Birincisi: Milel-i sâireyi rencide ederek, tevahhüş ettiler.Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adâlet ve hakkı takib etmediklerinden adâlet edilmez; zulm eder. Rabıta-i dîniye yerine, rabıta-i milliye ikâme edilmez. Edilse adâlet olmaz, hakkaniyet gider."

Aynı eserde Deccalın yalancı cennet ve cehenneminden bahsederken, "Sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir vasıtası olan şimendifer, ehl-i sefahet için yalancı bir cennet getirir. Bîçâre ehl-i diyanet ve ehl-i İslâm için medeniyet elinde cehennem zebanisi gibi tehlike getirir; esaret ve sefaleti artar." denilmektedir.

Yirmialtıncı Söz Risalesinde: "33 adet Sözlerin, 33 adet Mektubların, 31 adet Lem'aların ve 13 adet Şuaların mecmuuna Risale-i Nur denilmesinin sırrı şudur ki:

Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiş. Ezcümle, karyem Nurs'dur, merhum validemin ismi Nuriyedir. Nakşi üstadım Seyyid Nur Muhammed'dir. Kadiri üstadlarımdan, Nureddin, Kur'an üstadlarımdan Nurî, talebelerimden benimle en ziyade alâkadar Nur isimli bulunanlardır.(Haşiye) (Ne garibtir ki, mühim Nur şâkirdleri arasında Nuri isimli kimseye rastlanmamaktadır.) Hem kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden nur temsilleridir. Hem hakaik-i İlâhiyede müşkilatımın ekserini halleden esmâ-i Hüsnâdan Nur ism-i Nurânisidir. Hem Kur'ana şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetin için hususi imamım, Zinnûreyn'dir. (R.A.)"

Yirmialtıncı Mektub'da Said Nursî kendisinden bahisle:

"Bu biçâre kardeşinizde üç şahsiyet var ki, birbirinden çok uzaktırlar.

Birincisi: Kur'an-ı Hakim hazine-i âliyesinin dellallığı cihetindeki muvakkat ve sırf Kur'an'a aid bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlak var ki, o benim değil, ben sahibi değilim. O, makamın ve vazifenin iktiza ettiği bir seciyedir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil, onunla bana bakmayınız; o, makamındır.

İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde dergâh-ı İlâhiye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hak'kın ihsaniyle muvakkat bir şahsiyet görünüyor ki; o şahsiyetin bazı âsârı var. Mâna-yı ubûdiyetin esası olan kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiye iltica etmek noktalarından ileri geliyor ki; o şahsiyet ile kendimi herkesten ziyade bedbaht, biçâre, âciz ve kusurlu görüyorum. O vakit bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki, iyiyim, sahib-i kemâlim.

Üçüncüsü: Hakiki şahsiyetim, Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var. Onda Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlar var ki, bazan riya ve hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem asil bir hanedandan olmadığımdan, hisset derecesinde iktisada düşkün ve pest ahlaklar görünüyor. Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû-i hallerini söylemiyeceğim. Cenab-ı Hak merhametkârane inayetini benim hakkımda böyle göstermiş ki, en edna bir nefer gibi bu şahsımı en âli ve hâs bir mürşid hükmünde olan esrar-ı Kur'aniyede istihdam ediyor. Yüzbin şükür olsun!.. Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden âlâ.."

Aynı mektubun Üçüncü Mebhas'ının Birinci Mes'elesinde : "Fikr-i milliyet şu asırda pek çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zâlimleri, İslamlar içinde bunu menfi bir surette uyandırıyorlar. Menfi unsuriyet fikriyle, şark vilayetlerindeki vatandaşlara ve cenub tarafındaki dindaşlara adavet beslettiriyorlar. Onlara karşı cephe almak, çok zararlı ve tehlikeli.." deniyor.

Dördüncü Meselede: "İslâmiyetin verdiği uhuvvet yerine, uhuvvet-i milliyeyi ikame etmek; bir kal'anın taşlarını, kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakâne bir cinayettir.

İşte ey Ehl-i Kur'an olan şu vatanın evladları! Abbasi zamanından beri bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'anı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'an'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız; bütün dünyayı susturdunuz.

Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslamiyetle imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Bütün senin mazideki mefahirin, İslamiyet defterine geçmiş. Bu mefahir; zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, şeytanların vesveseleriyle o mefahiri kalbinden ve milliyetinden silme!.."

Beşinci Mes'elede: "Asya'da akvam, fikr-i milliyeye sarılıp aynen Avrupa'yı her cihetten taklid ederek, mukaddesatlarını o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki; Avrupa bir dükkân, bir kışla ise; Asya, bir mezraa, bir câmi hükmündedir. Bir dükkancı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyetiyle mescid vaziyeti bir olamaz.. Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare edecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, dine yardım etmeli, yerine geçmemeli.

Sâniyen: Din-i İslâmı, Hıristiyan dinine kıyas edip, Avrupa gibi dine karşı lakayd olmak, pek büyük hatadır. Evvelâ : Avrupa dinine sahibdir Belki bir cihette müteassıbdır. Avrupa, dinine müteassıb olduğu zamanda medenî değildi. Taassubu terk etti, medenîleşti. Ehl-i İslâm ise; ne vakit dinine ciddi sahib olmuşlarsa, o zamana nisbeten terakki etmişler. Ne vakit dine karşı lakaydlık vaziyetini almışlarsa; perişan olmuşlar, tedenni etmişlerdir. İslâmiyet, fukaraların, ehl-i ilmin melcei, kal'ası olmuştur.

Heyhat! Nerede millete şefkat ve nerede millet yolunda fedakârlık? Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünki: Cenâb-ı Hak, bin seneden beri şu Kur'an'ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar ta'yin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla perişan etmez. Yine o nûru ışıklandırır..."

Bir çok hadiseler zikrettikten sonra; "Kanaat gelirse; şahsıma karşı değil, belki hizmet-i Kur'aniye noktasından ve sırf o noktada bir ikram-ı İlâhi var. Ve bir inayet-i Rabbâniye altında hizmet ediyoruz."

31.Mektub'un Sekizinci Şua'ında: "İmam-ı Ali'nin, Risale-i Nur'a dair kerametlerinden, Siracü'n-Nur'u haber verdiğini; onun en nâmdar risalelerine parmak bastığından ve âdeta alkışladığından ve sekiz remizle meşhur bir kısım risaleleri gösterdiğinden" bahisle, "Risale-i Nur'un, Kur'an'ın işaret ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.)'ın takdir ve tahsinine, teveccüh ve tebşirine mazhar olduğunu" iddia etmekde ve bunu bazı hadislerden aldığı cifir ve tevafuklar ile isbatına çalışmaktadır."

Haşiye: O zaman öyle idi. Şimdi yirmi sene oldu.

Kararnameden 5[değiştir]

28. Mektupta: "Mahremdir, herkese gösterilmez" kayıtlı, Dördüncü Mesele başlıklı yazıda:

"Hıyanet niyetiyle her ne vakit bir hain memur yanıma gelse, onu yılan suretinde görüyorum. İhvanlarıma tavsiyem şudur ki: Zaruret-i kat’iye olmazsa onlarla uğraşmayınız. Tenezzül edip, onlarla münakaşa etmeyiniz. Fakat, buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı zaaf göstermek, onu hücuma teşci ettiği gibi; canavar bir vicdanı taşıyanlara karşı dalkavukluk etmekle zaaf gösterilmiş olur, onları tecavüze sevkeder. Müteyakkız davranmalı. Dostların lâkaydlıklarından veya gafletlerinden gizli zındıka taraftarları istifade etmesinler."

"Şimdi ve hattâ on iki seneye yakındır ki;

1 اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ

deyip, siyaseti her cihette atmışım. Beni sıkan ve sıkıştıran ve yedi senedir müdhiş bir esarette beni durduran; zındıka ile telezzüz edenlerdir. O zındıka ehli bilsinler ve haberleri olsun ki; Kur’an’ın elmas kılıncıyla, onların beyinlerini kırmışım. Onlara karşı gâlibim. Maatteessüf, el altında bana hücum ediyorlar."

"Bana karşı yedi senedeki yapılan muameleler, sırf keyfî ve fevkalkanundur. Yılanları, köpekleri bana musallat ediyorlar. Bir kısım memurlar, nüfuz-u hükumeti ağraz-ı şahsiyede istimal ediyorlar. Onlar, beni bir köyde mahpus zannediyorlar. O gizli zındıkların rağmına olarak, Barla kürsi-i ders olup, Isparta vilâyeti de medrese hükmüne geçti."

"İhtiyarımız ve haberimiz olmadan mühim işlerde kullanılıyoruz. Şuurumuz ve irademizden hariç, bir kısım inayata ve teshilâta mazhar oluyoruz. O inayetlerden;

Birisi: Tevafukattır.

İkincisi: Kuvvetli, ciddi, samimi, gayyur ve fedakâr, kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan eyledi. Sabri’nin tabiriyle, Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler gibi, esrar-ı Kur’aniyeyi ve envar-ı imaniyeyi etrafına neşr ve her tarafa işittirmeleri; (hurûfatın değiştiği, matbaanın olmadığı, herkesin envar-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) hem fütur verecek, şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle hizmetleri, bir keramet-i Kur’aniye, zâhir bir inayet-i ilâhiyedir. Böyle bir cemaatın şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir.

3. İşaret: Risale-i Nur eczalarının en mühim hakaik-ı imaniyeyi en muannide karşı parlak surette isbatı...

4. İşaret: Bütün risalelerde derin hakaik, temsilât vasıtasıyla en ümmî olanlara kadar ders veriliyor.

5. İşaret: En büyük âlimden, en büyük veliden tut, en muannid dinsiz bir feylesofa kadar, o risaleleri gördükleri, okudukları ve tokatlarını yedikleri halde tenkid edilmemesi...

6. İşaret: Şu yedi sene gurbetim ve sebebsiz arzumun hilâfına tecridim, yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim; doğrudan doğruya hizmet-i Kur’aniyeyi hâlis ve safi bir surette yaptırmak için verildiğine şüphem kalmamıştır. Yazılan eser ve risaleler, hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen âni olarak ihsan edilmiş. Tam zamanında ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.

7. İşaret: Bu hizmetimiz zamanında beş-altı sene zarfında mübalâğasız yüz eser-i ihsan-ı ilâhî ve kerâmat-ı Kur’aniyeyi gözümüzle gördük. 16, 26, 28. Mektublarda beyan ettik..."

"Yazdığımız risalelerde, Kur’an kelimesi ve Resul-i Ekrem kelimelerinde öyle bir tevafuk görülüyor ki; bu bir kasd ile tanzim edilip vaziyet veriliyor. Kasden bizim olmadığına delil de: Üç-dört sene sonra muttali olduğumuzu...Yirmi Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaret’inde bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur’an tevafuku bulunduğu halde, birbirine hat çektik; mecmuunda "Muhammed" lafzı çıktı. Bu ne tesadüfün işi, ne de müellif ve müstensihin düşünüşüdür."

Birinci Şuada, "Kur’an-ı Kerim’de otuz üç ayetin hem manasıyla, hem cifir hesabıyla müttefikan Risale-i Nur’u gösterdiği, bu sebeple Risale-i Nur’un Kur’an’ın bâhir bir bürhanı, kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-i manevîsi olduğu" iddia olunuyor.

Bir ayette Risale-i Nur müellifinin velâdetini haber verdiği, bir ayette Said Nursî’nin meyyit hükmünde olduğu, Risale-i Nur’la ihya edildiği; Risale-i Nur müellifinin hem hayat-ı maddiye ve hem maneviyesine işaret olduğu ve bir ayette Risale-i Nur’un muarızlarına ve onların cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehasına işaret olunduğu; 1344 tarihinin Risale-i Nur şakirdlerinin mücahede-i maneviye atılmaları tarihine tetabuk ettiği; yine bir ayette, risalet ve nübüvvetin her asırda veraset noktasında nâibleri ve vârisleri ve vekilleri bulunmak kaidesiyle bir mana-yı remzî cihetinden, vazife-i irsiyeti tam yapan Risale-i Nur olduğu; 1351 tarihinin Risale-i Nur’un şimdilik beyanına izinli olmadığı ehemmiyetli bir vazifesinde, bu emr-i Kur’aniye imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk ettiği" yazılıyor.

Salâhaddin Çelebi'nin Risale-i Nur’a ait bir istihracından bahsolunuyor. "Ayetin hakiki manası: ‘Su bulamadığımız vakitte, temiz toprakla teyemmüm ediniz’ mana-yı işarîsi: Medrese ve irşadgâhların seddiyle ve ehl-i ilim sarıklarının açılmasıyla manevî susuzluk başladığı hengâmda, Risale-i Nur’un on beş senede kazanılan iman-ı tahkikîyi on beş haftada, belki bazen on beş saatte sarsılmayacak derecede kazandırmasıdır."

Bir ayetin işaretiyle; "Kadınların çıplak bacak olarak erkeklere karışması, Risale-i Nur’un şiddetli taarruzlar içinde tesettür lehinde kuvvetli mukavemeti zamanına, 1347 tarihine parmak basmıştır. Bu tarihte cazibedar fitne-i nisanın, ehl-i İslâmı içine cezbetmesi, ref’-i tesettürün resmileşmesidir. Risale-i Nur’un tam mücahedesi de aynı tarihe tesadüf eder." denilmektedir.

