Risale:Bakara 26-27: Temsil Bahsi (İ.İ. Badıllı): Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
 
(Aynı kullanıcının aradaki diğer 5 değişikliği gösterilmiyor)
8. satır: 8. satır:
Ey aziz bil ki: Bu ayette (iki ayette) dahi nazm ve diziliş hususunda "üç vech" vardır. Hem mecmu'unun meali de; üstte geçmiş ve bundan sonra gelecek ayetlere ve hatta Kur'anın tamamına bakan tarafları vardır.
Ey aziz bil ki: Bu ayette (iki ayette) dahi nazm ve diziliş hususunda "üç vech" vardır. Hem mecmu'unun meali de; üstte geçmiş ve bundan sonra gelecek ayetlere ve hatta Kur'anın tamamına bakan tarafları vardır.


Amma gelecek ve bu ayete lahik olup bağlanacak olan ayetlere bakan tarafı ise, bilesin ki: Vakta Kur'an-ı Hakîm sinek ve örümcek ile misaller getirdi ve karınca ve arıdan bahsetti; Yahudilere, münafıklara ve müşriklere itiraz fırsatı doğmuş gibi oldu. İşte onlar bu gibi ayetlerin nüzûlu üzerine ahmaklaşarak dediler ki: "Ehl-i kemal'in bahsetmekten utandığı şu hakir ve hasis şeylerden bahsetmeye Allah-u Teâla azametiyle birlikte hiç tenezzül eder mi?" Kur'an-ı Hakîm dahi bu ayetle ağızlarına bir şamar indirmiştir.
==Amma gelecek ve bu ayete lahik olup bağlanacak olan ayetlere bakan tarafı ise, bilesin ki==


Amma bu iki ayetin geçen ayetlere kıyasen münasebet noktasında nazm ve dizilişine gelince, bil ki: Kur'an-ı Hakîm vakta, i'caz ile Nübüvveti isbat eyledi. Ve onun i'cazı da münkirlere karşı meydan okuyarak, onları âciz bırakmak suretiyle kendini gösterdi. Bu tehaddî ve meydan okuma neticesinde ise, münkirlerin karşı gelemiyerek sükût eylemeleriyle sabit olmuş oldu. Ayni zamanda surenin (Bakara Sûresinin) başında isbat edilmiştirki; başka bir kelamda içtima'ı mümkin olmıyacak bir tarzda, Kur'an-ı Hakîm bütün âlî sıfatlara ve umum kâmil meziyetlere müştemildir. Hal ve vaziyet böyle olunca da, Kur'anın düşman muarızları tehaddî noktasında (muarazaya kalkışmada) ağız açamıyacak bir halde ve katiyetle sükût etmişlerdir. Hatta öyle ki, o asabiyet damarlarının nabzı bile hiç atmıyacak derecede sükût ettiler. Lâkin bu defa, Kur'anın kemali cihetinde itiraza kalkışıp, zihinleri bulandırmaya yeltendiler, dediler ki: "Kur'anın [[Bakara 19|{{Arabi|كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ}}]] ve [[Bakara 17|{{Arabi|كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَاراً}}]] ve emsali muhavereler ki, insanlar arasında adi işlere dair konuşulan muhaverelerdir. İşte bu basit, alelâde muhavereler tarzıyla temsiller getirmesi, kelamın derecesi aşağıya inmeye sebeb olur" diye dedikodu yapmaya ve bunlar: "İnsanlar arasında konuşulan âdi muhaverelere benzemektedir." diyerek söylenmeye başladılar. İşte Kur'an-ı Hakîm de, onların bu teşvişkâr itiraz ve dedikodularına karşı bu ayetle ağızlarına taş vurarak, ifham edip susturmuştur. Bu meselenin izahı şöyledir; muarızların boş, mânasız bazı şüpheleri vardır ki; menşei birbirine ekli müteselsil evhamdan gelmektedir. O evhamlar dahi muğalatalar üstüne kuruludur.
Vakta Kur'an-ı Hakîm sinek ve örümcek ile misaller getirdi ve karınca ve arıdan bahsetti; Yahudilere, münafıklara ve müşriklere itiraz fırsatı doğmuş gibi oldu. İşte onlar bu gibi ayetlerin nüzûlu üzerine ahmaklaşarak dediler ki: "Ehl-i kemal'in bahsetmekten utandığı şu hakir ve hasis şeylerden bahsetmeye Allah-u Teâla azametiyle birlikte hiç tenezzül eder mi?" Kur'an-ı Hakîm dahi bu ayetle ağızlarına bir şamar indirmiştir.
 
==Amma bu iki ayetin geçen ayetlere kıyasen münasebet noktasında nazm ve dizilişine gelince, bil ki==
 
Kur'an-ı Hakîm vakta, i'caz ile Nübüvveti isbat eyledi. Ve onun i'cazı da münkirlere karşı meydan okuyarak, onları âciz bırakmak suretiyle kendini gösterdi. Bu tehaddî ve meydan okuma neticesinde ise, münkirlerin karşı gelemiyerek sükût eylemeleriyle sabit olmuş oldu. Ayni zamanda surenin (Bakara Sûresinin) başında isbat edilmiştirki; başka bir kelamda içtima'ı mümkin olmıyacak bir tarzda, Kur'an-ı Hakîm bütün âlî sıfatlara ve umum kâmil meziyetlere müştemildir. Hal ve vaziyet böyle olunca da, Kur'anın düşman muarızları tehaddî noktasında (muarazaya kalkışmada) ağız açamıyacak bir halde ve katiyetle sükût etmişlerdir. Hatta öyle ki, o asabiyet damarlarının nabzı bile hiç atmıyacak derecede sükût ettiler. Lâkin bu defa, Kur'anın kemali cihetinde itiraza kalkışıp, zihinleri bulandırmaya yeltendiler, dediler ki: "Kur'anın [[Bakara 19|{{Arabi|كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ}}]] ve [[Bakara 17|{{Arabi|كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَاراً}}]] ve emsali muhavereler ki, insanlar arasında adi işlere dair konuşulan muhaverelerdir. İşte bu basit, alelâde muhavereler tarzıyla temsiller getirmesi, kelamın derecesi aşağıya inmeye sebeb olur" diye dedikodu yapmaya ve bunlar: "İnsanlar arasında konuşulan âdi muhaverelere benzemektedir." diyerek söylenmeye başladılar. İşte Kur'an-ı Hakîm de, onların bu teşvişkâr itiraz ve dedikodularına karşı bu ayetle ağızlarına taş vurarak, ifham edip susturmuştur. Bu meselenin izahı şöyledir; muarızların boş, mânasız bazı şüpheleri vardır ki; menşei birbirine ekli müteselsil evhamdan gelmektedir. O evhamlar dahi muğalatalar üstüne kuruludur.


Şüphelerinden birisi: Kıyas-ı maalfarika göre vardıkları hükümdür. Yani, kıyasladıkları şeyle hiç münasebeti olmayan bir kıyas... Bu halin menşei ise, ülfet etmiş oldukları, alışkanlık peyda etmiş oldukları şeylerin ayinesiyle eşyaya ve meselelere bakmalarıdır. İşte bu hal ile, vaktaki insanın zihni cüz'î, fikri cüz'î lisanı cüz'î ve sem'i (işitmesi) cüz'î olduğunu gördüler. Hem insanın bu duygularının tek tek herbiri bir anda iki şeyle birden ve beraberce tealluk edemediğini de anladılar. Ve himmetin ölçüsü de, meşgalesinin mevzu'u ve ihtimamın derecesi nisbetinde olduğunu bildiler. Böylece onlar, bu kıyasa göre düşünüp; hakir ve aşağı bir işi, yüksek dereceli ve makam sahibi, şerefli bir şahsa isna etmezler, zannederler ki: Zat-ı şerif onun gibi işlerle iştigal etmeye tenezzül etmez ve onun büyük ve alî himmeti bu hakir işlerle uğraşmaya gelemez. İşte onlar, şu ayak kaydıran ve aldatan ayn-ı nazarla Vacib-ül Vucud Hak Teala ya da bakıyor, diyorlar ki: "Cenab-ı Hak Teala (c.c) azamet ve celali ile birlikte, insanlarla konuşmaya ve insanların muhavereleri ile muhavereleşmeye, hem şu cüz'î emirlerden, hususan pek hakir görünen şeyler ve işlerden bahsetmeye tenezzül etsin?.
Şüphelerinden birisi: Kıyas-ı maalfarika göre vardıkları hükümdür. Yani, kıyasladıkları şeyle hiç münasebeti olmayan bir kıyas... Bu halin menşei ise, ülfet etmiş oldukları, alışkanlık peyda etmiş oldukları şeylerin ayinesiyle eşyaya ve meselelere bakmalarıdır. İşte bu hal ile, vaktaki insanın zihni cüz'î, fikri cüz'î lisanı cüz'î ve sem'i (işitmesi) cüz'î olduğunu gördüler. Hem insanın bu duygularının tek tek herbiri bir anda iki şeyle birden ve beraberce tealluk edemediğini de anladılar. Ve himmetin ölçüsü de, meşgalesinin mevzu'u ve ihtimamın derecesi nisbetinde olduğunu bildiler. Böylece onlar, bu kıyasa göre düşünüp; hakir ve aşağı bir işi, yüksek dereceli ve makam sahibi, şerefli bir şahsa isna etmezler, zannederler ki: Zat-ı şerif onun gibi işlerle iştigal etmeye tenezzül etmez ve onun büyük ve alî himmeti bu hakir işlerle uğraşmaya gelemez. İşte onlar, şu ayak kaydıran ve aldatan ayn-ı nazarla Vacib-ül Vucud Hak Teala ya da bakıyor, diyorlar ki: "Cenab-ı Hak Teala (c.c) azamet ve celali ile birlikte, insanlarla konuşmaya ve insanların muhavereleri ile muhavereleşmeye, hem şu cüz'î emirlerden, hususan pek hakir görünen şeyler ve işlerden bahsetmeye tenezzül etsin?.
62. satır: 66. satır:
Elcevap: Tenzilin inzalinden (Kur'anın indirilişinden) maksad, cûmhûrun (ekseriyetin) irşadıdır. Cumhûr ise avamdır. Avam da, hakaik-i mahzayı ve mücerredat-ı sırfayı, mütehayyelatlarından çıplak bir tarzda göremiyorlar, göremezler. Bu yüzden Cenab-ı Hak lütf-u ihsaniyla o gibi hakikatlara me'lüfatlarının libaslarını giydirmiş ki; müteşabihâtın sırrı içinde -işitip öğrendiğin gibi- alışkanlıkları o müteşabihatla iyi geçinsin ve onlara âşinalık peyda etsin.
Elcevap: Tenzilin inzalinden (Kur'anın indirilişinden) maksad, cûmhûrun (ekseriyetin) irşadıdır. Cumhûr ise avamdır. Avam da, hakaik-i mahzayı ve mücerredat-ı sırfayı, mütehayyelatlarından çıplak bir tarzda göremiyorlar, göremezler. Bu yüzden Cenab-ı Hak lütf-u ihsaniyla o gibi hakikatlara me'lüfatlarının libaslarını giydirmiş ki; müteşabihâtın sırrı içinde -işitip öğrendiğin gibi- alışkanlıkları o müteşabihatla iyi geçinsin ve onlara âşinalık peyda etsin.


==(Güzel bir tefsirdir / İlk matbû' nüsha)==
(Güzel bir tefsirdir / İlk matbû' nüsha)


Şimdi ayetin cümlelerinin yek-diğerleriyle olan nazm ve diziliş ahengine geçiyoruz:
==Şimdi ayetin cümlelerinin yek-diğerleriyle olan nazm ve diziliş ahengine geçiyoruz==


İşte bilmiş olasın ki;
İşte bilmiş olasın ki;
178. satır: 182. satır:
Ve keza, şu {{Arabi|لَا يَسْتَحْيِي}} lafzı, sohbetin müşakeleti, benzerliği dolayısıyla (yani Allah'ın kelamındaki muhavere tarzını insanların arasında yapılan sohbete benzeterek,) şu gelen ahmakane sözlerine de remizdir, ki demişler: "Muhammed'in Rabbi, insanlar arasında şu tahkirle karşılanan mahlukların temsilini getirmekten hiç haya etmiyor mu?
Ve keza, şu {{Arabi|لَا يَسْتَحْيِي}} lafzı, sohbetin müşakeleti, benzerliği dolayısıyla (yani Allah'ın kelamındaki muhavere tarzını insanların arasında yapılan sohbete benzeterek,) şu gelen ahmakane sözlerine de remizdir, ki demişler: "Muhammed'in Rabbi, insanlar arasında şu tahkirle karşılanan mahlukların temsilini getirmekten hiç haya etmiyor mu?


