Civciv

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Kuşların sesi anlamındaki kullanım için Civcive sayfasına gidin

Civciv genel anlamda kuş yavrusu demektir. Biraz büyümüş haline piliç denilir. Halk arasında ise öncelikle tavuk yavrusu anlamında kullanılır. Döllenmiş yumurtaların üzerine genellikle dişi kuşun (tavuklarda her zaman dişinin) kuluçkaya yatması (tavuklarda 21 gün) sonucunda çatlayan yumurtadan civciv çıkar. Civciv yumurtayı gagalayarak başlar, bir nefes deliği açar. Civciv yumurtadayken ve kabuğu kırmasını izleyen 2 gün boyunca yumurtanın içinden beslenir. Tavuklar civcivlerini şiddetle korur.[1][2]

Bediüzzaman Peygamberimizin insani bazı halleri işitildiğinde hürmetsizlik etmemek veya şüpheye düşmemek için nurani şahsiyetine bakmak gerektiğini izah ederken Tavus yumurtasında ve civcivinde olan küçük sıfatlar ve tavus kuşundaki güzel sıfatlar misalini verir. Anne tavuğun yavrularına olan şefkatini, bu şefkatte lezzet bulunduğunu, tavuğun yavrusundaki zayıflığın korkak tavuğu yavrusunu korumak için ite saldırttığını belirtir. Şeriatın rahmet olması meselesini izah ederken tavuğun üzerine yattığı yüz yumurtadan sekseni bozulsa ama yirmisinden bin yumurtanın annesi olabilecek civciv çıksa nasıl kötü oldu denmez, öyle de şeriatın teklifiyle insanların beşte biri kurtulsa şeriat rahmet değildir denemez misalini verir. Başka bir yerde Bediüzzaman insanı yaratan Allah'ın insanın hayatı için de lazım olanları hazırladığını izah ederken yumurtayı kuş âlemine lâyık cihazlarla donatıp civcive dönüştüren Allah'ın kuşlar aleminde lazım diğer her şeyi de verecek olmasını misal olarak gösterir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Peygamberimizin Şahsiyet-i Maneviyesini Anlamak için Verilen Yumurta ve Civciv Misali[değiştir]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ahval ve evsafı, siyer ve tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahval-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zat-ı Mübarek’in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki siyer ve tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor.

Çünkü اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca her gün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı kâinat’ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zat-ı Mübarek’in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemalâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz.

Mesela Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir Zat-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevî bir Arapla at mübayaasında münazaa etmek, bir tek şahit olan Huzeyme’yi şahit göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz.

İşte yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nurani şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:

Mesela, bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da o çekirdek ve yumurtanın âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük ve âlî sıfatları ve keyfiyetleri var.

Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsafını, ağaç ve kuşun evsafıyla rabtedip bahsetmekte lâzım gelir ki her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Tâ işittiği evsafı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa “Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım.” ve “Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır.” dese tekzip ve inkâra sapacak.

İşte bunun gibi Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın beşeriyeti; o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise Şecere-i Tûba gibi ve cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir.

Onun için çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zatı düşündüğü vakit, Refref’e binip Cebrail’i arkada bırakıp Kab-ı Kavseyn’e koşup giden Zat-ı Nuranisine, hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.

(19. Mektup)


Ey aziz kardeşim bil ki! Nasılki birisi görse ki, bir yumurtanın kabuğu yarılıp inkişa' ederek bir Hümâ kuşunun (devlet kuşu) civcivi ondan çıktı. Ve o civciv, büyüyüp tekemmül ederek bir kuş oldu. Ve cevv-i asumanda tayarâna başladı. Bunları gördükten sonra o adam, feza-yı âlemde tayaran eden o kuşun kemalâtını işittiğinde, gidip o kuru kabuklar içerisinde, işittiği o kemalâtı taharri ederse, elbette onun nefsi ya mugalataya veya tekzibe sapmış olması lâzımdır.