Yine Risale-i Nur’un faal bir şakirdi olan Ahmed Nazif*in bir istihracı: "1340, Risale-i Nur’un zuhuruna tetabuku; 1380 ise, Risale-i Nur’un, küre-i arzın bir siracü’n-nuru olacağına remz-i Kur’anî olduğu; 2 دَاعِيًا اِلىَ اللهِ kelimesinin, Bediüzzaman’ın makamına.. ve sadece دَاعِيًا kelimesinin, Said ismine tevafuk ettiği.. Risale-i Nur’un makam-ı cifrîsinin 947 ve Risale-i Nur taifesinin devamının da, 1542’de nihayete ereceğinin gösterildiği.." yazılıyor.

31. Mektubun 3. Meselesinde: "Medeni Kanununu, kızlara merhamet edeceğiz, diye hakkından fazla ona hak vermesi, şedid bir zulümdür. Belki, kızları sağ olarak defnetmek gibi bir zulmü andırır. Şu zamanın hırs-ı vahşiyanesinin, merhametsiz bir şenaate yol açmasının ihtimali vardır. validenin hakkını kesmekle daha şiddetli bir haksızlık ediliyor." denilmektedir.

1.) Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım.

2.) Allah'a çağıran bir davetçi olarak... (Ahzab Suresi: 46)

Kararnameden 6[değiştir]

29. Mektub risalesinin Hücumat-ı Sitte’nin zeyli başlıklı yazı:

"İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, yani, ‘Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!’ denildiği zaman, yüzümüze tükürük gelmemek veyahut silmek için şu mahrem zeyl yazılmıştır.

Avrupanın insaniyetperver maskesi altındaki vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın! Bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! bu asırda yüz bin cihette ‘Yaşasın cehennem!’ dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir." yazısıyla başlıyor.

"Bu yakınlarda, ehl-i ilhadın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından; çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimane ve dinsizcesine tecavüz nev’inden; bana hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mabedimde, hususî bir-iki kardeşimle, hususî ibadetimle gizli ezan ve kametimize müdahale edildi."ne için Arabî kamet ediyorsunuz, gizli ezan okuyorsunuz!" denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitab olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderatıyla, keyfî istibdat ile oynayan firavunmeşreb gizli komitenin başlarına derim ki: "Ey ehl-i bid’a ve ilhad! Altı sualime cevab isterim:

Birincisi: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hatta insan eti yiyen yamyamların, vahşî ve canavar çete reislerinin dahi bir usulü var, bir düstur ile hükmeder. Siz hangi usul ile bu acib tecavüzü yapıyorsunuz?! Kanunuzu ibraz ediniz? Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Böyle hususî ibadette kanun olmaz.

İkincisi: nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde hükümferma hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek, dolayısıyla nev-i beşeri istihkâr etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cüretinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize ‘lâ-dinî’ isimini vermekle, ne dine ve ne de dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde; dinsizliği mutaassıbane kendine bir din ittihaz etmek tarzında, din ve ehl-i dine böyle tecavüz elbette saklı kalmayacak! Sizden sorulacak! Yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi, hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz.

Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefî’nin ulviyetine ve sâfiyetine münafi bir surette vicdanını dünyaya satan bir kısım ulema-i sû’un yanlış fetvalarıyla benim gibi Şafiü’l-mezheb adamlara hangi usul ile teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlarla etbaı bulunan Şafiî mezhebini kaldırıp bütün Şafiîleri Hanefileştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür, keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tabi değiliz, tanımayız!

Dördüncüsü: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden ciddi dindar, dine samimi hürmetkâr Türklük milletine bütün bütün zıt bir surette, frenklik manasına, Türkçülük namıyla tahrifdarane ve bid’akârane bir fetva ile ‘Türkçe kamet et!’ diye, benim gibi başka milletten onlanlara teklif etmek hangi usul iledir? Evet hakiki Türklerle dostane ve uhuvvetkârane münasebetdar olduğum halde, böyle sizin gibi frenk-meşreblerin Türkçülüğü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanun ile? Milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini, lisanını unutmayan ve Türklerin hakiki vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra; belki bizim gibi başka unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir usul-u vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfîdir; eşhasın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!

Beşincisi: Bir hükumetin kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği adamlara her kanunu tatbik etse de; raiyet kabul etmediği adamlara kanununu tatbik edemez. Çünkü onlar diyebilirler ki: ‘Madem bu muamelenizle biz raiyetiniz değiliz. Siz de hükûmetimiz değilsiniz.’

Altıncısı: Mademki sizlerle, itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi, ahiretinizi dünyanız uğruna feda ediyorsunuz. Biz dahi hilâfınıza olarak; dünyamızı, dinimiz uğrunda ve ahiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimane, vahşiyane hükmünüz altında bir-iki sene zelilâne geçecek hayatımızı kudsî bir şehadeti kazanmak için feda etmek, bize âb-ı kevser hükmüne geçer. Fakat, Kur’an-ı Hakîm’in feyzine ve işaratına istinaden sizi titretmek için, size kat’î haber veriyorum ki:

Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız? kahhar bir el ile bu fani cennetinizden ve mahbubunuz olan dünyadan tardedilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız. Arkamdan, pek çabuk sizin Nemrudlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u ilâhîde yakalarını tutup, adalet-i ilâhî ile onları esfel-i sâfilîne atmakla intikamımı alacağım! Ey din ve ahiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz, bana ilişmeyiniz! İlişseniz, intikamın muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i ilâhîden ümid ederim ki, mevtim hayatımdan ziyade dine hizmet edecek. Ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak. Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa, göreceğiniz de var!" deniyor ve bir ayetle bitiriliyor.

7. Kısım İşarat-ı Seb’ada:

"Şeair-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebileri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Onları taklid etmek zîşuurun kârı değil. Çünkü ecnebi diyarına, lisan-ı şeriatta ‘dârü’l-harb’ denilir. Dârü’l-harbde çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.

Ehl-i ilhada kapılan ulema-i sû, milleti aldatmak için diyorlar ki: ‘İmam-ı Âzam sair imamlara muhalif olarak demiş ki: İhtiyaç olsa, diyar-ı bâidede, Arabî bilmeyen, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine tercümesi cevazı var. Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz.’

Elcevap: İmanın zaafiyetinden gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve Arabîye karşı nefret meyli saikasıyla tercüme edip, Arabî aslını terk etmek, dini terk etmektir.

Körükörüne taklitçiliğe alışan buradaki hamiyetfuruşlar diyorlar ki: ‘Madem Hristiyan dininde bir inkılâb oldu, öyle ise İslâmiyette de böyle bir dinî inkılâb olabilir?’

Elcevap: Füruat-ı İslâmiye değişmeye kabil bir libas hükmünde değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya şeriatı inkâr ve tekzib etmektir. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor.

Ehl-i bid’a diyorlar ki: ‘Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti.’

Elcevap: Yanlıştır, Avrupa dininde mutaassıptır. Ehl-i İslâm ne vakit dinine temessük etmiş ise, nisbeten o zaman terakki etmiş. Ne vakit salâbetini terk etmişse, tedenni etmiştir.

Acaba bu ehl-i bid’a ve daha doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevki işgâl eden birisi demiş ki: Biz, Allah, Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfenk diye diye ileri gitti. Bu ahmakların arkasında bedbaht gâfiller de bulunduğundan deriz ki:

Dünya bir misafirhanedir. Madem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top-tüfenk dense, bin defa Allah Allah demek lâzım gelir.

Tahribatçı ehl-i bid’adan bir kısmı, güya dini milliyetle takviye etmek isterler.

Ey meczub akılsızlar, cahil sofiler! İslâmiyet; esassız, garazkâr ve zulümkâr unsuriyet toprağına dikilmez! Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakane, bid’akârane bir teşebbüstür.

İkinci kısım milliyetçilere deriz ki: Ey sarhoş hamiyetfuruşlar! Bir asır evvel, milliyet asrı olabilirdi. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti, muvakkat unsuriyet ile bağlanmaz ve aşılanmaz.

Cenab-ı Hak; şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, her bir ifsad zamanında bir müceddit yahut bir nev’i Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş. Madem âdeti öyle cereyan ediyor, ahirzamanın en büyük fesadı zamanında da, elbette en büyük bir müçtehid ya müceddit veya mehdî gibi zat-ı nuranîyi gönderecek. O zat da, Ehl-i Beyt-i Nebevî’den (a.s.m.) olacaktır. Hazret-i Mehdî’nin cemiyet-i nuraniyesi (Nurcular olduğunda şüphe yoktur) Süfyan komitesinin tahribat-ı bid’akâranesini tamir edecek, sünnet-i seniyyeyi ihya edecek. Yani, âlem-i İslâmiyette risalet-i ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi tahribe çalışan Süfyan komitesini, Hazret-i mehdî cemiyeti mucizekâr kılıncıyla öldürecek dağıtacaktır." denilmektedir.

Kararnameden 7[değiştir]

8. Lem’a risalesinde: 1 قَادِرِىَّ الْوَقْتِ cümlesindeki قَادِرِىَّ kelimesi; üç farkla, takdir ve istinsahla Hulûsi-i sani olan Sabri’ye (Haşiye) tevafuk ediyor. Hazret-i Şeyh-i Geylânî; Sabrî, Süleyman, Bekir gibi daha dört arkadaşı Said’in arkasında görmüş, haber vermiş. Daha sair arkadaşlara da işaret var. Şimdi izhara lüzum olmadığından, bana tam görünmüyor. 1364: Said’in elli senelik müddetinde inayete mazhar olacağını; 1314’te ve 10’da tedrise başlayacağını; 1352’ye kadar aynı esas üzerine inayet feyzi altında devam ettiği çıkarıldıktan sonra dahi, 12 senelik inayetle mazhar olmasının rahmet-i ilâhiyeden beklendiği..." yazılıyor.

16. Lem’adan: "Harb belâsı bizim hizmet-i Kur’aniyemize mühim bir zarardır. Kadir-i Külli Şey, bir dakikada bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları izale edip, hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir. Onun rahmetinden bekleriz ki bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin; o vakit kendi kendine iş düzelir."

"Madem ki sizin elinizdeki nurdur, nurdan zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz?"

"Bu suale karşı muhtasar cevabım şudur: Baştaki başların çoğu sarhoştur; okumaz. Okusa da anlamaz. Yanlış mana verip ilişir. İlişmemek için aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzımdır. Onun için kardeşlerime tavsiye ediyorum ki; ihtiyat etsinler, nâehillerin ellerine hakikatleri vermesinler." denilmektedir.

17. Lem’ada: "Ecnebilerin tağutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onu körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefret ve teessüfler!..

Ey bu vatan gençleri! frenkleri taklide çalışmayınız! Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? sefihane taklid edenler; ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip, kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hakikat davasında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu suretle ittibanız, milliyetinize karşı bir istihfafdır ve millete bir istihzadır.

Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki: Ehemmiyet, kemmiyette, adet çokluğunda değildir. İnsan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâb eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesi alır. Görüyorsunuz ki, hayvanat, kemmiyet ve adet itibariyle hadsiz bir çokluğu varken ve ona nisbeten insan gayet az iken, umum nev-i hayvanat üstünde sultan, halife ve hâkim olmuştur. İşte muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakkın hayvanatından bir nevi habistirler ki, Fâtır-ı Hakîm, onları dünyanın imareti için halk etmiştir. İşte o küffarın ve ehl-i dalâletin, bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Madem ki küfür ve dalâletin mahiyeti nefiydir, inkârdır, cehildir ve ademdir, küffarın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir.

Ey müslümanları şiddetle dünyaya teşvik eden ve sanat ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebr ile sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle ahmakane, körükörüne topuzların altında onların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede birer semm-i katil hükmünde o dinsizler zarar verecekler.

Ey bedbaht fasık adam! fasıkların kesretine aldanma, ‘Ekseriyetin efkârı benimledir’ deme. Çünkü fasık adam, fıskı isteyerek ve bizzat talep edip girmemiş; belki içine düşmüş, çıkamıyor. Hiçbir fasık yoktur ki salih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini dindar görmek istemesin. Eğer sende bu biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bakiyeye davet eden azlara imdat etmek lâzım gelir.

Zanneder misin ki: Bu milletin fakr ü hâli, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neşet ediyor. Hata ediyorsun. Görmüyor musun; Çin ve Hind’de Mecusî ve berahime ve Afrika’daki Zenciler gibi Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadınız, asayişi ve memlekette emniyeti kolayca idare etmek ise, yine hata ediyorsunuz. Çünkü, itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fasıkın idaresi ve onlar içinde asayişin temini, binler ehl-i salâhın idaresinden daha müşkildir. İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâmı dünyaya ve hırsa teşvik etmeye ihtiyaç yoktur. terakkiyat ve asayişler bununla temin edilmez. Belki, teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu da, dinin emr-i kudsiyesiyle ve takva ve salâbet-i diniye ile olur." denilmektedir.

18. Lem’ada: "1349; Arabî hurûfu terk ile ecnebî hurûfuna İslâm içinde başlanacak. Bu hurûf, çoluk-çocuk ve kadınlara, Ramazan gecelerinde gece dersleriyle öğretilecek. Ecnebi hurûfunun intişarı zamanı olan o ahirzamanın fena adamları, hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için bid’alara yardım ve fetva verenlerdir."