Amma makama daha münasib gibi görünen {{Arabi|مِنَ الْمَثَلِ الْحَق۪يرِ}} ye bedel, "Şu hakir, aşağı şeylerin temsillerini getirmesine bedel" {{Arabi|اَنْ يَضْرِبَ}} yi getirmesinde latif bir üslûba işaret içindir Şöyle ki: Temsil, tasdik ve isbat için mührün basılması, ya da kıymet ve itibarlık için sikkenin darbedilmesi gibi bir şeydir. Ve bu işaretle evhamı tardetmek üzere, temsilin hadd-i zatında güzel bir şey olduğuna remzdir. Aynı zamanda o işaret içinde bir işaret daha veriyor ki; temsil, istihsan edilmiş, beğenilerek kabul görmüş meşhur ve güzel bir (belagat) yoludur. Zira darb-ı meseller, insanlar arasında yerleşmiş, ma'rûf kaidelerden olmuştur.
Amma makama daha münasib gibi görünen {{Arabi|مِنَ الْمَثَلِ الْحَقٖيرِ}} ye bedel, "Şu hakir, aşağı şeylerin temsillerini getirmesine bedel" {{Arabi|اَنْ يَضْرِبَ}} yi getirmesinde latif bir üslûba işaret içindir Şöyle ki: Temsil, tasdik ve isbat için mührün basılması, ya da kıymet ve itibarlık için sikkenin darbedilmesi gibi bir şeydir. Ve bu işaretle evhamı tardetmek üzere, temsilin hadd-i zatında güzel bir şey olduğuna remzdir. Aynı zamanda o işaret içinde bir işaret daha veriyor ki; temsil, istihsan edilmiş, beğenilerek kabul görmüş meşhur ve güzel bir (belagat) yoludur. Zira darb-ı meseller, insanlar arasında yerleşmiş, ma'rûf kaidelerden olmuştur.


Yine, en vecîzi olan {{Arabi|ضَرَبَ}} ye tercihen {{Arabi|اَنْ يَضْرِبَ}} yi getirmesi îmadır ki; itirazın menşei ve kaynağı; sadece temsil olarak getirilen şeyin zahiren hasisliği, basitliğidir. Zira {{Arabi|اَنْ يَضْرِبَ}} nin kelime yapısı itibariyle bağımsızlığı olmadığı için, (yani, kelime olarak belli ve muayyen bir şey'i ifade etmediği için istiklaliyeti yoktur.) Sanki bu kelime latif ve nâzik bir şey olup; maksûd olan şey ona uğrayıp üzerinden geçerek mef'ule (yapılmış fiil ve şeye) gider. Lâkin {{Arabi|ضَرِبَ}} kelimesi ise, bağımsızlığı, yani muayyen bir mânâyı ifade eden istiklaliyete sahib olduğu için, güya ki kesif ve katı bir şeydir de, kasd ve garazın önünü kesiyor ve kendisine çekmek için onu durduruyor.
Yine, en vecîzi olan {{Arabi|ضَرَبَ}} ye tercihen {{Arabi|اَنْ يَضْرِبَ}} yi getirmesi îmadır ki; itirazın menşei ve kaynağı; sadece temsil olarak getirilen şeyin zahiren hasisliği, basitliğidir. Zira {{Arabi|اَنْ يَضْرِبَ}} nin kelime yapısı itibariyle bağımsızlığı olmadığı için, (yani, kelime olarak belli ve muayyen bir şey'i ifade etmediği için istiklaliyeti yoktur.) Sanki bu kelime latif ve nâzik bir şey olup; maksûd olan şey ona uğrayıp üzerinden geçerek mef'ule (yapılmış fiil ve şeye) gider. Lâkin {{Arabi|ضَرِبَ}} kelimesi ise, bağımsızlığı, yani muayyen bir mânâyı ifade eden istiklaliyete sahib olduğu için, güya ki kesif ve katı bir şeydir de, kasd ve garazın önünü kesiyor ve kendisine çekmek için onu durduruyor.
198. satır: 202. satır:
cümlesi heyetlerine gelince, bilmiş ol ki; cümlenin başındaki "fa" tefri' içindir. (Yani: Şu'belendirme, dallandırma içindir.) Tefri' ise, şu cümlenin iki şıklı manâyı netice verdiğine zımnî bir delildir. Yani ayet: "Cenab-ı Mütekellim-i Ezelî temsili, darb-ı meseli terkedemez. Çünki kelamın belagatı onu öyle ister ve iktiza eyler." Kim ki insaf ile dikkat eylerse, onun (yani Kur'an'ın temsilatı) beliğ ve hak ve doğru olduğunu ve şeksiz Allah'ın kelamı bulunduğunu bilecek ve anlayacaktır. Amma inadın gözüyle bakanlar ise, o temsilatın hikmetini bilemeyecekler, anlayamıyacaklar ve tereddüt içerisinde kalacaklardır. Bu tereddüt ve şüphelenmenin neticesinde de inkâr kokan sualler soracaklar; Sonra da inkâra yeltenecekler, daha sonra da onu (temsildekini) hakir göreceklerdir. İşte bu vaziyet netice veriyor ki mü'min, -çünki insaflıdır- onun Kelamullah olduğunu tasdik eyler. Kafir ise, -çünkü inatçıdır- bunda ne gibi bir faide vardır." diyecektir gibi mânâlar ifade eyler.
cümlesi heyetlerine gelince, bilmiş ol ki; cümlenin başındaki "fa" tefri' içindir. (Yani: Şu'belendirme, dallandırma içindir.) Tefri' ise, şu cümlenin iki şıklı manâyı netice verdiğine zımnî bir delildir. Yani ayet: "Cenab-ı Mütekellim-i Ezelî temsili, darb-ı meseli terkedemez. Çünki kelamın belagatı onu öyle ister ve iktiza eyler." Kim ki insaf ile dikkat eylerse, onun (yani Kur'an'ın temsilatı) beliğ ve hak ve doğru olduğunu ve şeksiz Allah'ın kelamı bulunduğunu bilecek ve anlayacaktır. Amma inadın gözüyle bakanlar ise, o temsilatın hikmetini bilemeyecekler, anlayamıyacaklar ve tereddüt içerisinde kalacaklardır. Bu tereddüt ve şüphelenmenin neticesinde de inkâr kokan sualler soracaklar; Sonra da inkâra yeltenecekler, daha sonra da onu (temsildekini) hakir göreceklerdir. İşte bu vaziyet netice veriyor ki mü'min, -çünki insaflıdır- onun Kelamullah olduğunu tasdik eyler. Kafir ise, -çünkü inatçıdır- bunda ne gibi bir faide vardır." diyecektir gibi mânâlar ifade eyler.


Ve cümlenin başında gelen {{Arabi|اَمَّا}} ise, hükmü koymada bir şartiyye-i lüzûmiyye olduğundan, işaret veriyor ki; müptedaya haber<ref>Bir not: Mübteda ile haber şöyle ta'rif edilebilir: Mesela "Ahmet gitti" mübteda olsa, (yani ki, bir meselenin anlatılmasına başlama demektir) onun haberi, yani; tamamlıyanın devamı gelmesi lazımdır, ki o da: "Nereye?" diye mukadder bir sûal belirtir. Cevabı: "Çarşıya!" denilir. Böylece cümlenin tamamı: "Ahmet gitti çarşıya" olur. Mütercim</ref> lazım ve zarurîdir. Yani فَ müptedasının şanındandır ki, şu {{Arabi|اَمَّا}} gibi bir haberi lüzûmlu kılıp getirsin.
Ve cümlenin başında gelen {{Arabi|اَمَّا}} ise, hükmü koymada bir şartiyye-i lüzûmiyye olduğundan, işaret veriyor ki; müptedaya haber<ref>Bir not: Mübteda ile haber şöyle ta'rif edilebilir: Mesela "Ahmet gitti" mübteda olsa, (yani ki, bir meselenin anlatılmasına başlama demektir) onun haberi, yani; tamamlıyanın devamı gelmesi lazımdır, ki o da: "Nereye?" diye mukadder bir sûal belirtir. Cevabı: "Çarşıya!" denilir. Böylece cümlenin tamamı: "Ahmet gitti çarşıya" olur. Mütercim</ref> lazım ve zarurîdir. Yani {{Arabi|فَ}} müptedasının şanındandır ki, şu {{Arabi|اَمَّا}} gibi bir haberi lüzûmlu kılıp getirsin.


Amma {{Arabi|الْمُؤْمِنِينَ}} yerine, {{Arabi|الَّذِينَ آمَنُوا...}} yi irad edip getirmesi, şöyle bir ma'naya tansis ederek işaret ediyor ki; iman, doğruluk ve objektifliği ile<ref>Bir not: Bu tefsir ve izahı, yine acelelikle tefettun edip tam düşünemiyen merhum Iraklı âlim Tahir Eş-şûşînin -az yukarıda da geçtiği tarzda: "Burada yine neden {{Arabi|فَيَعْلَمُوَنَ}} kelimesinin tahlili yapılmamış, herhalde unutulmuş" diye vaki' olan itirazı yersiz olduğu zahir olmuş oluyor. Çünki {{Arabi|فَيَعْلَمُوَنَ}} nin zahir metni verilmeden ve {{Arabi|الَّذِينَ آمَنُوا}} deyip ilh. İşaretini koymamakla beraber, manasını tâhlil eylemiş olmakla, havale yapıldığı âşikârdır. Dolayısıyla bir eksiklik mevzu-u bahis değildir. Mütercim</ref> ilmin sebebidir. İlim dahi objektifliği ve rasyonelliği ile imanın sebebidir ve imandır. (Yani: İman ile ilim birbirinin lazımıdır. Buna binaen denilebilir ki: İlim ile biliyor, amma iman etmiyorsa; o ilim, ilim değil cehalettir. Keza bir çeşit iman ediyor, yani inkar etmiyor, fakat ilim ile imanın hakikatının ma'rifeti yoksa, o vaziyette câhilane ve âmiyane bir iman etmiş demektir ve tam ve gerçek bir iman sayılmaz.)
Amma {{Arabi|الْمُؤْمِنِينَ}} yerine, {{Arabi|الَّذِينَ آمَنُوا...}} yi irad edip getirmesi, şöyle bir ma'naya tansis ederek işaret ediyor ki; iman, doğruluk ve objektifliği ile<ref>Bir not: Bu tefsir ve izahı, yine acelelikle tefettun edip tam düşünemiyen merhum Iraklı âlim Tahir Eş-şûşînin -az yukarıda da geçtiği tarzda: "Burada yine neden {{Arabi|فَيَعْلَمُوَنَ}} kelimesinin tahlili yapılmamış, herhalde unutulmuş" diye vaki' olan itirazı yersiz olduğu zahir olmuş oluyor. Çünki {{Arabi|فَيَعْلَمُوَنَ}} nin zahir metni verilmeden ve {{Arabi|الَّذِينَ آمَنُوا}} deyip ilh. İşaretini koymamakla beraber, manasını tâhlil eylemiş olmakla, havale yapıldığı âşikârdır. Dolayısıyla bir eksiklik mevzu-u bahis değildir. Mütercim</ref> ilmin sebebidir. İlim dahi objektifliği ve rasyonelliği ile imanın sebebidir ve imandır. (Yani: İman ile ilim birbirinin lazımıdır. Buna binaen denilebilir ki: İlim ile biliyor, amma iman etmiyorsa; o ilim, ilim değil cehalettir. Keza bir çeşit iman ediyor, yani inkar etmiyor, fakat ilim ile imanın hakikatının ma'rifeti yoksa, o vaziyette câhilane ve âmiyane bir iman etmiş demektir ve tam ve gerçek bir iman sayılmaz.)
210. satır: 214. satır:
Ve amma {{Arabi|وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا}} deki {{Arabi|اَمَّا}} ise, üstte geçen (yani ayetin önceki kelimelerinin ifadelerinde geçen) ma'nayı te'kid etmek ve tahkik eyleyip haklılığını kuvvetlendirmek ve fasl edip aydınlatmak içindir.
Ve amma {{Arabi|وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا}} deki {{Arabi|اَمَّا}} ise, üstte geçen (yani ayetin önceki kelimelerinin ifadelerinde geçen) ma'nayı te'kid etmek ve tahkik eyleyip haklılığını kuvvetlendirmek ve fasl edip aydınlatmak içindir.