Ve keza bir adam baksa ki; bir çekirdeğin iki falkası (kapağı) açıldı ve bir ağaç ondan inkişaf etti. Hem o ağaç gittikçe tekemmül ederek semeredar bir vaziyete geldi. Ve cevv-i semada dal, budak açarak yayıldı. Sonra o adam ağacın azametine ve semereleri ve çiçeklerinin vaziyetine dair kulağına gelen tavsifatı, eğer toprak içinde terkedilen o kabuklar içerisinde araştırırsa; elbette ya belahete düşmüş veya inkâra sapmış olması lazımdır.

Aynen bunun gibi; Peygamberimiz'in (A.S.M.) mebadi-i zuhuruna dair tarihlerin naklettiği evsafın suretine maddî ve sathî ve surî bir nazarla bakan bir adam, elbette mahiyet-i nebeviyenin derki ve kıymetinin takdiri ve şahsiyet-i maneviyesinin marifeti ona müyesser olamaz. Belki tevarih ve siyerin naklettikleri evsafa, ince bir kısır nazarıyla bakması lâzımdır ki; o kısır ve kabuk, feza-yı melekûtta kamer gibi cevelan eden bir kumrunun üstünden inşikak etmiş olduğunu bilsin.

Hem o zatın levazım-ı beşeriyetinden ve ahval-i suriyesinden olarak görünen şeyleri, bir çekirdeğin kabuğu gibi görmesi lâzımdır ki, o kabuktan şecere-i tuba-i Muhammediye (A.S.M.) inkişaf etmiş ve o şecere, dehr ve zamanların akışı boyunca feyz-i İlahî ile sulanmış ve fazl-ı Rabbaninin imdadıyla neşv ü nema bulmuştur.

İşte o zatın (A.S.M.) bidayet-i emirdeki ahval-i suriyesinden insanın kulağına birşey geldiği zaman, lâzımdır ki; zihni onda hapsolmasın. Belki her ne vakit bunlardan birşey işitirse; sür'atle, hemen o zatın bidayet-i ahvalinden başını kaldırıp, hâlâ ve el'an terakkî ve tesa'ud eden ve münteha-yı terakkisi idrâk olunamayan kemalât-ı maneviyesine bakması lâzımdır.

(Habab, Mesnevi N. (Badıllı))


İ’lem eyyühe’l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş; yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semalarda tayerana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemalâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur.

Binaenaleyh tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (asm) bidayet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazar ile bakan bir adam şahsiyet-i maneviyesini idrak edemez ve derece-i kıymetine vâsıl olamaz. Ancak bidayet-i hayatına ve levazım-ı beşeriyetine ve ahval-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûba gibi şecere-i Muhammediye (asm) çıkmıştır. Ve feyz-i İlahî ile sulanmış ve fazl-ı Rabbanî ile tekâmül etmiştir.

Binaenaleyh Nebiyy-i Zîşan’ın (asm) mebde-i hayatına ait ahval-i suriyesinden zayıf bir şey işitildiği zaman üstünde durmamalı, derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.

Maahâzâ mebde-i hayatına şek ve şüphe ile bakan adam herhalde masdar ile mazhar, menba ile ma’kes, zatî ile tecelli aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, Nebiyy-i Zîşan (asm) tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar ve ma’kestir; masdar ve menba değildir. Çünkü o zat (asm) yalnız, abddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek bu kadar görünen terakkiyat, kemalât onun zatî malı değildir. Ancak hariçten verilen Rahman-ı Rahîm’in tecellileridir.

Evvelce beyan edildiği gibi hiçbir şey, bir zerreye bile mana-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mana-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, sanat-ı İlahiyeyi tağutî bir tabiata mal ederler.

(Hubab, Mesnevi N.)

Tavuk ve Civciv[değiştir]

Bir şeyin lezzeti, hüsnü, cemali, emsal ve ezdadına bakmaktan ziyade, mazharlarına bakarlar. Mesela kerem, güzel ve hoş bir sıfattır. Kerîm olan zat; başka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, ferahlarıyla alır. Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlukların istirahatleri derecesinde hakiki bir lezzet alır. Mesela, bir validenin evladının mesudiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.

