Risale:Bakara 7: Kalplerin Mühürlenmesi (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Bakara 6: Küfrün Mahiyetiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 8: Münafıklar Bahsi: Sonraki Risale

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰي قُلُوبِهِمْ وَ عَلٰي سَمْعِهِمْ وَ عَلٰي اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ[değiştir]

MUKADDİME[değiştir]

Ey aziz bilmiş ol ki; Bizim burada biraz durmamız icap ediyor, ta ki mütekellimîn ûlemasının bu ayetin ihtiva eylediği manalara dair neler konuştuklarını işitmiş olalım. Zira bu ayetin (kalesi) altında İ'tizal ve Cebir ehliyle, Ehl-i Sünnet vel Cemaat arasında büyük bir harb meydana gelmiş, gelmektedir. Elbette bu gibi harpler, her halde bakıp seyredenleri durdurur ve baktırır. İşte bizim de burada -senin istifaden için- bazı esasları zikretmemizin lüzûm ve münasebeti doğmuştur.

Birinci Esas[değiştir]

Ehl-i Sünnet Vel Cemaat'in mezhebi sırat-ı müstakîmdir. Ötekilerin ise, ya ifrat ve ya tefrittirler.

İkinci Esas[değiştir]

Kat'iyyen tahakkuk etmiştir ki; kâinatta Müessir-i hakiki yalnız Allahü teâladır. Öyle ise işler, emirler, îcadlar ve esas olan umum ma'nalar, tesir noktasında başka şeylere verilemez. O halde, bunları başkalara tafviz eylemek, onlara bırakmak yoktur, olamaz.

Üçüncüsü Esas[değiştir]

Hiç şüphesizdir ki, Allahü teala Hakîmdir. (Her bir şeyi mutlaka bir çok hikmetler ve maslahatlar için halk ve icad eylemiştir) Öyle ise, sevab ve ya ikabın abde verilmesinde boş ve abes bir iş değildir. (Yani: Abdi imtihandan sonra, cezalandırma ve ya mükafatlandırmada, Adil-i Mutlak olan Cenab-ı Hak, fuzûlî ve abes bir iş yapmaz, yapmamıştır. Elbette ve mutlaka hikmetli ve yerli yerincedir) O halde -abd için- ıztırar ve zorlama yoktur. Evet, nasıl ki Tevhid, (yani her şeyi bir vahid-i Cebbarın taht-ı emir, irade ve te'sirinde olmasını itikad eylemek) Ehl-i İ'tizalin göğsüne balyoz vurur gibi vurup kovduğu gibi; Tenzih-i hakikîde, (zulümden, gadirden, abes iş yapmaktan münezzehiyet dahi) Ehl-i Cebr'in ağzına tokat vurur, tardeder.

Dördüncü Esas[değiştir]

Her şeyin iki ciheti vardır. Bunlardan birisi: Mülkiyet (mülklük) cihetidir ki, ayinenin sırtı, arka yüzü gibi bazen güzel, bazen çirkin olup, ayrı ayrı şekil ve sûretler ona varid olurlar. İkinci cihet ise, Halıka bakan melekûtiyet vechidir. Bu yüz, her şeyde, ayinenin ön yüzü gibi şeffaftır, parlaktır. Binaenaleyh, Kubh'un halkı kabih değildir. Çünki, eşyanın Melekûtiyet cihetindeki halk ve îcadları, hasendir, güzeldirler. Hem güzellikleri tekmil ettirmek için halkedilen zahiren çirkin gibi olan şeylerin yaradılışı da, bilğayr ile güzeleşirler. Öyle ise, Ehl-i İ'tizalin safsatasına kulak asma!

Beşinci Esas[değiştir]

Hasıl-ı bilmasdar fiili -sarf ilminde -donuk, mahluk ve camid bir emir olup, sıfatlar ondan iştikak etmez. (Yani, onun özünden sıfatlar yapılıp alınmaz) lâkin masdar ise, meksûb, (kesbedilen alınan) nisbî ve itibarî bir iş, bir emir olduğu için, sıfatlar ondan iştikak eder. Öyle ise, hasıl-bilmasdar tarzında ve onun kıyasıyla; katlı halkeden Halik, katil olmaz. (Çünki; bizim kesbimiz, mübaşeretimiz, meyillenmemiz masdar olur, katil sıfatını da biz alırız) O halde sen, Ehl-i İ'tizali bataklıkları içersindeki oynamalarında bırak, gel!

Altıncı Esas[değiştir]

[1]Zahiri fiiller ve işler, ekseriyetle nefsin meyelanına dayanan ve birbirine ekli fiillerin neticesidir ki, "Cüz-i ihtiyarî" diye tesmiye edilir.. Ve bütün münazaâ ve münakaşaların esası bunun üstünde cereyan edip dönerler. (Not: Bu kısmın tam izahı, kader risalesinde, "İkinci mebhas' ta bulunuyor.)

Yedinci Esas[değiştir]

Cenab-ı Allahın hikmeti ve adaletiyle; irade-i külliye-i İlahiyesi, abdin cüz'î olan iradesine bakmaktadır.

Şu halde ıztırar ve mecburiyet yoktur. (yani, ister istemez bir fiili yapma ve işleme durumunda olma diye bir mecburiyet yoktur, olamaz.)

Sekizici Esas[değiştir]

İlim, elbetteki ma'luma tabi'dir. O halde ma'lum ilme tabi değidir ki, devir[2] lazım gelsin. (Yani, ilim ile bilinen bir şeyin, hariçte vücuda gelmesinin mecburiyet ve zarûreti olmaz.) Öyle ise, amel ve fiilde; malumun ölçüleri ile kadere havale ederek teallül yapılmaz. (Yani yaptığı bir işten, işlediği bir fiilden dolayı mes'uliyetin altından çıkmak ve kaçmak için bahaneler ileri sürülemez.)