Ve yine: Daha vecîz olan {{Arabi|اَلْكَافِر۪ينَ}} ye bedel, {{Arabi|الَّذِينَ كَفَرُوا}} yı getirmesi ise, - üst tarafta geçtiği üzere- onların Kur'an'ı inkar etmeleri, küfürden gelip küfre gittiğine îma etmek içindir.
Ve yine: Daha vecîz olan {{Arabi|اَلْكَافِرٖينَ}} ye bedel, {{Arabi|الَّذِينَ كَفَرُوا}} yı getirmesi ise, - üst tarafta geçtiği üzere- onların Kur'an'ı inkar etmeleri, küfürden gelip küfre gittiğine îma etmek içindir.


Hem yine üstte geçtiği gibi; zahir olanı {{Arabi|فَلَا يَعْلَمُونَ}} iken, ona tercihan {{Arabi|فَيَقُولوُنَ}} nin getirilmiş olması ise, îcaz yapmak üzere, kinaye yolunu ihtiyar etmek içindir. Yani küfre girmiş olan şahıs, hakikatı tanımıyor, bilmiyor. Hakikate karşı cahilliği de tereddüde müncer olmakta, o da gidip inkâra dayanmakta, bu da sonunda istifham suretiyle istihkâra varmaktadır.  
Hem yine üstte geçtiği gibi; zahir olanı {{Arabi|فَلَا يَعْلَمُونَ}} iken, ona tercihan {{Arabi|فَيَقُولوُنَ}} nin getirilmiş olması ise, îcaz yapmak üzere, kinaye yolunu ihtiyar etmek içindir. Yani küfre girmiş olan şahıs, hakikatı tanımıyor, bilmiyor. Hakikate karşı cahilliği de tereddüde müncer olmakta, o da gidip inkâra dayanmakta, bu da sonunda istifham suretiyle istihkâra varmaktadır.  
280. satır: 284. satır:
66- Eğer desen: Ayet cümlesinde {{Arabi|فِي الْاَرْضِ}} lafzıyla işaret edilmiş olan bir fasıkın fesadının, nasıl oluyor da umum yer yüzünde tesirli olabiliyor?
66- Eğer desen: Ayet cümlesinde {{Arabi|فِي الْاَرْضِ}} lafzıyla işaret edilmiş olan bir fasıkın fesadının, nasıl oluyor da umum yer yüzünde tesirli olabiliyor?


Cevaben sana denilir: Bir şeyde mizan ve intizam varsa, onda her halde muvazene ve ölçülülük bulunacaktır. Hatta "nizam, müvazenenin üstünde mebnî ve kaimdir" denilir. Evet, bir makinanın çark ve dolapları arasına basit ve hakir ve değersiz bir şeyin girmesi ve takılmasıyla; makine hissetmese dahi, müteessir olacağı; hem bir mizanın (terazinin)
Cevaben sana denilir: Bir şeyde mizan ve intizam varsa, onda her halde muvazene ve ölçülülük bulunacaktır. Hatta "nizam, müvazenenin üstünde mebnî ve kaimdir" denilir. Evet, bir makinanın çark ve dolapları arasına basit ve hakir ve değersiz bir şeyin girmesi ve takılmasıyla; makine hissetmese dahi, müteessir olacağı; hem bir mizanın (terazinin) iki kefesinde birer dağ bulunsa, ceviz gibi küçük ve hafif bir şeyin bir tarafına ilave edilmesiyle müteessir olduğu misillü nizam ve mizan gibi, sair şeylerde bunun gibidirler.
 
iki kefesinde birer dağ bulunsa, ceviz gibi küçük ve hafif bir şeyin bir tarafına ilave edilmesiyle müteessir olduğu misillü nizam ve mizan gibi, sair şeylerde bunun gibidirler.


Amma {{Arabi|اُولٰئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ}} cümlesi ise, bil ki: Burada ibarenin hakkı:
Amma {{Arabi|اُولٰئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ}} cümlesi ise, bil ki: Burada ibarenin hakkı:

16.38, 28 Haziran 2024 itibarı ile sayfanın şu anki hâli

Önceki Risale: Bakara 25: Cennet Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 28: Yeniden Yaratılış: Sonraki Risale

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيِي اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًاوَ يَهْدِي بِهِ كَثِيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلَّا الْفَاسِقِينَ

اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّٰهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ اُولٰئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

Ey aziz bil ki: Bu ayette (iki ayette) dahi nazm ve diziliş hususunda "üç vech" vardır. Hem mecmu'unun meali de; üstte geçmiş ve bundan sonra gelecek ayetlere ve hatta Kur'anın tamamına bakan tarafları vardır.

Amma gelecek ve bu ayete lahik olup bağlanacak olan ayetlere bakan tarafı ise, bilesin ki[değiştir]

Vakta Kur'an-ı Hakîm sinek ve örümcek ile misaller getirdi ve karınca ve arıdan bahsetti; Yahudilere, münafıklara ve müşriklere itiraz fırsatı doğmuş gibi oldu. İşte onlar bu gibi ayetlerin nüzûlu üzerine ahmaklaşarak dediler ki: "Ehl-i kemal'in bahsetmekten utandığı şu hakir ve hasis şeylerden bahsetmeye Allah-u Teâla azametiyle birlikte hiç tenezzül eder mi?" Kur'an-ı Hakîm dahi bu ayetle ağızlarına bir şamar indirmiştir.

Amma bu iki ayetin geçen ayetlere kıyasen münasebet noktasında nazm ve dizilişine gelince, bil ki[değiştir]

Kur'an-ı Hakîm vakta, i'caz ile Nübüvveti isbat eyledi. Ve onun i'cazı da münkirlere karşı meydan okuyarak, onları âciz bırakmak suretiyle kendini gösterdi. Bu tehaddî ve meydan okuma neticesinde ise, münkirlerin karşı gelemiyerek sükût eylemeleriyle sabit olmuş oldu. Ayni zamanda surenin (Bakara Sûresinin) başında isbat edilmiştirki; başka bir kelamda içtima'ı mümkin olmıyacak bir tarzda, Kur'an-ı Hakîm bütün âlî sıfatlara ve umum kâmil meziyetlere müştemildir. Hal ve vaziyet böyle olunca da, Kur'anın düşman muarızları tehaddî noktasında (muarazaya kalkışmada) ağız açamıyacak bir halde ve katiyetle sükût etmişlerdir. Hatta öyle ki, o asabiyet damarlarının nabzı bile hiç atmıyacak derecede sükût ettiler. Lâkin bu defa, Kur'anın kemali cihetinde itiraza kalkışıp, zihinleri bulandırmaya yeltendiler, dediler ki: "Kur'anın كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ve كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَاراً ve emsali muhavereler ki, insanlar arasında adi işlere dair konuşulan muhaverelerdir. İşte bu basit, alelâde muhavereler tarzıyla temsiller getirmesi, kelamın derecesi aşağıya inmeye sebeb olur" diye dedikodu yapmaya ve bunlar: "İnsanlar arasında konuşulan âdi muhaverelere benzemektedir." diyerek söylenmeye başladılar. İşte Kur'an-ı Hakîm de, onların bu teşvişkâr itiraz ve dedikodularına karşı bu ayetle ağızlarına taş vurarak, ifham edip susturmuştur. Bu meselenin izahı şöyledir; muarızların boş, mânasız bazı şüpheleri vardır ki; menşei birbirine ekli müteselsil evhamdan gelmektedir. O evhamlar dahi muğalatalar üstüne kuruludur.

Şüphelerinden birisi: Kıyas-ı maalfarika göre vardıkları hükümdür. Yani, kıyasladıkları şeyle hiç münasebeti olmayan bir kıyas... Bu halin menşei ise, ülfet etmiş oldukları, alışkanlık peyda etmiş oldukları şeylerin ayinesiyle eşyaya ve meselelere bakmalarıdır. İşte bu hal ile, vaktaki insanın zihni cüz'î, fikri cüz'î lisanı cüz'î ve sem'i (işitmesi) cüz'î olduğunu gördüler. Hem insanın bu duygularının tek tek herbiri bir anda iki şeyle birden ve beraberce tealluk edemediğini de anladılar. Ve himmetin ölçüsü de, meşgalesinin mevzu'u ve ihtimamın derecesi nisbetinde olduğunu bildiler. Böylece onlar, bu kıyasa göre düşünüp; hakir ve aşağı bir işi, yüksek dereceli ve makam sahibi, şerefli bir şahsa isna etmezler, zannederler ki: Zat-ı şerif onun gibi işlerle iştigal etmeye tenezzül etmez ve onun büyük ve alî himmeti bu hakir işlerle uğraşmaya gelemez. İşte onlar, şu ayak kaydıran ve aldatan ayn-ı nazarla Vacib-ül Vucud Hak Teala ya da bakıyor, diyorlar ki: "Cenab-ı Hak Teala (c.c) azamet ve celali ile birlikte, insanlarla konuşmaya ve insanların muhavereleri ile muhavereleşmeye, hem şu cüz'î emirlerden, hususan pek hakir görünen şeyler ve işlerden bahsetmeye tenezzül etsin?.

Yahu, acaba bu sefiller hiç düşünemiyorlar mı ki: Cenab-ı Hak Teâlâ'nın iradesi, ilmi ve kudreti külliye, umumiyye, şâmile ve muhita olduğu için; O'nun büyüklüğünün mikyası, ölçüsü, ancak âsârının mecmu'u ve yekûnudur. Onun tecellisinin mizanı da, ancak kelimatının kaffesidir ki; onları yazmak ve kaydetmek için, bütün denizler mürekkeb olsalar da yine bitiremezler.

Bu hakikata bir misal getirelim: وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي eğer güneş hür ve muhtar ve akıllı farz edilirse de, tulu' edip doğduğunda, ziyasını her bir şeye, hatta mülevves olan zerreye de verdiği zaman, acaba denilebilir mi ki: Güneş şu azametiyle birlikte nasıl zerre gibi şu küçük ve hakir işler ve şeylerle de ihtimam içinde iştigale tenezzül eyledi?

Evet, Cenab-ı Hak Teala âlemi yaratırken; sanatla özenerek ve gayet ihtimam ile onu halk eylediği gibi; cevher-i ferd denilen esir zerresini veya Atomu ayni seviye ve derecede itkan-ı sanat üzere halk eylemiştir. Demek ki kudretin nazarında cevahir-i ferde, ya da zerrat-ı Atomiye ile, seyyare yıldızlar birdir ve müsavîdirler. Zira Allahu Teala'nın kudreti, ilmi, iradesi ve kelamı, onun lazime-i zatiyesi ve zatının zaruriyeleridir. (Yani bizzat zatının lazımları olup, zatî ve onsuz olması mümkin olmayan zaruriyattırlar.) Öyle ise, Allah'ın o mezkûr zatî sıfatları ve benzerleri eksilme veya ziyadeleşmeye kabiliyetli olupta, yenilenebilen, değişebilen şeyler olmadığı gibi; müteğayyir, değişken şeyler de değildir, tâ ki içlerine mertebeler girebilsin. Evet, acz, Kudret-i İlahiyyenin zıddı olduğundan, kudrete müdahale etmeye imkân yoktur. Öyle ise, Kudret-i Zat-ı İlahiyyece zerre ile güneş arasinda bir fark yoktur. Zira eşya-yı mümkinenin, iki kefeli terazi gibi, iki tarafca müsavîlikleri ile; o terazinin bir kefesini aşağıya, diğerini yukarıya kaldırmakta sarfedilecek aynı kuvvetle; o kefelerde birer güneş veya birer zerre bulunmuş farketmez.. Ve bu kıyasla; zatiye-i lazime olan Kudret-i Rabbaniye'ye nisbeten makdûratın (yani, ilm-i İlahî ile ölçülü, düzenli ve biçimli proğramlarla hazırlanmış eşyanın) vaziyetleri de öyledir. Lâkin mümkinâtın (yani, masivallah olan kâinat, mevcudat ve bütün her şeyin) arızî, müteğayyir, değişken ve arasına aczın müdahale edebildiği kuvvetciklerine göre mukayese yapılsa, o zaman iş muvazeneye gelmez, başkalaşır.