(32. Söz)


Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle (Hâşiye: Evet aç bir arslan, zayıf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması; hem incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi bi’l-bedahe nihayetsiz Rahîm, Kerîm, Şefik bir zatın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar. Evet nebatat ve behimiyat gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârane ve hakîmane işler görmesi bizzarure gösterir ki: Gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor. Onlar, onun namıyla işliyorlar.) ve süt gibi o latîf gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır.

(10. Söz)


İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nâzenin bir çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp kālen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin şükrünü eda ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki iktidar-ı zatîsiyle onun öşr-i mi’şarına muvaffak olamaz. Yalnız bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan bir matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Mesela, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte cây-ı dikkat zaaftaki bir kuvvet ve şâyan-ı temaşa bir cilve-i rahmet…

(23. Söz)


Evet, rahmet-i Rabbaniyenin en hürmetli en halâvetli en latîf ve en şirin bir cilvesi olan şefkat-i valide, hakaik-i kâinat içinde en muhterem en mükerrem bir hakikattir. Ve valide, en kerîm en rahîm öyle fedakâr bir dosttur ki o şefkat sâikasıyla bir valide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını, veledi için feda eder. Hattâ valideliğin en basit ve en edna derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.

(11. Mektup)


Hem en zahir bir delil dahi horoz veya yavrulu tavuk gibi hayvanatın vazifelerinde gösterdikleri fedakârane ve merdane vaziyetleridir ki horoz, aç olduğu halde tavukları nefsine tercih edip bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihar ve telezzüz ile o vazifeyi gördüğü, görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır.

Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi yavrularının hatırı için ruhunu feda eder, ite atılır. Kendini aç bırakıp onları doyurur. Demek o hizmette, öyle bir lezzet alır ki açlık acısına ve ölmek elemine tereccuh eder, ziyade gelir. Hayvanî valideler yavrularını, küçük iken vazifeleri bulunduğundan lezzetle himayeye çalışır. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden taneyi alır. Yalnız, insan nevindeki validelerin vazifeleri bir derece devam eder. Çünkü insanlarda zaaf ve acz itibarıyla daima bir nevi çocukluk var, her vakit de şefkate muhtaçtır.

İşte umum hayvanatın horoz gibi çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki bunlar kendi hesabına ve kendileri namına, kendi kemalleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünkü hayatını, vazifede lâzım gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onları o vazife ile tavzif eden ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet derceden Mün’im-i Kerîm’in hesabına ve Fâtır-ı Zülcelal’in namına görüyorlar.

(17. Lema)


Hattâ hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde dercedilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam manasıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler o sırr-ı şefkat ile evlatlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için –Hüsrev’in müşahedesiyle– kafasını ite kaptırır.

(17. Lema)


Evet, kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş manası olmayarak ruhunu feda ettiklerine; o şefkatin küçücük bir numunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi ispat ediyor.

(24. Lema)


Meselâ: Hürmete lâyık zâtlara hürmet ve merhamete lâyık olanlara merhamet ve hizmet bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevab-ı uhrevîyi ihsas eder derecede öyle bir zevk, lezzet vardır ki; hayatını feda etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri götürür. Vâlidenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için, hayatını o merhamet yolunda feda eder dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvanat milletinde bu hakikata bir misaldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel bir mükâfat var; âlîhimmet ve âlîcenab insanlar onları hisseder ki, kahramanane bir vaziyet alıyorlar.

(Latif Nükteler)


ﻛَﻤَﺎ ﺍَﻥَّ ﺍﻟﻀَّﺮُﻭﺭَﺍﺕِ ﺗُﺒِﻴﺢُ ﺍﻟْﻤَﺤْﻈُﻮﺭَﺍﺕِ ﻛَﺬَﻟِﻚَ ﺗُﺴَﻬِّﻞُ ﺍﻟْﻤُﺸْﻜِﻠﺎَﺕِ

Korkaklıkda darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle camuşa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret.

