Risale:Bakara 4: Kitaplara ve Ahirete İman (İ.İ. Badıllı)
Önceki Risale: Bakara 3: Allaha İman - Namaz - Zekat ← İşarat-ül İ'caz (Badıllı) → Bakara 5: Müminlerin Hidayeti ve Felahı: Sonraki Risale
وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَااُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ[değiştir]
Azizim bilmiş ol ki: Kur'an-ı Hakîm, nazmı (Yani kelamın diziliş ve ahengini serbest bırakmıştır. Yani: Bu ayet gibi, bir çok ayetlerde terkiplerin vücûhundan yalnız bir vechi emare olarak alıpta ta'yin etmiş değildir. Bu vaziyet ise, latif bir sırr içindir. O sırr da îcaz'ın menşeidir ki, i'caz'ın kaynağıdır. Şöyle ki:
"Belagat" ki, halin icab ve muktezasına göre mutabakattan ibarettir. (Yani: Durum, vaziyet ve insanların yaşayış hali neyi icap ettiriyorsa, ona göre hakikatı tefhim eylemek, anlatıp ifade etmektir.) İşte burada halin müktazası ise; Kur'anın hitaplarına muhatap olmuş insanlar, muhtelif asırlarda yaşamış ve seviyece birbirinden uzak kalmış olan insan tabakalarıdır. Ve işte, bütün bu tabakaları nazara alarak müraât etmek ve umum şu asırlara -içlerindeki muhtelif anlayışlı insanlarına- mücaverette bulunmak, yani yakın olmak üzere; her çeşit ve sınıf muhatapların -fehimlerine göre- kendileri için takdir edilmiş hisselerinden istifade edebilmek için; Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan bir çok mevkilerde hazıflar yapmıştır ki, mana vecihleri umumîleştirilip her kese tevzi' edilmiş olsun. Hem o manaları herkese şumüllendirmek üzere taksim eylemek için, bir çok yerlerde mutlak bırakmıştır. Keza, bir çok mevzi'lerde mana vecihlerini çoğaltabilmek; ve belagat nazarında müstahsen ve ulum-u arabiye yanında makbul olan bir çok ihtimalleri tazammun edebilmesi için nazmı, diziliş ahengini serbest bırakmış, ta ki her bir zihin ve anlayış -kendi zevki mikdarınca- ondan feyizlensin.. Ve daha buna göre düşün!
İşte bunları böylece anladıktan sonra, bilesin ki: Bu ayetin sabık ayet ile olan nazm ve diziliş vechi; umumîleştirdikten sonra, tahsis etmiş olmasıdır. Yani: Üstteki ayette infakı, tasadduku umuma şamil ve geniş tutarak zikretmişken, burada imanı ve onun sıfat ve vasıflarını ta'yin ederek hâs tutmasıdır. Bunun hikmeti de, ta ki ehl-i kitaptan Kur'ana ve peygambere iman etmiş zatların şereflerini her kesin başı üstünde ilan etsin.. Ve aynı zamanda, ehl-i kitaptan -bir kısmının- Kur'ana karşı gösterdikleri iğna, yani ihtiyaç duymazlık ellerini ağızlarına dönderip hayretlerini celbettirsin... Ve Abdullah İbn-i Selam[1] gibi imana gelmiş zatların ellerinden tutup göstererek; iman etmemişlere bir numûne-i imtisal olarak ilan etsin.
Ve keza ayet, iki kısım muttakilere bakıp tansis etmekle, Kur'anın hidayeti bütün ümmetlere kâfi ve vafî olduğunu; ve Hz. Muhammedin (A.S.M.) peygamberliği umum milletlere şâmil olduğunu tasrih etmek içindir.
(İki kısım muttakilerden murad -Allahu a'lem- şudur ki: الٓمٓ den sonra gelen birinci ayetteki
لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًي لِلْمُتَّقِينَ
de muttakilerin zatı zikredilmiş, sonra gelen iki ayette ise, müttakilerin ayrı ayrı iki vasıfları ta'rif edilmiş olmasından "iki kısım müttakiler" le tabir ve ifade edilmiştir.)
Ve keza: Üstteki (Bu ayetten önceki) ayetin icmalinden sonra, bu ayette tafsil etmesinin hikmeti ise; evvelki ayette
يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ
cümlesinin sandığında icmalen mündemiç bulunan "imanın rükün" lerini şerhetmek içindir. Evet bu ayet, kitaplara ve kıyamete sarahaten; peygamberlere ve melaikelere ise, zımnen delalet etmektedir.
Sonra: Bu ayette, Kur'anın وَالْمُؤْمِنُونَ بِالْقُرْآنِ gibi kısa bir cümle ile îcazlı ifade etmemesinin sebebi: Şu üstteki manayı latif ve kıymetli taşlar mesabesinde olan işaretlerle bezemek ve zeyillerini de ayrı ayrı şirin nüktelerle tezyin etmek üzere
وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ
yi tercih eylemiştir.
Evet, اَلَّذِينَ şöyle bir remiz ile der ki: "Hükmün merci'i ve kutbu imanın vasfıdır. Zat ise, sair sıfatlarıyla birlikte ona tabi' ve onun altında mağmûredirler. Yani dağınık olarak serpiştirilmiştirler. Hem اَلْمُؤْمِنُونَ ye bedel يُؤْمِنُونَ de (-ki her hangi bir zaman zarfında iman ediyorlar"ın sübutuna delildir.-) nüzûl'ün tevatür tarzında, yani ardısıra gelmesiyle; ve yeni gelen deliller'in her zuhûr'unda imanın tazelendiğine telvih etmektedir.
Hem ibhamlı olan بِمَا daki مَا da, mücmel bir imanın da bazen kifayet ettiğine bir îma olmakla beraber, aynı zamanda bu مَا imanın zahir ve batın vahye teşmili ile birlikte, batın olan vahye, yani hadis-i şerife de şamil olduğuna bakmaktadır.
Ve اُنْزِلَ de -maddesi ve mazî siğalığı itibariyle- şöyle işaret eder ki; "Kur'ana iman etmek demek, onun Zat-ı Zülcelal olan Allahın yanından nâzil olmuş olduğuna iman etmek demektir." Nasıl ki Allah'a iman etmek, onun varlığına iman etmek olduğu gibi... Ve keza, ahiret gününe iman etmek demek, onun -şeksiz- geleceğine iman etmek olduğu gibi...