Dokuzuncu Esas[değiştir]

Hasıl-ı bilmasdar'ın halkı, (yani "Beşinci esasta tafsili geçtiği üzere) masdarın kesbine bakmaktadır ki, Allah'ın adetinin hikmetli cereyanı ile, Hasıl-ı bilmasdar, masdar üzerinde şart kılınmıştır. Evet, masdarın kesbinde (Yani, cüz-i ihtiyarî ile taleb etmesinde) olan nüve ve ondaki ukde-i hayatiye ise, "Meyelan" denilen şeydir. (Yani: O fiile meyillenme, eğilme, yönelme ve sairedir.) İşte şu meyelan meselesinin halledilmesiyle, mevzu' daki ukde ve düğüm de açılır.

Onuncu Esas[değiştir]

Tereccüh-ü bila müreccih muhaldir. (Yani bir iş, bir fiil, kendi kendine bir tercihci olmadan sebepsiz oluvermesi muhaldir.) Amma tercih-i bilamüreccih ise başkadır. Yani: Tercih etmeye zorlayan bir sebep bulunmadan da bir tarafı tercih eylemek caizdir ve vaki'dir. O halde, Allahü tealanın fiilleri bir takım garazlarla ta'lil edilemez, şaibelendirilemez. Belki olsa olsa, vaki olan şeyde, müreccih, tercih edici Cenab-ı Hakk'ın ihtiyarıdır denilir.

On Birinci Esas[değiştir]

Ortada mevcûd bir emir, bir şey varsa; elbette vücuda gelebilmesi için bir müessiri, tesir sahibini gerektirir, icabettirir. Aksi halde -üstte geçtiği üzere- tereccüh-ü bila müreccih lazım gelir ki, o da muhaldir. Amma emr-i i'tibari ise, (yani insanda bir fiili, bir işi yapma eğilimi, ya da o meylin tasarrufu) bir tahsis edici olmaksızın da, hususileşmesi ve tahassusu muhali lazım kılmaz.

On İkinci Esas[değiştir]

Vücuda getirilmiş bir şey, vücuda gelmesinin zarureti, vucûbu olduktan sonra, ancak vücûd bulabilir. Lâkin emr-i itibarî ise, vucûb ve zaruretin sınırına dayanmayan ve onu zorlamayan bir tereccüh olur ki, bu da ona yeterli gelir. Öyle ise, o hal, mümkinin müessirsiz olmasını lazım kılmaz.

On Üçüncü Esas[değiştir]

Bir şeyin vücûd ve varlığını ilmen bilmek, o şeyi mahiyetiyle bilmekliğini istilzam etmez. Hem bir şeyin mahiyetini bilmemek, o şeyin ademini, yok olmasını lazım kılmaz. Aynen bunun gibi; cüz-i ihtiyarînin künhünü bilipte ta'bir edememek, onun kat'i varlığına münafi olmaz.

İşte eğer sen, bu esasları iyice tefettun edip anladınsa, şimdi yine sana söyleneceklere de kulak ver!

Evet, biz Ehl-i Sünnet Vel Cemaat ma'şerleri, yani cemaatleri ve toplulukları bu meselede ehl-i i'tizala şöyle hitap ederiz ki: Ey ehl-i İ'tizal! Kat'î ve muhakkattır ki; abd, masdardan hasıl olan ve ondan çıkan vaziyetlerde olduğu gibi, hasıl-ı bil masdarın da haliki değildir. Belki ancak abd, yalnız masdarın masdarıdır. Zira, kâinatta müessir-i hakikî, gerçek te'sir sahibi ancak Allahtır. Tevhid-i hakikî bunu böyle iktiza eyler.

Sonra, Cebriyecilere de döner, şöyle hitap ederiz: Ey ehl-i Cebr! Abd, ihtiyarsız bir tarzda fiili işlemeye muztarr değildir. Zira, Cenab-ı Hak Hakîm-i Mutlak olduğundan, abdine bir cüz-ü ihtiyarî vermiştir. Ve bu cüz-ü ihtiyarî abdin elinde mevcuddur. Evet, çünkü tenzih-i hakiki (zulüm, abes işleri yapmaktan ve saire ayıplardan tenzih eyleme) bunu böyle iktiza eyler.

Sual 27[değiştir]

Eğer deseniz: Cüz-ü ihtiyarî tahlile tabi tutulup her şerh ile deşildikçe, ondan yalnız bir cebr meydana çıkıyor?..

Cevaben size denilir ki: Evvela: İnsanın kendi vicdanı ve fıtratı, insanda ihtiyarî olan emr ile, iztirarî olan işin arasını tefrik edip ayıran bir emrin, bir şeyin mevcudiyetine kat'iyyen şehadet etmektedir. Bu emrin biz ta'rifini yapamazsak da, bir şey lazım gelmez, olmamasına da delil sayılmaz.

Saniyen: Size denilir ki; meyelan denilen şey, Eş'arîlerin benimsedikleri gibi mevcud bir emir olsa, o zaman ondaki tesarruf, abdin elinde itibarî bir emir olmuş olur. Şayet Maturidîlerin kabul ettikleri tarzda, o meyelan eğer bir emr-i itibari olsa, o vakit onun sübût ve tehassüsü, mucîb bir illet-i tammeyi istilzam etmez.. Ve o halde tehalüf ve ya te'hir caiz olmuş olur. Feteemmel.

Velhasıl: Hasıl-ı bilmasdar, adet ve kaidece masdara bakar ve ona mevkuftur, bağlıdır. Masdarın esası ise, meyelan veya ondaki tasarruftur. O ise, hakikî mevcud bir şey değildir ki; tahassus edebilmesi için, (yani hususiyet kesbederek vücud bulabilmesi için) gah o, gah da bu, müessirsiz olarak bir mümkin şey olmuş olsun. Ya da aksiyle; müreccihsiz, sebepsiz kendi kendine üstün gelipte meydana çıkmış olsun?.. Bununla berber, o meyelan ve ya ondaki tasarruf denilen şey, tamamen ma'dûm da değildir, ta ki hasıl-ı bilmasdarın halk ve icadına salih bir şart olmuş olmasın?..! Ya da sevab ve ikab için bir sebep teşkil etmiş olmasın!?.