Hem darb-ı mesel olmuş; keçi, kurttan havfı, ızdırar vaktinde mukavemete inkılab eder, boynuzuyla kurdun karnını deldiği vaki'dir. İşte hârika bir şecaat.Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa bırakılsa; meyl-i inbisat, demiri parçalar.

Evet şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ızdırarî şecaatı gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün bürudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça, herşeyi parçalar. (Rus mojikleri buna şahiddir.)

Bununla beraber, imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mu'cizeleri gösterebilir.

Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat

Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem.

(Sünuhat)


Ey Alem-i İslâmî! Dinle âyet ne der; ediyor işâreti ki: "Havf-ı mevt, mevt getirir, hırs-ı hayat zilleti." Bizde lezzetsiz zillet oldu.

Tavuğa bir dikkat et; piliçleri yanında, camuş tecavüz etse, o şefkat-ı cinsiye, verdiği cesaretle, hem verdiği inadı;

kaplan gibi camuşa, birbenbire saldırır. Keçiye et bir nazar; vakta kalırsa muztar, o sivri boynuzu ile, kurdun karnını delerdi.

Iztırarî şecâat, mukavemetsuz olur. Demek şefkat-ı cinsiyede, müdhiş cesaret vardır. Iztırarı vaktinde, vakta ki ümid kalmadı;

hârika hem de fıtrî bir şecaat vardır. Bunlar ile beraber, mahiyet-i imanda, öyle şehamet vardır; mevti hayat bilirdi.

Dünyayı cennet eder, şehâdet devletidir. İzzet-i İslâmiyet, tabiatında vardır; âlempesend şecâat, hayatı her dem satardı.

Firdevse gözü diker. Elhâsıl bu dört nokta, İslâmî uhuvvetin, intibahı vaktinde, elbette mucizeler, izhar edebilirdi.

(Lemeat, Asar-ı Bediiyye)

Şeriatın Rahmet Olması Meselesinin İzahında Verilen Civciv Misali[değiştir]

Sual: İnsanlardan büyük bir kısmın şakaveti meydanda iken yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev’in saadetine sebep olur ki “Şeriat rahmettir.” diyorsunuz. Halbuki nev’in saadeti ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?

Cevap: Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse bu tavuk, yumurta nevine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir. Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve su ile sulanıp bilâhare yirmisi neşv ü nema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa yirmi çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nevine hizmet etmiş olur. Veyahut bir maden ateşte eritilse beşte biri altın, mütebâkisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemaline, saadetine sebep olur. Binaenaleyh teklif de insanların beşte birini kurtarsa o beşte birin saadet-i neviyeye sebep ve âmil olduğuna kat’iyetle hükmedilebilir.

Maahâzâ yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşv ü neması ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet sağ el, daima çalıştığı için sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve bi’n-netice cesaret de hükûmet de söner, mahvolur. Ve keza her şeyin ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Mesela, hidayetin tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar.

Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i neviyenin yegâne âmilidir.

(İşaratül İ.)


Eğer desen: Ekseriyetin şekaveti yanında, az bir kısmın saadeti, nasıl nev'in de saadete mazhariyeti hasıl olmuş sayılsın da, şeriatın gelmesi rahmet olmuştur denilsin.? Halbuki nev'in saadeti ise, o nev'in tamamına veya ekserisine baktığı zaman saadet olabilir.?

Cevaben sana denilir: Senin yüz yumurtan bulunsa ve bunları bir kuşun altına koyarak kuluçkaya yatırsan; o yüz yumurtadan yirmisi civciv çıksa, sekseni de bozulsa, acaba demiyecekmisin ki; Şu kuş nev'i bu muamele ile tekemmül eyledi?!. Evet çünki, yirmi kuşun hayata geçmesi, bin yumurtaya bedeldir. Veyahut senin yüz dane çekirdeğin bulunsa, bunları sen toprak altına verip sulasan; o yüz çekirdekten yirmisi mükemmel ağaç olsalar, sekseni de tefessüh edip çürüse; demiyecek misin ki, bunlara su vermek, ağaç nev'ine saadet oldu.