Hem Kur'anın nüzûlü o vakit henüz tamamlanmamışken, اُنْزِلَ nin mazîlik siğasına bakıldığında; nüzûl edecek olanın, nüzûlü vaki' olmuş menzilesinde olduğuna bir işarettir. Bununla beraber, اُنْزِلَ nin yanı başındaki يُؤْمِنُونَ nın muzari'liği, onun mazîliğindeki noksanlık veya câlib-i şüphe durumunu telafî etmektedir. Belki de şu âyetin bu tarz tenzili vesilesiyle, Kur'anın üsluplarında bir çok kereler mazî zamanı, müstakbeli yutup içine çektiğini ve muzari' de, mazîlik elbisesine büründüğünü görürsün. Evet, bu vaziyet içinde latif bir belagat vardır, ki o da, kendisine nisbeten henüz geçmemiş olan zamanı mazi olarak işiten kimsenin zihni hareketlenir, uyanır ve düşünür ki: "Kur'anı dinleyen yalnız kendisi değildir." Diyerek, arkasında - kendisinden ğayri- çeşitli ve değişik mesafelerde bulunan başka sınıfların da bulunduğunu tezekkür ile derhatır eyler. Hatta öyle ki asırlar, oturulacak anfi-vâri sıralardır da, kavm ve milletler ise, adeta onda dizilmiş saflardır ve kendisinin arkasında oturmuşlar gibidir. İşte bu vaziyetten dinleyici bir intibah hasıl eder ki; kendisine müteveccih olan hitap ve ya ona olan sesleniş, öyle şiddetli ve yüksek bir derecededir ki; umum asırlardaki bütün kavim ve milletler de onu işitmektedir. Hem o hitab, öylesi bir ilahî hitapdır ki; umum asırlardaki bütün kavim ve milletler de onu işitmektedir. Hem o hitab, öylesi bir ilahî hitaptır ki; umum asırlardaki bütün insan kitlelerinin safları o hitaba karşı pürdikkat kesilmiş dinliyorlar. Buna göre, mazî zamanı, ekser vakitlerde bir çok kimseler için hakîkat iken, az bazı zamanda, kalil bir kısımda da mecaz olabiliyor. Ekseriyetin anlayış ve vaziyetini müraât etme ise, belagatın hakkına daha çok vefadır.
Hem بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ deki اِلَيْكَ nin yerine عَلَيْكَ nin getirilmemesi ise, peygamberlik vazifesi, Nebiyy-i Zîşan Aleyhissalatü Vesselama teklif edilmesinden sonra, o onu kendi cüz-i ihtiyarisiyle ihtiyaren yüklenmiş olduğuna bir remizdir. Hem Cebrail Aleyhisselamın ona hizmet etme yolunda Risaleti getirip takdim etmekle, peygamberlik derecesinin yücelik ve yüksekliğini de gösterdiğine bir îmadır. Evet, çünki عَلٰى da ihtiyaren değil, iztiraren Risalet yükünü kaldırmış olduğunun ve vahyi getiren vasıtanın da daha yüksek dereceli bulunduğunun kokusu vardır. Hem اِلٰي نَحْوِ مُحَمَّدٍ yerine, (yani "Muhammedin tarafına doğru" ifadesi yerine) اِلَيْكَ ile yapılan hitapta, Muhammed'in (A.S.M.) sadece bir mühatap olduğuna, Kur'anın kelamı, sözü de Allah'ın Kelamı olduğuna telvih etmek içindir. Kezalik, اِلَيْكَ ile yapılan hitabın ma'nası, nüzûl'ün manasını te'kid ve tasvirdir ki, yani: Nazil olan şey, vahy ile gelen Kur'andır, ki o da, Allahın peygambere hitabıdır. Bu ise, Küllün içine nüfûzeden haslığın hususiyetidir. (Küllün içine nüfûzdan murad, -Allah u a'lem- bütün peygamberlerin umumî Risaletleri içerisinde, hâs ve nâfiz bir makama; ya da, küll halindeki ezelî Sıfat-ı Kelamiyenin derinliklerine hâs bir nüfûz ve saire gibi özel bir makamına işaret olabilir.) İşte, o has hususiyetten, peygamber'in hissesi üzerindeki perdeyi kaldıran ise, o cüz'dür. (Yani: Şu incelik ve hususilikleri dile getiren cüz'dür. İşte şu اِلَيْكَ bu incelik ve derinlikleri müştemil bulunmuş olmasına nazaran, bu kelam, yani بِمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ kelamı, îcazı'ın nihayet hududunda olduğu zâhir olmuş oluyor.
وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ cümlesine gelince, bilmiş ol ki: Bu gibi tavsifatlar, (Yani: "Senden evvel gelen peygamberlere nazil olmuş kitaplar diye" olan tavsifat) bir teşviki tazammun ediyorlar. Teşvik ise, inşaî hükümleri tazammun eyler. Yani mesela: "Şöyle şöyle iman ediniz ve tefrikaya düşmeyiniz!" gibi hükümler.
Sonra: وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ nın şu nazm, diziliş ve bağlanışında dört ayrı letaif bulunmaktadır[değiştir]
Birincisi: Medlul'un delil üzerine olan atfıdır. Yani: Delil ile ispatı yapılmış olan eski peygamberlerin ve kitaplarının medlulu, بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ ye atfedilmiş olmasıdır. Yani -mealiyle- şöyle demektedir ki: "Ey insanlar. Kur'ana iman ettiğinizde, münzel olan sabık kitaplara dahi iman ediniz! Çünkü Kur'an, o kitapların hem tasdikcisi, hem de onların hak olduklarının şâhididir.[2] مُصَدِّقً لِمَ بَيْنَ يَدَيْهِ ayeti bu hükmün delilidir. (Bu ayetin delil olduğu şu noktadandır, ayetin tamamı mealen) Şöyle diyor: "Ey nebiyy-i zîşan! Sen onlara de ki: Cebrail Aleyhisselama düşmanlık eden (-ki Yahudilerdir- "neden bu Kur'anı Muhammede indirdi" diye ona düşman olmuşlardı) kimseler gebersinler.
Zira Cebrail Aleyhisselam hem Kur'anı, hem eski peygamberlerin kitaplarını getirmiştir. Dolayısıyla Kur'anında, eski kitapların da tasdikçisi odur... İlh.)
İkincisi: Delilin medlul üzerine olan atfıdır. Bunun manası da şöyle ifade edilebilir: "Ey ehl-i kitap! Siz madem geçmiş peygamberlere ve kütüb-ü salifeye iman ediyorsunuz, her halde Kur'ana ve Hazret-i Muhammedede (A.S.M.) iman etmeniz lazımdır. Zira, eski peygamberler ve onların kitapları Hz. Ahmed'in (A.S.M.) geleceğini müjdelemişlerdir. Hem çünki eski peygamberlerin ve kitaplarının doğruluklarının medarı; ve peygamberliklerinin merc' ve menatı, hakikatıyla ve ruhuyla en ekmel vechle Kur'anda ve en zahir bir tarzda Hz. Muhammed de bulunmaktadır. Şu halde, kıyas-ı evlevî ile, Yani: Eğer onlar peygamber iseler ve ellerindeki kitaplar Allah'ın fermanları iseler; her halde ve hiç çaresi yok, bu da onlar gibi peygamberdir; elindeki Kur'an da Allahın kelamıdır.
Üçüncüsü: وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ de şöyle bir işaret vardır ki: "Kur'anın meâli, yani asr-ı saadette Kur'andan çıkan ve neşet eden İslamiyet, öyle bir ağaç gibidir ki; kökü mazînin derinliklerinde sabit olup, damarları da her yere dağılmış, yayılmış olarak, o metin kök'ün hayat ve kuvvetinin menbalarından feyiz ve nur alıp içmekte; ve onun fer' ve budakları da istikbal semasında intişar ederek meyvedar dallarını yaymışlardır. Yani: İslâmiyet dini, hem mazînin hem de müstakbelin iki kanadını tutmuş demektir.