(MÜHİM BİR MAKAMDIR Müellif)[değiştir]

Velhasıl: Zerreler ve hasis, basit işler ve şeyler dahi madem ki Allah'ın mahluklarıdırlar; elbette ve bizzarûre mahiyet, hal ve hikmet-i hilkatları da O'nun ma'lumu olacaklardır. Öyle ise, Cenab-ı Allah'ın Kelamı olan Kur'an-ı Hakîmde bu mahlukattan ehemmiyetle bahseylemesi, elbette ve bilbedahe münakaşaya, yadırgamaya medar olamaz. İş bu sırra binaen, Cenab-ı Kadir-i Kayyûm:

اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ

(Mülk/14) diye ferman buyurmuştur. (Meal-i Kerimi: "Âgah olunuz ki; O, halk eylediklerini, yaratmış olduklarını (mahiyetiyle, hikmetiyle, maslahatiyle) bilmektedir. Zira O, hem Latif hem de Habîrdir.)

İşte buna binaen, acaba Cenab-ı Hakîm-i Mutlak nasıl kemal-i sanat ile halkeylemiş olduğu mahlukatından bahsetmiş olmasın?.. ve nasıl yaptıklarının ne olduklarını, neye yaradıklarını ve ne için yaratıldıklarını bilip de, hikmet-i hilkatları hakkında, memlûkları olan ins ve cinn ve melaikeleri ile konuşmasın? Evet, mutlaka O, kendi mevcûdat ve masnuatından bahsadecek ve haklarında; hilkat, hikmet ve mahiyetlerine dair konuşacaktır. Zira O, Aziz ve Hakîm.

Sual 60[değiştir]

Muğalatalarından ikincisi: Muarız münkirler Kur'anın üslubu içerisinde mütekellimin, hitab edip konuşanın arkasında bir insan timsalini gördüklerini zu'm ediyorlar. Delilleri de, Kur'anın şu hakir eşyadan ve adî işlerden bahsederken, beşerin birbirleri ile muhavereleri tarz ve uslubunda konuşmasıdır.?!

Cevab: Acaba bu mütecahiller (yalandan bilmezlik gösterenler) hiç tezekkür etmiyorlarmı ki; belagatın iktizasıyla, muhatabın hal muktezasına göre tatbiki yapılabilmesi için; kelam, mütekellime bir cihetle bakarsa da, muhatablara da aynı kelamla bir kaç cihetle bakması lazım.. Öyle ise, madem ki muhatab beşerdir, yapılan bahs ve edilen söz onun ahvalindendir.. Ve mademki maksat ve meramın hedefi de beşere bunları fehim edip aklına yerleştirmektir. Elbette Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan beşerin hissiyatiyle memzûc bir uslûbu alıp giyecektir. Bu uslûbun adı ise:

اَلتَّنَزُّلَاتُ الْاِلٰهِيَّةُ اِلَي عُقُولِ الْبَشَرِ

dir. Yani: Beşer aklının anlayabileceği bir uslûbla, beşerin seviyesine inmektir ki; "Tenezzül-ü İlahî" denilir. Bu ise, beşerin zihnini ünsiyetlendirme, alıştırma hikmetidir. Hey arkadaş! acaba sen bir çocukla konuştuğun zaman, kendini çocuklaştığını görmiyecekmisin?!

Sual 61[değiştir]

Eğer Desen: Eşyanın hakirlik ve hasisliği, kudretin azametine ve kelamın nezihliğine münafîlik gösteriyor?

Sana cevaben denilir: Hakirlik, hasislik, çirkinlik ve benzeri şeyler, eşyanın yalnız mülk yüzüne bakan ve bize nazır olan vecihlerine ve bizim de sathî ve tebaî olan nazar ve bakış vaziyetimize göredir. İşte bu cihette, zahirî sebepler araya perde olarak konulmuş ki, azametin tenzihini korumuş olsunlar. Amma eşyanın melekûtiyet cihetine bakılabildiğinde, hepsinin ve her şeyin mahiyet ve iç yüzü şeffaf, parlak ve âli olduğu görülecektir.. Ve bu cihet, kudretin teallukuna mahall olduğu gibi, bu tealluktan hiç bir şeyin harice çıkamadığı anlaşılıp bilinecektir. İşte nasıl ki, zahirde sebeblerin vaz'edilmesini azamet iktiza ediyorsa; onun gibi, Vahdet ve izzet dahi kudretin her şeye şûmûlünü ve kelamın da (Kelâm-ı Kadîm olan Kur'anın da) bütün bunları ihata eylemesini istilzam etmektedir.

Evet, bir zerrenin üzerinde atom zerratıyla yazılmış bir Kur'an, sema sahifesinde yıldızlar mürekkebiyle yazılan bir Kur'andan, daha az cezaletli değildir. Hem bir sineğin hilkati, san'atça bir filin yaradılışından daha aşağı değildir. İşte aynen Kelâm-ı Kadîm dahi (Kelâmullah) aynen kudret gibi olup, her şeye öyle taalluk eylemektedir.

Sual 62[değiştir]

Eğer desen; Şu zahirî hakaret, ne için bu temsildekilere raci' ve aid oluyor.?

Cevaben sana denilir: O hakaret, temsil ile hali ta'rif edilen şeye aid olup, temsilin kendisine aid değildir. Buna göre, temsili yapılan şey, meseleye tatbiki iyi gelirse ve ona uygun ve güzel düşse, temsil de ona göre güzelleşir, kelamın derecesi de o nisbette yükselir, belagatın nizamı da yücelir. Görmez misin ki; padişah, kendi raiyetinden bir şahsa layık ve münasib bir elbise bahşedip verdiği gibi, bir kelbe de iştihasına münasib bir kemiği atar... ve hakeza ilh... İşte padişah'ın bu davranışı için denilemez ki; padişah bid'atlı bir iş yaptı. Belki o, her şeyin layık ve münasibine göre, yerine vaz'etmekle, iyi ve güzel bir iş yaptı denilir. Öyle de: Temsil getirilen şey, ne kadar hakir ise, getirilen misali de o nisbette hakir ve aşağı olur. Ve o şey ne kadar azim ise, misali de ona göre azim olur. Mesela: Putlar en edna şeyler olduğu için; Cenab-ı Hak' da onların başına sinekleri musallat kılmış... Sanemlere yapılan ibadet dahi eşyanın en ehveni, en küçüğü olduğundan; Cenab-ı Allah Ankebût'un (örümceğin) dokuduğu çadır evini, o putlara ünvan olarak göstermiştir.

MUĞALATALARININ ÜÇÜNCÜSÜ[değiştir]

Sual 63[değiştir]

Diyorlar ki: Hakikatı izhar eylemekten âcizliğe îma eden şu gibi temsilata ne ihtiyaç vardır.?

Elcevap: Tenzilin inzalinden (Kur'anın indirilişinden) maksad, cûmhûrun (ekseriyetin) irşadıdır. Cumhûr ise avamdır. Avam da, hakaik-i mahzayı ve mücerredat-ı sırfayı, mütehayyelatlarından çıplak bir tarzda göremiyorlar, göremezler. Bu yüzden Cenab-ı Hak lütf-u ihsaniyla o gibi hakikatlara me'lüfatlarının libaslarını giydirmiş ki; müteşabihâtın sırrı içinde -işitip öğrendiğin gibi- alışkanlıkları o müteşabihatla iyi geçinsin ve onlara âşinalık peyda etsin.

(Güzel bir tefsirdir / İlk matbû' nüsha)

Şimdi ayetin cümlelerinin yek-diğerleriyle olan nazm ve diziliş ahengine geçiyoruz[değiştir]

İşte bilmiş olasın ki;

فَمَا فَوْقَهَا اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيِي اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً

cümlesi, muarızlardan gelen müteselsil itirazlara bir redd ve tard cevabıdır. Güya ki muarızlar diyor: "Allah'ın beşer ile mükalemesinde ne gibi bir hikmet vardır?

Hem beşere bu kadar itab eylemesinde ve ondan bu derece şikayet etmesinde hangi ma'nâ ve hikmet bulunur?

Zira bu gibi şikayet ve itablar, insanın da şu alemde müstakil ve kendi başına bir tasarrufa sahib olduğuna bir alamet olduğunu gösterir?.

Hususan insanlar arasında cereyan eden muhavere tarzında olması da, beşerin kelamı olduğuna alamettir?

Ve bâhusûs şunun gibi bir kelamın arkasında bir insanın timsaline işaret var?

Hele hele bilhassa Kur'anın böylesi tasvir ve temsillere el atması, hakikatı olduğu gibi izhar eylemekten âciz olduğunu göstermektedir?

Ve bâhusûs getirilen temsiller, âdî ve basit olmalarından, mütekellimin zihin inhisarlığını, darlığını gösterir? Ve bilhassa böyle hakir şeyler ve âdî işlerden temsiller getirilmesi ise, mütekellimin hafifliğinin alametidir.?

Hem hususan o gibi temsillerin getirilmesine mecbûriyet olmadığı ve onun terki daha evlâ olduğu halde, (musırrane) o temsillerin getirilmiş olması; ve bahusus temsil ile bahsi yapılan o şeylerden ehl-i izzetin haya eylediği şeyler olduğu halde; ve lasiyyema onları bahse medar eden ve temsillerini getiren kimse, eğer azamet ve celal sahibi ise?!.

İşte Kur'an-ı Hakîm, baştan sona kadar şu müteselsil suallerin hedmi için: اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيِي diyerek, tek bir darbe ile yıkıp geçmiştir. Evet, çünkü eşyanın melekûtiyet cihetleri azamet ve celalin taallukuna münafî olmadığı için; elbetteki zahirî hasaset ve hakaretlerinden onları terketmez, ihmal etmez. Zira ki ulûhiyet öylesi bir taalluku, alakalanmayı iktiza eyler. Öyle ise, insanlar arasında hakir ve aşağı sayılan ma'na ve mefhûm için, elbette hakir gibi görünen şeylerle misaller verilecektir. Zira mütekellim olan zat-ı Hak Teala'nın hikmeti sırr-ı belagatle birlikte, bunu böyle iktiza eder. Hem terbiye ve irşad sırrına muvafık olarak, âdî gibi görünen temsilatın zikreylemesi yerince olduğundan; inayet-i ilahiye, tenezzülat-ı İlahiye ile beraber iktiza eylerler ki; hakikatları temsillerle tasvir etsinler.. Ve buna göre, Rububiyet-i İlahiye, terbiyenin iktizasıyla beşerin birbirleriyle konuştukları tarz gibi bir muhavere üslûbunu ihtiyar edecektir.. Ve binnetice: Rububiyet-i İlahiyenin nizam-ı âlem ile olan tasarrûf ve münasebetinin muktazaları itibarıyla beşerle olan konuşmasında elbette beşer lisanı ile olması zarurî olacaktır.

Velhasıl: Cenab-ı Hak Teâla, vaktaki hikmeti iktizasıyla insanda bir cüz-ü ihtiyarî bıraktı, tevdi' eyledi... Ve o cüz-ü ihtiyarîyi fiiller alemine (insanın fiillerine) masdar kıldı. Elbette o fiiller aleminin düzen ve nizamı içinde kelamını (yani, Kur'an ve sair semavî kitaplar vasıtasıyla) insanlara gönderecek ve göndermiştir.

Ve

فَاَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ

cümlesinin nazmı da şöyledir: Madem bundan evvelki cümlede müddeayı dile getirmiş, bu cümle ilede, o müddeanın delilinin yoluna işaret eylemiştir. Bunun yanında etrafdaki evham ve vesveseleri de def'etme vechine de remz ve îmada bulunmuştur. Yani: İman nazarıyla eşyaya bakan ve Allahû tealâ cânibinden ve Kudreti cihetinden nazar eyliyen kimse; elbette onun Hikmetini, İnayetini ve Rububiyetini göz önünde bulunduracak ve katiyyen bilecektir ki; Allah û Zülcelal'in Kur'anında zikreylediği ve (hakikatları tefhim için) getirmiş olduğu şu temsilât, hak ve mahz-ı hikmet ve ayn-ı belagattırlar.

Amma kendi nefsinin aşağılık haleti canibinden ve mümkinat'ın kendi vaziyetleri cihetinden nazar edip düşünenleri ise, hiç şüphesizdir ki; evhamlar onları havalandırıp, (tehlike ve mehlekelere) doğru uçurup götürecektir.