Sual 28[değiştir]

Eğer desen: İlm-i ezelî ve irade-i ezeliyye, cüz-ü ihtiyarîyi kal' etmeye maildirler?!.

Cevaben sana denilir: İhtiyar ile (insanın cüz-ü ihtiyarisiyle) yapılan bir fiili ilim ile bilmekte, o fiilin masdarı olan ihtiyarı nefyetmiyor. (Yani Allahü Teâla ilm-i ezelîsiyle, mahlukatın veya abdlerin ihtiyarla bilerek yaptıkları fiillerini bilmesi, görmesi, onların cüz-ü ihtiyarilerinin varlığına engel değildir) Hem ilm-i ezelî ise, semanın gök kubbesi gibi her şeyi ve her yeri muhittir,[3] kaplamıştır. Yoksa, "Ezel" demek, zaman-ı mâzînin başı gibi bir silsilenin mebdei demek değildir ki, sebeplerden teğafül edip unutarak, müsebbebat ona, (Ezele) isnad edilsin ve çıkışları ondan tevehhüm edebilsin.

Hem dahi ilim, ma'luma ta'bidir. Yani, hangi keyfiyette olacaksa, ilim ile de o şey ihata edilip bilinir. Öyle ise, ma'lumun ölçüleri kaderin esaslarına dayandırılmaz.

Hem dahi, irade-i ezeliye, müsebbebe bir defa, sebebe de ayrı bir defa taalluk etmiyor ki; cüz-i ihtiyarî de ve sebeb de bir faide kalmamış olsun. Belki müsebbeble beraber sebebine de bir defa da taalluk etmektedir.

İşte bu sırra binaen: Mesela bir şahıs, bir şahsı tüfekle vurup öldürdü. Sonra biz kalkıp sebebini ve atılan kuşunu yok ve atılmamış farzetsek; acaba o ölen şahıs, o anda ölmüş olabilir mi idi ve ya ölmez mi idi?!

Cebriyeciler der: Katledilmemiş olsaydı bile, yine ölecekti. Zira Cebriyecilere göre, sebeb ile müsebbebin arasında bir çok taalluklar ve inkita'ın teaddüdû bulunmaktadır. (Yani Cebriyecilere göre, sebeb ile müsebbeb arasında ayrı ayrı tarzda hem alakalanma, hem de kopmalar vardır) Amma Mu'tezileler ise derler: "Hayır, ölmeyecekti çünkü bunlara göre ise: Muradın hangisi olacağının, hadiseye tealluk eden irade-i İlahiyye tarafının tehallüf ve teahhurunun cevazı vardır.

Amma Ehl-i Sünnet vel Cemaat ise der ki: "Biz burada durur ve sükût ederiz. Zira, burada sebebin ademini farzetmek, İrade-i İlahiyenin ve onun ilminin müsebbeble de adem-i teallukunu istilzam eder. Zira İrade-i İlahiye her ikisine bir defa ve beraberce tealluk eder."

Demek ki, ehl-i itizalin bu farz-ı muhallı olan anlayışları içinde, kat'î bir muhali istilzam etme cevazı vardır. Feteemmel!

BAŞKA BİR MUKADDEME[değiştir]

Ey aziz şunu da bilmiş ol ki, tabiiyyûn ehli derler ki: "Sebepler hakikî te'sire sahiptirler." Mecûsiler de: "Şerri yaradan başka Halık vardır" derler. Mutezileler de: "Hayvanlar kendi ihtiyarî fiillerinin Halıkıdırlar" diye iddia ederler.

İşte bu üç anlayış ve görüşün de temeli, batıl bir vehim ve bir hata-ı mahz üzerine kurulmuştur. Hem hadden de bir tecavüzdür.. Ve bir kıyas-ı maal-farık olup onları aldatmış, şaşırtmış ve ayaklarını kaydırmıştır.

Evet, onlar gûya Cenab-ı Hakkı tenzihe gidiyoruz zannıyla gidip, şirkin ve küfrün tuzağına düşüp, takılıp kalmışlardır. Eğer bu meselenin - esastan- tafsilini istiyorsan; gelecek meselelere iyice kulak ver; o batıl vehmi tardedip kovacaklardır. İşte:

1- İnsanın nasıl ki işitmesi, konuşması, mülahaza ve tefekkürü cüz'î olduğu için, ayrı ayrı eşyaya taalluk edebilmesi için, ancak bir şeyden ayrılıp öbür şeye gidebilmektedir. (Yani ancak sıra ile bir bir, şey şey taalluk edebiliyor.) Öyle de, himmeti dahi cüziye olduğundan, eşya ile ancak nöbetle ve sıra ile meşğul olabiliyor.

2- İnsanın kıymeti, mahiyeti nisbetiyledir. Mahiyeti de, himmeti derecesindedir. Himmeti ise, meşgul olduğu maksadın, ğayenin ehemmiyeti mikdarıncadır.

3- İnsanoğlu hangi şeye teveccüh eylese,[4] bütün gücüyle o şeye eğilir ve onda fani olur; haps olur kalır. Bu notadandır ki; insanlar hep kendi örf ve adetlerine göre düşündükleri için; hasis ve hakir bir şeyi ve ya bir vaziyeti ve ya cüz'î küçük bir işi, rütbece büyük bir şahsa ve faziletli yüksek bir zata isnat etmezler. Belki tutar, bunları bazı vesile ve sebeplere verirler. Zannederler ki; aşağı ve küçük şeylerle meşgul olmak, o rütbeli, faziletli zatın vakarına uygun değil ve o zat da, bu gibi şeylerle meşgul olmaya tenezzül etmez. Onun himmeti bu hakir ve küçük şeyi taşımaz. Hem onun azim himmeti, yüceliği bu hafif ve küçük işleri tartmaz.