Lâtin hurûfunun İslâmlar içinde cebren kabul ettirildiği esefle kaydedildikten sonra, "Bu tarih, Nurların mücadelesinin başlangıcı" gösteriliyor."Risale-i Nur şakirdleri hatt-ı Kur’aniyeyi muhafaza ediyorlar. "Risale-i Nur eczalarıyla ve intişar eden yüz yirmi bin nüshasıyla ve lâakal yüz bin adamı hurûf-u Kur’aniye lehine sünnet-i seniyyeye ittiba ve imanlarının takviyesine ve Hazret-i Ali'nin (r.a.) hiddet ettiği iki cereyana karşı tamamıyla mukavemet ettiklerinden, Hazret-i Ali (r.a.) onlara bakıyor." deniliyor.

21. Lem’ada: "Madem ihlasta çok nurlar, çok kuvvetler var. Ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde, şiddetli tazyikat karşısında ve savletli Bid’alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zaif ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet büyük, umumî ve kudsî hizmet-i Kur’aniye omuzumuza ihsan-ı ilâhî tarafından konulmuştur. Elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Bu umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar, o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar. Bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir.

Bid’aların ve dalâletlerin istilâsı zamanında sünnet-i seniyyeye ve hakikat-ı Kur’aniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabı kazanabilir. Böyle zamanda hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı şeriata ve sünnet-i seniyyeye hizmet eden mübarek halis kalemlerden akan siyah nur, âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedanın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size faide verebilir." denilmektedir.

Haşiye: Kararnamede, Halıcı Sabrî denilmişse de, hakikatte Santral Sabri’ye aittir.

1.) Zamanın Abdülkadir'i.

Kararnameden 8[değiştir]

24. Lem’a (Tesettür hakkında): Tesettürün, Kur’an’ın emri olduğunu izahtan sonra, "Mesmuatıma göre merkez-i hükûmette, çarşı içinde, gündüz ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbesi büyük bir adamın açık bacaklı karısına sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayasız yüzlerine bir şamar vuruyor." denilmektedir.

26. Lem’a (İhtiyarlar hakkında): "Ankara’nın eskimiş kal’asının başına çıktım. O kal’a tahaccür etmiş hâdisat-ı tarihiye suretinde bana göründü. Benim ihtiyarlığım, kal’anın ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı devletinin ihtiyarlığı, hilâfet saltanatının vefatı bana gayet hazin geldi. firkatli bir hâlet içinde geçmiş zamanın derelerine, gelecek zamanın tepelerine baktım. Mazi, teselli yerine dehşet verdi. İstikbal, benim ve emsalimin ve nesl-i âtiyenin büyük ve karanlık bir kabri suretinde göründü. Hazır günüme baktım: Ölümünde bir hareket-i mezbuhanenin ızdırabını çeken cismimin cenazesini çeken bir tabut suretinde..." denmektedir.

27. Lem’a’da: "Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye'de aldığım maaştan çoğunu sarfetmiştim. Az bir kısmını hacca gitmek için sakladım. O cüz’î para, iktisad ve kanaat bereketiyle bana kâfi geldi. Yüz suyumu döktürmedi. O mübarek paradan biraz daha var." deniliyor.

22. Lem’a, mahrem işaretli ve "En has ve hâlis ve sâdık kardeşlerime mahsustur." kayıtlıdır.

Birinci İşaret: Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, onlar senin ahiretine karışıyorlar?

Bu suale cevab verecek Isparta vilâyetinin hükûmeti ve bu vilâyetin milletidir.

İkinci İşaret: Ehl-i dünya tarafından deniyor ki: Sen neden bizden küstün. Hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekva edip, ‘Bana zulmediyorsunuz!’ diyorsun? Halbuki bizim prensibimiz var; bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız var. Kanunu tatbik eden zalim olmaz. Kabul etmeyen isyan eder. Sen, kâh hocalık, kâh şeyhlik, kâh zahidlik suretiyle teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, hükumetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zâhir hâlin ve eski zamandaki macera-yı hayatının delâletiyle anlaşılıyor. Sosyalizm ve Bolşevizm düsturları daha ziyade işimize yaradığı için kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor."

Elcevap: nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayesi ve zenbereği; fazilettir. Fazileti kaldırmak; mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin ölmesiyle, ruhun mahvıyla olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi altında müdhiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmağa lâyık bir tokat olarak derim:

Ne mümkün zulm ile, bidâd ile, imha-yı hakikat

Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Bana eski bir mütegallib ve daima fırsat bekleyen bir fikr-i istibdad ve tahakküm taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassud ve tazyikiniz, hangi kanun iledir? Hangi maslahat iledir? Dünyada hiçbir hükumet böyle fevkalkanun ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bir muameleye müsaade etmediği halde, bana karşı yapılan böyle muameleye, değil ben, belki (eğer bilse) nev-i beşer, kâinat küser!

Üçüncü İşaret: Ehl-i hüküm diyorlar: Madem sen bu memlekette duruyorsun. Bu memleketin cumhuriyet kanunlarına inkıyad etmek lâzım gelirken, sen neden inziva perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun? Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun?

Elcevap: Kanunu tatbik edenler evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Madem insan yalnız cesedden ibaret değildir... Kalb, dil, akıl, dimağ, imha edilmez. Onlar da idare isterler. Ebed tarafına giden yolculara vesika vermek, hem o zulümatlı yola nur vermek en mühim bir vazifedir. İmanın ders ve takviyesi vazifesini gören ehl-i marifet, herhalde küfran-ı nimet suretiyle kendine edilen nimet-i ilâhiye ve fazilet-i Kur’aniyeyi hiçe sayıp sefihlerin ve fasıkların makamına sukut etmeyecektir. Sizin gibi enaniyette bu kanun müsavatını kırmakla firavunluk derecesinde ileri giden münkirlere karşı demiyorum. Çünkü, münkirlere karşı tevazu ise, tezellül zannedildiğinden, tevazu etmemek gerektir. Belki ehl-i insaf ve mütevazi kısmına derim ki: Ehl-i maarif, kimde marifet ve ilmi görse, ona hürmet besler. Bu biçare ehl-i marifete en ziyade sıkıntı veren ve hakkında adavet besleyen, belki maarif dairesine mensub olanlardır. Bu hâle ne diyeceksin? Medeniyet midir? Maarifperverlik midir? Vatanperverlik midir? Milliyetperverlik midir? Cumhuriyetperverlik midir? Haşa! hiçbir şey değil..." dedikten sonra, cevab olarak bir kısım ayetler konmuştur. hatime kısmında: "Onların zalimane bana karşı muamelelerinin karşısında, kader-i ilâhîyi düşünüp hakkımda adalet etmiş, derim. Yine Cenab-ı Hakka hadsiz şükrediyorum ki, bunların zulmü bana bir vasıta-yı ihlâs oldu." denilmektedir.

Kararnameden 9[değiştir]

Muhtelif sanıklardan yakalanmış ve müteaddit dosyalar içinde bulunan mektuplardır

Sabri Halıcı'nın dosyasında Said Nursî imzalı bir mektupta, ‘Bayramda Arabî tekbirler alınacağı’ müjdelenmekte; "Bir gün şeair-i İslâmiyenin, Anadolu’da ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber’ler ile kendini göstereceğinden" bahsolunmakta... Sabri Halıcı, "Nur’un Birinci Santralı" olarak vasıflandırılmaktadır. Sabri imzalı daktilo ile yazılmış iki mektupta, "Liste halinde gösterilen Risale-i Nur’un başkalarına okundurulup, yazdırıldığı" açıklanmakta; "Fevc fevc genç talebeler sabahtan akşama kadar Risale-i Nur’u yazıp, okumak için mağazalarına geldikleri" bildirilmektedir.

Hasan Kıratlı’nın dosyasında, Said imzalı bir mektupta: "Yedi yaşından on yaşına kadar masum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit beni görünce koşup ellerime sarılmaklarının hikmeti nedir, diye hayret ediyordum. Birden ihtar edildi ki; küçük masumlar taifesi bir hiss-i kablelvuku ile, Risale-i Nur ile saadet bulacaklarını, tehlike-i maneviyelerden kurtulacaklarını hissettiklerini anladım." denmektedir.

Said Nursî imzalı diğer bir mektupta: "Emirdağ üzerinde uçan tayyarelerin kendisinin faytonunu takip ettikleri ve kendisini aradıkları..." bir çok şakirdlerine de tasdik ettirmek suretiyle yazılmaktadır.

İbrahim Fakazlı'nın dosyasında, 125 sayılı Said imzalı mektupta: "Ahmed Feyzi’nin üç seneden beri yazdığı istihracat-ı gaybiye ve Sikke-i Gaybiye’yi mütalâa ettiği ve Risale-i Nur’un kıymetini tam hadis ve ayetlerle isbat etmesine karşı, hayret ve istihsanla "maşaallah, bârekâllah" dediği; bu ayetler ve hadislerin müttefikan bu asırda bir hakikat-ı nuraniyeye işaret ettikleri, ahirzamanda gelecek bir müceddid-i ekberi gösterdikleri, o gelecek zatın ve cemiyetinin üç vazifesinden en ehemmiyetlisi imanı kurtarmak olduğu, şeriatı ihya ve hilâfeti tatbik gibi çok geniş dairede hükmeden bu iki vazifesini nazara almamalarının zararsız olduğu fakat Nur’un muarızlarının hususan siyasî taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabileceği, onun için kendisinin müdakkik kardeşimizin risaleciğinin bir kısmını ve bazı cümlelerini kaldırıp, tadil ederek göndereceği.." yazılıyor.

Said Nursî imzalı bir mektupta: "On lirayı üzerinde suret bulunduğu için gönderdiği..." yazılıyor.

Said Nursî imzalı bir mektupta: "Dârülfünuna inkılâb eden harbiye nezaretinin kapısındaki,

1 اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا

2 وَيَنْصُرَكَ اللهُ نَصْرًا عَزِيزًا

hatt-ı Kur’aniyenin üzeri mermer taşlar ile kapatılmış iken, şimdi yeniden hatt-ı Kur’aniyeye bir numune-i müsaade ve Risale-i Nur’un takib ettiği maksadına bir vesile ve üniversitenin ileride bir Nur medresesi olmasına işaret" olarak gösterilmektedir. Yine bu mektupta, sanıklardan Berber Burhan ve Berber Hıfzı, Nur’un birer kahramanı olarak gösterilmektedir.

İbrahim Fakazlı imzalı bir mektupta: "Bizi ihya eden Nurları aldık. Derhal teksir edip, Ankara’dan bu tarafa gönderdik. Daha da gönderiyoruz." denilmektedir.

Yine Küçük İbrahim imzalı diğer bir mektupta, Nurcuların mahkemesinden bahisle: "Son aylar içindeki Nur’a tecavüzler, ekmeğimize yağ sürmüş. Atılan zehirli oklar, bize bir kamçı hükmüne geçip; ezeli ve ebedî davamıza, ateşe barut döker gibi teshir ederek, Nur’u coşturmuş!.. Nur’un bütün unsurları pürfaaliyet kesilmiş, devam ediyor ve edecektir. Bu cihad-ı ekberin şükrünü acaba nasıl ifa edelim. Afyon’un meşhur zindanlarında, Allah uğruna, şeriat uğruna cidal içindeki kardeşlerimizi hatırladıkça ciğerlerimiz delik deşik oluyor. Ezeli ve ebedi din düşmanları ya boyun eğip teslim olacaklar, ya kahrolup geberecekler!" denilmektedir.

Said Nursî imzalı "Tekbiratü’l-Hüccac fi Arafat" başlıklı mektupta: "Nur’un ehemmiyetli bir kısım şakirdlerinin pek musırrane olarak, ahirzamanda gelen Âl-i Beyt’in büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrane kabul etmiyorsun ve çekiniyorsun. Bu bir tezaddır, hallini isteriz?" diye sormaları sebebiyle onlara cevab olmak üzere:

"Mehdi-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların:

1- İmanı kurtarmak.

2- Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanıyla şeair-i İslâmiyeyi ihya etmek.

3- Ve inkılâbat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin kanunlarının bir derece tatile uğramasıyla, o zat, bu vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.

Nur şakirdleri, birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeleri de buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazen o ismi ona da veriyorlar. Hatta evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde ‘Risale-i Nur’u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu bu tahkikatla tevil ile anlaşılır.’ diyorlar. İki noktada bir iltibas var, tevil lâzımdır.

Birincisi: Ahirde iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm, avamda ve ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat her biri üç vazifeden birisini bir cihetle yapması itibariyle ahirzamanın büyük Mehdisi ünvanını almamışlar.

İkincisi: Ahirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacak. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersi aldım. Âl-i Muhammed (a.s.m.) bir manada hakiki Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim. Fakat Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nur’da ihlâsı bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse bırakmaya kendimi mecbur bilirim." denmektedir, diye yarı muvafakat şeklinde bir cevab verilmekte ve bu Mehdilik teklifi açık ve kesin olarak reddedilmemektedir.(Haşiye)

Yine Said Nursî imzalı diğer bir mektupta; "Hükûmetin hacılara tam müsaade etmesinin, şark-ı şimaldeki dehşetli hükûmetin ekseriyetle içindeki müslümanları hacca göndererek ‘Buradakilerden daha ziyade Kur’an’ı ehemmiyetli biliyorum’ demesine bilmukabele ve siyasî bir propaganda olduğu" bildirildikten sonra, "Bin nüsha Nur risalesinin teksirinin bir suç sayılmasının da adalet şerefini kırdığı" yazılıyor.

