Risale:Bakara 3: Allaha İman - Namaz - Zekat (İ.İ. Badıllı)
Önceki Risale: Bakara 2: Kur'anın Hidayeti ve Şüphesizliği ← İşarat-ül İ'caz (Badıllı) → Bakara 4: Kitaplara ve Ahirete İman: Sonraki Risale
اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَ يُقِيمُونَ الصَّلَوةَ وَ مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
Ey aziz bilmiş ol ki: Bu ayette muhassil'in (Yani tahsil ettiren Kur'anın) muhassal ile (tahsil edilmiş) nazm ve diziliş vechi ise; Kur'anın medhinden mü'minlerin medhine dökülüşü ve onunla sicimleşmiş olmasıdır.
(Yani: الٓمٓ ile başlayıp Kur'anın medhini eden ayetler, gelip mü'minlerin medhini yapan ayetlere katılıp kaynaşmaları ile, bu âyetin üstteki ayetlerle diziliş ve nazm vechi hasıl olmuştur.) Zira mü'minlerin medhi, Kur'anın medhinin neticesi olarak, bu ona bir bürhan-ı innî olmuş ve hidayetin semeresi durumunu almıştır. Hem mü'minlerin güzel hâli, onun kemalinin şahididir. Keza bu cümle, bir teşviki de tazammun eylemesi sebebiyle, hidayetten şu ayetin hissesi cihetine ve bunun ona, yani hidayete bir misal, bir örnek olduğuna işarettir.
Amma اَلَّذِينَ nin önceki ayetin son kelimesi olan لِلْمُتَّقِينَ ile (yani önceki ayetin son kelimesi ve bu ayetin birinci kelimesi ile) vech-i münasebeti ise, "tahliye" تحليه ile "tahliyye" تخليه yi teşyi' etmektir, yolculamaktır. Çünki bu, Yani tahliye تحليه "tahliye" تخليه nin arkadaşı ve ikisi birbirinin daimî refiki ve ortağıdırlar. Evet, Tezyin, süsleme işi, daima tenzihten, yani enkazdan temizleme işinden sonra gelir. Görmez misin; "Takva" ki günahlardan, seyyiattan bir boşanma ve temizlenme hali olmakla; Kur'an-ı Hakîm, Takvayı üç meratibiyle zikreylemiştir. O mertebeler ise: 1- Şirki terk.. 2- Sonra maâsî ve günahları terk.. 3- Daha sonra da, Allahın masivasını (Yani, rızasının gayrisini) terketmedir.
İşte, burada "Tahliyye" تحليه den mûrad ise, hasenatı işlemektir. O da, ya kalb ile, ya da mal iledir. Amal-i kalbiyenin güneşi imandır. A'mal-ı Kalıbiye (bedeniye) nin fihriste-i câmiası Namazdır, ki Din'in[1] direğidir. A'mal-i maliyenin kutbu da zekattır. Zira, Zekat, İslâm'ın kantarası, [2] geçiş köprüsüdür.
Hem bunu da bil ki: Sen eğer
اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ
ye mukteza-yı hale göre bakarsan; bir îcazdır, öz kısadır dersin. Amma eğer ayetteki يُؤْمِنُوَنَ yi müradifi olan اَلْمُؤْمِنُونَ ile muvazene ederek bakarsan; bir itnab, bir uzatmadır zannedersin. Evet, ayet, يُؤْمِنُونَ nin müradifi olan ve onun yerine gelmesi düşünülen اَلْمُؤْمِنُونَ nin başındaki ال i, ayet cümlesinin başındaki اَلَّذِينَ ile tebdil etmiştir. Evet, اَلَّذِينَ nin şe'ni, yalnız sıla ile zata işaret etmekdir. Burada ise, zat yok, sıfat bulunduğu için; gûya ki imana teşvik etmek ve onu ta'zim etmek için, اَلَّذِينَ nin başka sıfatı yoktur da, yalnız budur. Hem ayrıca da remzediyor ki: "iman" zatın başında bir Şem'dan, bir menardır ki, sair sıfatlar onun altında inceleşip görünmezler.