Dördüncüsü: Bu ayet cümlesinde, ehl-i kitabı imana teşvik etmeye ve sonra ünsiyetlendirmeye ve onlara kolaylık göstermeye bir işaret de vardır, ki bu cümle-i ayet ehl-i kitaba der ki: "Sizin bu yola (Kur'an yoluna) bu çizgiye girmenizde bir zorluk, bir meşakkat, bir sıkıntınız olmaması lazımdır. Zira ki siz, birden bire eski kabuğunuzdan çıkmayacaksınız. Belki sadece inandıklarınızı ve akaidinizi tekmil etmiş olacaksınız.. Ve sizin yanınızda müesses olan inancınız üstüne bina edeceksiniz!.."
Evet, Kur'an, üsûl-üd Din ve akaidde ta'dil edici, tekmil edici olduğu gibi; Kütüb-ü Sabıkadaki ve geçmiş şeriatların asıllarındaki bütün mehasini kendisinde toplamış bir kitaptır. Ancak zaman ve mekanın teğayyür ve değişkenlik göstermeleriyle, tahavvül ve tebeddül edebilme kabiliyetinde olan teferruatta ise Kur'an, müessistir. Zamanın ve insanlarının hal, yaşayış ve durumuna göre, yeniden hükümleri te'sis edicidir. Evet, nasıl ki dört mevsimlerde tedavi tarzları ve elbise şekilleri; ve şahsın ömür tabakalarına göre ta'lim ve terbiye usülleri değişebildiği gibi; nev-i beşer ömrünün devr ve mertebelerinde de ahkam-ı fer'iyenin tebeddül etmesi hikmet ve maslahatın iktizasındandır.
Evet, bazı fer'î hükümler, bir zamanda -o zaman için- uygun ve maslahat bulunmuşken; veya beşeriyetin tufuliyeti vaktinde bir hüküm, ona ilaç olmuş iken; başka bir zamanda başka şahıslarda, onun maslahatlığı kalmaz ve nev'in şebabiyeti vaktinde onun ilaçlığı da sona erer. İşte bu sırr ve hikmettendir ki; Kur'an-ı Hakîm, bazı eski furûatı nesheylemiştir. Yani: O eski füruât hükümlerin tatbik vakitlerinin artık geçip bittiğini ve başka bir vaktin gelip girdiğini açıklamış, o eski füruâtı tedavülden kaldırmıştır.
Hem مِنْ قَبْلِكَ de dahi ayrı bazı letaifler vardır. Evet, bilmiş olasın ki; Tenzilde, (Yani Kur'an-ı Hakîmde) hiçbir kelime yoktur ki; bulunduğu mekan onu beğenmemiş olsun, ya da ondan razı olmamış olsun.. Ve yahutta o kelimenin yerine başka bir kelime, o mekana daha evla ve enseb olmuş olsun, hayır!.. Belki Tenzilin tek tek her bir kelimesi birer işlenmiş murassa inci gibi olup, bulunduğu yerlerine kurşunlaştırılarak yerleştirilmişlerdir.. Ve her biri pek çok münasebat ipleriyle sıkıca yekdiğerlerine bağlattırılmışlardır.
Bu davaya bir misal istiyor isen; işte مِنْ قَبْلِكَ de dikkatlice düşün, bak; şu kelimenin içinde bulunduğu bu ayetin etrafından uçuşan letaifler, şu tek kelimeye nasıl gelip konduklarını gör! Evet, مِنْ قَبْلِكَ mesele-i nübüvvet içinde bulunan en büyük "beş maksad"lardan -ki şu ayet onlara götürmektedir- inikas eden münasebetleri teşerrub edip içtikten sonra ve o levnlerle televvün ettikten sonra, o beş letaif ile süzülüyor ve remizlerini de gösteriyor.
İşte bak: وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ ayeti içine girip, ona karışarak gizlenen mezkur maksadlar şunlardır:
1- Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselam şüphesiz Nebidir, peygamberdir.
2- O, peygamberlerin en mükemmelidir.
3- O, Hatemûl-Enbiyadır. (Nübüvvet divanının fermanını mühürleyerek kapamıştır.)
4- O, bütün kavimlere ve her hepisine birden peygamberdir.
5- Onun Şeriatı, diğer bütün şeriatleri neshetmiş, kaldırmıştır.
6- [3] Onun Şeriatı, diğer şeriatlerin bütün hasenelerini kendinde cem'eylemiştir.
Şimdi sen, eğer مِنْ قَبْلِكَ kelimesinde -üstte sıralanan maksatların vech-i inikaslarından (1) rakamıyla gösterilen maksadın inikas vechini görmek istiyorsan; gel, bak! İşte, مِنْ قَبْلِكَ sözü, ancak mesleklerinde ittihad olduğu zamanda ve yolları bir olduğu vakitte ve o münasebetle söylenen bir sözdür. Buna göre; bu kelime, şu gelecek manaları sızdırıyor gibidir. "Yani: Peygamber olan Hz. Muhammedden önce gelmiş, gitmiş Nebilerin nübüvvetlerine dair hüccetler ve peygamberliklerinin doğruluklarını gösteren deliller tamamıyla ve birden ve heyet-i mecmuâsıyla; mantıktaki en baş kıyas olan Kıyas-ı evlevi ile; Ve "tankihül-menat" ile "Tahkikül menat" denilen sabit illetleri ve asıl sebepleri tehzip ve tahkik neticesinde; Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetine ve kitabı olan Kur'anın ona nazil olduğuna bir tek delil olduğu gibi; umum enbiyanın bütün mucizeleri de adeta onun sıdkına, doğruluğuna ve hakkaniyetine bir tek mu'cize hükmündedir.
Amma (2) rakamıyla gösterilen ikinci maksadın ondan vech-i inikası, yansıma yönü ise, Peygamberdeki ekmeliyettir. Yani şöyle: مِنْ قَبْلِكَ nin işaretiyle; "padişahlar, halkın en sonlarında makamlarından çıkar, gelirler" olan meşhur adeti mülahaza ettirdiği gibi; nev-i beşerdeki tekemmül meselesinde, "İkinci mürebbînin birinci mürebbîden daha mükemmel olduğunu iktiza eder." kaidesine göre; ve "Halefin selefe göre mehareti daha fazla ve daha galip olduğu" düstûruna binaen, telvih ile gösteriyorlar ki: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam umum enbiyanın Sûltanıdır.. Ve her hepsinden daha mükemmeldir. Kur'an dahi o eski peygamberlerin umum kitaplarından daha câmi' ve daha ahsendir (ya da daha eşmeldir).
Amma (3) rakamıyla gösterilen üçüncü maksadın bu kelimeden teşerrüb eylediği vechi ise, hiç şüphesiz ki "Hâtemiyet"tir, O da böyledir: مِنْ قَبْلِكَ kelimesi der ki: "vâhid olan bir şey, tekessüre (bölünüp çoğalmaya) başladığı zaman, durmamak üzere teselsül eder gider. Ve kesir olan bir şey, ittihad ettiğinde, kopmamak üzere bir olur, istikrar peyda eder." Kaidesi sırrıyla; ve ayni zamanda bu kelimenin koklattırdığı mefhum-u muhalif ile telmih eder ki; Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselam Hatemülenbiyadır.