4- İnsanın hali, şanı budur ki; bir şeyin ahval ve evza'ını muhakeme etmek üzere; onda tefekkür edip düşündüğü zaman, o şeyin mikyaslarını, rabıtalarını ve temel esaslarını evvela kendi nefsinde ve kendi düşünce ve anlayış aleminde taharrî etmeye başlar. Sonra da, ebna-yı cinsi olan sair insanlarda... Eğer bulamazsa, kendi etrafındaki mevcudat ve mümkinatta aramaya koyulur. Hatta Vacib-ül Vücûd olan Hak Tealanın -ki hiç bir vech ile mümkinat ve mahlukata benzemediği halde- bu insan onun azamet, kudret, saltanat ve Rububiyet gibi evsaf-ı kibriyasında, ya da zat-ı uluhiyetinde tefekkür ettiği zaman, Kuvve-i vâhimesi onu, şu zikri geçmiş kötü, seyyi' olan vehmi, düstur almağa sevkeder.. Ve o aldatıcı kıyası da ona dürbün yapmağa sürükler. Halbuki, Sani-i Zülcelal'a (Celle Celalühü) bu noktadan bakılamaz, zira onun kudretine inhisar yoktur.

5- وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي Cenab-ı Hakkın (C. C.) kudreti, ilmi ve iradesi güneşin ziyası gibi her şeye şamil ve her iş ve emre âmmdır. Hiçbir zaman inhisar ablukası içine düşmez. Ve hiçbir cihetle muvazeneye gelmez.

Evet, onun kudreti, ilmi ve iradesi arş gibi en büyük şeylere tealluk ettiği gibi; (Yani halk, icad ve irade gibi, şuûnatta, o büyük eşya ve azîm mahlukat ile alakalandığı gibi, aynı vakitte, cevher-i ferd gibi (atom zerreleri) en küçük eşya ile de alakalanır, taalluk eyler. Hem nasıl ki güneş ve kameri halk eyler, kezalik sivrisinek ve pire gibi küçücük hayvanların gözlerini de halk etmek için tealluk eylemektedir. Hem nasıl ki kâinat içine âli bir nizamı tevdi' eylemiş.. Öyle de, hurdebînî olan küçücük hayvanatın midelerine de dakik bir nizam bırakmıştır. Hem nasıl ki Semavat içinde muallakta ve asılı olan ecram-ı ulviyye ve büyük yıldızları "Cazibe-i umumîye" denilen kanununa rabtedip bağlamış.. Öyle de, "cevahir-i ferde" denilen zerreler ve atomları da, o kanunun nazîri olan bir kanunla nazm eyleyip dizmiştir ki; adeta bu, o büyük kanunun küçültülmüş misalidir.

Evet, aczin tedahülü ile, mahlukatın güç ve kuvvetlerinin mertebeleri tefavüt eder, derece derece olur, ayrı ayrı tarzda zahir olur. Amma aczin tedahül ve müdahelesi, hakkında muhal-ender muhal olan Zat-ı Kibriyanın kudreti karşısında ise, herşey bir ve müsavi olur. Zira acz, zatî olan kudretin zıddıdır. Feteemmel!...

6- Kudret-i İlahiye, eşyanın en evvel melekûtiyetlerine taalluk eyler. Başka bir tabirle, Kudret-i İlahiyenin taalluk eylediği ilk ve en evvel şey, eşyanın melekûtiyetleridir. (Yani ruhları ve hayatları cihetidir) Melekûtiyet ise, herşeyde şeffaftır, güzeldir ki, üst taraflarda izahı geçmiştir.

Evet, Cenab-ı Hak (C. C.) güneşin yüzünü nasıl ki nur ile parlatmış, Kamerin vechini de ziya ile aydınlatmış. Öyle de, gece karanlığının ve bulut kesafetininde melekûtiyetlerini öyle hasen ve nuranî kılmıştır.

7- Cenab-ı Hakkın azamet ve kibriyasının ölçüsü ve kemalatının mizanı ve evsafının muhakeme vasıtası beşerin zihnine sığışmaz, sığması da hiçbir vech ile mümkün değildir. Belki ancak bir vech ile[5] mümkün olabilir ki, o da geniş ve derin bir tefekkür neticesinde, masnuatın umumundan EHADİYYET sırrıyla husûl bulacak olan bir nur ile; ve eserlerinin tamamından tecellî edebilecek bir yakîn ve ef'alinin yekunundan hûlasalanacak bir marifetle bir derece rasad edilebilir. Evet bir zerre, mezkûr evsaf ve ef'al-i Rububiyete bir derece küçücük bir ayine olabilir, amma hiçbir zaman ölçü ve mikyas olamaz.

İşte eğer bu (yedi) mes'eleleri düşünüp tefekkür edebildiysen, kat'iyyen bilmelisin ki; Vacib Teala ve Tekaddes Hazretlerinin mümkünata hiçbir suretle benzemediğini idrak etmiş olabilirsin. Çünki fark, (yani bir mahlukun evsafiyle Vacib Tealanın evsafı arasındaki fark) seradan süreyyaya kadar birbirinden uzak olan fark gibidir. Görmez misin ki, ehl-i tabiat, Mu'tezile ve Mecusîler -Kuvve-i vâhimenin akıllarına mezkûr aldatıcı kıyas ile musallat olmasıyla, sonra da bu vehim akıllarında hâkim bir tavır almış olmasıyla- nasıl te'sir-i hakikîyi sebeplere ve fiillerin halk ve icadını hayvanlara ve şerrin yaratılışını Allah'tan gayrısına vermeye ve isnad etmeye zorlanmış ve mecbur olmuşlardır. Evet onlar, batıl bir zanna ve kâzip bir vehme kapılan şaşkın akıllarına göre ve zu'umlarınca, "güyya ki; nasıl olurda Cenab-ı Hak Teala kendi azamet, kibriya ve münezzehiyetiyle beraber şu hasis ve napâk işlerin ve zahiren çirkin görünen eşyanın halkı için tenezzül edip de yaratmaya el atsın" diye tasavvur ediyorlar. Yuh! Onlara ki, akılları onları şu vâhî, esassız olan vehme esir ettirip bırakmış. Ey arkadaş dikkat! Bu vehm-i batıl, bazen vesvese cihetiyle mü'minlere de musallat oluyor. Hazer edip ondan uzak kalasın.