İmanlı nazar sahibi ile, nefsin hevasına kapılmış kimsenin meselleri şöyle iki şahsın misaline benzer ki; alt taraftan doğru başlayıp yukarıya doğru çıkıyorlar, gelen su kanallarını ve suların evsafını (tatlılık ve acılık vasıflarını) kontrol için gidiyorlar. Bu iki şahstan birisi çıkıyor, pınarın başını, kaynağını buluyor, gidip suyunu tadıyor ve anlıyor ki; suyun tamamı tatlı sudur. İşte bu adam, akan suların menba'ını bulup, içip tattıktan sonra, aynı o pınardan teşaûb etmiş, ayrılmış cetvellerin teferruatından olan parçalara rastladığında, zaif bir emare ile dahi olsa, düşünür ve anlar ki; o da aynı tatlı sudur. Onun bu halinde evhamların en kuvvetlisi dahi onu şaşırtmaya gücü yetmiyor.

Amma ikinci adam ise, pınarın başını bulmak, suların kaynağını görmek için; aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya doğru inmeye başlıyor; teferrüatların cânibinden suları kontrol etmeye çalışıyor. O vaziyette pınarın başını ve menba'ını göremediği için pınardan ayrılan cedvellerin tek tek her birisinden akan her bir parça suyun, kat'î delil ile tatlı olduğunu öğrenmeye ve bilmeye İhtİyaç duyuyor. Bu vaziyette en edna bir vehim dahi onu şübhelerin içine yuvarlandırmaya yetiyor.

İkinci bir misal: İki şahsın ortasında bir ayine vardır. Bu iki şahıstan birisi, o ayinenin şeffaf yüzüne, diğeri de onun renkli yüzüne bakıyor gibidirler.

Velhasıl: Sanat-ı İlahiyeye bakıldığında, Cenab-ı Hak Tealâ cânibinden bakarak; O'nun inayetini, Rububiyetini birlikte mülahazaya almak ve nazar eylemek gerek. Bu nazar ise, ancak imanın nuru ile olabilir. Böylesi bir nazara, evhamların en kavîleri dahi örümcek ağı gibi de olamaz ve bir kıymet ifade etmezler. Amma eğer masnu'ât-ı İlahiyeye mümkinât cihetinden bakıp, müşteri nazarı ile kendi cüz'î fikri ile nazar edilirse, zaif ve sönük evhamlar dahi onun gözünde kuvvetli görünüp, hakikatı perdeleyip göstermez. Nasıl ki bir sineğin kanadı göze perde olduğu zaman, koskoca Cûdî[1] dağını bile görmesine mâni' olur.

Amma

وَ الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا

cümlesinin nazmı ise şöyledir: Vakta ki Kur'an, üstteki cümlede temsilatın üslûbûndaki hikmeti anlama yolunu gösterdi, ki o da Vacib-ül Vücûd Hak Teâlanın cânibinden nûr-u iman ile eşyaya nazar eylemektir. Bu cümlede ise, karşı tarafta, evham ve şüphelerin içinde çırpınma menşeinin yolunu beyan eylemiştir. Yani: Küfrün karanlığıyla kendi nefsi tarafından baktığında ona herşeyi karanlıklı tasvir ettirdiği gibi; kalbinin maraziyle de en hafif bir vehm dahi ağırlık vermekte ve daha sonra hak yoldan sapmakta, saptırmaktadır. Bu bedbaht hale giriftarlığın ötesinde de tereddütler geçirmeye başlar ve kendi kendine istifhamlı sûallere şûrû' eyler. Nihayet -Eliyazübillah- inkâra kalkışır. İşte Kur'an-ı Hakîm bu makamda onların inkârlı istifhamlarına işaret ederek, îcazlı bir tarzda ve kinaye tarîki ile, zahir nazara göre sabık cümleye mütabık gelen لَايَعْلَمُونَ ye bedel, مَاذَا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا kavlini irad buyurmuştur. Zira, önceki cümlede فَيَقُولُونَ kelamı olduğu için, zahirde buna uygun olanı لَايَعْلَمُونَ gibi bir şey idi. Lâkin Kur'an-ı Hakîm مَاذَا اَرَادَ اللّٰهُ dedi.

Amma

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِي بِهِ كَثِيرًا

cümlesinin nazm ve diziliş vaziyeti ise; muarızların istifhamlarının sûretine bir cevap olduğu için, bu cümlenin son derece îcazlılığından dolayı, gaye ve âkibet (yani hedef ve netice) ille-i gaiyye menzilesine inmiştir. Güya ki muarızlar soruyor, diyorlar ki: Bu ne için böyle olmuş? Ve neden Kur'anın i'cazı bedihî bir tarzda zahir olmamış? Ve ne için Kur'an'ın Kelamullah olduğu zarurî olarak hemen bilinmiyor? Ve ne için getirmiş olduğu benzeri misaller sebebiyle evhamlara ma'raz ve hedef olmuştur?!

İşte bütün bu sûallere Kur'an-ı Hakîm:

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِي بِهِ كَثِيرًا

kavliyle cevap vermiştir. Yani: Kim ki onda nur-u imanla tefekkür eylerse, nur'u parlayacak ve parlasın, ziyadeleşsin!. Ve kim ki onu küfr'ün zülmeti ve tenkidi ile tefekküre alırsa, zulmeti dahada artacak ve artsın. Hem bunun böyle olmasının sebebi ise; nazarî bırakılıp, bedihî olmaması hikmetidir. Hem taki kanunla; safî ve ulvî ruhlar bulanık ve süflî ruhlardan tefrik edilsin. Hem tâ ki, bununla; yüksek istidatların neşv ü nema ile, habis isti'datlardan temyiz edilsin. Ve keza tâ ki, bununla sahih ve sağlam fıtratlar mücahede ve içtihad ile; tefessüh etmiş bozuk fıtratlardan temayüz edip ayrılmak içindir. Bu ise, beşer imtihanının istilzam eylediği hal ve keyfiyet içindir. O dahi ibtila ve imtihanın sırrı böyle iktiza eylediği içindir. Bu dahi teklifin sırrı olan beşerin tekmili ile, onun saadetine giden yolun böyle istilzam ettiği içindir. Demek ki; tenzil burada îcazlı cevab vermeyi -bu hikmetler için- ihtiyar eylediği anlaşılmaktadır.

Sual 64[değiştir]

Eğer desen: "Teklif, beşer'in saadetini temin etmek içindir" demiştin. Halbuki bakıyoruz; teklif, ekseriyetin şekavete düşmesine sebeb olmaktadır. Eğer şu teklif hadisesi olmamış olsaydı, beşeriyet aleminde cereyan eden şu tefavütler (çeşitli mertebe ve derecelerdeki değişiklikler) bu dereceye varamıyacaktı..?

Cevaben sana denilir: Cenab-ı Hak Teâla, vaktaki insanın cüz-ü ihtiyarîsine (Yani: Kesbiyle ihtiyarî fiillerinin alemini düzenleme işinde) teklifi teklif eylediği gibi; bu teklifi dahi beşerin ruhunda vediâ bırakılan gayr-ı mahsur istidat tohumlarını sulayarak yeşerilmesine sebep kılmıştır. Eğer teklif hadisesi olmamış olsaydı; o istidat çekirdekleri, tohum ve daneleri kuru bir halde kalarak bozulup gidecekti. İşte bu hale göre; eğer sen nâfiz bir nazarla beşerin ahvalinde bir teemmül edebilsen, göreceksin ki; ruhun bütün manevî terakkileri ve vicdanların umum ilahî tekemmülleri ve aklın tam olgunlaşması ve keza, akılların içinde hayrete düştüğü fikir terakkîlerinin semere verdiği hal ve vaziyetleri, tamamen teklif ile meydana gelmiş olduğunu göreceksin.. Ve bütün bu tekemmül ve terakkiler dahi ancak Peygamberlerin bi'seti ve gönderilmeleriyle beşer ikaz edilip neşv ü nemaya hazırlatılmış ve Şeriatlarıyla aşılanmış, sonra semavî dinlerden ilham alarak gelişmişlerdir.

İşte eğer bunlar, (İlahî teklif, bi'set-i enbiya ve getirdikleri şeriatlar) olmamış olsaydı; kat'iyyen şu insan, bir hayvan olarak kalacak ve bütün bu vicdanî kemalat ve o ahlakî mehasin hiçliğe düşüp ademe gidecekti. Lâkin beşerin az bir kısmı da olsa, kendi ihtiyarlarıyla ilahî teklifi kabul ile karşılamaları neticesinde; şahsî saadetler, mutluluklar kazandıkları gibi; nev'i olan beşerin saadetine de sebeb olmuşlardır. Amma beşerin kemiyet itibarıyla ekseriyeti her ne kadar kalbleriyle küfre girmiş oldularsa da ve bunda kendi ihtiyarlarıyla saplanıp kalmışlarsa da; lâkin kâfirin her bir hali kâfir olmadığı gibi, bütün sıfat ve ahlakları da koyu bir küfür içinde olmadığından; bi'set-i Enbiya sebebiyle vicdanî hissiyatları îkaz edilmiş, ahlakî seciyeleri de Peygamberlik müessesesi vasıtasıyla -kısmende olsa- uyandırılmış; ve Enbiyanın getirmiş oldukları şeriâtlarını birbirlerinden işitmiş; ve peygamberlerin iz ve eserlerini, ahvallerini birbirinden duyarak bir derece tanımış olmaları ile; teklifin bazı nev'ilerini -böylece ıztırarî bir tarzda da olsa- bir cihette kabul etmişlerdir denilebilir.

Sual 65[değiştir]

Eğer desen: Ekseriyetin şekaveti yanında, az bir kısmın saadeti, nasıl nev'in de saadete mazhariyeti hasıl olmuş sayılsın da, şeriâtın gelmesi rahmet olmuştur denilsin.? Halbuki nev'in saadeti ise, o nev'in tamamına veya ekserisine baktığı zaman saadet olabilir.?

Cevaben sana denilir: Senin yüz yumurtan bulunsa ve bunları bir kuşun altına koyarak kuluçkaya yatırsan; o yüz yumurtadan yirmisi civciv çıksa, sekseni de bozulsa, acaba demiyecekmisin ki; Şu kuş nev'i bu muamele ile tekemmül eyledi?!. Evet çünki, yirmi kuşun hayata geçmesi, bin yumurtaya bedeldir. Veyahut senin yüz dane çekirdeğin bulunsa, bunları sen toprak altına verip sulasan; o yüz çekirdekten yirmisi mükemmel ağaç olsalar, sekseni de tefessüh edip çürüse; demiyecek misin ki, bunlara su vermek, ağaç nev'ine saadet oldu.

Veyahut, bir madenin bulunsa; ateşi ona musallat etsen; o madenin beşten biri safîleşerek altun olsa, geri kalanı da kömür ve duman olsa; acaba o ateşi ona vermek, o madenin sebeb-i kemali ve saadeti olmıyacak mıdır.?

İşte bu misallere kıyasen: Hissiyat-ı âliyenin neşvi ve yüce ahlakın nemüvvû ancak mücahede iledir. Eşyanın tekemmülü ise, ancak zıdlarının karşılaşması ve sıkıştırmasiyledir. Aya görmezmisinki; bir hükûmet, cihad yaptığı zaman, askerinde, milletinde cesaret hasleti uyanır, nemalanır. Cihadı terk ettiğinde ise, cesaret ve fedakârlık seciyesi söner, müntafî olur. Ve buna göre sen düşün!...

Amma وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلَّا الْفَاسِقِينَ cümlesinin nazm ve dizilişi ise şudur ki; Vaktaki Kur'an ... يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا de bir ibham bıraktı, (Yani: "Onunla bir çokları delalete gidiyor" ifadesiyle, kimlerin, nasıl ve ne için bir dalalete gideceklerini tayin etmedi, belirsiz bıraktı) Sâmi'in zihni intibaha gelerek, korka korka şunu istifsar edip dedi ki: "O dâllîn gürûhu kimlerdir?. Ve dalaletlerine sebeb olan şey nedir?. Hem Kur'anın nurundan, ziyasından nasıl zulmet gelebilir?"