Amma (4) rakamıyla gösterilen dördüncü maksadın bu kelimeden aldığı insibağ, boyalanma vaziyeti ise; da'vetin umûmîliğidir. İzahı şöyledir: مِنْ قَبْلِكَ den şöyle bir mana çıkar ki "Ey nebiyy-i kerim, sen umum peygamberlerin halefisin. Onların hepsi de senin seleflerindir. Oysa: Halef, selefin tamam vazifesini devralır ve yerlerinde kaim olur" kaidesi sırrıyla işaret eder ki; bütün onlar madem ki senin seleflerindir, demek ki sen de onların umumunun nâibisin, vekilisin. O halde sen bütün ümmetlerin peygamberisin... Neâm! Bu, ancak böyle olabilir. Bela! Fıtrat kanunu bunu böyle hükme bağlar. Hikmet ise, onu öyle iktiza edip kaza eyler. Çünki zaman-ı Saadetten evvel, insan âlemindeki kavm ve milletler, ümmet ve cemaatler maddeten ve manen, istidat ve terbiyece birbirinden son derece uzak ve nihayet derecede ihtilaf içersinde idiler. Öyle olunca da, onlara tek bir terbiye sistemi ve bir tek davet yetmiyor, hepsine ulaşılamıyordu. Sonra vaktaki zaman-ı Saadette ve daha sonrasında, insan âlemi bir derece intibaha geldi.. Ve birbirleriyle müdavele-i efkâr ve tabiatlarının döğüşüm ve değişim mübadelesiyle ittihad etmeye meyillendi. Hem milletlerin birbirleriyle ihtilat ve muhabereler etmeleriyle ve birbirlerinin hal ve vaziyetlerini taharriye başlamalarıyla, hatta zamanın bir çok muhabere ve münakaleleri vasıtalarıyla çalkalanması sebebiyle; Küre-i arz adeta bir tek memleket gibi.. Ve sonra bir tek vilayet gibi.. ve sonra bir tek belde halini alması neticesi, ehl-i dünya arasında Sıla-ı rahm başlamış oldu. Ve o halde, artık tek bir davet ve yalnız bir tek peygamber hepsine kafi geldi.
Amma مِنْ قَبْلِكَ cümlesinin (5) rakamlı beşinci maksadı koklattırmasının vechi ise, şöyledir: مِنْ قَبْلِكَ deki مِنْ , اِلٰي ya, yani nihayete.. Nihayet olan "ilâ" ise, "iğna"ya, yani kâfiliğe ima ettiği sezilmektedir. Yani: "Ya Muhammed! Senden öncekilerden tut, ta bu işin seninle kâfi gelmesine kadar" diye bir manayı sezdirmektedir. Yani Senin Kudum'un ve teşrifinle, artık peygamberlik son bulmuştur. Çünki, senin şeriatın kâfi ve her şeye yeterli gelmiştir." İşte bu mana ile, Hazret-i Muhammedin (A.S.M.) şeriatı son olması hasebiyle, eski şeriatları neshetmiş olduğuna ve iğna ve kâfiliğiyle de umum o şeriatları kendisinde toplamış olduğuna ima etmektedir.
Ey aziz! Bil ki: Nazar-ı belagat yanında şu مِنْ قَبْلِكَ cümlesinin mezkûr letaifleri çekip emdiğine dair emare şudur: Yukarıda zikri geçen "Beş maksad" lar, bu ayetlerin (Yani, sûrelerin başından buraya kadarki ayetlerin) altlarından akan nehirler gibidir. Hatta öyle ki o beş maksadlardan birisi, mesela şu maksad, bir ayetten kemaliyle feveran ettiği gibi; öbür maksadda tamamiyle bir başka ayetten nebeân etmektedir. Keza o beş maksaddan mesela şu, bütün ağırlığı ve taraflarıyla bir başka ayetten tecellî eyler ve hâkeza!.. İşte bu ayet gibi diğer herhangi bir ayetin sathına çıkan en edna bir tereşşüh dahi, ayetteki kelimelerin tüm damarları da, aynî o suyun menba'ı ile, temasları olduğunu ima eder. Hem dahi şunun gibi manalar, maksada doğru sevkedip götüren diğer ayetlerde de sünbüllenmektedirler.
HAŞİR MESELESİ[değiştir]
وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
Ey aziz bilmiş ol ki; şu ayetin meali, Kur'an'ın mecmuundaki dört meşhur maksadlardan dördüncü maksaddır ki, o da "Haşir Meselesi"dir. Şu haşir mevzuuna dair Kur'an'ın nazmından istifade ederek, başka bir kitapta[4] zikrettiğimiz "On Bürhan"ların burada hülasasının kaydı münasib görülmüştür.
Haşir, (öldükten sonra, cesediyle beraber yeniden dirilme) şeksiz haktır ve mutlaka gerçekleşecektir. Evet, çünki: Kâinatta en mükemmel ve kasdî bir nizam mevcuddur ve vardır. Hem hilkatte (kâinatın yaradılış proğramında) tam bir hikmet ve yerli yerincelik bulunmaktadır. Hem âlem içinde asla abesiyet yoktur. Hem fıtratta hiç israf bulunmamaktadır. İşte bu şahidleri tezkiye eden şey, bütün ilim dalları olan fenlerle yapılmış derin araştırma ve tam istikra'dır, ki herbiri kendi mevzuunun çeşidine göre o nizamın sıdkına birer şahittir. Hem birçok nevi'lerde vaki' olmakta olan -gün, sene ve benzeri şeyler- nev'î birer kıyamet-i mükerreredir. Hem beşerin isti'dad cevheri de haşre remzetmektedir. Ve keza, beşerin pek çok âmal ve meyillerinin tenahîsizliği de ona işaret ediyor. Ve keza, Sani-i Hakîmin rahmeti de haşri telvih ediyor. Ve hem Resul-u Sadık'ın (A.S.M.) lisanı onu tasrih ediyor. Ve keza: Mu'ciz olan Kur'an'ın
[5] ve
وَ مَا رَبُّكَ بِظَلَّا مٍ لِلْعَبِيدِ
[6] ve emsali ayetlerde kat'i beyanı ona şehadet ediyor.
İşte bu on deliller تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ [7] sırrına mazhar olarak, saadet-i ebediyenin anahtarları ve o Cennetin kapılarıdırlar.
BÜRHANLARIN TAVZİH İLE BEYANLARI[değiştir]
BİRİNCİ BÜRHANIN DEVAMI[değiştir]
Eğer şu kâinat, saadet-i ebediyeye doğru dalgalanarak gitmezse ve orada istikrar bulup neticelenmezse, ondaki nizam ve intizam, -ki onun Sani'i akılları hayrette bırakacak tarzda bir nizamı onda mükemmelleştirmiş iken- zaif ve aldatıcı bir suretten ibaret kalır.. ve o nizamdaki bütün maneviyat, rabıtalar, nisbet ve münasebetler hebaen mensuraya mazhar olur giderler. Demek ki; o nizamın nizamı, ancak saadet-i ebediye ile buluşup bitiştiği zaman nizam olabilir. Yani, o nizamdaki ince ma'na nükteleri ve maneviyatı ancak âlem-i ahirette sünbüllenebilirler. Aksi halde bütün o maneviyat ve manalar sönecek, umum rabıtalarda kopacak, nisbet ve münasebetler parçalanacak.. ve bu muhkem nizam dahi havaya savurulup gidecektir. Halbuki mevcut nizamın içinde saklı bulunan kuvvet ve çok muhkemlik, en yüksek savtiyle bağırmaktadır ki: "şu nizamın şe'ni, böyle parçalanıp boşuna dağılmak değildir.