Haşiye: Ey insafsız heyet! Bundan daha keskin red cevabı nasıldır?!

1.) Biz sana ap açık bir fetih yolu açtık. (Fetih Sûresi, 48:1)

2.) Ve Allah sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin. (Fetih Sûresi, 48:3)

Kararnameden 10[değiştir]

Nur santrali Sabri’nin lâhikaya girecek güzel bir mektubundan; İbrahim Edhem’in Balıkesir tarafındaki tesirli faaliyeti ve onun irşadıyla çoklarının Nur dairesine girdiklerinden; Ali Akdağ’ın Aydın havalisinde "İkinci bir Ahmed Feyzi" olduğundan bahsediliyor. Ve Sabri Halıcı’nın (Haşiye-1) "Kevser Suresinin Risale-i Nur müellifine küllî münasebeti" hakkındaki mektubu da yazılıyor. Bundan sonra İbrahim Edhem’in Nur neşrinde bir numune olarak lâhikaya girmesi tensib olunan mektubu vardır ki, bu mektupta; "Risalelerin intişarı hakkındaki mukaddes vazifesine devam ettiği; Tavşanlı’daki faaliyetleri; Manyas ve Balıkesir’deki Nur risalelerini kesretli dağıttığı ve faaliyet merkezi olarak da Gediz’in Gölcük köyünü intihab ettiği..." yazılıyor. Bundan sonra da Husrev'in, lâhikaya girmesi tavsiye olunan Temyiz lâyihası vardır.

Said Nursî, 130 numaralı mektubunda şakirdlerine; "Bulunan kitapları, evvelce mahkeme görmüş, başka kalem karışmış; onun için onları bana yüklemesinler" demeleri için tavsiyeler yapılmakta; sebat, tesanüd, ihlâs ve ihtiyat telkin edilmektedir.

131. mektupta da: "Son defa da takibata maruz kalmasını, on vecihle kanuna aykırı olduğunu" talebelerine isbata kalkışmakta...

132 numaralı mektupta: "Bu meş’um zamanda Kur’an’ın bir temel taşı olan hurûfuna hücum ediliyor; onun tebdiline çalışılıyor" denilmektedir.

140 numaralı mektupta: "Dört saat ifadesi alınıp sıkıntı çekmesinden on saat sonra âdeta aynı zamanda iki milyon lira zarar veren maarif yangını gösterdi ki, Risale-i Nur belâların def’ine bir vesiledir ki; Nurlara hücum edildi, belâ yol buldu geldi." denilmektedir.

141 numaralı mektupta: Dört buçuk saatte ifadesi alındıktan sonra, Ankara’da maarif Dairesinin, otomobil garajının, İzmir’de bir fabrikanın, Adana’da büyük bir binanın yanmasından bahisle, ‘bunun bir tesadüf olmadığı’ isbata kalkışıldıktan sonra; "Beni mahrum etmeyiniz, yoksa hem bana, hem bu vatana yazık olur; zemin zelzele ile hiddet eder." dediğinden "üç dakika sonra, üç saniye devam eden zelzele, zeminin ateş ile maarif Dairesini sarması; mahkemece dört defa isbat edilen çok defa zelzelenin Risale-i Nur’a ve şakirdlerine taarruzları zamanına gelmesi, tesadüf olamaz. Risale-i Nur’un bu memlekette belânın def’ine vesile olduğu çok hadiselerle tahakkuk etmiştir." denilmektedir.

147 numaralı mektupta: "Bu defa bize hücumların aynı zamanda kış çok hiddet etti. Şiddetli soğuk ve fırtına ile havanın kızdığı gösterdi ki: Hücumların durmasıyla, Nurcuların ferahlanmasıyla, zemherir günlerinin nevruz günleri gibi gülmeye başlaması ve maarif dairesinin yanması küllî bir tokattır. On beş günde bir Emirdağ’ına giden Afyon valisinin tekaüde yazıldığı (Haşiye-2) tokadını yediği, hasta yattığı, Emirdağı’nda Nurlara hücum eden iki-üç adamın başka yerlere gönderildiği hem de hafif hastalanarak tokat yedikleri" yazılmaktadır.

İbrahim Edhem Talas’ın dosyasında bulunan Sabri Halıcı’nın bir mektubunda: "Biz burada hem el, hem de makine ile Nur risalelerinin suretlerini çıkararak cahil olanlara, Siracü’l-gâfilin ve âlim olanlarına İhlâs Risalesi’ini Yedinci Şua’ı, birden dörde kadar Lem’alar’ı verdikleri ve az bir zamanda Konya vilâyetinin fevkalâde yüksek bir medrese-i nuriye olacağı" yazılıyor.

Said Nursî imzalı bir mektupta: "Selâniklilerin istibdad-ı mutlakalarının Serbest Fırka ile kırılmasına yardımı olmaması için kendisini herkesten tecrid ettiklerini, halbuki Risale-i Nur’un kendisinin bedeline konuşarak küfrü ve irtidadı kırdığını..." yazıyor.

Ali Rıza Eren’in dosyasında, Hüseyin Tabancalı imzalı bir mektupta; "Bir Asâ-yı Musa, bir Hücumat-ı Sitte ve bazı risalelerle Üstattan aldıkları bir mektubu da suret olarak takdim ettiği" yazılıyor.

Hüseyin Tabancalı ve arkadaşlarına ait dosyada, Husrev tarafından Hüseyin Tabancalı’ya hitaben yazılmış bir mektupta; "Yedi adet Asâ-yı Musa’nın ehl-i imana tevzi edilmek üzere gönderdiği..." Hüseyin Tabancalı’nın Husrev’e yazdığı bir mektupta: "Yedi adet Asâ-yı Musa’yı aldığı; mektupların özetlerinin çıkarılarak gönderildiği ve icab eden yerlere Risale-i Nur’ların da yazılarak gönderilmekte olduğu; Ramazandan sonra Bursa’ya bir sefer yapacağını ve o beldede de Risale-i Nur dairesi ihyasına kalkışacağını; Ramazanın on birinci günü polis dairesinin önünden geçerken başındaki bereyi çıkarmak istediklerini, şimdi ise Risale-i Nurların yazmakta olduğundan, yine başında bere ile gezdiği halde görünce başlarını eğdikleri, bunun da Nur’un açık bir kerametinden başka bir şey olmadığı..." yazılıyor.

Said Nursî ve Emirdağ’lı arkadaşlarına ait bir dosyada, Sabri Halıcı imzalı 21/12/947 tarihli bir mektupta: "Risale-i Nur neşriyatının berdevam olduğu, talebelerin peyderpey kaydolmaya geldikleri; gençlerin hem eski, hem yeni harflerle yazmaya çalıştıkları..."

Halil Çalışkan tarafından Ceylân'a yazılan bir mektupta: "Vazifeleri olan mektupları bitirdikleri, Üstadın tashih ettiği, sonra bir nüsha daha yazacakları..." Halil Çalışkan’ın ustasına yazdığı bir mektupta: "Kendisinin, Üstadın şahsî ve yazı işleri ile vazifelendirildiğinden, hizmet-i Nuriye her şeyden kudsî olduğu için işinden bilrıza ayrıldığı.." yazılıyor.

Mustafa Osman imzalı bir mektupta: "Hayatını Üstadın yoluna kurban ettiğine" dair uzun yazılar vardır.

Husrev imzalı diğer mektupta: "Gelen mektupların suretlerini çıkararak başka yerlere gönderdiği, tashih edilen risaleleri basmakta ve teksir etmekte olduğu" yazılıyor.

Ceylan’ın bir mektubunda da: "Küçük Ali’nin, Tılsımlar mecmuasının tashihini bitirdikten sonra On Altıncı Lem’adan itibaren mütebakisini yazmaya başlayacağı; 270 adet Rehber’in İstanbul’a ciltletmeye gönderildiği; Sikke-i Tasdik mecmualarının henüz yetişmediği; Tılsımlar mecmuasından makine ile çıkan altmış sahifenin de takdim edildiği" yazılıyor.

Mehmed Yayla’ya ait dosyada, Tahirî tarafından yazılan bir mektupta: "Risalelerden lüzum ederse buradan gönderelim. Yeter ki, siz orada Risale-i Nur’u yaymaya çalışınız" deniyor.

Haşiye-1: Bu Sabri, Halıcı Sabri değildir. Bedreli Santral Sabri’dir; sehivdir.

Haşiye-2: Bu havadisin yanlışlığı, onu ihbar eden gazeteye aittir.

Kararnameden 11[değiştir]

Emirdağ'lıların dosyasında, Ceylan Çalışkan'ın Isparta'dan yazdığı bir mektubta: "Risale-i Nur'un önüne ince beyaz kağıd koyup kopya ederek teksir etmeleri, Risale-i Nur'ları şuradan buradan alıp başkalarına vererek hizmet-i Nuriyelerine devam etmeleri: Hayri ve Mustafa ve Camcı Mehmed'in de ellerindeki vazifelerine dikkat etmeleri ve çabuk bitirmeleri" yazılıyor.

Tahirî Mutlu ve Mustafa Gül'ün dosyasında, Said Nursî imzalı bir mektubda: "Ahmed Feyzi'nin gayretiyle Aydın'da yine Nurların lehine bir intibah olduğu ve hususan Ali Akdağ'ın Nurlara müştak çalışkan bir kardaş olduğu" yazılıyor.

Rasih Çetin'in dosyasında, Said'in bir mektubunda: "Sanıklarından Hıfzı, Safranbolu'nun küçük medresesinin bir kahramanı olarak" vasıflandırılıyor.

Rıfat Filizer'in dosyasında, Rıfat'ın Sabri Halıcı'ya yazdığı bir mektubta: "Gençlik Rehberi'ni aldığı, Ankara Risale-i Nur Talebeleri nâmına teşekkür ettiği; nur faaliyetinin ümid verici olduğu"; Safranbolulu Mustafa Osman'dan aldığı bir mektubta: "Profesör Münif Çelebi ve yarbay mütekaidiyle görüşmesinin tavsiye edildiği; Ahmed Kemâleddin Pala ve oğluna Risale-i Nur'u verdiği; Mustafa Hulûsi Efendi'nin müridlerinin birinin de Nur'la meşgul olduğu müjdelenerek faaliyetin mükemmel olduğu, üniversite ve diğer mektebler öğretmen ve talebelerine tevzi edilmek üzere Nur risalelerinin gönderilmesi, bunların seksen ile yüz forma halinde tevzi edecekleri; kendisinin yazmakta olduğu risalenin de bitmek üzere olduğu" yazılıyor.

Nebi Uluçay'ın dosyasında, Said Nursî imzalı bir mektubta: "Otomobil ile gelen onbeş Sikke-i Gaybiye ve elli Rehber'i aldım. Casus polislerin dikkati altında çare bulamadım ki, Hafız Ali, İbrahim ve Mustafa kardaşlarımı yanıma alayım. Onlar buradan hareket ettikten sonra bir parça tatlı teberrük bırakmışlar. İki köyün nâmına mübarek ilaç gibi kabûl ettim. Fakat kaideme muhalif olmamak için ne arzuları varsa benim bedelime onlara verilsin. Onların mübarek kaplarını da yine onlara bir teberrük olarak gönderiyorum. Bu def'a gizli düşmanlarımızın planlarıyla Nurların fütuhatlarına sed çekmemek için ihtiyat, tesanüd, metanet lazımdır. Hiç şevkiniz kırılmasın. Merak etmeyiniz. İnayet-i İlâhiyenin bu def'a bizi muhafaza ettiği kat'i tahakkuk etti." deniyor. Ve mektubun altında yazılan bir haşiyede "Bu def'a bana mahkemede sordukları pekçok manasız sualler içinde: Ne ile yaşıyorsun? Dediler. dedim ki : İktisad bereketiyle... Bir vakit Isparta'da bir Ramazanda; bir ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinç ile yaşayan bir adam, maişet için dünyaya tenezzül etmez ve hediyeyi de kabûl etmeye mecbur olmaz, dedim." diyor.

Hamid Gürsoy'un dosyasında, Said Nursî imzalı bir mektubta: "Husrev ve Tahiri gibi vazifelerini tam yapan ve onların sisteminde diğer bir Nurcuyu Sulh Mahkemesine vermenin neticede büyük bir inayet ve fütuhat olacağı; Ankara'da Mustafa Kemal'in şiddet ve hiddetle divan riyasetine girip; "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilaf verdin." dediğini, kendisinin de ona: "Namaz kılmayan hâindir. Hainin hükmü merduttur." dediğini, bir nev'i tarziye verip hiddetini geri aldığını ve hissiyatını ve prensiplerini rencide ettiği halde, kendisine ilişmemesini, bu cebbar kumandanların adeta Eski Said'den korkmasının Risale-i Nur'un ileride kahraman şakirdlerin şahs-ı manevisinin harika bir kuvveti ve Risale-i Nur'un parlak bir kerameti olduğu; İngiliz devlet hatiblerinin "İslamiyeti kabûl etmek lâzımdır" diye bağırdıkları, o devletin hem dünyası, hem saltanatı ve hem saadetinin onunla kurtulabileceği" yazılıdır.