Ve keza, ism-i fail ile olan اَلْمُؤْمِنُونَ yi, mudari' siğası ile olan يُؤْمِنُوَ ile değişmesi ise, iman etmek olan o mübarek halet-i müstahsenesini hayalin nazarında tasvir ve izhar etmek içindir. Hem يُؤْمِنُون ile tabiri, imanın istimrar ve daimîlik içinde teceddüt ettiğine ve âfakî ve enfüsî delillerin yeniden yeniye ardı sıra gelmeleriyle, onun parlaması ve tecellisine işaret etmek içindir. Demek oluyor ki; her bir yeni zuhûr'un ve nuranî olan her bir delilin ona eklenmesiyle, imanı parlatıp ziyadeleştirmektedirler.
Ve بِالْغَيْبِ ise, yani kalb ile iman, yani nifaksız, ihlas ile ve ğaibiyetle beraber iman... ve ğâibane olarak ve alem-i ğaybe iman etmek... gibi mânâları olabilir.
Hem bilmiş ol ki: İman ise, peygamberin (A.S.M.) getirmiş olduğu bütün zarûriyat-ı diniyenin tafsilatını ve ğayr-ı zarurî olan kısımlarda da icmalini tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.
Sual 12[değiştir]
Eğer desen: Avam-ı nastan yüzden biri dahi ancak iman hakikatlarının tabirine (yani ilmî bir şekilde araştırıp anlamaya ve onu ifade etmeye) muktedir olabiliyor?..
Cenaben sana denilir: Ta'bir ve ifade edememek, imanın adem-i vücûduna, (yani olmamasına) alem ve delil değildir. Nasıl ki çoğu zaman lisan, aklın tasavvuratındaki dekaiki tercüme etmekte kısa ve kasır kalıyor...
Kezalik, çoğu kere vicdanın derûnundaki sırlar dahi akla görünmüyor, belki akla karşı nazlanarak saklanıp gizleniyorken, nasıl akıl onları tercüme edebilecektir. Görmez misin ki; koca Sekkâkî, o dahi imamın zekası, İmri-ül Kays'ın,[3] ya da başka bir bedevînin seciye ve karakterinin üslubundaki incelikleri yakalayıp, koparıp almada, yani sezip duymada kısa ve nakıs kalabiliyor. Bu sırra binaen: Avam halktaki îmanın vücuduna dair delilleri ise; ondan sual etmek ve birazcık izah istemekle sabit olmuş olur. Yani: Müslüman bir âmîden, nefy ve ispat arasında mütereddid olan şu tarzda bir sûal ile istifsar edilse ki: "Ey âmî Kardeş! Sani-i alem ki, bu kâinat altı cihetiyle kabza-i tasarrufundadır. Şimdi senin aklında o Sani-i Kadîr, âlemin herhangi bir cihetinde, tarafında durup, mekan tutması mı mümkin, yoksa hiçbir mekanda bulunmaması mı?."
Eğer dese: "Hiçbir mekanda bulunup durması mümkin olmaz." O halde, onun vicdanında, "Allah-ı Zülcelal hakkında ciheti nefyetme" hakikatı sabittir demektir. Ve bu da ona kâfi gelir. Daha buna göre sair şeyleri kıyas eyle!
Hem sonra iman ise, -Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsir ettiği üzere- "Cenab-ı Hak Tealanın kendi meşiet-i Sübhaniyesiyle istediği kulunun kalbine attığı bir nurdur." Yani: Abdin kendi cüz-i ihtiyarîsini sarfetmesinden sonra.... Buna göre, "iman" beşerin kalbi ve vicdanı için bir nurdur ve Şems-i Ezel olan Cenab-ı Allahtan gelen bir şua'dır ki; vicdanın melekûtiyet ülkesini birden ve bitamamiha ziyalandırıyor. İşte iman, bu nûru ile bütün kâinatla bir ahbablık, bir dostluk ve bir ünsiyet kuruyor ve şems-i ezelînin nurunu neşredip dağıtıyor, yayıyor. Hem iman, vicdan ile bütün eşya arasında öyle bir münasebet te'sis ediyor ve kalbe öyle manevî bir kuvvet ilka eyliyor ki; onunla insan bütün hadiseler ve musibetlere karşı direnmeye muktedir olmuş oluyor. Hem o iman, kalbe öyle bir vüs'at, bir ihata veriyor ki; onunla mazî ve müstakbeli yutabilecek bir kuvvete sahib olmuş oluyor.