ŞİMDİ AYETİN ASIL TAHLİLİNE GEÇİYORUZ[değiştir]

İşte bu ayetin (Yedinci ayetin) kelimelerinin tahlili ve nazm ve irtibatları gelecek tarzdadır, şöyle:

Bilmiş ol ki; لَايُؤْمِنُونَ kelamına (Altıncı ayetin son kelimesi) خَتَمَ nin bağlanması ve izlemesi, ikab'ın amele terettübünün naziresi, örneğidir. Güya ayetin manası der ki: Vaktaki onlar cüz-i ihtiyarîyi ifsad edip bozdular. Ve o yüzden iman etmediler; neticesinde kalbin mühürlenmesi ve kapatılmasıyla cezalandırıldılar.

Sonra, خَتَمَ lafzı ise, terkipli bir istiareye işaret ediyor.. O da temsilî bir üsluba îma etmekte, bu da onların dalaletlerini tasvir eden bir darb-ı mesele remzetmektedir. Çünki خَتَمَ deki ma'na ise; hak ve hakikatın, kalbe nüfûz edip girmesini men'etmek demek olur. O halde خَتَمَ ile yapılmış tabir; Allahü tealâ kalbi, kıymettar cevherlerin hazinesi olsun diye bina ettiğini; fakat sonra su-i ihtiyar ile o kalb, bozulup teaffün ederek kokuştuğunu ve böylece, içindeki cihazlar zehirlere dönüştüğünden, ondan sakınmak için kapatılıp mühürlenmiştir diye tasvir eylemektedir.

Amma خَتَمَ اللّٰهُ deki اللّٰهُ ise, bil ki: Onda tekellümden gaybete geçen, yani gıyabiye bakan bir iltifat, bir ince bakış vardır. Hem o iltifat ve bakış nüktesiyle birlikte, lafzullahın niyette لَا يُؤْمِنُونَ nın müteallıkı ile olan münasebetinde (Yani: Bu ayetten sonra gelecek ayetteki بِاللّٰهِ lafzı ile taalluku olduğunda) Şöyle bir letafete işaret eder ki; "onlara Allah'ın nur-u marifeti geldiğinde; (delaîl-i nûraniye akıllarına göründüğünde) onlar kalkıp bu gelenlere kalplerinin kapısını açmadılar. Allahta, ya da Allahın nur-u ma'rifeti de, o kalblerden gazap içinde yüz çevirdi.. Ve o kalbin kapısını üstlerine kapayıp mühürledi.

Amma عَلٰى قُلُوبِهِمْ deki عَلٰي ya gelince, bil ki: Bunda خَتَمَ kelimesinin karakteri itibariyle müteaddî olmakla (Yani komşusundaki kelimelere te'siri hasebiyle) خَتَمَ kelimesi "vesim" yani nişan manasını dahi kendine çektiğine ve içine aldığına işarettir. Bu ma'na ile, ayetin manası güya diyor: Cenab-ı Hak şu hatmi, mührü bir vesm, bir alamet ve nişan tarzında o kalbe basmışta, Melaikeler o vesmi alamet ve nişan olarak tanıyor, görüyorlar. Keza, عَلٰى da şöyle bir îma dahi vardır ki; kalbin kapatılmış olan kapısı, aşağı ve dünyaya bakan kapı değil, belki âhirete ve nur-u ma'rifete açılan kapısıdır.

Amma قُلُوبِهِمْ lafzı ile, kalbi sem' ve basardan önce zikretmesinde şöyle ince bir ma' nanın ifadesi vardır ki; kalb, îmanın yeri ve mahallidir. Ayrıca delâil-i Sani, en evvel kalbin kendi nefsiyle olan müşaverelerinden ve vicdanın kendi fıtratına olan müracaatından tecelli eylemektedir. Zira kalb, kendi özüne müracaatında, onu bir nokta-i istinada iltica ettiren, şedid bir aczi onda hisseder. Vicdan dahi kendi fıtratına baş vurduğunda, emel ve arzularının nemalandırılmasına şiddetli bir ihtiyacı gördüğü için, bir nokta-i istimdad bulmağa muztar ve mecbur kaldığını görür. O ise ki, istinad ve istimdad noktalarını bulmak, ancak iman ile mümkündür.

Hem sonra, burada ayetteki "Kalb" den mûrad, Latife-i Rabbaniyedir ki; onun hissiyatının mazharı vicdan, fikirlerinin ma'kesi de dimağdır. Yoksa, cism-i sanavberî (çam kozalağı heyetindeki et parçası) değildir. Buna göre, burada onun "kalb" ile tabir edilmesinde şöyle bir remiz vardır ki; Latife-i Rabbaniyenin, insanın ma'neviyatına olan hizmet ve alakası; sanevberî olan maddî kalb cisminin, cesed-i maddî ile hizmeti ve alakası gibidir. Evet, nasıl ki "kalb" ile isimlenmiş olan o maddî cisim, bedenin her tarafına âb-ı hayat olan kanı neşreden hayattar, canlı bir makine olup; tıkandığı ve durduğu zaman, cesed de hemen donar ve durur. Öyle de: O latife-i Rabbaniye dahi hakikî ab-ı hayat olan nur-u imanı; mü'minin ma'neviyat, ahval ve emellerinin, adeta tecessüm etmiş heyetinin aktarına neşretmektedir. -Eliyazubillah- eğer nur-u iman ondan çıksa ve zeval bulsa; kâinatın ehval ve mesaibine karşı dayanabilen ve onlarla boğuşup başa çıkabilen imanlının mahiyeti; imansızlıkla hareketsiz, cansız bir karaltı halini alır.. Ve onun sahibine daima zûlmetler celbeder, onu karanlıkların içersinde bırakır.

Amma وَ عَلٰى سَمْعِهِمْ de tekrarlanan عَلٰى ise, mühürlenmeye ma'ruz her bir cihazın veya latifenin kendi nev'ine göre, durum ve delillerinin müstakil ve ayrı bulunduğuna işaret içindir.