Diğer bir mektubta: Bu memleket, millet ve hükümet Risale-i Nur'a şiddetle muhtaç olduğu halde, Risale-i Nur'un ehemmiyetli rükünlerinden üçünün Sulh mahkemesine çağırılmasıyla ikiyüzbinden ziyade Nur Şâkirdlerini mahzun ederek dünya cereyanlarına girmeye mecbur ettiğini, idare ve âsâyişe büyük bir hıyanet olduğu; bu mübarek gecelerde o hâlis yüzbinler ehl-i imânın beddualarından çekinmek lazımdır, yoksa o mazlumların âhı arşa çıkar ve büyük semâvî belalar iner" diye yazılmaktadır.

Altıncı sualin tetimme ve hâşiyesi başlıklı bir yazıda, Erzincan ve İzmir taraflarındaki zelzelelere sebeb olarak; "İntibaha gelmeyen gâfilleri uyandırmak ve o gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslamiyet sahibleri az veya tam mağlub olduğundan, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir faaliyet merkezi tesis etmiş olduklarından, en evvel oraların tokatlanması ihtimali vardır" denilmektedir.

Said'in bir mektubunda: "Hocaların Risale-i Nur'a karşı alâkasız kaldıkları; minare kadar yüksek bir adamın, alnında zâhir okunacak bir yazı bulunacağını ve hem birden elinin bir suyla delineceğini zannediyorlar" diye yazılmaktadır.

Ali Akdağ'ın Husrev'e yazdığı bir mektubta: "Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) ve Mi'rac Risaleleri gibi ilaçlı risalelerden ve Asâ-yı Mûsâ'dan gönderilmesini, çok arayanlar bulunduğunu, satılacağını; Üstaddan gelen mektubların gönderilmemesinin kendilerini mahzun bıraktığı" yazılıyor.

Sabri Halıcı'nın Üstadına yazdığı bir mektubta: "Size son günlerde yapılan mel'unâne tecavüzlarden dolayı mahzunuz. Bu zamanda bütün âlem-i İslâm, fevc fevc isyan deryasında gark olduğu malumdur. Bunları kurtarmak için bu asrın bir şefaatçısı olmak lâzımdır. O şefaatçı da Risale-i Nur'dur. Bugünkü asrımızda, otuzbir sene bu işkenceler içinde Hazret-i Eyyûbvâri (A.S.) zulme tahammül edecek yoktur. Cenab-ı Hak kalbimizi ıslah etsin. Bu zalimlerin zulmünden âlem-i İslâm'ı kurtarsın" denilmektedir.

Kararnameden 12[değiştir]

Said Nursî'nin bir mektubunda : "Üniversiteyi tenvire çalışan Salahaddin, Abdurrahman ve Mustafa Oruc'a yeni Türçe Âsa-yı Mûsâ'dan beş mecmua gönderildiği.."

Risale-i Nur'u yazmanın uhrevî ve dünyevî pekçok faideleri olduğu; bunların da:

1-Ehl-i dalâlete karşı manen mücahede etmek..

2-Üstadına neşr-i hakikatta yardım etmek..

3-Müslümanlara iman cihetinde yardım etmek..

4-Kalem ile ilmi tahsil etmek...

5-Bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî ibadeti yapmak...

Dünyevi faideleri:

1-Rızıkta bereket...

2-Kalbde rahat ve sürûr..

3-Maişette suhûlet..

4-İşlerinde muvaffakiyet...

5-Bütün Nur Talebelerinin dualarına hissedar olmak... olduğu ve bunların yakında gençlik tarafından idrak olunup, üniversitenin bir Nur Mektebi haline döneceği" yazılıyor.

Said Nursî imzalı diğer bir mektubta: "Şeair-i İslâmiyeye zarar verenler oniki-onaltı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler, diye bana ihtar edildi. O iki sene sonra en müdhişi dünyayı terk ettiği gibi; ikinci harb-i umuminin çıktığı ve o dehşetli şahsın (Açıkça anlaşılmaktadır ki, bu şahıs Atatürk'tür) dünyadan gitmesiyle şimdi de onun mesleğinin geri çekildiği ve bir kısmının o mesleğin aleyhinde, din lehinde resmen çalıştığı ve ehl-i İslâm'ın istibdad-ı mutlakadan bir derece kurtulmasının aynı tarihlerde vuku bulması, o sûrenin bir lem'a-i i'cazıdır." deniyor.

Yine Said'in bir mektubunda, Husrev'in cezasından bahisle : "Öyle şahısların zahiri cezalarının ehemmiyeti yoktur. Çünki, üç adliye ve merkez-i hükûmet ve Diyanet Riyasetinin bazı keyfî kanunları bizi mes'ul ve mahkum ettikleri halde, Nurlardaki hakikata karşı mağlub olup ilişmediler. Yoksa yüz cihette bizi mes'ul edebilirlerdi. Fakat, hakikat galebe etti. O cüz'i şahıslar, teferruattan olduklarından hakikatı anlamamışlar" deniyor. Said'in bir mektubunda: "Nazif sadâkatında Mustafa Osman'ın Kastamonu Nurcuları namına gönderdiği iki mecmuayı da aldık" deniyor.

Ziver Gündüzalp'ın daktiloyla yazdığı "Gençliğimiz, hak ve hakikatı öğreten malûmat ve en yüksek ahlak istiyor. " adlı bir formasında, 10'uncu sahifede: "Risale-i Nur, yirminci asrın müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlığından kurtarmak için müellifinin kendi ihtiyarıyla değil; büyük yaratıcımızın ihtarıyla yazılmış bir şaheserdir.

12'inci sahifede: "Risale-i Nur'a hizmet eden birisine dense: Risale-i Nur yerine şu kitabları kopya et de, Ford'un servetini sana vereyim. O, Risale-i Nur satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan şöyle cevab verir: Dünya servet ve saltanatını verseniz kabûl etmem."

15'inci sahifede: "Dürüst fikirli yazarlara bağlılığımızın derecesi on ise, Bediüzzaman gibi dünya ve âhiretimize rehberlik eden büyük bir şahsiyette bin kentriyondur, sonsuzdur."

20'inci sahifede: "Risale-i Nur şahs-ı mânevisi, asrın içtimaî, ruhî ve dinî hastalıklarını teşhis etmiş ve müzminleşmiş içtimaî illetleri tedavi edecek şekilde Kur'an-ı Hakim'in hakikatlarını İlahî bir emirle bu zamanda yaşayan bütün insanlara arz etmiştir."

44'üncü sahifede: "Bediüzzaman, bu risaleleri bir sene okuyan bu zamanın mühim bir âlimi olabilir, demiştir. Evet, öyledir."

54'üncü sahifede : "Risale-i Nur okuyan hakimlerin isabetsiz karar verdikleri görülmüyor." denilmektedir.

Esas dosyada bulunan Said Nursî imzalı bir mektubda: "Denizli ehl-i vukuf raporu derc edildikten sonra; ehl-i vukuflar bizi kurtarmak, ehl-i dalâlet ve bid'anın şerrinden muhafaza için çalışmışlar. Adları Yusuf olan iki ehl-i vukuf da, medrese-i Yusufiyede bulunan bizlere şefkat göstermişler. Bazan cezbeye ve ihtilal-i dimağiyeye kapılması ihtimali vardır" demişler. Onların bu ihtimallerini esasıyla çürüten ellerine geçen ve bütün akılları hayrette bırakan Nur Risaleleri, müdafaa ve Meyve risaleleri kâfi cevabtır." deniyor.

Yine Said Nursî tarafından yazılmış bir mektubta: "Bütün dairelerde ve mekteblerde, halka, o ölmüş Süfyanın (Atatürk olduğu açıktır.) muhabbeti telkin ediyor. Bu halin alem-i İslâma ve istikbale pek elim ve acı te'siri olacaktır. Sabrediniz, daha kısmetimiz ve vazifemiz daha bitmemiştir. Risale-i Nur'a karşı anûdane hareket edilmeyecek, belki musalaha veya mutareke çaresi aranacak!" denilmektedir.

Kararnameden 13[değiştir]

Sanıkların ve vekillerin savunmalarının esasları, noktaları

Sanık Said Nursî, hazırlık sorgu ve duruşmadaki ifadelerinde;

"Kendisinin Mehdiliği red ettiğini; hükümetin me'murları yanlış ma'nâ vermemek için mektub ve eserlerini gizlediğini; zındık kelimesinin İslamiyet düşmanlarına ma'tuf olduğunu; Ahmed Feyzi'nin yazdığı eserle alâkası olmadığını; kadınların, kısa etek ve memelerinin görünecek şekilde açık gezmelerinin dinen câiz olmadığını; kendisinin, talebelerine Kur'an'ın hakikatlarını öğretmek ve imanlarını kuvvetlendirmekten maada fena bir maksadı olmadığını" söylemiştir.

22/9/948 tarihli dilekçesinde: "Ayasofya'yı puthane ve Meşihat'ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kanun nâmındaki emirlerine fikren ve ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz" denilmektedir.

29/8/948 tarihli dilekçesinde: "Bir fikir kalbime gelmiş, şöyleki: Hükûmet beni tam himaye ve bana yardım etmesi, milletin maslahatına ve vatanın mefaatına çok lüzumlu iken, beni sıkması îmâ eder ki: Benimle mücadele eden gizli zındıka komitesiyle, şimdi onlara iltihak eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli resmî makamları elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükûmet ise, ya bilmiyor ya müsaade ediyor. Kahraman bir milletin ebedî bir medar-ı şerefi, Kur'an ve cihad hizmetinde dünyada bir pırlanta gibi pek büyük bir nişâne ve antika yadigârı olan Ayasofya Camii'ni puthaneye ve Meşihat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemenin bir suç olmasına imkân var mıdır?" denilmektedir.

2/12/948 tarihli teşekkürnâmesinde : "Ehl-i vukuflara üç noktadan teşekkür ettiğini; arkadaşlarının kendisine karşı medhiyelerini ele alarak kendisine hücum eden insafsız muarızlara karşı, bir hodfuruşluk telakki etmelerini insaf ve şefkatlerine yakıştırmadığından müteessir olduğunu; Ahmed Feyzi'nin eserinin bir kısmını ta'dil ettiğini, fakat bir kısmının da aceleye geldiğinden ta'dil edemeden gönderdiğini; dine ve terbiye-i Muhammediye (A.S.M.) zehir diyen Saracoğlu'nu bırakıp hakikat-ı Kur'aniyeyi güneş gibi gösteren "Siracü'n-Nur" ile münakaşa etmenin, onun müsaderesine yardım etmek demek olduğunu beyan ediyoruz." denmektedir.

Mahkemeye tarihsiz ibraz ettiği bir müdafaasında: "Neticeten: Kendisinin ve şakirdlerinin siyasetle iştigal etmediklerini; cem'iyet teşkil etmediklerini; tecavüz olarak gösterilen yazıların mahrem olduklarını, vicdan ve tefekkür hürriyeti mevcud olduğunu, bunların bazı kanunları tenkid mahiyetinde de görülse, suç teşkil etmeyeceğini; ele alınan bir çok risalelerin eskiden yazılmış olunduğunu, evvelce de Eskişehir Mahkemesinde bunlardan dolayı mahkumiyet kararı verildiği gibi, Denizli Mahkemesinde de beraet ettiklerini artık bir daha aynı suçdan muhakeme edilmelerinin doğru olmadığını; kenndisinin ve gerekse Nur Şakirdlerinin şimdiye kadar âsâyişi bozacak bir harekette bulunmadıklarını; "Beşinci Şua"da isim tasrih etmemesine ve maksadının sadece ihbarden ibaret olmasına göre, bunun da bir suç teşkil etmeyeceğini" ileri sürerek savunmuştur.

Sanıklardan Ahmed Feyzi Kul; ifadelerinde:

"Maidetü'l-Kur'an" eserinin kendisine aid olduğunu, bu eserde yazılı istihracların hepsinin de hakikat olduğunu; ortada cem'iyet mevcud olmadığını; hükûmetin emniyeti aleyhinde çalışmadıklarını; yazdığı eseri Husrev'e, O'nun da Said'e göndermiş olduğunu, orada teksir edilmiş olacağını; bir şahsı kasdetmediğini, komünizm ve ona müntehi dinsizliği kasdettiğini" söylemiştir.

Mahkemeye verdiği 3/12/948 tarihli müdafaasında da: "Kendisine isnad olunan cem'iyetçilik ve 163. maddede yazılı suç unsurlarının mevcud bulunmadığını; Risale-i Nur'un hakaik-ı İslamiye ve envar-ı Tevhidi güneş gibi gösteren birer âbide-i hakkaniyet ve samimiyet olmakdan başka bir ma'na taşımadıklarını; ilmî hakikatları serdederken siyasete dokunmasının suç olmayacağını; Risale-i Nur'un her sahada gayr-ı kâbil taklid ve tanzir olduğunu, tevafuk harikasının sarih delaletiyle Kur'an'ın öz malı olduğunu; fani düşüncelerin ve günlük siyasi icabların hatırı için ve fâni eşhasın vaziyetlerini rencide etmemek için, ezelî hakikatları ayak altına almanın Allah kudretini hiçe saymak olacağını; esâsat-ı İslâmiye ve şeair-i diniyeye karşı tecavüz ve ihanetlere müdafaanın da bir vazife-i diniye olduğu, âli bir cihad olduğu, ulemâ-i dine teveccüh eden ferâiz-i İslâmiye olduğu; dinsizlerin savletlerine, din yıkıcılarının ihanetlerine karşı ehl-i imânın da boş ve müdafaasız duramayacağını, elbette haysiyet-i imâniyelerine uzanan nâmerd tecavüzleri önleyeceklerini.... İşte Risale-i Nur ve Nurcuların hakiki vaziyetleri bu olduğu; bunların devlet ve idareye mübarezeye kalkışmış anarşist adamlar olmadığını; Denizli Mahkemesinin Beşinci Şua da dahil olduğu halde bütün mes'elelerden beraet kararı verdiğini; Mâidetü'l-Kur'an eserindeki tevafukların kendisinin icadı olduğunu; ehl-i vukufun ancak bu hakikatı inkar ile işin içinden çıkmış olduklarını" bildirmektedir.