Evet, nasıl ki iman, Şems-i ezelden gelen bir şuadır; kezalik iman, Saadet-i Ebediyeden, yani haşre imandan gelen bir Lem'a ve bir ışıktır ki, onun ziyasıyla bütün emellerin, arzuların tohumları; ve vicdanda tevdi' edilmiş bütün isti'datların çekirdekleri neşv u nema bularak, yeşerip ebede uzanır, giderler. Ve o halde, insandaki istidad çekirdeği ise, Tûba ağacı gibi bir şecerenin tohumuna inkılab ile, yeşerip dallanarak ebede uzanabiliyor.
Amma وَ يُقِيمُونَ الصَّلَوةَ ise, bilesin ki: Bu cümlenin, evvelki cümle olan يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ile nazm ve münasebet vechi, gündüzün ortasındaki güneşten daha zahirdir. Hem وَ يُقِيمُونَ الصَّلَوةَ nin kalıba ait hasenat'ın içinden (yani beden hasenatı içerisinden) hâs olarak "Namaz"ı ele alıp ileri sürmesindeki hikmet ise, şöyle bir işarettir ki; "nasıl Kur'anın tamamı fatihada, âlemin mecmu'u da insandadır" olan hakikatı gibi; Namaz dahi bütün hasenat ve ibadetlerin bir fihristesi, bir enmûzeci ve bir makesidir. Zira namaz; bir çeşit orucu, Haccı, Zekâtı ve diğerlerini müştemil olup içinde saklamaktadır. Aynı zamanda mahlûkatın fıtrî ve ihtiyarî olan enva-i ibadetlerine de şamil bulunmaktadır.
Evet, mesela namaz; rükû'da, sücûdda ve kıyamda bulunan Melâikelerin ibadetlerini.. ve secde halinde bulunan Taşların; ve hal-i kıyamda olan Ağaçların; ve rükû' halindeki hayvanların ibadetlerini müştemil bulunmaktadır.
Hem sonra, المقيمين yerine, ayet يُقِيمُونَ yi ikame eylemiştir ki; sami'in nazarına alem-i İslâmda ki o ilahî intibah-ı rûhanîyi ve o nuranî hayatı ve pek geniş olan hareketi izhar eylesin. Hem nev-i beşer dünyasının etrafından sami'in hayali önüne o mübarek ve müstahsen vaziyeti ve o müntazam haleti vaz'eylesin; ta ki, sami'in meyelanını onlara dahil olmak ve yollarında sülûk etmek için tehyiç edip için uyandırsın.
Evet, dağılmış ve etrafa yayılmış asker neferatını sevkedip toplamağa ve taburlar nizamı altına getirip dahil ettirmeğe mahsus "borazan" denilen mâruf aletin te'sirini ve o nidanın yaptığı tahrik'in vaziyetini görüp düşünen bir insan, kendisinin de o askerlere katılıp içlerine girmeye sevkeden bir iştiyakı kalbinde hisseder.
İşte, aynen onun gibi, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي âlem sahrasında dağılmış, yayılmış olan insanların arasında da Ezan-ı Muhammedî'nin te'sir ve teşvikide öyledir.
Ve keza, âyet, îcazın mesafesi yolunda يُصَلُّونَ kelimesiyle kısaltmayıp, belki يُقِيمُونَ الصَّلَوةَ ile uzunca tamamlaması, "Namaz daki ikame" ma'nalarını mürâat etmenin ehemmiyetine işarettir. O manalar ise; "Ta'dil-i erkân, devamlılık, muhafaza, (yani vaktini) ciddiyet ve alem çarşısında onu teşvik ve terviç etmekten ibarettir.. Ve daha buna kıyasen teemmül eyle!