Evet kalb, aklî ve vicdanî delilleri ile birlikte mühürlenmesi vaki' olduğu gibi; Sem' dahi, naklî ve haricî delilleri ile mühürlenebiliyor. Hem عَلٰى nın bu tekrarı, sem'in (kulağın) mühürlenmesi ile kapatılaması, kalbinkinin cinsinden olmadığına da remz etmek içindir.

Sonra ayet, kalbi "kalbler" diye cem' siğasıyla zikrettiği halde, sem' i (kulağı) ise, iki yanın cem'i var iken, ifrad ile (tekil ile) zikretmesinde, bir îcaz olmakla beraber, şöyle bazı remizlere bakar ki: Sem', (işitme ve dinleme cihazı kulak) gözün kapağı gibi bir kapağı olmadığından, bir masdar'dır. İşittiren de ferddir, tekdir. Ve herkes için, işitilen şey de yine ferddir. Sesleri, kelimeleri ferd ferd işitir veya işitilir. Hem işitmede dinlemede herkes iştirak edebildiği için, dinleyenlerin kulakları ittisal peyda ederek bir ferd gibi olur. Hem cemâatin ittihadından ve bu ittihadın ittihadından bir tek şahsiyet kesbedilmesinden dolayı, bütün o cemaatin tek bir kulağı olmuşçasına bir vaziyet tahayyül edilebilir. Hem küllün istimaından, dinlemesinden bir ferdin kulağına ihtiyaçsızlık cihetine de (işaretle) bakabilir. Öyle ise, belagatta sem'in hakkı ifraddır, müfred olarak zikredilmesidir.

Amma kulûb (kalbler) ve ebsar (basarlar) ise, müteallakatlarının muhtelif bulunması.. Ve görme yollarının değişik olması.. Ve delillerinin ayrı ayrı bulunması.. Ve ta'lim eden muallimlerinin nev'ilere dağılması.. Ve telkin edicilerin kısımlara ayrılması sebebiyle; iki cem'in arasına (kalbler ve gözler cem' siğalarının arasına) sem', müfred olarak tevassut edip girmiştir.

Amma kalbden sonra sem'in ta'kip etmesi nüktesine gelince; çünki sem', kalbin melekât'ının hiss ve duygularının bir babası (yani, santralı) olduğu, hem kalbe en yakın olduğu ve altı cihetten gelen sesleri birden, defaten konrol edebilmesinde kalbin naziri, benzeri olduğu içindir.

Ve amma وَ عَلٰى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ ne gelince, bilmiş ol ki; bu ayet cümlesi, ismî cümleyi ihtiyâr ederek, üslubu değiştirmesinde şöyle bir işâret olabilir ki; Basarın, delillerini derleyip topladığı bahçe sabittir, daimîdir. Lâkin sem' ve kalbin bahçeleri ise, değişkendir başkadır. Çünki hep teceddüd içerisindedirler. Hem غِشَاوَةٌ ile ta'rifi yapılan "örtme, kapama ve karartmayı değil, yalnız "Hatm"i, mühürlemeyi Allah'a isnad etmesinde şöyle bir işaret olabilir ki; Hatm ve mühürleme işi kendi kesblerinin cezasıdır. Lâkin غِشَاوَةٌ ile ifade edilen karartma, kapama ise, onların kendi meksûblarıdır, yaptıkları menfî işlerden elde ettikleridir. Hem yine غِشَاوَةٌ de şöyle bir remiz de vardır ki; Sem'in ve kalbin mebdeinde, ilk başlangıcında, ya da özünde bir ihtiyar, bir seçenek olduğu halde; basarın mebdeinde ise, bir ıztırar, bir mecburiyet vardır. İhtiyarın yeri ve mahalli ise, körleşme gişaveti, kara perdesidir. Hem غِشَاوَةٌ nün ünvanında, göz için yalnız bir cihetin (sadece baktığı taraf) olduğuna işaret vardır.. Ve غِشَاوَةٌ nün tenkiri de, tenkir içindir. Yani körleşme gayr-ı ma'rûf ve bilinmeyen bir perde olduğundan; ondan tehaffuz, korunma pek zordur. Bundan dolayı وَ عَلٰى اَبْصَارِهِمْ i غِشَاوَةٌ ne takdim eyleyip öne almış.. Taki gözler, onların gözlerine yönelsin, baksın. Zira göz, kalpteki gizli işlerin bir ayinesidir.

Amma وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ cümlesi ise, bil ki: Ayet, bundan önceki kelimeleriyle "Şecere-i mel'ûne" olan küfür hanzalelerine, yani acı semerelerine işaret etmiş olmakla; bu cümlesiyle de küfür ağacının ahirete uzanan tarafının Hanzelesine işaret ediyor, ki o da Cehennem zakkumudur.

Bundan sonra, şunu da bil ki: Ayetin başından itibaren devam edip gelen üslubunun seciyesi, karakteri وَلَهُمْ عِقَابٌ شَديٖدْ nü iktiza eylediği halde, öyle olmamıştır. Elbette bunun bir takım sebeb ve hikmetleri vardır. Evet, عَلَيْهِمْ bedeline لَهُمْ ü alması.. Ve عِقَابٌ nün yerine عَذَابُّ nü kullanması.. Ve شَديٖدْ nün bedeline عَظٖيمٌ nü getirmesi -ki alınmış olan bu kelimeler bir vechile ni'meti ifadeye layık şeylerdir- gazap ve hiddet ile beraber bir çeşit örtülü itaba remz eyler. Ayet, adeta onlara kötü bir haber olarak der ki: "Sizin menfaatiniz, lezzetiniz, büyük nimetiniz sadece ve sadece mihnet ve şiddetli azaptır ki,

ضَرْبٌ وَجٖيعٌ تَحِيَّةُ بَيْنَهِمْ

darb-ı meselinin bir naziresidir. (Yani, aralarındaki tahiyye ve selamlaşma dahi inciten ve acıtan birer vuruş nev'indendir.) Ya da, فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ ayetinde olduğu üslûpla "onlara elim bir azabı müjdele!" kabilindendir.