İKİNCİ BÜRHAN[değiştir]
İnayet-i ezeliyenin timsali olan Hikmet-i tamme ki, umûm ilim ve fenlerin şehadetiyle bütün nevilerde, mevcudiyeti muhakkak olan belki herbir cüz'isinde maslahatlar, yararlılıklar ve hikmetlere riayetiyle; saadet-i ebediyenin kudumunu, geleceğini müjdelemektedir. Yoksa, eğer saadet-i ebediye olmazsa ve gelmezse; bedahet ve âyanlığı, bizi varlıkları hakkında ikrar ettirmeğe mecbur eyliyen şu göz önündeki hikmetler ve faidelerin inkârı lazım gelecektir. Evet, -bilfarz- saadet-i ebediyenin gelmemesi durumunda, o faideler faidesizlik, hikmetler hikmetsizlik ve maslahatlar maslahatsızlık olmuş olurlar. Bu ise, ancak bir safsata olabilir.
Amma üstteki ikinci bürhanı tefsir eden ÜÇÜNCÜ BÜRHAN[değiştir]
Yine bütün fenlerin ve ilimlerin şahidi oldukları: Sani'i Hakîmin (yani herşeyin) de yapılışı, dizilişi, programı ve vücuda getirilişinde en kısa yolu, en yakın ciheti ve en hafif ve en güzel sûreti ihtiyar eylemiş olmasıdır. Bu vaziyet ise, delalet ediyor ki; fıtratta, hilkatte ve hiçbir şeyde abesiyet ve israf yoktur. Öyle ise, kâinattaki nizam ve intizam, ya da mevcudatın yaradılışındaki inayet ve hikmet pek ciddîdir, hakikîdir. Bu ciddîlik ve hakikîlik, ancak saadet-i ebediyenin gelmesiyle hakikatlıkları takarrur edebilir. Aksi halde, şu vücud ve kevn âlemi, adem-i sırf derekesine düşecektir ve herşey abesiyet-i mahzaya dönüşecektir. Hayır!.. Evet, ey bütün noksan sıfatlardan müberra olan Sübhanımız! Sen bu vücud âlemlerini ve içlerindeki nizam ve muvazatları batıl olarak yaratmış değilsin ve olamazsın!
Üçüncü bürhanı tefsir ve izah eden DÖRDÜNCÜ BÜRHAN[değiştir]
Bütün fenlerin şehadetiyle sabit olmuş olan hüküm ve netice budur ki: "fıtratta hiç ve asla israf yoktur."
Evet, senin zihnin, şayet insan-ı ekber olan âlemin hikmetlerinden kısa ve kasır kalıyorsa, "küçük âlem" olan insanda dikkatle iman-ı nazar eyle! Bak: "fenn-i menafi-ül a'za" (insan ve hayvandaki uzuvların mutlak hikmet ve maslahatlarını tesbit edip beyan eden ilim) şerh ve ispat etmiştir ki: İnsanın cesedinde, herbirisinin ayrı bir menfaatı, yararlılığı olan -takriben- altıyüz kemik; ve her birisi, en az birer faidesi bulunan kan mecralarından altıbin âsab ve damar vardır. Ve yine, insanın vücud ve bedenindeki hüceyrelerinden yüzyirmidörtbin mesame ve pencerecikleri bulunmakta; ve bu hüceyreciklerin her birisinde cazibe, dafia, mümessike, müsavvire ve müvellide gibi beş kuvveler çalışmaktadır. Ve bunların her birisi de, birer menfaat ve birer maslahat içindirler.
İşte acaba, küçük bir âlem olan insan böyle olursa; insan-ı ekber olan âlem ve kâinat nasıl bundan daha az ve eksik olabilecektir. Hem madem, kendi özüne, yani ruhuna nisbeten ehemmiyeti olmayan cesedin bu derece israf ve abesiyetten uzaklığı göz önünde böyle bulunursa, acaba rûh cevherinin ihmali ve onun bütün eserlerinin, maneviyat, âmal ve efkârının israfı ne suretle düşünülebilir?!.
Evet, eğer saadet-i ebediyye olmaz ve gelmezse; bütün bu maneviyatlar kuruyacak, bitecek ve boşuna israf olacaktır. Şimdi gel, Allah için söyle: Senin dünya değerinde bir cevherin (pırlantan) bulunsa, sen bu cevherin kutusuna, ambalaj ve kılıfına ufak bir tozun bile konup bulaşmasını istemediğin ve son derece ona ehemmiyet verdiğin halde, sonra kalkıp da sen, bu cevheri parça parça ederek âsarını da mahvedip yok etmen, aklen bir cevazı olması mümkün müdür? Kella sümme kella! Belki senin o cevherin sadefine, kılıfına verdiğin o kadar büyük ehemmiyetler ancak içindeki için olabilir.
Hem dahi, bir şahısta görünen bünye kuvveti ve a'zalarının isti'dadının sıhhat ve sağlamlığı sana onun beka ve tekemmülünün istimrarını, devamlılığını anlattırdığı ve bildirdiği halde; şimdi acaba kâinatın ruhunda sâbit ve câri olan hakikat; ve onda daimî bir intizam içerisinde bulunduğunu îma eden kâmil bir kuvvet; ve tekemmüle doğru gittiğini gösteren sağlam ve şaşmaz nizamı içindeki kemal, acaba haşr-ı cismanî kapısından saadet-i ebediyenin geleceğini sana tefhim etmiyor mu?
Evet, nizam ve intizamı ihtilalden, karma karışık vaziyetten koruyan ve kurtaran ancak saadet-i ebediyedir.. ve kâinatın nizam ve intizamını zabt altına alan ondaki o ebedileşmiş olan kuvvet ve gücünü inkişaf ve tekemmül ettirecek yine ancak odur, Saadet-i ebediyedir.
Amma maksad-ı aslî olan "Haşr"e remzeden Hadsli BEŞİNCİ BÜRHAN[değiştir]
Alemdeki bir çok nevilerde cereyan eden mükerrer nev'î kıyametler'in varlığı, elbetteki büyük kıyamete işaret eyler. Eğer bu bürhanın içindeki "remz"in bir misal içerisinde temessülünü istiyorsan; kendi haftalık saat"ın içinde dönen hareket ve devirlere bak ki: Onun içerisinde muhtelif tarzlarda devredip dönen ibre ve millerinden ve hareketli çarhlarından birisi nasıl ki "saniye"leri gösteriyor.. ve saniyeleri sayan bu ibre, elbetteki "dakika"ları sayan ibrenin hareketinin mukaddemesi ve habercisidir. Dakikaları sayan ibre dahi, "saat"ları sayan mil'in hareketinin sayıcısı ve ilancısıdır.. Ve bu dahi haftanın günlerini sayan ibrenin hareketini husûle getirmekte ve ilan etmektedir. Demek ki, saat'ın içinde olan ibre ve millerden birisinin; bir önceki mil'in devrini bitirip tamamlaması ile, kendisinin de ve arkasından gelen arkadaşının da, onun gibi devirlerini tamamlayacaklarına işarettir.