Hem sonra, Namaz: Sultan-ı ezel ile abdi arasında âlî bir nisbet, ğalî bir münasebet ve nezih bir hizmet olduğundan; her bir ruh'un o nisbet ve münasebete karşı âşık olması sezadır, yerindedir. Namazın erkânı ise, "Futûhat-ı Mekkiye" sahibi Muhyiddin-i Arabî (K. S) ve emsalinin şerheyledikleri gibi; bir çok esrarı mütazammındır. İşte namazdaki o nuranî esrara karşı, elbette her bir vicdanın meftûn olup muhabbet etmesi gerekmektedir.
Keza Namaz: Sani-i Ezel'in gece ve gündüz içersinde beş defa kendi huzûrunun seradık ve hicaplarına yapılan da'vetlerdir, ki o namaz, mü'minin münacâtı için miracı hükmündedir. Öyle ise, her kalbin bu ilahî da'vetlere müştak olması lazımdır.
Ve keza, Namazda: Adalet-i İlahiye Kanununa karşı itaatı tesis etmek ve Rabbanî nizama imtisali temin etmek için, Kalblerde Sani'in azamet ve heybetini idame etmek ve akılları ona tevcih eylemek manaları da bulunmaktadır. İnsan ise, -insan olduğu ve fıtratıyla medenî bulunduğu için- o kudsî idameye daima muhtaçtır.
İşte, veyl ve hasaretler namazı terkedenler'in başına.. Ve hüsranlar, zarar ve ziyanlar ona karşı tenbellik edenlere.. ve cehaletler ve câmidlikler onun kıymetini bilmeyenlere olsun!.. Ve bu'd, aşağılık, kötülük, hakaretler de, namazı beğenmeyenlere olsun!..
Amma
وَ مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
cümlesi ise, bunun üstteki cümle ile münasebeti, nazm ve diziliş ciheti de şöyledir: Nasıl ki "Namaz" Dinin direği ve dinin Kıvamı da onunladır; onun gibi zekât dahi İslâmın kantarası ve köprüsü olup, ehl-i İslâm arasında olan yardımlaşma ancak bu köprüden geçer.
Lâkin zekat'ın ve sadakanın layık yerine düşebilmesi için, elbetteki bazı şartları olacaktır. O şartlar bunlardır:
Birinci Şart: Tasadduk eden, (sadaka veren) kişinin sadakada israfa girmemesi lazımdır ki, sonra yerinde oturup kara kara düşünmesin.
İkinci Şart: Bundan alıp, şuna vermek değil, kendi öz malından vermektir.
Üçüncü Şart: Sadakayı verirken, minnet etmemek ve zekât verilenin başına kakmamak..
Dördüncü Şart: Sadaka ve zekât verirken, fakirleşeceğim diye korkmamak..
Beşinci Şart: Sadaka ve zekâtı sadece mal'a mahsus bırakmamak; ilim ile, fikir ile ve fiil ile de işleyip genişletmek..
Altıncı Şart: Sadaka ve zekatı alanın sefahette ve lüzumsuzluklarda sarfetmeyip, nafakasında ve zarurî ihtiyaçlarında sarfeylemektir.
İşte, bu nüktenin ihsan edilmesi; ve şu zekâtın kabul şartlarının hissettirilmesi için, Kur'an-ı Hakîm وَ مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ yı يَتَصَدَّقُونَ ye, ya da يُزَكُّونَ ye ve diğerlerine tercih etmekle, fehimlere pek mühim bir tasaddukta bulunmuştur.
TAHLİL
Ayetin başında da مِمًّا daki baziyet مِنْ ile israfın reddine işaret olduğu gibi; مِمًّا nın takdim edilmesiyle sadaka ve zekatın kendi öz malından verilmesine ve رَزَقْنَا ile fakiri minnet esareti altında bırakmayı men'edip, kesip attığına işaret etmektedir. Yani: Malı veren Allahtır, sen arada bir vasıtasın.