Evet, وَلَهُمْ عَذَابٌ اَليِمٌ deki لَهُمْ ün "lam"ı; bir iş ve vazifenin akibeti ve faidelerini ifade etmekte kullanılır. İşte لَهُمْ ün "lam"ı adeta ehl-i küfrün üstünde خُذُوا اُجْرَةَ عَمَلِكُمْ ü tilavet ediyorcasınadır. Yani "İşte alınız amelinizin ücretini!

Ve عَذَابٌ nün lafzında şöyle gizli bir remiz vardır ki; عَذْبٌ kelimesinin arkadaşı olan عَذَابٌ ile münasebeti olmakla, (yani "tatlı su" manasında olduğu için;) onların dünyada günah ve isyanlarla almış oldukları menhus olan tatlı hallar ve lezzetleri ahirette kendilerine hatırlatılarak onlara, adeta ذُوقُوا مَرَارَةَ حَلَاوَتِكُمْ yi tilavet edecektir. Yani "Tadınız şimdi bakalım zehirli balların acılığını!"

Ve keza: عَظٖيمٌ lafzında da şöyle kapalı bir işaret vardır ki, Cennette azim nimetler sahibinin hali onlara gösterilip hatırlattırılarak: "Kendiniz hakkında zayi' ettirdiğiniz azim nimetlere bakınızda, nasıl şu elim elemin içine düştünüz! diye telkin edilecektir. Hem ayni zamanda, عَظٖيمٌ lafzı, عَذابٌ nün tenvinini de te'kid etmek içindir.

Sual 29[değiştir]

Eğer desen: Küfür ma'siyeti az bir zaman zarfında olduğu halde, cezası ise ebedî Cehennem hapsidir ve nihayetsizdir. Acaba bu ceza, Adalet-i İlahiye ile nasıl intibak edebilir? Adalete uygunluğunu kabul etsek bile, hikmet-i ezeliyeye nasıl müvafık gelir? Haydi buna da muvafık gelir diyelim, acaba merhamet-i İlahiyye ona nasıl müsaade eyler?..

Cevaben sana denilir: Cezanın nihayetsizliğini şeksiz olarak kabul ve teslim etmekle beraber; küfür her ne kadar az bir zaman zarfında olmuşsa da, altı cihet ile işlenmiş gayr-i mütenahî bir cinayettir.

Birinci Cihet[6]: Küfür üzerinde ömür sürüp ölen birinin cevher-i ruhunun fesadından, bozulmuş olmasından dolayı; eğer dünyada ebedi kalmış olsaydı; kâfir olarak devam edip gideceği kat'î gibi idi. Evet, böylesi bozuk bir kalb, öylesi ğayr-i mütenahî bir cinayeti işlemeye müsaid ve elverişlidir.

İkinci Cihet: Küfür: Her ne kadar mütenahî ve hududlu bir zamanda olmuş ise de, lâkin gayr-i mütenahîye bakan ve onu alakadar eden bir cinayettir, hem gayr-i mütenahîyi tekziptir. Yani, vahdaniyete şehadet eden umum kâinatı ve sayısız mevcudatı yalancı saymadır.

Üçüncü Cihet: Küfür, gayr-i mütenahî nimetleri küfran ve inkârdır.

Dördüncü Cihet: Küfür, zat ve sıfat-ı ilahiyenin gayr-i mütenahîliği karşısında bir cinayettir. Yani tanımamak, bilmemek ve inkârla mukabeledir.

Beşinci Cihet: Beşerin vicdanı لَا يَسَعُنِي اَرْض۪ي وَلَاسَمَائِ [7] hadisi sırrıyla, her ne kadar zahirde ve mülk cihetinde mahsûr ve mütenahî ise de, lakin hakikatta onun Melekûtiyeti kendi damarlarını ebede uzatmış yaymıştır. İşte bu cihetten vicdan-ı beşer, gayr-ı mütenahî gibi bir ihataya malik iken, küfür ile pislenir, muzmahil olur.

Altıncı cihet: Zıdd, her ne kadar kendi zıddına muânid ve nakzedici ise de, lâkin ekser hükümlerde zıdd, zıddının mümasili ve dengidir. İşte bu noktadan; nasıl ki iman ebedî lezzetleri semere veriyor. Öyle de: Küfrün de ebedî elemleri doğurması, yani o elemlerin ondan doğması şe'nindendir.

İşte şu altı cihetlerin meczinden, terkibinden şöyle bir netice çıkıyor ki; küfür karşılığında verilecek olan nihayetsiz ceza ve azab, ancak o nihayetsiz cezaların hakkı ve müstehakkıdır ve ayn-ı adalettir.

Sual 30[değiştir]

Eğer desen: Haydi o ceza adalete mutabıktır diyelim.. Fakat o gibi azabı netice verecek olan şerlerin vucûduna müsaade etmekten ğanî ve müstağnî bulunan Hikmet-i İlahiye nerede kalır?..

Cevaben sana denilir ki: -Başka bir defa yine işittiğin gibi- içine az bir şerrin karıştığı hayr-ı kesir, terk edilmez. Eğer terkedilirse, o zaman şerr-i kesir meydana gelmiş olur. Evet, vaktaki Hikmet-i İlahiyye, hakaik-i nisbiyenin zuhûrlarının sübûtunu iktiza eyledi. -ki bu nisbî hakikatlar, hakikî hakaiktan kat kat fazla olduğu halde- Bunların zuhurları ise, ancak şerrin vücûdu ve bulunmasıyla mümkündür. İşte şerrin, bu gibi hikmetler için vücuda getirilmesinden sonra, onu kendi hududu dahilinde durdurmak ve tuğyan ve tecavüzünü men' etmek, ancak terhib ile kokutmak ile mümkündür. Hem hakikat olarak, terhibin vicdanlarda yapacağı tesir ise, ancak öylesi haricî bir azabın varlığına inanmak, o terhibin tasdik ve tahkiki ile mümkündür. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi hasseler, tek ve mücerred bir terhible müteessir olunamıyor, ta ki ebedî bir hakikat-ı hariciyeye çeşitli emareler ile hadsî bir kanaat getirmedikçe.. öyle ise, dünyada ateş ile, korkuttuktan sonra, ahirette de Cehennemin vücudunu kat'î ihsas ettirerek terhib eylemek aynı hikmettir.