Aynen bu temsil gibi; Cenab-ı Hakk'ın saat'ı kübrasının çarhları "felek"lerdir ki, bu büyük saat'in milleri de, (senin saatındaki saniye, dakika, saat ve günleri sayan mil ve ibreleri gibi) günleri, seneleri, ömr-ü beşeri ve beka-i dünyayı saymaktadırlar. Evet, her geceden sonra sabahın gelmesi.. ve her kıştan sonra baharın ta'kip eylemesi -misaldeki saatın hareketleri gibi- o büyük saat-i kübradan Haşir baharının sabahı da tevellüd edeceğine gizli işaret ve dakik bir remz ile haber vermektedir.
Sual 13[değiştir]
Eğer desen: Nevilerdeki mükerrer kıyametlerde şahıslar ayniyle haşr olmuyorlar. Acaba dünyadaki bu gibi haşirler, Ahirette şahısların ayniyle iadeleri için, Kıyamet-i Kübraya nasıl remzediyor denilir?
Cevaben sana denilir ki, insanın bir şahsı başkaların bir nev'i gibidir. Zira, nur-u fikir beşerin âmaline ve onun ruhuna öyle bir genişlik ve öyle bir inbisat vermiştir ki; "Ezmine-i selase" denilen hal, geçmiş ve gelecek "üç zaman"ları ihata eylemiştir. Eğer onun ruhu, hal ve zaman ile beraber mazî ve müstakbeli de yutsa, yine emelleri doymayacaktır. Çünkü beşerdeki nur-u fikir, onun mahiyetini ulviye, kıymetini umumîyye, nazarını küllî, kemalini gayr-ı mahsur, lezzetini daimî ve elemlerini müstemirre kılmıştır. Fakat sair nevilerin bir şahsı ise; mahiyeti cüziyye, kıymeti şahsiyye, nazarı mahdud, kemali mahsur, lezzeti ânlık, elemi def'idir. İşte nev'ilerde cereyan etmekte olan gözümüzün önündeki bir çeşit kıyametler, acaba insanın hem şahsî, hem de umumî kıyametine (haşrine) nasıl işaret etmeyecektir?!.
ALTINCI BÜRHAN[değiştir]
(Bu bürhanı telvih eden hususiyet): Beşerin istidadının tenahîsizliğidir. Evet, beşerin nihayeti olmayan tasavvurat ve efkârları, onun gayr-ı mütanahî emellerini doğurmuş, bundan da zabıt altına alınamayan meyilleri hasıl olmuştur. Ve bundan da gayr-ı mahdut kabiliyetleri neş'et etmiştir. Bu kabiliyetler de, onun gayr-ı mahsûr isti'datları içerisinde perdelendirilmiştir. Ve bu isti'datlar dahi Cenab-ı Kerim-i Mutlak'ın tekrimine mazhar olmuş olan insanın cevher-i ruhunda ekilmişlerdir. İşte, bütün bu fıtrî haller ve işler, şehadet parmaklarıyla, haşr-i cismanînin arkasında gelecek olan saadet-i ebediyyeye işaret etmekte ve nazarlarını ona dikmiş bakmaktadır. Feteemmel!
Ve müjdeci olan YEDİNCİ BÜRHAN[değiştir]
Rahman-ı Rahimin rahmeti; en büyük Rahmet olan saadet-i ebediyenin Kudûmunu müjdelemektedir. Çünkü; Rahmet, ancak onunla ve onun gelmesiyle rahmet olabilir. Nîmet dahi, ancak onunla nîmet olur.. Ve onunla (saadet-i ebediyenin gelmesiyle) kâinat ancak; nimeti nıkmete çeviren firak-ı ebedîden mütevellid umumî matemden yükselen feryadlardan kurtulabilir. Evet, eğer bütün nimetlerin ruhu olan saadet-i ebediye gelmezse, bütün nimetler nıkmetlere tehavvul ederler ki; o vaziyette, umum kâinatın şehadetiyle bilbedahe ve bizzarure sabit olan Rahmetin inkârı yolunda mükabere ve tuğyanın lüzum ve kaçınılmazlığı ortaya çıkacaktır.
İşte ey aşık olan Habib-i Şefik! [8] Allah'ın Rahmetinin en latif eser ve izleri olan muhabbet, şefkat ve aşka güzel bak!.. Sonra da bunların peşlerini bırakmayıp musallat olmuş olan firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalîyi bil-farz tasavvur ettikten sonra, kendi vicdanına müracaat eyle! Bak, nasıl vicdan içinde, o muhabbet ve şefkatin -bunlar rahmetin ve nimetin en güzel ve en latif envaından iken- sana en büyük bir musibet ve kalbin içinde en şedit bir belaya inkılap ettiklerini gör! Acaba vucudu, varlığı zarurî ve bedihî ve göz önündeki o rahmet; firak-ı ebedînin ve hicran-ı lâyezalînin o muhabbet ve şefkate -mahvetmek için- hücum etmelerine müsaade etmesi aklî bir imkanı var mıdır? Hayır, asla yoktur!.. belki o rahmetin şe'ni; ebedî firakı hicran-ı lâyezalîye, hicran-ı lâyezalîyi de firak-ı ebedî üzerine musallat ettirip saldırtması ve bu her ikisinin üstüne de ademi çullandırması olacaktır. (Tâ ki, rahmetin kemali tahakkuk eylemiş olsun.)
Haşri ve saadet-i ebediyeyi tasrih ile söyleyen ve iktiza eyliyen; SEKİZİNCİ BÜRHAN ise Hz. Muhammed'in (A.S.M.) sadık ve masduk olan lisanıdır[değiştir]
Evet, onun kelamı saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır, ki Peygamberlerin evveli ve ilki olan Âdemlerinden (as), ta Hâtemleri olan zat-ı risalete kadar; aynı bu dava ve bu aynı hakikat üzerindeki icma' ve ittifakları, hakikî ve kat'î bir hüccettir. Ve keza bütün o Enbiyanın üzerinde müttefik bulundukları sair iman hakikatları için de aynı şekilde en azam bir hüccet-i katı'adır. Amenna..
DOKUZUNCU BÜRHAN[değiştir]
Kur'an-ı mu'ciz'ül beyanın ihbarıdır. Evet, yedi küllî[9] vecihle i'cazı tasdik edilmiş olan Tenzilin (Kur'anın) onüç asırdaki davası, haşr-i cismanîye en büyük bürhandır. Öyle ise, onun ihbarı, haşr-i cismanînin hem keşşafı, hem de anahtarıdır.
Binler bürhanları müştemil ONUNCU BÜRHAN[değiştir]
Bir kıyas-ı temsilîye işaret eden
ve bir delil-i adlîye ve aynı zamanda başka şeylere işaret eden
وَ مَا رَبُّكَ بِظَلَّا مٍ لِلْعَبِيدِ
gibi bir çok ayetleri tazammun etmektedir. Kur'an-ı Hakîm benzeri birçok ayetlerde, haşre bakan birçok pencereleri açmıştır.
İşte birinci ayette işaret edilmiş olan "kıyas-ı temsilî" nin özü budur ki; tavırdan tavra intikal ederek terakkî edip yükselen insanın vücud ve bedenine bir im'an-ı nazar eyle ki; "nutfe" den alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan kemik ve et haline ve bundan da "halk-ı cedid" denilen insan heyetinde teşekkül eden surete intikal etmektedir. Hem bütün bu tavırlarda mahsus kanunlar, muayyen nizamlar ve muttarid (müstakim, düzgün) hareketler vardır ki; her birisi cam gibi, altındaki kasd, irade ve ihtiyarı göstermektedir.