Diğer sanıklar: Halil Çalışkan, Mehmed Çalışkan, Osman Çalışkan, Hasan Çalışkan, Mustafa Acet, Ceylan Çalışkan, Hıfzı Bayram, İbrahim Edhem Talas, Husrev Altınbaş, Burhan Çakın, Tahiri Mutlu, Mustafa Osman, Sabri Halıcı, Mehmed Feyzi Pamukçu, Ali Akdağ, Re'fet Barutçu, Rıf'at Filizer, Ziver Gündüzalp, Ahmed Nazif Çelebi, Selahaddin Çelebi, Hüseyin Tabancalı, İbrahim Fakazlı ise gerek sorgularında ve gerekse dilekçelerinde (aşağı-yukarı müttefikan):

"Kendilerinin Nurcu olduklarını; Said'e büyük bir hürmet ve samimiyetle bağlı olduklarını; mektubların kendilerine aid olduğunu; kendilerine isnad olunan "Risale-i Nur'u yazma, teksir etme ve dağıtma" hareketlerinin de doğru olup, ancak gizli cem'iyet kurmadıklarını ve bu risalelerde devletin emniyetini tehdit eden bir yazı mevcut olmadığını ve kendilerinin böyle bir maksad ile hareket etmediklerini" söyleyerek savunmuşlardır.

Ehl-i vukufun raporundaki açıklamalara göre, bu iki sanık Said Nursî ile Ahmed Feyzi Kul'un; saltanat ve hilafetin ilgâsı, tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması, lâikliğin kabûlü, İslamiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, latin harflerinin kabûlü, Türkçe ezan ve kamet okunması, mekteblerde din derslerinin kaldırılması, medenî kanun ile kadınlara erkekler derecesinde hak tanınması, taaddüt-ü zevcatın kaldırılması gibi birçok millî inkılâb hareketlerini, "bid'a, dalâlet, ilhad.." ve bu inkılâbları mevki-i mer'iyette koyan devletin kanunlarını, "cebr-i keyf-i küfrî"; cumhuriyete, "istibdad-ı mutlaka"; rejime, "irtidat-ı mutlak ve bolşeviklik"; medeniyete, "sefahet-i mutlaka.." devletin kanunlarını tatbik ile mükellef olan bilhassa Nurcuları adâletin pençesine teslim eden birçok âmir ve me'murları, "yılan, zındık, gizli komünist, düşman, mülhid, münafık.." ve nihayet bütün ömrünü Türk vatanını dahilî ve haricî türlü tecavüzlerden kurtulmasına hasr ve vakf eden Türkiye Cumhuriyetinin bânisi ve Türk istikbâlinin sâdık ve fedakâr hadimi kahraman Atatürk'ü; "Süfyan, İslâm Deccalı, tağut-u dalâlet, zındıka komitesinin firavun-meşreb reisi ve ehl-i dalâletin dehşetli şahsiyeti" diye vasıflandırmak ve bu suretle her Türk'ün kalbinde kökleşen Atatürk sevgisini kökünden sarsarak, onun inkılâblarını birer-birer tahrib etmek gayesini istihdaf etmek ve bunu "mukaddes bir cihad-ı dinîye" ilan etmek.. Ordunun şapka yerine kep kabûl etmesini, bir kısım paraların resimsiz basılmasını, üniversitenin kapısındaki eski yazıların meydana çıkarılmasını, bayram namazlarında Arabça tekbir getirilmesini, Risale-i Nur'un üniversite tahsil gençliği arasında yayılmasını ve din lehine bazı fikir ve cereyanların başlamasını, "Risale-i Nur'un bir fütuhâtı" olarak müjdelemek suretiyle ve şapka giymemek hususundaki hareketlerinin fiili neticelerinin dahi görülmekte olduğunun...

Ve diğer sanıklar Husrev Altınbaş, Tahiri Mutlu, Ceylan Çalışkan, Mustafa Osman, Sabri Halıcı, İbrahim Edhem Talas, Ali Akdağ, Re'fet Barutçu, Halil Çalışkan, Mehmed Çalışkan, Osman Çalışkan, Hasan Çalışkan, Mustafa Acet, Hıfzı Bayram, Burhan Çakın, Ziver Gündüzalp, Mehmed Feyzi Pamukçu, Rıf'at Filizer, Selahaddin Çelebi, Ahmed Nazif, İbrahim Fakazlı ve Hüseyin Tabancalı'nın da; -kendilerinin elde edilen ve hulâsaları zikrolunan- gerek birbirleriyle ve gerekse Said Nursî'yle olan derece-i irtibat ve münasebetlerini, hareket ve faaliyetlerini gösteren mektubları ve duruşma sırasındaki müdafaalarında, kemal-i tefahürle, vâki-i açık ikrar ve itiraflarıyla: Kendilerine isnad olunun Risale-i Nur'u okumakla ve hatta bazılarına tavsiye etmekle ve Nurculuğu kabûl etmekle kalmayarak onları yazmak, teksir etmek, yaymak ve satmak ve Said ve risaleleri hakkında geniş propagandalarda bulunmak ve Said'in etrafı ile bu mevzudaki münasebet ve irtibatlarına vasıta olmak gibi mertebe-i sübûta vâsıl olan fiil ve hareketleriyle bu suçun icrasını kolaylaştırmak maksadıyla, Said Nursî'ye yardım ve müzaherette bulunmak suretiyle onun suçuna katılmış olduklarına, mahkememizce vicdan kanâatı tahassül etmiştir.

Netice: Sanıklardan Said Nursi ve Ahmed Feyzi Kul'un, dinî hissiyâtı âlet ederek halkı devlet aleyhine teşvik edici hareketlerde bulunmak suretiyle vâki hareketlerine mutabık Türk Ceza Kanununun 163. maddesinin birinci fıkrası mûcibince:

Bunlardan Said Nursî'nin damarlarında Kürdlük kanı kaynayan ve kafasında hâlâ Kürdlük fikir ve akideleri yaşayan bu sanığın, yirmi seneden beri (Eskişehir Mahkemesince mahkum olduktan sonra dahi) gittikçe artan bir cehd ile çalışarak, bilhassa Atatürk'ün kalblerde yerleşen sevgisini sarsmak için en ağır tecavüzünü yapmış ve O'nun cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliğini dahi zehirlemeğe kalkışmış olması... takdir-i şiddet sebebi sayılmak suretiyle, iki sene ağır hapse konulmasına; altmışbeş yaşını bitirmiş bulunması sebebiyle cezasının altıda biri indirilerek, bir sene sekiz aya mahkum olmasına....

Diğer sanık Ahmed Feyzi Kul'un da; Said'e bağlılığı bir gülûvv derecesine varan ve Risale-i Nur'a olan şiddetli yardımından dolayı "Nur'un mânevi avukatı" ünvanına lan, Maidetü'l-Kur'an eseriyle ve mahkemede okuduğu şa'şaalı müdafaânâmesiyle, Said'in yerini tutmağa ve O'nun memleket ve millet için zararlı irticâi din mücâhedesini yürütmeğe Nurcular içinde en kuvvetli bir istidat ve namzed olduğu bedihi olan bu sanığın; Atatürk'ün doğum tarihi olan 1880 tarihini, "Son asrın tağut dalâletinin doğumu.." ve ölüm tarihi olan 1938 tarihini, "Eza-yı kâfirâneye senelerden beri sabreden ehl-i imâna, sabırlarınıın mükâfatı" diye işaret etmek suretiyle, bütün kâinatça bir dâhi olarak tanınan ve şanlı Türk tarihinde eşsiz bir kahraman olan, ebediyen yaşayacak olan Atatürk'ü tezlil ederek, onun temsil ettiği inkılâb hareketlerine en müdhiş darbeyi indirmek istemesi.. takdir-i şiddet sebebi sayılmak suretiyle, yakalandığı tarihten itibaren bir sene altı ay ağır hapse...

Sanık Said'in suçunu kolaylaştırmak için ona yardım ve müzaheret suretiyle suça katıldıkları -yukarıda izah olunduğu şekilde- sabit görülen diğer sanıklardan Husrev Altınbaş, Tahirî Mutlu, Ceylan çalışkan, Mustafa Osman, Sabri Halıcı, İbrahim Edhem Talas, Ali Akdağ, Re'fet Barutçu, Halil Çalışkan, Mehmed Çalışkan, Osman Çalışkan, Hasan Çalışkan, Mustafa Acet, Hıfzı Bayram, Burhan Çakın, Ziver Gündüzalp, Mehmed Feyzi Pamukçu, Rıf'at Filizer, Selahaddin Çelebi, Ahmed Nazif Çelebi, İbrahim Fakazlı ve Hüseyin Baykan'ın hareketlerine uygun düşen Türk Ceza Kanunun 65/3 fıkrası delaletiyle, 163/1 fıkrasıyla altışar ay ağır hapislerine...

Bunlardan Ceylan Çalışkan'ın ve Halil Çalışkan'ın, 18 yaşını doldurmadıklarından üçer ay ağır hapislerine; tutuk bulunanlardan cezalarını ikmal edenlerin tahliyelerine ve Said Nursî, İbrahim Fakazlı ve Ahmed Feyzi Kul'un mevkufiyetlerinin idâmesine; ceza alıpta serbest bulunan Ziver Gündüzalp, Hüseyin Tabancalı'nın bâkiye-i cezalarını çekmek üzere tevkiflerine ve Selahaddin ve Nazif Çelebi'nin tevkiflerine...

Ve Türk Ceza Kanununun 173. maddesinin son fıkrası mucibince: Ceylan ve Halil Çalışkanlar hariç olmak üzere, ceza alan sanıkların mahkûmiyetlerine muadil olmak üzere emniyet-i umumiye nezareti altında bulundurulmalarına ve suç mahiyeti görülen fikirlerini yaymak istidadını gösteren sanıklardan Said Nursî'nin Çanakkale'de; Ahmed Feyzi Kul'un Erzincan'da; Husrev Altınbaş ile Tahiri Mutlu'nun Denizli'de; Mustafa Osman ve Mehmed Feyzi'nin Sinop'ta; Sabri Halıcı'nın Kayseri'de; İbrahim Edhem Talas, Ali Akdağ'ın Bursa'da; Re'fet Barutçu'nun Ankara'da; diğerlerinin de kendi memleketlerinde emniyet-i umumiye nezareti cezalarının çektirilmesine....ve suç mevzuu olmayan risalelerin geri verilmesine ve teksir makinesinin müsaderesine ve diğer sanıkların beraetlerine temyizi kâbil bulunmak üzere müttefikan karar verildi.

6/12/948

Reis: Tevfik Önen 1290

Aza: Lütfü Kaynak 4910

Aza: Kâzım Kırızoğlu 7409

Katip: Fevzi Yaman

Mukaddeme[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aşağıda yazılan fıkraların

mukaddemesidir

Mahkeme-i Temyizin lehimizde olarak aleyhimizdeki Afyon kararnamesini haklı ve hakikatli delillerle bozmasına bir cüz’î yardım etmek fikriyle, kararnamede olan sehivlerden bir kısmına kısa işaretler için, aşağıda onların mahrem risalelerden suç mevzuu diye zikrettikleri fıkraları aynen kaydedip yanlışlarını göstererek, bizi mahkûm edenleri mes’ul ederiz.

Ezcümle: Beni şiddetli ceza ile mahkûm etmek için bütün suçlarımın fihristesi olarak kararın âhirinde yazmışlar ki: “Said Nursî’nin reddettiği maddeler: Biri, saltanat ve hilâfetin ilgası.” Hem hatâ, hem sehivdir. Çünkü, İhtiyar Lem’asında “Hilâfet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi” diye yazdığımı on beş sene evvel Eskişehir Mahkemesine cevap verdim, sustular. Mürûr-u zamana uğramış, af kanunu ve beraat görmüş ehemmiyetsiz bir hatırayı suç sayan, kendisi suçlu olur.

Hem bu mevhum suça bir senet diye, benim bir Lem’ada ve Mu’cizat-ı Ahmediye’de (a.s.m.), bir hadîs-i şerifte,

اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِي ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا وَفَسَادًا وَجَبَرُوتًا

yani, Hulefâ-i Râşidînden sonra bir fesat olacak. İşte bu hadîs üç mu’cize-i gaybiyeyi gösterdiğini bir eski risalemde yazmıştım. Kararname benim bir suçum olarak, “Said bir risalede demiş: Hilâfetten sonra ceberut ve fesat olacak.”

Ey sathî heyet! Bir işaret-i gaybiyede, bu zamanımızda maddî ve mânevî en büyük bir fesad-ı beşerîyi ve zemini zîr ü zeber eden bir hâdiseyi haber veren bir hadîsin i’câzını beyan etmeyi suç sayan, maddeten ve mânen suçludur!