Sual 31[değiştir]

Eğer desen: Haydi diyelim hikmete de uygun geldi, acaba bunda merhamet ciheti nedir, nasıldır?

Ben de derim ki: Ahirette kafirler hakkında tasavvur edilebilecek şey; ya mutlak bir adem, bir yok olmadır. Yahutta azab içindeki bir vücutta olup kalma ve var bulunmadır.

Eğer sen kendi vicdanının derinliklerinde iyice mülahaza edip düşünebilsen; Cehennemde de olsa, vucûd ve var olma, adem ve yokluğa nisbeten merhamet ve hayırdır. Zira, adem ve yok olmak, sırf şerrdir. Hatta sen eğer adem'in tahlilinde iyi bir tefekkür edebilsen, görürsün ki; adem, bütün şerlerin, musibetlerin ve maâsilerin merciidir, madenidir. Amma vucûd ve var olma ise, hayr-ı mahzdır, sırf hayırdır; Cehennemde dahi olsa!..

Hem insan ruhu, fıtratının şanındandır ki; (eğer bilse ki, kendisine çektirilen o azap, cinayet ve isyanını izale eyleyen, temizleyen bir cezadır) cinayet hacaletinin ağır yükünü hafifleştirdiği için, verilen azaba razı olarak desin: "Bu azap haktır ve ona müstehakım." Belki o ruh, bu noktadan bazen adaleti sever, manen lezzet alabilir.

Evet, dünyada, namus ve giyret ehli bazı kimseler bulunabiliyor ki; cinayet hacaletinin hicabı üstünden izale edilip kalksın diye kendisine hadd-i şer'î'nin icrasını iştiyak ile arzu eder.

Hem dahi Cehenneme duhûl, velev ki daimî bir hulûd da olsa (yani onda ebedi kalmak dahi olsa) ve cehennem ebeden onların daimî evleri de olsa; lâkin amellerinin cezası tamam olup bittikten sonra; -layık ve müstehak olduklarından değil, belki dünyada işledikleri bazı hayır işli amellerinin mükafatı olarak cehennem ateşi ve azabıyla bir çeşit ülfet ve onunla intiba etmekle, hayli bir tahfifat hasıl olacağına hadislerde[8] işaret edilmiştir. İşte bu noktadan, layık olmadıkları halde kâfirlere de bir nevi merhamet vechi!..

Önceki Risale: Bakara 6: Küfrün Mahiyetiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 8: Münafıklar Bahsi: Sonraki Risale

  1. (Şu makam, (altıncı esas) mühimdir, hem çok derindir. Geniş ve derin bir fikir lazımdır ki bilsin.) Müellif
  2. Devir: İki şeyin varlığı birbirine bağlı olan veya biri diğerisiz olmayan şeydir. Mesela desen ki; güneş gündüze ait bir yıldızdır; o takdirde, gündüz de güneşin doğduğu zamanıdır. Onun gibi, eğer ma'lum, ilme tabi' olursa, o durumda devir lazım gelmiş olur ki, ikisi birbirine zarurî olarak mütevakkıf bir halde kalmış olurlar. Mütercim
  3. Bu hadis veya haber Hazret-i Abdullah bin Ömer (R.A.) den nakledilmiştir. Lakin Fahreddin-i Razi kendi görüşü istikametinde bu habere ilişmiş. (Bak. Tefsir-ül Kebir- c. 2 sh: 47, Türkçe Ter. C. 1 sh: 493) Aynı bu manayı Şeyh Ahmed-i Cezerî aşk ile şöyle terennüm eylemiştir: Hal-ü müstakbel ü mazî dıkuda tik-i yekin, subh mevcude bi ayne'ku dı e'vare hudûs. (Divan-ı Şeyh Ahmed-i Cezerî, c: 1 sh: 64) Mütercim
  4. Bu meseleyi Risale-i Nurun bir çok yerlerinde, hususiyle On Yedinci Lemanın, 14. Notasının 3. Remzinde ve ayrıca Mesnevi-i Nuriyenin (A. Badıllı Tercümesi) sh: 205 ve 337 de de görmek ve okumak gerek. Mütercim
  5. Mesnevi-i Arabînin Türkçe tercümesi -Badıllı tercüme- içindeki "Kur'an Envarından Bir Nur" isimli risalede ve aynı kitabın ikinci baskı, sh: 641'de bu mes'ele bir derece daha geniş izah edilmiştir. Müracat oluna. Mütercim
  6. Buradaki fezlekeli meselenin izahatı, Envar Neşriyat Barla Lahikası sh: 272 deki "Mesail-i Müteferrika" da.. ve bir de "Yirmisekizinci Lem'a" nın müteferrik parçaları içindeki bir meselede, Yani: Osmanlıca Lem'alar sh: 697 deki parçada ve daha Risale-i Nurun başka bazı yerlerinde bulunmaktadır. Mütercim
  7. Bu hadisin bir çok me'hazları için bak: R.N.K. 2. baskı sh: 376, sıra no: 28 Mütercim
  8. Bu mevzudaki hadisleri geniş hadis kaynaklarında arayıp bulmuş değiliz. Lakin bir örnek olarak Fahreddin-i Razinin "Et Tefsir-ül Kebir" c: 3, sh: 145 te: "Cenâb-ı Allah ehl-i isyanı Cehennemde, bir müddet azap içinde bıraktıktan sonra, azaplarını kesecek, ebedî azap içinde bırakmayacaktır." diye Ehl-i Sünnet vel Cemaatin re'yi budur demektedir diye بَلٰي مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً Bakara/81 ayetin tefsirinde zikretmiştir. Gerçi mezkûr tefsir, "ehl-i küfrün azabını" demiyor. Mütercim