Kur'an-ı Hakîm cevaben dedi ki: Onlar fasıklardır. İdlal da fısklarının cezasıdır. Hem fısk ile ve onun vasıtasıyla nur, tersine döner; fasıka ateş, ziya dahi ona zulmet kesilir. Görmez misin ki güneşin ziyası; maddesi kazûratlı olan şeyleri nasıl kokuşturur, müteaffin kılar.

Amma:

اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّٰهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ

kavliyle; fasıkları böyle detaylı evsaflarıyla tavsif eylemesinin vech-i hikmetine gelince; bu ayet, fıskı keşf ile şerhedip üstünden perdeyi kaldırıp açıklamıştır. Zira fısk, haktan rûcû' edip dönmekliktir ve haddi de tecavüzdür. Hem sağlam ve koruyucu kabuk içinden hurûc edip çıkmadır. Keza fısk, "Akliyye, Gazabiyye ve Şeheviyye" kuvvelerinde ifrat ve tefriti harekete geçiren bir âmildir. İfrat ve tefrit ise, fıtratta mevcûd İlahî ahdler gibi olan delaile karşı isyan ettirmeye sebebtir.. Ve keza kalbî hayatın marazla hastalanmasına iki vesiledirler. İşte bunlara, ayette fıskın ilk sıfatı olarak işaret edilmiştir.. Ve keza, fıskın mezkûr "üç kuvveler"de harekete geçirdiği ifrat ve tefrit ise içtimaî hayata karşı isyanın ve aynı zamanda içtimaî hayatın rabıtalarını ve içtimaî kanunlarını parçalamaya iki tahrikçi amildir. İşte ayette buna "fıskın ikinci sıfatı" diye işaret edilmiştir. Hem yine fıskın tahrik eylediği ifrat ve tefrit; yeryüzü nizamı fesada, bozulmaya varacak kadar bozgunculuk ve ihtilallere sebebtir. İşte, buna da ayette "fıskın üçüncü sıfatı" olarak işaret edilmiştir.

Evet fasık olan şahıs, kuvve-i akliyenin tecavüzü ile itidal sınırından çıktığı için, akaid rabıtasını kırıp bozduğu gibi; koruyucu kabuğu olan ebedî hayatını da kırıp parçalar. Keza, kuvve-i gazabiyenin tecavüzü ile; hayat-ı içtimaiyeyi muhafaza eden nizam ve ahengin kışrını, çerçevesini de parçalar. Hem kuvve-i behimiyyenin (hayvani ihtiras kuvvesi) tecavüzü ile hevay-i nefse ittiba'la kalbinden, kendi cinsine karşı olan şefkat duygusu dahi zail olur gider. Aynı zamanda, saplanmış olduğu bataklığa sair insanları da ifsad ederek, ona takılıp girmesine vesile olmuş olarak; insan nev'inin zararlara uğramasına ve dünya nizamının fesadına dolayısiyle sebep olmuş olur.

اُولٰئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ Cümlesinin nazm ve irtibatı ise; vaktaki Kur'an, fasıkın cinayetlerini zikreyliyerek onunla terhib eyledi. Bu terhib ve korkutmayı da, fıskın netice ve cezası olan büyük hasaret ile tehdid ederek te'kid eylemiştir, ta ki bu terhib te'sirli olmuş olsun. Yani: هُمُ الْخَاسِرُونَ ile şöyle dedi: "Onlar ki dünyayı satın alma yolunda, Ahireti satanlar ve Huda'yı hevaya değişenler, elbetteki büyük hasaret etmişlerdir.

Şimdi de cümle cümle ayet heyetinin nazmına geçiyoruz[değiştir]

İşte bilmiş ol ki: Kur'an ayetleri ve ayetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri ve vaziyetleri, saatin milleri gibidirler ki, bu miller saniye, dakika ve saatları sayarlar. Mesela saniyeyi sayan şu mil, bir şeyi (yani saniyenin devrini) her isbat ve tesbit ettikçe; öbürü de, yani dakikayı sayan mil dahi, kendi derece ve miktarıyla bunu te'yid etmektedir. Saati sayan mil dahi, kendi nisbeti derecesiyle buna yardım etmektedir. Ve

keza bu millerden birisi her hangi bir hareket bir depreniş yapmak istediğinde öbür mil, hemen buna yardımcı olmaktadır. Öyle ki şu vaziyet, aşağıdaki beytin mealini hatırlatır gibi oluyor:

عِبَارَاتُنَا شَتَّي وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ، وَ كُلٌّ اِلَي ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ

[2] (Evet, ayetlerin birbirine ve cümlelerinin ve cümlelerdeki heyetlerinin yekdiğerlerine karşı vaziyeti de, üstteki saat misaline ve beytteki mânâya aynen uymaktadır. Ve işte bu sırra binaendir ki: Kur'an'ın selaseti, derece ve mertebesinin ulviyyeti ve nakşının inceliği i'caz mertebesine çıkmıştır.

Amma

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيِي اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا

cümlesi heyetlerine gelince, bilmiş ol ki: Cümlenin başındaki "inne" tahkik için olup tereddüt ve inkârı red etmekdir. Öyle ise, tahkik mânâsı ile bu اِنَّ üstte geçen (lasiyyema)ların (Yani: Bir iki sahife kadar üstte يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا cümlesinin tefsir ve izahı sadedinde "hususan, ve bilhassa, ve hususiyle" ile ifade edilmiş kısmın) tekrarlandığı vech üzere, müteselsil olan tereddüd ve istifhamlara işaret etmektedir.

اللّٰه Lafz-ı celâli ise; yine az üstte geçmiş, yanlış ve hata bir tarzda uygulanmış olan hatalı kıyasa düşmemek için zihni ikaz etmek içindir.

Amma لَا يَتْرُكُ ye tercihan لَا يَسْتَحْيِي yi getirmesi; inkıbaz-ı nefsten ibaret olan haya, (utanmaklık) Cenab-ı Hak hakkında muhal olduğu halde, muhal bir şeyi nefyetmekte de bir faide olmadığına göre; her halde hikmet ve belagat ve benzeri sebeblerden dolayı, temsilin güzelliğinin iktizasına işarettir. Öyle ise, temsil ve meseli terketmek için haya'dan, utanmaktan başka bir illet bulunmamaktadır. Haya ise, Hak Teâla hakkında muhaldir. O halde temsili terk etmek için hiç bir sebeb yoktur. İşte ayet, böylece muarızları en şiddetli, amma aynı zamanda en latif bir ilzam ile susturmuştur.

Ve keza, şu لَا يَسْتَحْيِي lafzı, sohbetin müşakeleti, benzerliği dolayısıyla (yani Allah'ın kelamındaki muhavere tarzını insanların arasında yapılan sohbete benzeterek,) şu gelen ahmakane sözlerine de remizdir, ki demişler: "Muhammed'in Rabbi, insanlar arasında şu tahkirle karşılanan mahlukların temsilini getirmekten hiç haya etmiyor mu?

Amma makama daha münasib gibi görünen مِنَ الْمَثَلِ الْحَقٖيرِ ye bedel, "Şu hakir, aşağı şeylerin temsillerini getirmesine bedel" اَنْ يَضْرِبَ yi getirmesinde latif bir üslûba işaret içindir Şöyle ki: Temsil, tasdik ve isbat için mührün basılması, ya da kıymet ve itibarlık için sikkenin darbedilmesi gibi bir şeydir. Ve bu işaretle evhamı tardetmek üzere, temsilin hadd-i zatında güzel bir şey olduğuna remzdir. Aynı zamanda o işaret içinde bir işaret daha veriyor ki; temsil, istihsan edilmiş, beğenilerek kabul görmüş meşhur ve güzel bir (belagat) yoludur. Zira darb-ı meseller, insanlar arasında yerleşmiş, ma'rûf kaidelerden olmuştur.

Yine, en vecîzi olan ضَرَبَ ye tercihen اَنْ يَضْرِبَ yi getirmesi îmadır ki; itirazın menşei ve kaynağı; sadece temsil olarak getirilen şeyin zahiren hasisliği, basitliğidir. Zira اَنْ يَضْرِبَ nin kelime yapısı itibariyle bağımsızlığı olmadığı için, (yani, kelime olarak belli ve muayyen bir şey'i ifade etmediği için istiklaliyeti yoktur.) Sanki bu kelime latif ve nâzik bir şey olup; maksûd olan şey ona uğrayıp üzerinden geçerek mef'ule (yapılmış fiil ve şeye) gider. Lâkin ضَرِبَ kelimesi ise, bağımsızlığı, yani muayyen bir mânâyı ifade eden istiklaliyete sahib olduğu için, güya ki kesif ve katı bir şeydir de, kasd ve garazın önünü kesiyor ve kendisine çekmek için onu durduruyor.

Amma مَثَلًا ise, hissedileni; Yani görünüp tutulabilen şeyi bir ma'kul ile ve mevhûmu bir muhakkak ile ve gâibdekini hazırdaki ile tasvir eden temsilin hasiyet ve karakterine ima etmek içindir. Bundan da vehimlerin redd ve tardına bakan bir ima vardır. Hem مَثَلًا nin tenvinli tenkiri ise; Medar-ı nazar olan şey, temsilin zatı ve kendisi olduğuna remizdir. Amma temsil'in sıfatları ise, makamın tabiatına ve temsil ile gösterilenin haline göre mahmul kılınmıştır.

Amma مَا بَعُوضَةً deki مَا da olan umumîleştirme vaziyeti ise; kaidenin ta'mimine, yani umuma teşmil edilmiş olmasına işarettir. Yani ta ki, Kur'an'ca verilmiş olan cevap, sadece itiraz eyledikleri noktaya has kalmış olmasın. Yani: Ta ki temsil ile gösterilen şey, hangi manânın suretini iktiza eyliyorsa, belagat dahi onu istihsân etsin, ters düşmesin!.

Amma بَعُوضَةً ile tahsis edilmiş olması, yani sadece "Baûda" (sivrisineği) hâs tarzda zikretmesi ise, bülagaların onu temsil için çokça istimal etmelerine işarettir. İşte misal için: "Sivrisinekten daha zaiftir."[3] ve sivrisinekten daha şiddetli inada sahiptir. Ve "sivrisineğin beynini bana teklif eyledi." Ve "Sivrisineğin beyninden daha çok ender ve nazlıdır." Ve "Sivrisinek hurma ağacına dedi ki: "Beni tut uçacağım" Ve hadiste: "Dünya Allah'ın indinde sivrisinek kadar kıymeti yoktur."[4] Ve daha buna göre kıyas eyle! Ayrıca şu sivrisinek temsilinin işaretinde; mu'terizlerin vehimleri ne kadar zaif ve çürük olduğuna da remz vardır.

Amma مَا فَوْقَهَا ile gösterilen manâ ise; "Küçüklükte ondan daha geri.." Veyahut, tersiyle: "Küçüklükte ondan üstün", yani daha küçük demektir. Lâkin belagatin verdiği kıymet ve değerde ise, daha üst ve fevki olanlar, ya da küçüklükte dahi, daha üst olanı demektir. Demek ki مَا فَوْقَهَا küçük olanlar belagatça daha garib, hilkatça daha acîb olduğuna işarettir.

İşte ey aziz! Ayetin cümlelerinin şu gördüğün heyetleri, ipek ipliğin tek-tek telleri gibi iken, ictima' edip birleşmeleri neticesinde, harika ve güzel bir nakşın izhar edilmiş olduğunu gör!

Amma

فَاَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُوَنَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا

cümlesi heyetlerine gelince, bilmiş ol ki; cümlenin başındaki "fa" tefri' içindir. (Yani: Şu'belendirme, dallandırma içindir.) Tefri' ise, şu cümlenin iki şıklı manâyı netice verdiğine zımnî bir delildir. Yani ayet: "Cenab-ı Mütekellim-i Ezelî temsili, darb-ı meseli terkedemez. Çünki kelamın belagatı onu öyle ister ve iktiza eyler." Kim ki insaf ile dikkat eylerse, onun (yani Kur'an'ın temsilatı) beliğ ve hak ve doğru olduğunu ve şeksiz Allah'ın kelamı bulunduğunu bilecek ve anlayacaktır. Amma inadın gözüyle bakanlar ise, o temsilatın hikmetini bilemeyecekler, anlayamıyacaklar ve tereddüt içerisinde kalacaklardır. Bu tereddüt ve şüphelenmenin neticesinde de inkâr kokan sualler soracaklar; Sonra da inkâra yeltenecekler, daha sonra da onu (temsildekini) hakir göreceklerdir. İşte bu vaziyet netice veriyor ki mü'min, -çünki insaflıdır- onun Kelamullah olduğunu tasdik eyler. Kafir ise, -çünkü inatçıdır- bunda ne gibi bir faide vardır." diyecektir gibi mânâlar ifade eyler.