Sonra, aynı bu insanın vücudunun dünyadaki devam ve bekasında da bir teemmül eyle ki; bu vücud her senede elbisesini değiştirir gibi tazelenmektedir. Bu tazelenme ve değişimin şe'ni ise, tahallül ve terekkübdür. Yani beden hüceyrelerinin eskiyip yıkılmaları neticesinde, dağılıp enkazlaşan bu hüceyrelerin tamir ve yenilenmeleri için bir madde-i latifeye ihtiyaç hasıl olmaktadır ki, herbir a'zaya münasebet derecesi nisbetinde tevzi' olunan o maddeyi, Sani-i Hakim bir kanun-u mahsûs ile hazırlamaktadır.
Sonra, vücud ve beden eczalarının erzakını taşıyan o madde-i latifenin tavırlarında teemmül eyle ki, akılların hayrete dalacağı acib bir intişar ile bedenin aktarına yayılmaktadır. Hem gör ki; o madde nasıl muayyen bir taksim kanunu ile a'zaların ihtiyaçlarına göre inkısam edip, yerlerine gidip yerleşiyor. Fakat o latif madde olan rızık ve gıda zerreleri ise, sabit bir nizam ve muayyen bir düstûr ve acip bir hareket ve çalkantı ile, dört süzgeçlerden süzüldükten ve dört matbah ve fırınlarda pişirildikten ve dört acip inkılapları geçirdikten sonra, hülasat-ül hulasa olarak meydana gelir. Bunun hammaddesi ise, âlem-i anasır içerisinde muntazam bir düstûr ve mahsus bir nizam ve muayyen bir kanun ile dağılmış olan ve "mevalid" denilen hayvanat, nebatat ve madenlerden alınan "Kût" tur. Yani temel gıdadır.
İşte, bütün o tavır ve hareketlerdeki kanun ve nizamların herbirisi, elbette bir Sâik'in sevkini ve onun kasıd ve hikmetini şeffaf bir tarzda göstermektedir. Nasıl yok?! Eğer sen, o madde-i latifenin kafilesinden bir zerrenin, mesela hava unsuru içerisinde gizlettirilmiş iken; bilahare gelip "Habib"in gözbebeğinden bir cüz' olduğu vakitteki vaziyetinde teemmül edersen; ka'iyyen göreceksin ki: O zerre, henüz hava unsurunda iken bile, muayyen imiş de, ta'yini yapılmış olan mekânına gitmeye adeta memur ve muvazzafdır. Zira eğer sen bu zerreye fennî bir nazarla bakabilsen; yakîn hasıl edeceksin ki; onun o hareketi, körün körü olan bir tesadüf ile birbirine rast gelmiş a'ma bir ittifak değildir. Belki o zerrenin girdiği vücudun herbir mertebesinde, o mertebenin mahsus nizamatına tebaiyyet edip uyması ve dahil olduğu yerin herbir tavrında yalnız o tavrın muayyen kanunlarıyla amel etmesi ve misafiri olduğu herbir tabakada acip ve muntazam bir hareket ile sevk edilmesi olan tavrından şeksiz, şüphesiz anlaşılır ki; o şuursuz zerrenin Basîr ve Hakîm bir âmiri, bir müdebbiri vardır. Ve o zerre, âmir ve müdebbirinin emriyle mezkûr tavırların üstünden geçer, gider, yerine yerleşir ki; zerre mikdarı maksadının hedefinden asla inhiraf etmez.
Velhasıl: Neş'e-i ûla olan ilk yaradılışta teemmül eden kimsenin, neş'e-i uhra olan haşir ve ahiret hakkında hiçbir tereddüdü kalmaması lazımdır. Bu hususta peygamber aleyhissalatü vesselam ferman buyurmuştur ki: -mealen- "Neş'e-i ûlayı görüpte, neş'e-i uhrayı inkâr edenin haline acaipler olsun!" [10]
Evet, nasıl ki bir tabur askerin, -istirahat için dağılmalarına izin verilmiş- neferatının, yeniden toplanıp içtima' haline gelmeleri için "borazan" aletiyle çağrıldıklarında, birden her taraftan ve siperlerden çıkarak ardısıra dizilip, gelip bayrakları altında içtima' ile ittihad etmeleri; ilk başta sivil halktan asker toplayıp silah altına celbetmekten kat-kat daha kolaydır.
Aynen bu misal gibi; bir vücud ve bedende birbiriyle imtizac etmiş ve kendi aralarında birbirleriyle ünsiyet ve münasebetleri hasıl olmuş zerrelerin -vücud ve bedenin ölümü ile inhilal edip dağıldıktan sonra, yeniden toplanmaları için: "Sûr-u İsrafil" ile çağrıldıklarında birbirlerinden çok uzaklaşmış da olsalar- her taraftan birbirlerini bulmak üzere, çıkıp gelip Halıklarının emrine "lebbeyk!" diyerek hazır vaziyete gelmeleri, elbette bu zerreleri ilk başta inşa ve terkib etmekten daha çok kolaydır.
Evet, bu isbat ve izah ise, sebep ve imkan ciheti noktasındandır. Amma kudret-i İlahiye noktasından bakılırsa; eşyanın en büyükleri, en küçükleri gibidir. Hem sonra haşrin kaziyye ve hadisesinden anlaşılan zahir mana budur ki: Haşirde yeniden diriltilip iade edilecek şey, vücudun aslî eczasıyla birlikte, fuzulî ve kışrî cüz'leri de iade edileceğidir. Bu hususa işaret eden, ehl-i haşrin cesedlerinin büyüklüğü hakkında vârid olmuş hadisleri;[11] ve aynı zamanda tırnak, saç ve sairenin cünüp iken traş olup kesilmesinin mekruhluğunu ve traş olup kesildiğinde gömülmesinin "sünnet" oluşu[12] hakkındaki hadislerdir. Bu hakikatın yanında, meselenin tahkiki de "Acb-ı zeneb"[13] denilen insan vücudundan bir madde (tohum gibi birşey) haşirde insanın vücudunun teşekkülüne medar olmasına kâfî gelir.
Amma وَ مَا رَبُّكَ بِظَلَّا مٍ لِلْعَبِيدِ ayetinin tasrih eylediği delile gelince:
Bilmiş ol ki: Bizler birçok kereler görüyoruz ki; bu dünyada zalim, facir ve gaddar insanlar son derece refah ve tena'um içinde kalıp, ömrü, hayatı hoşluk ve rahatlık içinde geçer. Amma mazlum, fakir, mütedeyyin, ve hüsn-ü hulk sahibi kimselerin ömrü ise zahmet, zillet ve mazlûmiyet içerisinde geçer, gider. Sonra da ölüm gelir, ikisini müsavî kılar, götürür. İşte şu zahirde nihayeti görünmeyen ve sonu olmayan musavât, (akibetteki musavîlik) bir zulüm görünmektedir. Halbuki kâinatın şehadetiyle zulümden münezzeh olduğu sabit olan Adalet ve Hikmet-i İlahiyyeye, başka mecma' ve toplanma yeri lazımdır ki; birincisi cezasını, ikincisi sevabını alsın.. Ve böylece adalet-i İlahiye tecelli etmiş olsun! Daha sen bu iki ayete benzer sair ayetleri de kıyas eyle!