Hem suçlarından diye: “Tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, Lâtin harflerinin huruf-u Kur’âniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kàmet okunması, mekteplerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve taaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılâp hareketlerini bid’at, dalâlet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur” diye yazmışlar.

Ey insafsız hey’et! Eğer her asırda üç yüz elli milyonun kudsî ve semâvî rehberi ve bütün saadetlerinin programı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tesettür ve irsiyet ve taaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeâir-i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve te’vil kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur’âniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini ve umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkünse ve mürûr-u zamanı ve müteaddit mahkemelerin beraatlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem vechini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adâlet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz.

Said Nursî

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) Benden sonra hilâfet otuz sene sürecek, ondan sonra da ısırıcı saltanat şeklini alacak; sonra ceberût ve fesâd-ı ümmet meydan alacak. (Müsned, 5:220, 221, 4:273; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:340)

Fıkra 1-5[değiştir]

Mahkemenin—hayretle—aleyhlerinde iken, aleyhimizde yazdığı bir fıkradır.

Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakikatli bir düstur-u İlâhîyi üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rû-yi zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakz edecektir.


Mahkemenin taaccüp ve takdirle kararnamede yazdığı bir fıkra olup, güya aleyhimizdedir! Halbuki, onları mahkûm eder.

Yirmi Altıncı Mektupta Said Nursî kendisinden bahisle:

Bu bîçare kardeşinizde üç şahsiyet var ki, birbirinden çok uzaktırlar.

Birincisi: Kur’ân-ı Hakîmin hazine-i âliyesinin dellâllığı cihetindeki muvakkat ve sırf Kur’ân’a ait bir şahsiyetim var. Onda dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o benim değil; ben sahibi değilim. O makamın ve vazifenin iktiza ettiği bir seciyedir. Bende bu neviden ne görseniz, benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır.

İkincisi: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhîye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla muvakkat bir şahsiyet görünüyor ki, o şahsiyetin bazı âsârı var. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhîye iltica etmek noktalarından ileri geliyor ki, o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bedbaht, bîçare, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. O vakit bütün dünya beni medh ü senâ etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim.

Üçüncüsü: Hakiki şahsiyetim, yani, Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var. Onda Eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlar var ki, bazen riya ve hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem asîl bir hanedandan olmadığımdan, hisset derecesinde iktisada düşkün ve pest ahlâklar görünüyor. Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve su-i hallerini söylemeyeceğim.

Cenâb-ı Hak merhametkârane inayetini benim hakkımda böyle göstermiş ki, en ednâ bir nefer gibi bu şahsımı en âlî ve has bir mürşid hükmünde olan esrar-ı Kur’âniyede istihdam ediyor. Yüz bin şükür olsun. Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden âlâ!

1 اَلْحَمْدُ ِللهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى


Mahkeme dehşetli korkarak kararnamede aleyhimizde kaydettiği bir cümledir. Halbuki, on beş sene evvel yazılan o şiddetli cümle, sonradan bu gelen cümle ile tâdil edilmiş.

“Kardeşlerim, mâsumların ve ihtiyarların hatırları için beni zulmen öldürenlerden intikamımı almayınız. Azab-ı kabir ve sakar onlara yeter” fıkrası, onları insafa getirmek lâzımdı.

“Madem sizlerle—itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran—küllî bir muhalefetimiz var. Siz, dininizi ve âhiretinizi dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mâbeynimizde, tahmininizce bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi, hilâfınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zâlimâne ve vahşiyâne hükmünüz altında bir iki sene zelilâne geçecek hayatımızı kudsî bir şehadeti kazanmak için feda etmek, bize âb-ı kevser hükmüne geçer. Fakat Kur’ân-ı Hakîmin feyzine ve işaretine istinaden, sizi titretmek için size kat’î haber veriyorum ki, beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız. Kahhâr bir el ile bu fâni cennetinizden ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız. Arkamdan pek çabuk sizin nemrudlaşmış reisleriniz gebertilecek ve yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlâhîde yakalarını tutup adalet-i İlâhiye onları esfel-i sâfilîne atmakla intikamımı alacağım.

“Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz. Ben rahmet-i İlâhiyeden ümit ederim ki, mevtim hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacak. Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var” deniliyor ve bir âyetle bitiriliyor.


Mahkeme aleyhimde yazmış. Halbuki onları ifratla ittiham eden bir fıkradır.

Ankara’da Mustafa Kemal’in şiddet ve hiddetle divan-ı riyasete girip “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilaf verdin” dediğini, Said’in de ona “Namaz kılmayan hâindir; hâinin hükmü merduttur” dediğini, sonra Mustafa Kemal bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldığını ve Mustafa Kemal’in hissiyatını ve prensiplerini rencide ettiği halde kendisine ilişmemesini ve bu cebbar kumandanların âdetâ Eski Said’den korkmalarının Risale-i Nur’un ilerideki kahraman şakirtlerinin şahs-ı mânevîsinin harika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerameti olduğu yazılıyor.


Aleyhimizde yazılan, fakat mahkemeyi mes’ul eden bir fıkradır.

“Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz” denilmektedir.

29.8.1948 tarihli dilekçesinde, “Bir fikir kalbime gelmiş, şöyle ki: Hükûmet beni tam himaye ve bana yardım etmesi milletin maslahatına ve vatanın menfaatına çok lüzumlu iken beni sıkması îma eder ki, benimle mücadele eden gizli zındıka komitesiyle şimdi onlara iltihak eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli resmî makamları elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükûmet ise ya bilmiyor, ya müsaade ediyor. Kahraman bir milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada bir pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yâdigârı olan Ayasofya Camiini puthaneye ve Meşîhat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olmasına imkân var mıdır?”

1.) Allah’a hamd olsun ki, bu Rabbimin bir ihsânıdır.

Fıkra 6-10[değiştir]

Mahkemenin Said’i cezalandırmak için en kuvvetli tahmin ettikleri fıkradır. Said’in gizli düşmanlarına karşı Denizli Mahkemesinde istimal ettiği bu sözünü, mahkeme bütün bütün yanlış mânâ vererek devlete ve hükûmete çevirip tecziyeye sebep göstermiş.

“Bu inkılâpları mevki-i mer’iyete koyan devletin bir kısım yeni kanunlarına cebr-i keyfî-i küfrî, cumhuriyete istibdad-ı mutlak, rejime irtidad-ı mutlak ve bolşeviklik ve medeniyete sefahet-i mutlaka demiş.”


Mahkemenin kararnamesinde hayret ve takdirle yazılan bir fıkradır.

Risale-i Nur’u yazmanın uhrevî ve dünyevî pekçok faideleri olduğu, bunların da:

1. Ehl-i dalâlete karşı mânen mücahede etmek.

2. Üstadına neşr-i hakikatte yardım etmek.

3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmek.

4. Kalemle ilmi tahsil etmek.

5. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî ibadeti yapmak.

6. İman ile kabre girmektir.

Beş türlü de dünyevî faideleri var:

1. Rızıkta bereket.

2. Kalbde rahat ve sürur.

3. Maişette sühulet.

4. İşlerinde muvaffakiyet.

5. Talebelik faziletini almakla, bütün Risale-i Nur talebelerinin dualarına hissedar olmak olduğu ve bunların yakında gençlik tarafından idrak olunup üniversitenin bir Nur mektebi haline döneceği yazılıyor.


Medar-ı hayrettir ki, bu samimî fedakârlığı suç saymışlar.

Gizli münafıkların takip ettikleri iki plândan;

Birisi: Benim haysiyetimi kırmakla güya Nurların kıymeti düşecek!

İkincisi: Nur şakirtlerine telâş ve fütur vermekle Nurların intişarına mâni olunacak!

Hiç korkmayınız. Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate bizim gibi bazı bîçarelerin başları da feda olsun!


Pek acîptir ki, merhum Hasan Feyzi’nin gayet hâlisane ve ayn-ı hakikat ve vâkıa mutabık ve hiç zararı olmayan ve çoklara menfaatli olan takrizini ve methiyesini bir suç mevzuu diye Nurun bir mecmuasının âhirinde bulunmasıyla o mecmuanın müsaderesine vesile yapmak istenilmiş.

Hasan Feyzi’nin bir mektubu vardır. Hülâsası:

“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili ve hakkın ilhamı olup onun izniyle yazıldığına şüphe yok... Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemutun eserinden fışkıran kerametli bir Nurum... Sen çok feyizli ve rahmetli bir hak kitapsın. Bazı has ve hâlis talebelerini evliya ve asfiya nişanlarıyla taltif ve tezyin ediyorsun.

Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim, bir maznun sıfatıyla değil, belki bir muallim, bir mürebbî ve bir mürşid olarak girmiştir. Her divan-ı adalette en büyük dehşet ve savletini azamet ve izzetine parlak ve şaşaalı bir sûrette gösterdin. Onları da iman ve Kur’ân suyuyla yıkadın.”

“Ey Risale-i Nur’un bir hâdimi ve tercümanı olan Üstadım! Allah’ın abdi ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) mânevî veledi ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) müridi olan Üstadım! Beni huzur-u âlî-yi irfanına çıkar. İşte ancak bir kilo kadar olan bir aylık erzakı ve zahîresi paket halinde kâğıtta sarılı ve çivide asılı duruyor. O yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşuyor. Hediye ve behiyeleri almaktan çekiniyor. Zekât ve sadakaları, teberrük ve teberruları alsaydı, bugün bir milyon servet sahibi olurdu.”


Risale-i Nur tesmiyesinin dokuz sebepleri içinde yalnız birisine ilişmişler. “Nur isimli, has şakirtlerinden göremiyoruz” demişler. Haşiyede cevap verildiği gibi, şimdi de Nuri Benli ve Küreli Saatçi Nuri, Nur hizmetinde mümtazdırlar. Demek tenkit edemiyorlar, cüz’î bahanelere mecbur oluyorlar.

Yirmi Altıncı Söz Risalesinde otuz üç adet Sözlerin, otuz üç adet Mektupların, otuz bir adet Lem’aların ve on üç adet Şuâların mecmuuna Risale-i Nur denilmesinin sırrı şudur ki:

Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiş. Ezcümle, karyem Nurs’tur, merhum validemin ismi Nuriye’dir. Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kàdirî üstadlarımdan Nureddin, Kur’ân üstadlarımdan Nurî, talebelerimden benimle en ziyade alâkadar Nur isimli bulunanlarıdır. (Ne gariptir ki, mühim Nur şâkirtleri arasında Nurî isimli kimseye rastlanmamaktadır.) (Haşiye) Hem kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden Nur temsilleridir. Hem hakaik-i İlâhiyede müşkülâtımın ekserisini halleden Esmâ-i Hüsnâdan Nur ism-i nuranîsidir. Hem Kur’ân’a şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için hususî imamım Osman-ı Zinnûreyndir. (r.a.)

Haşiye: O zaman öyleydi. Şimdi yirmi sene oldu.

Fıkra 11-17[değiştir]

Hücumat-ı Sitte ve Zeyli, hem yirmi sene evvel, hem şiddetli ve zâlimâne bir tecavüze karşı, hem gayet mahrem, hem mahkemeleri görmüş, hem hiddet zamanında yazılmış, hem İkinci Harb-i Umumî zamanı, o hiddeti haklı göstermişken; şimdi yazılmış gibi suç sayıp müsadere etmek, adâletten çok uzaktır.

“Hücumat-ı Sittenin Zeyli” başlıklı yazı, “İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için şu mahrem zeyl yazılmıştır. Yani, ‘Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!’ denildiği zaman, yüzümüze tükrükleri gelmemek veyahut silmek için yazılmıştır. Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altındaki vahşî reislerinin sağır kulakları çınlasın ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o zâlimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Bu asırda yüz bin cihette ‘Yaşasın Cehennem’ dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir” yazısıyla başlıyor.

“Bu yakınlarda ehl-i ilhadın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok bîçare ehl-i imana ettikleri zâlimâne ve dinsizcesine tecavüz nev’inden, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde bana ve hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetime ve gizli ezan ve kàmetimize müdahale edildi. ‘Niçin Arabî kàmet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?’ denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kàbil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderatıyla keyfî istibdatla oynayan bir kısım firavunmeşrep gizli komitenin başlarına derim ki: Ey ehl-i bid’a ve ilhad! Altı sualime cevap isterim.

“Birincisi: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların ve vahşî canavar çete reislerinin dahi bir usulü var, bir düstürla hükmeder. Siz hangi usulle bu acîp tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Böyle hususî ibadette kanun olmaz.”


Medar-ı teessüftür ki, hem eski, hem mahrem, hem hakikatli olan İşarât-ı Seb’ada bir iki cümleye ilişip müsaderesine ve bize suç yapmaya çalışmışlar. Halbuki o hakikat o kadar kuvvetlidir ki, bütün beşeriyete ve dünyaya ilân edilecek bir maslahat-ı hayat-ı içtimaiyedir.

Dünyada en büyük ahmak odur ki, dinsiz serserilerden terakkiyi ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkiyi işgal eden birisi demiş ki: “Biz Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa top tüfek diye diye ileri gitti.”

“Cevabü’l-ahmak es-sükût” kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller de bulunduğundan deriz ki: Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Madem ölüm var, kabre girilecek. Bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse, bin defa Allah Allah demek lâzım gelir.