Ve cümlenin başında gelen اَمَّا ise, hükmü koymada bir şartiyye-i lüzûmiyye olduğundan, işaret veriyor ki; müptedaya haber[5] lazım ve zarurîdir. Yani فَ müptedasının şanındandır ki, şu اَمَّا gibi bir haberi lüzûmlu kılıp getirsin.

Amma الْمُؤْمِنِينَ yerine, الَّذِينَ آمَنُوا... yi irad edip getirmesi, şöyle bir ma'naya tansis ederek işaret ediyor ki; iman, doğruluk ve objektifliği ile[6] ilmin sebebidir. İlim dahi objektifliği ve rasyonelliği ile imanın sebebidir ve imandır. (Yani: İman ile ilim birbirinin lazımıdır. Buna binaen denilebilir ki: İlim ile biliyor, amma iman etmiyorsa; o ilim, ilim değil cehalettir. Keza bir çeşit iman ediyor, yani inkar etmiyor, fakat ilim ile imanın hakikatının ma'rifeti yoksa, o vaziyette câhilane ve âmiyane bir iman etmiş demektir ve tam ve gerçek bir iman sayılmaz.)

Amma makama en münasib gibi düşen اَنَّهُ الْبَلٖيغُ yerine اَنَّهُ الْحَقُّ nün getirilmesi, ehl-i i'tirazın i'tirazlarının neticesi ve en ahirine bir işarettir. Zira onların hedef-i garazları; Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu nefy etmektir. Bu da maksad ve garazlarının en son neticesidir.

Amma اَنَّهُ الْحَقُّ de yapılan hasr, (münhasırlık), (yani "Muhakkak ki O haktır" münhasırlığı) ise, işaret eder ki; Kur'anın getirmiş olduğu bu temsiller, ya da benzeri ifade ve beyanları, muarızların zu'umleri hilafına hiç bir zaman belagatca ve akl-i selimce kötü karşılanma şöyle dursun, hep istihsan edilmiş bir makamda bulunduğuna; ve bir şeyin sadece ayıp ve noksanlardan salim olmakla kemali tesbit edilmiş olmadığına işarettir.

Ve وَمِنْ رَبِّهِمْ de, onların garaz ve maksatlarının hedefi, Kur'an'ın nüzûlünü (Yani Allah tarafından inzal edildiğini) inkâr etmek olduğuna işarettir.

Ve amma وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا deki اَمَّا ise, üstte geçen (yani ayetin önceki kelimelerinin ifadelerinde geçen) ma'nayı te'kid etmek ve tahkik eyleyip haklılığını kuvvetlendirmek ve fasl edip aydınlatmak içindir.

Ve yine: Daha vecîz olan اَلْكَافِرٖينَ ye bedel, الَّذِينَ كَفَرُوا yı getirmesi ise, - üst tarafta geçtiği üzere- onların Kur'an'ı inkar etmeleri, küfürden gelip küfre gittiğine îma etmek içindir.

Hem yine üstte geçtiği gibi; zahir olanı فَلَا يَعْلَمُونَ iken, ona tercihan فَيَقُولوُنَ nin getirilmiş olması ise, îcaz yapmak üzere, kinaye yolunu ihtiyar etmek içindir. Yani küfre girmiş olan şahıs, hakikatı tanımıyor, bilmiyor. Hakikate karşı cahilliği de tereddüde müncer olmakta, o da gidip inkâra dayanmakta, bu da sonunda istifham suretiyle istihkâra varmaktadır.

(Yani; meseleyi, hakikatı basit, hakir ve aşağı görerek istifhamlı sualler sorarlar.) Hem yine فَيَقُولُونَ de şöyle bir remiz dahi vardır ki; kafirler kendileri küfrün dalalet bataklığına saplandıkları gibi, ayni zamanda sözleriyle de başkalarını dalalete sürüklüyorlar.

Amma

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِي بِهِ كَثِيرًا

cümlesinin heyetleri ise, bil ki; tertibin sırasına göre, cümlenin ikinci yarısını başa, öne almak iktiza etmekte idi. (Yani: Cümlenin son yarısı olan وَ يَهْدِي بِهِ كَثِيرًا nı başa almak icab ederdi) fakat vaktaki garaz ve maksad, istifhamcı mütereddidlerin ve istihkarcı inkârcıların itirazlarını reddetmektir; o yüzden bu makamda يُضِلُّ tabiri ile başlamak daha ehemmiyetli görülmüştür.

Amma sualin iki münasibi olan ki

فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا

Yani: "Allah bu gibi misal ve temsilleri getirmekle ne istiyor?" sûalinin cevabına münasib bulunan الضَلَّالَةَ وَاِلْهَدَايَةَ iken, bu ta'birden geçip, fiil-i mudari' suretine intikal olan {{Arabi|يُضِلُّ وَيَهْد۪ي ye geçmesindeki ma'na ve sebeb, şöyle işaret veriyor ki: Nuzûl-ü Kur'an arttıkça, yani peyderpey ve yeniden yeniye nüzûl edip ziyadeleştikçe; kafir ve münkirlerin küfrü de, zulmet üstüne zulmet yığılmakta ve gittikçe kesafet peyda etmektedir. Nasıl ki mü'minin imanı da, Kur'andan her yeni nüzûller oldukça nûrun ala-nûr tezayûd edip artmaktadır.. Ve keza يُضِلُّ nun fiil-i müdari'inde -ki hal ve vaziyet itibarıyla istifhamcılara cevap olmakla beraber- iki fırkanın (mü'min ve kâfirin) hallerini beyan etmeye ve bunların sebeb-i hallerini dile getirmeye dair remz vardır.

Amma ayetin bu cümlesinde iki defa كَثِيرًا kelimesinin iradının sebebine gelince; birincisinde kemiyet ve sayı işi vardır. İkincisinde ise, kıymet ve keyfiyet mevzu-u bahistir. Evet, kiramün-nas, insanların kerimleri, faziletlileri sayıca az da olsalar, kıymetçe çokturlar. Demek ki cümlenin ikinci yarısında dahi كَثِيرًا ile ibarelendirmesi; Kur'anın varlık ve oluş sırrı beşer için rahmet olduğuna remzetmek içindir. Teemmel! (İzahı: Kur'anın Peygambere nüzûl etmeye başlamasıyla, insanlarda teklif ve imtihanın mücahedesi başladı. Bu mücahede ile insanların -adedce az da olsa- fıtratlarında olan cevher ve altun madenlerini meydana çıkardı. Eğer bu teklif ve imtihan işi olmamış olsaydı, insanlar işlenmemiş ham

madenler halinde kalmış olacaklardı. Demek ki Kur'an, beşer için çok çok rahmettir.)

Amma

وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلَّا الْفَاسِقِينَ

cümlesinin keyfiyeti ise, bil ki: Vakta üstteki cümlede كَثِيرًا kelimesini zikreyliyerek, ortalıktaki vesvese, korku, tereddüt ve Kur'anda eksiklik var gibi töhmetleri def'eyledi. Yani كَثِيرًا kelimesiyle: "Acaba o dâllinler kimlerdir.?" diye olan istifhamı açıklayarak ortaya koydu. Bunun yanında, dalaletin menşei, onların kendi fıskları, bozuklukları olduğunu ve bu bozukluğun sebebi de, kendi kesbleri olduğunu ve sonunda oluşan neticenin kusurluluğu da kendilerine ait olup Kur'andan olmadığını; ve dalaletin halk ve icadı da fiillerinin cezası olduğunu izah ile beyan eylemiş oldu.

Hem sonra şunu da bil ki: Sabık cümlelerin her biri, kendi sabıkının keşşafı olduğu gibi; (Yani her birisi, üstteki cümleleri tazammun eyledikleri mânâları keşfedip açtıkları gibi) ayni zamanda ona lahik olacak, yani sonra gelip ona eklenecek cümlelerin de müfessiridirler. Böylece her bir cümle, adeta sabıkının delili, lahikinin de neticesidirler.

Bunun izahı şöyledir ki: Cümlelerin mecmu'unda, ya da bunların her birisinde iki ma'na silsilesi bulunmaktadır.

Birinci Silsile: Şöyledir; Cenab-ı Allah bu temsilleri getirmekten haya etmez. Zira belagat ve kaideliğin iktizası onları icabettirir, öyle ise onları terketmez, edemez. Çünki o temsillerin getirilişi beliğ bir iş olup yerincedir. Zira onlarla ifade edilen mânâ hak olup, Allah'ın kelamıdır da. İşte mü'min kimseler, bunun böyle olduğunu biliyorlar.

İkinci Mânâ Silsilesi: Cenab-ı Hak, münkirlerin iddialarına ehemmiyet verip de temsilleri getirmekten utanmaz. Zira onlar: "O temsillerin terki lazımdır" diyorlarmış... O halde, onlar temsilatın hikmetini bilememektedirler. Çünki onlar: "Bu temsiller'in getirilmesinde ne gibi bir faide vardır." diyorlar.

Hem çünki onlar onu, (Kur'anı veya Kur'andaki temsilleri) inkâr ediyorlar. Zira temsil için getirilen şeyi (sinek gibi mahlukları) hakir görüyorlar. Hem çünkü, onlar bu temsilatı işitmekle dalalete düşüyorlar. Ve onların düştükleri bu dalaletlerine Kur'an da hükmeylemiştir. Hem çünkü onlar kendi koruyucu kabukları içerisinde tefessuh ederek bozulup dışarı atılmışlardır. Hem çünkü onlar, Allah ile yapmış oldukları ahdlerini nakzeylediler. (Allahü a'lem "kalû bela" ahdı kastedilmektedir.) Hem çünkü onlar, hem teşriî hem de tekvinî kanunları ile muttasıl olan ahenk ve nizam-ı âlemi kırıp yırtmışlar, yırtıyorlar. Hem çünkü onlar, yeryüzünde carî olan ilahi nizamı bozuyorlar. Öyle ise: Onlar hiç şübhesiz dünyada vicdan ıztırabını, kalb sıkıntısını ve ruh ürküntüsünü çekerek hasaret etmiş kimselerdir. Ahirette de ebedî azab ile ve Allah'ın gazabına uğramakla hasarete düşeceklerdir. İşte sen gel, iki silsilenin selasetinde, akıcılığında bir düşün, teemmül et ve dikkat buyur![7]

Amma

اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّٰهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ

cümlesi heyetlerine gelince bilmiş ol ki: Kur'an-ı Hakîm kendi sırr-ı i'cazı ve nazm-ı belagatı içerisinde olarak; bu makamda yaptığı şu tavsifat ile müteşekkik bulunan fasıkları bu tarzda tavsif eylemesinde, elbette çok latif ve pek yüksek bir münasebet için olabilir. Evet, güya ki Kur'an-ı Hakîm diyor: Kur'an-ı ekber olan kâinatın i'cazını göremeyen fasıklardan uzak değildir ki; nazm-ı Kur'an'ın icazında dahi tereddüd edip câhillik yapsınlar. Evet onlar, kâinatın nizamını tesadüfî semeredar tahavvülatını da rastgele bir abes gördükleri için; ondaki hikmetler, ruhlarının fesadından dolayı, kendilerinden tesettür eyleyip saklandığı gibi; sakîm, hastalıklı fıtratlarıyla da ve bozuk olan tehevvüsleri ile dahi, Kur'an'ın mu'ciz olan nazmını ve inci gibi dizilişini müşevveş, mukaddematını semeresiz ve neticesiz, meyve ve semerelerini de acı ve tatsız görmüşler ve görüyorlar.