Amma
وَ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
nin eczaları içindeki nazm vechine gelince bil ki; bu ayetteki nüktelerin merci' ve menati "vav" dır. Sonra وَ بِالْاٰخِرَةِ nin takdimidir, sonra ondaki ال in elifi ve lamıdır. Sonra bu unvan ile (yani الآخرة ünvanıyla) tabiridir. Sonra هُمْ ün zikridir. Ve sonra يُؤْمِنُونَ ye bedel يُوقِنُونَ nin zikridir.
Amma ayetin başındaki "vav"a gelince; onda ta'mimden sonra bir tahsis vardır. Yani imanın erkanından şu büyük bir rükün olan "Ahiret"e yakinî imana tansis etmek içindir. Zira bu rükün, bütün semavî kitapların üzerinde durup döndüğü imanın "iki kutup" rükünlerinden birisidir. (Allah'a iman, Ahirete iman)
Amma وَبِالْاٰخِرَةِ takdiminde (öne alınmasında) ise, içinde hasrın (münhasırlığın) bulunmasındandır.. (Yani, bu kelime ile anlatılmak istenen mana içerisinde, Ahiretin geleceğine hâs ve münhasır olarak yakin getirmek) Ve bu hasrda ehl-i kitaba bir ta'riz, zımnî bir tenkid vardır ki
وَقَلُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّا ايَّامًا مَعْدُودَةً
[14] (bize ancak sayılı birkaç gün ateş, cehennem temas edebilecek) iddialarına; ve ayrıca bunların Ahiret ve Cennetteki cismanî lezaizi inkâr etmelerine binaen, bu ayet der ki: Onların inandığı ahiret, ismî ve mecazî bir ahirettir, dolayısıyla Ahiretin hakikatına bir iman değildir.
Amma وَ بِالْاٰخِرَةِ deki lam-ı tarif denilen "elif ve lam" ise, "ahd" içindir. Yani: Bütün semavî kitapların lisanlarında ahd ve va'dedilmiş olan şeyin, deveran edip dolaştığına işarettir. Aynı zamanda bu ahd'de, ahdedilmiş olan şeyin hak olduğuna lemihli bir işaret te vardır. Hem yine o ahdde, ahd ve vaad edilmiş şeyin -zikri geçmiş fıtrî deliller sebebiyle- aklın kirpikleri arasında hazır ve mevcûd olduğuna bir işarettir. Ve o zaman bu ahdde, ma'hûd'un ayni hakikat olduğuna bir remz vardır.
Amma neş'et'in (ilk neş'etin) vasfını beyan edip ona dikkat çeken اَلْآخِرَةِ ünvanıyla yapılan tabirde ise, zihin "Neş'e-i ûla" ya (ilk yaradılış keyfiyetine) tevcih edilsin de, ta "Neş'e-i uhra"nın da imkânına intikal edebilsin.
Amma وَ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ deki هُمْ ise, (yani "Onlar" ile gösterilen zamirde) yine bir münhasırlık manası bulunmakta ve o hasırda şöyle bir ta'riz de vardır ki; Ehl-i Kitaptan Muhammed (A.S.M.) a inanmayanların imanları yakinî bir iman değil, belki sadece öylesi sûrî bir imanı yakîn gibi imiş zannediyorlar.
Amma imanın yakîn ile birlikte tasdik dahi olduğu halde, ayet يُؤْمِنُونَ ye bedel, يُوقِنُونَ yi zikretmesinde ise, garazın merkez ve merci'ine kasden parmağı basmak içindir. Tâ ki, şek ve şüpheleri uçurup kaçırsın. Zira kıyamet hadisesi -tasdik edip etmeme noktasından- rayb ve şüphelerin- mahşeridir. Hem يُوقِنُونَ nin tansisi ile, ehl-i kitabın: "biz zaten mü'minleriz, iman etmiş kimseleriz, iman etmeyenler iman etsin" diye olan özür ve bahaneler yolundaki teallül, kaytarma yollarını da kapamak üzere bir tansisdir, bir açıklık getirmedir.
Önceki Risale: Bakara 3: Allaha İman - Namaz - Zekat ← İşarat-ül İ'caz (Badıllı) → Bakara 5: Müminlerin Hidayeti ve Felahı: Sonraki Risale
- ↑ Abdullah İbn-i Selam, (r.a.) o günkü Yahudî âlimlerinin ileri gelenlerinden olup; peygamberimiz Medineye gelir gelmez, hiç tereddüt etmeden müslüman olmuş bahtiyar bir zattır. Sahabe-i Kiramın da ileri gelenlerinden olmuştur. Evvelki ismi "Hasin" iken, Peygamberimiz, onu "Abdullah" ile değiştirmiş. Mütercim
- ↑ Bakara sûresi, ayet: 97 Mütercim
- ↑ Aslî maksadlar 5 iken, 6.cısı o beşlerin bir nevi neticesi ve hülasaları olduğu için beşden altıya çıkmıştır. Mütercim
- ↑ Bu kitap -Allah ü alem- İşarat-ül İ'cazdan evvel te'lif edilerek tabedilmiş olan "Muhakemat" kitabıdır. Ancak ilk matbu' İşarat-ül İ'cazın kenarında elle yazılmış bir yazıda şöyle: "Şu ayetin hakikî tefsiri Onuncu Sözdür. Çünkü o, haşri gelecek bahar katiyetinde ispat etmiştir." Mütercim
- ↑ Nuh Sûresi ayet 14 Mütercim
- ↑ Fussilet Sûresi ayet 46 Mütercim
- ↑ Bakara Sûresi, ayet 197 Mütercim
- ↑ Habib ve Şefik, Hz. Müellifin Van eski Horhor Medresesi talebelerindendir. Bunlardan merhum Molla Habib, Birinci Cihan Harbinde İşarat'ül İcaz'ın te'lifinde katiplik vazifesini ifâ ettikten sonra, Van'ın Gevaş kazasında Ruslarla çarpışırken şehid düşmüştür. Şefik ise, Seyyid Şefik-i Arvasîdir. İstanbulda vefat eyledi. -Rahimehümullah- Ancak Molla Abdülmecid merhum ise kendi türkçe tercümesinde "Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said" tarzında kaydetmiştir. Mütercim
- ↑ Şu yedi küllî i'caz vecihleri, "Asar-ı Bediiyye" eseri içerisindeki "Rumûz" ve "Şua'ât-ı Ma'rifetin Nebiyy" eserlerinde icmalen; Yirmibeşinci Söz'de ise tafsilen bulunmaktadır. Mütercim
- ↑ Bu hadis veya haber, mealiyle Tefsir-i "Ruhûl-Maânî" Elusî, C. 27, sh. 148 ve tefsir-i "Ruhûl- Beyan"- İ. H. Burûsevî, C. 9, sh. 331 dedir. Mütercim
- ↑ Bu rivayet ve hadislerin birçok me'hazleri için bak: R. N. K. 2. Baskı sh: 372, sıra no: 19'dadır. Mütercim
- ↑ Bu hadisin de birçok kaynakları için bak: R.N.K. aynı baskı sh: 811, sıra no: 834'dedir. Mütercim
- ↑ Acb-ı zeneb hadisinin de me'hazları; aynı eser, aynı baskı sh: 428, sıra no: 129'dadır. Mütercim
- ↑ Bakara Sûresi, ayet: 80