Mûcib-i hayrettir ki, On Altıncı Lem’ada bizim lehimizde olan bir cümleyi aleyhimize çevirip o kıymettar menfaatli risalenin müsaderesine meyil göstermişler.

On Altıncı Lem’adan:

“Harp belâsı bizim hizmet-i Kur’âniyemize mühim bir zarardır. Kàdir-i Külli Şey bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin; o vakit kendi kendine iş düzelir.

“Madem ki sizin elinizdeki nurdur. Nurdan zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza ihtiyat tavsiye ediyorsunuz?” Bu suale karşı muhtasar cevabım şudur:

“Baştaki başların bir kısmı sarhoştur, okumaz. Okusa da anlamaz, yanlış mânâ verip ilişir. İlişmemek için, aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzımdır. Onun için kardeşlerime tavsiye ediyorum ki, ihtiyat etsinler, nâehillerin ellerine hakikatleri vermesinler” denilmektedir.


Tesettür, Kur’ân’ın emri ve çok kuvvetli cevabı verilmiş ve eski yazılmış ve cezayı çektirmişken yine suç yapmaları ve İhtiyar Lem’asından gayet kıymetli ve herkese menfaatli ve Rehberde yazılmış bir hakikatin yalnız başını yazıp bir suç mevzuu diye müsaderesine yürümek gösteriyor ki, medar-ı tenkit birşey bulamıyorlar.

Yirmi Dördüncü Lem’ada, tesettür hakkında, tesettür Kur’ân’ın emri olduğunu izahtan sonra, “Mesmuatıma göre, merkez-i hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor” denilmektedir.

Yirmi Altıncı Lem’a, ihtiyarlar hakkında, “Ankara’nın eskimiş kal’asının başına çıktım. O kal’a tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü. Benim ihtiyarlığım, kal’anın ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı, hilâfet saltanatının vefatı bana gayet hazîn geldi. Firkatli bir hâlet içinde, geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın tepelerine baktım. Mazi, teselli yerine dehşet verdi; istikbal, benim ve emsâlimin ve nesl-i âtinin büyük ve karanlık bir kabri suretinde göründü. Hazır günüme baktım. Ölümle bir hareket-i mezbuhânenin ıztırabını çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü” denilmektedir.


Onlar bunu çok takdir etmeleri lâzımken tenkit etmişler, suç mevzuu yapmışlar.

“Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede aldığım maaştan çoğunu sarf etmiştim. Az bir kısmını hacca gitmek için sakladım. O cüz’î para iktisat ve kanaat bereketiyle bana kâfi geldi. Yüz suyumu döktürmedi. O mübarek paradan biraz daha var” deniliyor.

Yirmi İkinci Lem’a mahrem işaretli ve “En has ve hâlis ve sadık kardeşlerime mahsustur” kayıtlıdır. “Birinci İşaret: Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki onlar her fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Bu suale cevap verecek Isparta vilayetinin hükûmeti ve bu vilâyetin milletidir.”

Şefkat-i imaniyeden gelen bu mâsumâne ve hâlisâne ve hayretkârane ümit ve arzu ve temenniyi bir suç tevehhüm edenler, elbette kendileri suçludurlar.

Said imzalı bir mektupta, “Yedi yaşından on yaşına kadar mâsum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit, beni görünce koşuşup ellerime sarılmalarının hikmeti nedir?’ diye hayret ediyordum. Birden ihtar edildi ki, küçük mâsumlar tâifesi bir hiss-i kablelvuku ile, Risale-i Nur’la saadet bulacaklarını ve tehlike-i mâneviyelerden kurtulacaklarını hissettiklerini anladım” denmektedir.


Şefkat-i imaniyeden gelen bu mâsumâne ve hâlisâne ve hayretkârane ümit ve arzu ve temenniyi bir suç tevehhüm edenler, elbette kendileri suçludurlar.

Said imzalı bir mektupta, “Yedi yaşından on yaşına kadar mâsum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit, beni görünce koşuşup ellerime sarılmalarının hikmeti nedir?’ diye hayret ediyordum. Birden ihtar edildi ki, küçük mâsumlar tâifesi bir hiss-i kablelvuku ile, Risale-i Nur’la saadet bulacaklarını ve tehlike-i mâneviyelerden kurtulacaklarını hissettiklerini anladım” denmektedir.


Bu fıkra, başta lehimde ve âhirde bir arzu ve bir temenni iken, suç saymak insaftan hâriçtir.

Bir kısım âyetler ve hadîslerin müttefikan bu asırda bir hakikat-i nuraniyeye işaret ettikleri ve âhirzamanda gelecek bir müceddid-i ekberi gösterdikleri ve o gelecek zâtın ve cemiyetinin üç vazifesinden en ehemmiyetlisi imanı kurtarmak olduğu ve şeriatı ihyâ ve hilâfeti tatbik gibi çok geniş dairede hükmeden bu iki vazifesini nazara almamalarının zararsız olduğu, fakat Nurun muarızlarının, hususan siyasî taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabileceği, onun için kendisinin müdakkik kardeşimizin risaleciğinin bir kısmını ve bazı cümlelerini kaldırıp tâdil ederek göndereceği yazılıyor.

Said Nursî imzalı bir mektupta, dârülfünuna inkılâp eden Harbiye Nezaretinin kapısındaki

1 اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا

2 وَيَنْصُرَكَ اللهُ نَصْرًا عَزِيزًا

hatt-ı Kur’ânînin üzeri mermer taşlarla kapatılmışken, meydana çıkarılması, şimdi yeniden hatt-ı Kur’ânîye bir nümune-i müsaade ve Risale-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesile ve üniversitenin bir Nur medresesi olmasına işaret olarak gösterilmektedir.

1.) Biz sana ap açık bir fetih yolu açtık. (Fetih Sûresi, 48:1)

2.) Ve Allah sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin. (Fetih Sûresi, 48:3)

Fıkra 18-22[değiştir]

Tekbirâtü’l-Huccac mektubumda hakikat ve izahıma karşı tenkitlerine, Hüsrev’in âhirdeki haşiyesi tam cevaptır.

Saidu’n-Nursî imzalı “Tekbirâtü’l-Huccac fî Arafat” başlıklı mektupta, “Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri pek musırrâne olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz” diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, bundan sonra gelecek Mehdî-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların imanı kurtarmak, hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek ve inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunlarının bir derece tâtile uğramasıyla o zât bu vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır. Nur şakirtleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdi telâkkî ediyorlar. Bir kısmı, o şahs-ı mânevînin bir mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Hattâ, evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidâyet edicisi olduğu, bu tahkikatla te’ville anlaşılır diyorlar. İki noktada bir iltibas var; te’vil lâzımdır.

Birincisi: Âhirde iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller. Fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm avamda ve ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhirzamanın büyük mehdîsi ünvanını almamışlar.

İkincisi: Âhirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacak. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nurda ihlâsı bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim diye, yarı muvafakat şeklinde bir cevap verilmekte (Haşiye) ve bu mehdîlik teklifi açık ve kesin olarak reddedilmemektedir.

Haşiye: Ey insafsız heyet! Bundan daha keskin red cevabı nasıldır? Nur Talebeleri Namına Hüsrev


“Bu fıkradaki hâdiseler vâkıa mutabık ve acîp bir tarzda “Beni mahzun etmeyiniz, zemin hiddet eder” dediğimden üç dakika sonra zelzele olmasını hayret ve taaccüple tahsin etmek şefkatin iktizası olduğu halde, medar‑ı tenkit olamaz.

Dört saat ifadesi alınıp sıkıntı çekmesinden on saat sonra, âdetâ aynı zamanda iki milyon lira zarar veren Maarif yangını gösterdi ki, Risale-i Nur belâların def’ine bir vesiledir ki, Nurlara hücum edildi, belâ yol buldu, geldi” denilmektedir.

Yüz kırk bir (141) numaralı mektupta: Dört buçuk saat ifadesi alındıktan sonra, Ankara’da Maarif dairesinin ve otomobil garajının, İzmir’de bir fabrikanın, Adana’da büyük bir binanın yanmasından bahisle, bunun bir tesadüf olmadığı ispata kalkışıldıktan sonra, “Beni risalelerimden mahrum etmeyiniz. Yoksa hem bana, hem bu vatana yazık olur; zemin zelzele ile hiddet eder” dediğinden üç dakika sonra üç saniye devam eden zelzele, zeminin hiddeti ve ateşle Maarif dairesini sarması, mahkemece dört defa ispat edilen çok defa zelzelenin Risale-i Nura ve şakirtlerine taarruzları zamanına gelmesi tesadüf olamaz. Risale-i Nur’un bu memlekette belânın def’ine vesile olduğu çok hâdiselerle tahakkuk etmiştir” denilmektedir.

Yüz kırk yedi (147) numaralı mektupta, “Bu defa bize hücumların aynı zamanında kış çok hiddet etti, şiddetli soğuk ve fırtına ile havanın kızdığı gösterdi ki, hücumların durmasıyla ve Nurcuların ferahlanmasıyla Zemherir günlerinin Nevruz günleri gibi gülmeye başlaması ve Maarif dairesinin yanması küllî bir tokattır.”


Tebrik ve aferinle mukabele edilecek bir hale itiraz nazarıyla bakılmaz.

Bu defa bana mahkemede sordukları çok mânâsız sualler içinde, “Neyle yaşıyorsun?” dediler. Dedim ki: “İktisat bereketiyle. Bir vakit Isparta’da bir Ramazan’da bir ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinçle yaşayan bir adam, maişet için dünyaya tenezzül etmez ve hediyeyi de kabul etmeye mecbur olmaz” dedim.


Zübeyir’in mahkemede okuduğu müdafaası gibi, parlak methiyesi inşaallah onları takdir ve tahsine sevk etmiş ki, taaccüple kararnamede yazmışlar.

Zübeyir Gündüzalp’in daktiloyla yazdığı “Gençliğimiz, hak ve hakikatı öğreten malûmat ve en yüksek ahlâk istiyor” adlı bir formasında, onuncu sahifede:

“Risale-i Nur yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlığından kurtarmak için, müellifinin kendi ihtiyarıyla değil, büyük Yaratıcımızın ihtarıyla yazılmış bir şâheserdir.”

On ikinci sahifede: “Risale-i Nur’a hizmet eden birisine denilse: ‘Risale-i Nur yerine şu kitapları kopya et de, Ford’un servetini sana vereyim.’ O, Risale-i Nur satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan şöyle cevap verir: ‘Dünya servet ve saltanatının hepsini verseniz kabul etmem.”

On beşinci sahifede: “Dürüst fikirli yazarlara bağlılığımızın derecesi yüz ise, Bediüzzaman gibi dünya ve âhiretimize rehberlik eden büyük bir şahsiyete bir kentrilyondur, sonsuzdur.”

On ikinci sahifede: “Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsi, asrın içtimaî ve ruhî ve dinî hastalıklarını teşhis etmiş ve müzminleşmiş içtimaî illetleri tedavi edecek şekilde Kur’ân-ı Hakîmin hakikatlerini, İlâhî bir emirle, bu zamanda yaşayan bütün insanlara arz etmiştir.”

Kırk dördüncü sahifede: “Bediüzzaman, bu risaleleri bir sene okuyan bu zamanın mühim bir âlimi olabilir demiştir. Evet, öyledir.”

Elli dördüncü sahifede: “Risale-i Nur okuyan hâkimlerin isabetsiz karar verdikleri görülmüyor” denilmektedir.


Bu gelen parça tam lehimde ve ayn-ı hakikat iken, kararnamede suç mevzuları içine konulmamalıydı.

Ahmet Feyzi’nin eserinin bir kısmını tâdil ettiğini, fakat bir kısmının da aceleye geldiğinden tâdil edemeden gönderdiğini, “Dine ve terbiye-i Muhammediye’ye (a.s.m.) zehir diyen Saraçoğlu’nu bırakıp, hakikat-ı Kur’âniyeyi güneş gibi gösteren Siracü’n-Nur ile münakaşa etmek, onun müsaderesine yardım etmek demek olduğunu beyan ediyoruz” denmektedir.

Mahkemeye tarihsiz ibraz ettiği bir müdafaasında, neticeten; kendisinin ve şakirtlerinin siyasetle iştigal etmediklerini, tecavüz olarak gösterilen yazıların mahrem olduklarını, vicdan ve tefekkür hürriyeti mevcut olduğunu, bunların bazı kanunları tenkit mahiyetinde de görünse suç teşkil etmeyeceğini, ele alınan birçok risalelerin eskiden yazılmış olduğunu, bilirkişi tetkikatından geçerek zararsız bulunduklarının tesbit olunduğunu, evvelce de Eskişehir Mahkemesinde bunlardan dolayı mahkûmiyet kararı verildiği gibi, Denizli Mahkemesinde de beraat ettiklerini, artık bir daha aynı suçtan dolayı muhakeme edilmelerinin doğru olmadığını, kendisinin ve gerekse Nur şakirtlerinin şimdiye kadar âsâyişi bozacak hareketlerde bulunmadıklarını, Beşinci Şuâda isim tasrih etmemesine ve maksadının sadece ihbardan ibaret olmasına göre bunların da bir suç teşkil etmeyeceğini ileri sürerek savunmuştur.

Bu nümuneleri daha kıyas edilsin.

Said Nursî

Önceki Müdafaa: Afyon Mahkemesi Talebe MüdafaalarıTüm MüdafaalarTemyiz Mahkemesi: Sonraki Müdafaa