Amma يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ cümlesinde ise, nakz-ı ahdı, yani ahd ve peymanı bozma, ön planda ele alınmıştır. Nakz'ın lügat mânâsı: Urganın iplik tellerini birbirinden ayırıp kesmek ve parçalamak olduğu için, bu ma'na ise, âlî bir üsluba şöyle işaret etmektedir ki; güya Allah'ın ahdi, (Allah'a yapılmış, verilmiş söz) nuranî bir halattır, bir urgandır da; o urganın iplik telleri de hikmet, inayet ve Meişet-i İlahiyye ile örülmüş ve birbirleriyle sarmaş olmuş tarzda; ezelden uzayıp gelmiş, ta ebedle ittisal edinceye kadar da gidecektir. İşte bu ahd ve peyman-ı İlahî, kâinatta umumî nizam suretinde tecelli etmiş ve o umumî nizamın silsilesinin zincir halkaları mahlukatın nevilerine gönderilmiş, takılmıştır. Fakat o silsilenin en ehemmiyetli tarafı ve kökü nev-i beşere uzatılarak takılmış olduğundan; beşerin ruhunda istidad ve kabiliyetlerin tohumunu miras bırakarak semere vermiştir.. Ve o istidad ve kabiliyet çekirdekleri de, teşri'î emr ile, yani naklî delillerle ta'dil edilmiş olan cüz-i ihtiyarîsi sulanarak çiçekler açmıştır. İşte ahde vefa ise, bu istidadların hikmet-i vaz'ları doğrultusunda sarfedilmeleridir. Amma ahdi nakz etmek ise, bunun hilafı, zıddı ve tefrikidir. (Yani müsbet cihetinden onu ayırıp menfi tarafa çevrilmesidir.)

Mesela: Bazı peygamberlere iman edip, diğer bazılarını tekzib eylemek.. Ve ahkam-ı İlahiyenin bir kısmını kabul, bir bölümünü de reddetmek.. Ve Kur'anın bazı ayetlerini güzel görüp, bazılarının inkarını yapmak gibi davranışlar..[8] Evet nakz-ı ahd ise, misallerde verilmiş olduğu üzere nizamı, nazmı ve intizamı ihlal eylemektir.

Amma

وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّٰهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ

cümlesi tahliline gelince, bilmiş ol ki: Bu cümle-i ayette bahsedilen مَا اَمَرَ اللّٰهُ ise, yani Allah'ın emreylemiş olduğu husus, hem teşri'î emre hem de tekvinî emre amm ve şamildir. Bu da fıtrî kanunlarda ve İlahî adetler içerisinde yerleştirilmiş olan emrdir. Yani, fıtrattaki nizam ve muvazenedir. İşte şeran'de onunla (o emirle) bitişmek ve onunla muvassalat içerisinde olmak, yani onunla uyum içinde olmak emredilmişken; kalkıp bunu kırmak ve muvassalayı kesmek ve bozmak ise, sila-ı rahmı kesmek ve mü'minler; kalpleri birbirinden soğuyup kopmak gibidir.. Ve daha sen bu kıyas üzere sair şeyleri işleyebilirsin.

Buna göre, ahdi nakzetme, yani kat'etme ve koparıp kesme işini tekvinî alemde eğer tatbikini yaparsak, şöyle olabilir: "Ameli ilimden kat'eylemek.. zekadan ilmi kesmek.. istidaddan zekayı koparmak.. akıldan ma'rifetullahı kat'eylemek.. kuvvetten sa'y ve gayreti kesmek.. cesaretten cihadı koparmak ve hakeza.. gibidir. Evet, kuvvetin insana verilmesi, tekvinî bir emr-i manevîdir ki: "Çalış!" demektir. Zekanın verilmesi, "İlmi elde et!" diye emr-i manevîsidir. İlh...

Amma

وَ يُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ

cümlesinin izahı da şöyledir ki; mahiyeti, ruhu fesada ve bozukluğa uğramış ve binnetice fısk ü fücûr bataklığına saplanmış kimseler isterler ki; kendileri gibi bataklığa takılmış arkadaşları bulunsun. Tâ ki o dehşetli hal, az da olsa kendilerinden hafiflensin. Nasıl ki bu hususta bazıları tarafından denilmiş ki: (Beliyyeler umûmileştiği zaman, hoş karşılanır) ile kendilerini avutur, dururlar.

Hem bir fasıkın kalbine bir ihtilal, tahrib, bozmak, fesad ve karıştırıcılık hissi ve melekesi düştüğü zaman, artık onun kalbindeki kemalat yıkılmağa ve bozulmaya yüz tutmaya başlar. Yüksek düşünceler ve âlî hisler de sukuta ve alçalmaya yönelirler. İşte o zaman öylesi bir şahsın kalbinde hep yıkma, bozma ve kırma meyli doğmaya yüz tutar. Bu halin neticesinde de; artık o şahısta, hep tahrib ve yıkmakta lezzet arama hali hasıl olduğu gibi: Fesad, bozma ve ihtilalin içindeki menhus lezzetle tatmin olmaya çalışır.

66- Eğer desen: Ayet cümlesinde فِي الْاَرْضِ lafzıyla işaret edilmiş olan bir fasıkın fesadının, nasıl oluyor da umum yer yüzünde tesirli olabiliyor?

Cevaben sana denilir: Bir şeyde mizan ve intizam varsa, onda her halde muvazene ve ölçülülük bulunacaktır. Hatta "nizam, müvazenenin üstünde mebnî ve kaimdir" denilir. Evet, bir makinanın çark ve dolapları arasına basit ve hakir ve değersiz bir şeyin girmesi ve takılmasıyla; makine hissetmese dahi, müteessir olacağı; hem bir mizanın (terazinin) iki kefesinde birer dağ bulunsa, ceviz gibi küçük ve hafif bir şeyin bir tarafına ilave edilmesiyle müteessir olduğu misillü nizam ve mizan gibi, sair şeylerde bunun gibidirler.

Amma اُولٰئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ cümlesi ise, bil ki: Burada ibarenin hakkı:

هُمُ خَاسِرُونَ فيِ الْهِدَايَةَ بِهِ

dir. Yani: Onlar fesad ve bozukluk yüzünden, hidayette zarar ve hasarete uğradılar. Demek ki اُولٰئِكَ ile beraber هُمْ lafzı da kullanılması ve هُمْ ile الْخَاسِرُونَ yi tarif etme vaziyeti ve hasaret edenleri itlak eyleyip umumîlikte bırakması şu gelen bir takım nükteler içindir.

İşte اُولٰئِكَ nin getirilmesi, hissedilen (bilinen, görülen şey) şeyin hazır bulundurulması (istihzar) içindir. Öyle ise اُولٰئِكَ den müstefad olan ihzar, hazıra getirme hali ise, işaret eder ki; dinleyici olan kimse, fasıkların habis ve pis hallerini işittiği zaman, onlara karşı bir hiddet ve kalbinde onlardan nefret duyması gerek.. İşte bu dinleyicimiz nefretini tatmin etmek, öfke ve hiddetini gidermek için, ister ki; hasarette batmış o şahısları kendi hayali önünde hazır bulundursun da, vahim akibetle burun buruna gelmiş olan hallerini müşahade eylesin. Hem اُولٰئِكَ deki mahsusiyet (hissedilmişlik dahi, fasıkların rezil evsafına işarettir ki, bu vasıfları, (hasarette batma vasfı) o derece kabarmış ve çoğalmış ki; adeta nefret hissinin gözü önünde cisimleşmiş, hatta neredeyse elle tutulur hale gelmiştir. Bu işaretten de aleyhlerindeki hükmün (hâsirlardır diye olan hükmün) illeti de giriftar oldukları hasaretin kendisi olduğuna îma etmektedir. (Yani o derece bilerek ve istiyerek bu hasarete girmişlerdir ki, sebeb ve illeti hasaretin kendisi olmuş.)

Keza اُولٰئِكَ deki bu'diyet, (ha! işte onlar) ile gösterilen uzaklık hali) işaret ediyor ki; o hasir fasıklar, hak yoldan o derece uzaklaşmışlardır ki artık geriye dönemiyecek bir raddeye varmışlardır. Öyle ise, peşimanlık çarşısında ve geriye rücu' mesafesinde bulunabilenlerin hilafına olarak; bu hâsirler zemm ve tahkire müstehak olmuşlar ve olmaktadırlar.

Hem cümledeki هُمْ lafzı ise, hasaretin kendilerine münhasır bulunduğuna ve hatta mü'minlerin dünyevî bazı lezzetler yolunda uğruyabildikleri bir takım hasaretler, onlarınkine nisbeten ve hakiki mânâda hasaret olmadığına işarettir. Hem yine ehl-i dünyanın ticaretlerinde ettikleri zarar ve hasaretleri de bunların hasaretlerine göre bir hasaret sayılmamaktadır.

Ve الْخَاسِرُونَ nin اَلْ Elif-Lamı ise, hakikatı tasvir etmeye, ettirmeye işarettir. Yani: Hakiki hasaretin ve hasaret edenlerin ne olduğunu ve nasıl olacağını görmek isteyenler; işte gelsinler bunlara baksınlar.

Hem yine bu "Elif-Lam" ima ediyor ki: Onların mesleği, başka hasaretlerde olduğu gibi çoğu kısmı zarar olup, içinde bazı menfaat yanları bulunan cinsten de değildir. Belki sırf ve hepten, hasaret ve ziyandır. Buna göre burada "Lam-ı tarif" ile yapılan tanıtmaya hasaretin kemal derecesi, ya da apaçıklığı veya da hakikati olduğu gibi tasvir içindir.

Amma ayetin hasareti mutlak bırakması, (yani hangi iş ve fiilde hasaret etmişler belirtmemesi veya o hasaretin ne olduğunu tayin etmemesi) hitabî olan şu makamın yardımı ile; o hasaretin umum hasaret çeşitleri olduğuna işarettir. Yani ki onlar: Ahdi nakz edip bozduklarından, hasaret etmişlerdir. Sıla-ı rahmi kat' ettikleri için, hasaret etmişlerdir. Islah ve tamir yerine ifsad edip, fesad çıkarmakla, hasaret etmişlerdir. İman etme yerine küfür ve inkara gittikleri için, hasaret etmişlerdir. Ve şekavetle fısk u fücûra inhimak ettkleri için saadet-i ebediyeyi elden kaçırdıkları için, hasaret etmişlerdir.

Önceki Risale: Bakara 25: Cennet Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 28: Yeniden Yaratılış: Sonraki Risale

  1. Cûdî Dağı; Güneydoğu vilayetlerimizden Şırnak Vilayetinin Cezire Kazasına yakın ve bir tarafı Irak ile bitişik büyük bir dağdır. Hazret-i Nuh'un gemisi bu mübarek dağın başına, tepesine indiğini Kur'an-ı Kerim bildirmektedir. Mütercim
  2. Üst taraflarda beytin tercümesi geçtiği için, tekrar edilmedi. Mütercim
  3. Cemheretül-emsal-Askerî 2/ 30 ve 2/ 33 Mütercim
  4. Bu hadisin bir çok mehazları için bak: R. N. Kaynakları 2. baskı s: 400, sıra no: 73 Mütercim
  5. Bir not: Mübteda ile haber şöyle ta'rif edilebilir: Mesela "Ahmet gitti" mübteda olsa, (yani ki, bir meselenin anlatılmasına başlama demektir) onun haberi, yani; tamamlıyanın devamı gelmesi lazımdır, ki o da: "Nereye?" diye mukadder bir sûal belirtir. Cevabı: "Çarşıya!" denilir. Böylece cümlenin tamamı: "Ahmet gitti çarşıya" olur. Mütercim
  6. Bir not: Bu tefsir ve izahı, yine acelelikle tefettun edip tam düşünemiyen merhum Iraklı âlim Tahir Eş-şûşînin -az yukarıda da geçtiği tarzda: "Burada yine neden فَيَعْلَمُوَنَ kelimesinin tahlili yapılmamış, herhalde unutulmuş" diye vaki' olan itirazı yersiz olduğu zahir olmuş oluyor. Çünki فَيَعْلَمُوَنَ nin zahir metni verilmeden ve الَّذِينَ آمَنُوا deyip ilh. İşaretini koymamakla beraber, manasını tâhlil eylemiş olmakla, havale yapıldığı âşikârdır. Dolayısıyla bir eksiklik mevzu-u bahis değildir. Mütercim
  7. İşarat-ül-İ'caz'ın 1918 tarihinde tab'edilmiş nüshası kenarının tam burasında Hz. Müellif, kendi mübarek kalemiyle şöyle Arabî bir cümle yazmışlardır:
    جزاكالله خيرالقداحسنت فيفهوالسلسلتين وتفهيمها
    Yani; Allah sana hayırları mükafat versin ki; şu iki silsilenin anlamasında, anlatmasında pek güzel bir üslup ve bir izah getirmişsin. Mütercim
  8. Bu bahis müslümanlar için fevkalade mühim bir derstir. Mütercim