Hem rızkı رَزَقْنَا daki نَا ya isnad etmekle, (Yani ki: "Biz Allahü Teâla onu veriyoruz." manasıyla)
لَاتَخَفْ مِنْ ذِى الْعَرْشِ اِقْلَالًا [4]
hadis-i şerifini hatırlatmaktadır. (Hadis'in manası: Resûl-i Ekrem (A.S.M.) Hz. Bilal-i Habeşîye ferman buyurmuştur ki: "Ey Bilal onu tasadduk eyle! Arşın sahib ve maliki hakkında onu azaltacak diye korkma, ver")
Hem يُنْفِقُونَ nin mutlak bırakılması ile, tasaddukun ilim ve daha başka şeylerle de olabileceğine işaret ettiği gibi; يُنْفِقُونَ maddesiyle de, sadakanın şartlarından "alıcının" onu alıp nafakasına ve zarurî hacetlerine sarfetmesi gereğine bakmaktadır.
Hem sonra Hadis-i Sahihte
اَلزَّكَوةُ قَنْطَرَةُ الْاِسْلَامِ
buyurulmuştur. Yani: Zekat, müslümanın müslüman'a yardım edebilmesi için, üzerinden geçebileceği köprüdür. Çünki, müslümanların me'mûrünbih olan (emredilmişe uyma) yardımlaşmanın vasıtası ancak zekattır. Belki nev-i beşerin içtimaî heyetinin nizamı ve hüsn-ü cereyanı için, yekdiğerleriyle olan muvasalat, ulaşım yolu zekattır.. Ve aralarında hayat maddesinin cereyanı için bir bağlantı, bir kanaldır. Belki de zekat, beşerin terakkiyatını engelliyen zehirlerin tiryakıdır.
Evet, zekat'ın vucûbiyeti ve Ribanın (faizciliğin) haramiyetinde pek büyük bir hikmet ve çok yüksek bir maslahat ve son derece geniş bir rahmet vardır. Zira, eğer sen, tarihî bir nazarla sahife-i âleme dikkatle bakabilsen; ve beşer'in cemiyet ve cemaa'tındaki kötülüklerin kaynağını araştırıp düşünebilsen; heyet-i içtimaiyede olan bütün ihtilallerin ve fesadların üssül esası ve beşerdeki umum ahlâk-ı rezilenin kaynağının yalnız iki kelime olduğunu kat'iyyen görecek ve bileceksin.
İşte, o iki kelimeden: [5]
Birincisi: Ben tok olup doyduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?
İkinci kelime: Sen çalış, ta ki ben yiyeyim. Sen zahmet çek, ki ben istirahat edeyim.
İşte gaddar, zâlim, muhteris ve mütecaviz olan birinci kelimedir ki, (yani tazammun ettiği menhus manadır ki) insanlık âlemini zelzeleye vermiş, darmadağın olmak üzeredir. Lâkin bu kelimenin ırkını, kökünü kesecek tek bir çare vardır, işte o da; ZEKAT'tır.
Hem zâlim, harîs ve çirkin olan ikinci kelimedir ki, beşerin terakkiyatını uçurum başına getirmiş, nerede ise herc u merc ateşi içine düşürmek[6] üzeredir. Amma bu kelimenin de kökünü kurutacak tek bir ilacı ve devası vardır, o da: Ribanın haramiyetini -şeksiz- benimseyip, içtimaî hayatta yasağını katî uygulamadır.. Ve daha bu iki meseleye kıyasen sen düşün!
Evet, kat'iyyen bil ki: İçtimaî heyetin (sosyal hayat'ın) intizam içinde yürüyüp devam etmesinin şartı, insan tabakalarının birbirlerinden kopmamak.. Yani: Havas tabakası avam tabakasından, zenginler sınıfı fükara sınıfından- aralarındaki sıla haytının bütün bütün kopacak tarzda- uzaklaşamamasındadır. Halbuki, bu günkü âlemde "Vucûb-ı Zekat"ın ve Hürmet-i ribanın icaplarının yapılmasının ihmali yüzünden, insan tabakaları veya sınıfları arasındaki mesafe o kadar genişlenmiş.. ve havas ile avam tabakası arası o derece birbirinden uzaklaşmış ki; adeta nerede ise, kavuşturma-buluşturma sılası kalmamış gibidir. Evet, -hal-i hazırda- alt tabakadan (yani avam ve fakirler tabakasından) üst tabaka olan "Havas ve zenginlere karşı ihtiram, itaât ve sevip sayma yerine, yalnız ihtilal sadası, hased sayhaları, kin ve nefret enini kopmaktadır. Üst tabaka olan havas ve zenginlerden de, alt tabakaya karşı merhamet, ihsan ve taltif yerine -maalesef- yalnız zulüm ve tahakküm ateşi ve tahkir gürültüsü yağmaktadır.
Ve işte bundandır ki; havastaki meziyet, tevazu' ve merhamete sebeb olması lazım iken; tekebbür ve gurura sebep olmuştur. Hem fukara aczi, avamın fakrı, kendilerine merhamet ve ihsanı celbetmeye sebep iken, esaret ve sefaletlerine sebep olmuştur. Eğer bu davaya şahid isteyecek olursan; işte sana medenî alem'in fesadlı ve rezaletli hali!... Bak, gör; o alem, sana çok şahidleri ve şehadetleri gösterecektir.
Demek ki, insan alemindeki bu tabakaların aralarını musalaha ettirmek, barıştırarak, yakınlaştırmak için, yegane melce' ve merci' Zekattan başka bir şey yoktur. Evet, İslâmiyetin büyük rükünlerinden olan "Zekat", Elhak içtimaî nizam ve heyetinin tedvir ve idaresinde pek yüksek ve geniş bir düsturdur.
Önceki Risale: Bakara 2: Kur'anın Hidayeti ve Şüphesizliği ← İşarat-ül İ'caz (Badıllı) → Bakara 4: Kitaplara ve Ahirete İman: Sonraki Risale
- ↑ اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدِّين hadisinin kaynakları için bak R. N. K. 2. baskı, sh: 362, sıra no: 6
- ↑ اَلزَّكَوةُ قَنْطَرَةُ اْلاِسْلَامِ Hadisinin birçok me'hazleri için bak: R. N. K. 2. baskı, sh: 810 sıra no: 833 Mütercim
- ↑ İmri-ül Kays'in asıl adı, "Cündüh bin Hacer-il Kindî"dir. Meşhur "Muallakat-ı Seb'a" dan bir beytin yazarıdır. İslâmiyetin doğuşundan az önce vefat etmiştir. Meşhur divanı ve şerhleri bulunmaktadır. (Kamus-u A'lam s: 1035) Mütercim
- ↑ Hadisin zabtı اَنْفِقْ بِلَالُ وَلَاتَخْشَ مِنْ ذِى الْعَرْشِ اِقْلَالًا ifadesiyledir. Mehazları için bak: Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları, 2. baskı sh. 810'a ilave edilmiş, ancak henüz 3. baskı olarak tab'edilmemiştir. .Mütercim
- ↑ Bu mananın daha şirin ve müessir izahları Risale-i Nurun 22. Mektubunun İkinci Mebhasinde ve daha başka Risalelerinde ve hususiyle "Sunûhat" eserinde bulunmaktadır. Mütercim
- ↑ Bediüzzaman Hazretleri bu sözleri 1. Cihan Harbi başlarında (1915) lerde söylemiş ve buraya kaydetmiş olmakla; beşer dünyasının mevcut hal ve vaziyetinden daha müthiş ve tahribci bir herc ü merc çekişmesi olan bir ikinci harbin yakında çıkacağına işaret eylemiş ve öyle de olmuştur. Mütercim