Veyahut, bir madenin bulunsa; ateşi ona musallat etsen; o madenin beşten biri safîleşerek altun olsa, geri kalanı da kömür ve duman olsa; acaba o ateşi ona vermek, o madenin sebeb-i kemali ve saadeti olmıyacak mıdır.?

İşte bu misâllere kıyasen: Hissiyat-ı âliyenin neşvi ve yüce ahlakın nümüvvü ancak mücahede iledir. Eşyanın tekemmülü ise, ancak zıdlarının karşılaşması ve sıkıştırmasiyledir. Aya görmez misin ki; bir hükümet, cihad yaptığı zaman, askerinde, milletinde cesaret hasleti uyanır, nemalanır. Cihadı terk ettiğinde ise, cesaret ve fedakârlık seciyesi söner, müntafî olur. Ve buna göre sen düşün!...

(İşaratül İ. (Badıllı))


Bundan da mülzem oldu.. O şeytan döndü, dedi: "Dersiniz; Kur'ân beşere rahmet.. Halbuki ekseriyet, elim zahmete düştü, sebeb küfür ile küfran."

Yine o insan dedi: "Zeminde yüz çekirdek, ma' ve ziya gelmezse, sağlam kalıyor fakat, çekirdek kıymeti de beş para.. Eğer şems ve asuman,

Mâ ve ziya verirse; sekseni su-i mizaçları için eğer çürüse, yirmisi her biri bir şecer-i meyvadar, bir ağac-ı sayedar. Ger verilse bir lisan,

Her çekirdek diyecek: Ey ab-ı hayatımız, ey ziya-ı ruhumuz, siz mahza rahmetsiniz, pek şefkatli bir elden bize süzülmüşsünüz.. Sizi bize gönderen o Rahim, hem Rahman."

Yahut mehd-i zeminde, yüz yumurta bulunur, fakat "Hüma" tayrının.. Eğer tayr oturmazsa, onlar sağlam kalır. Fakat birer âdi yumurta; ne kıymetdar, ne mizan.

O kuş eğer otursa, şefkatli harareti onlara da verirse; çendan seksen bozulsa, lâkin yirmisi herbiri birer piliç çıkacak, o nev'e gelse lisan;

Mutlak böyle diyecek: "Ey şefkatli valide, ey hürmetli mürebbî! Sen bir latif rahmetsin" diyecek, ayağına kapanıp şükran ile öpecek. O "Hüma"-misal Hüda-yı Kur'ân.

Kaçtı o şeytan, dedi: "Seninle işim yoktur... Korkarım senden, beni yolumdan şaşırtırsın, ey insan-ı bîeman."

([[Risale:29._Mektup#Yedinci_Nükte|Lemeat, Asar-ı Bediiyye)

Tevhid Misali ve Civciv[değiştir]

Bil ey gafil! Muhalatın en uzağı budur ki; seni halkeden Hâlık senin hayat ve yaşamaklığın için lâzım olan şeylerin halkedilip hazırlanarak sana geldiğini veyahut içinde değişmekte olduğun içtimaî ahval ve dünyevî etvarlarını bilmesin, görmesin, anlamasın hâşâ ve kellâ!

Evet sen hangi itikad ve hangi fikirde olursan ol. ister muattıl ve maddiyyun dahi ol, nutfe ve yumurtada, habbe ve çekirdekte bizzarure ve bilmüşahede bir faaliyet ve hallakiyet ve san'at ve tasarrufu görmektesin. İşte acaba senin aklınca mümkün olur mu ki; çekirdeğin içinde cereyan eden ve o çekirdeğin âlem-i nev'îsiyle olan münasebatına ve onlardan istifade edenlere bakan şu basîrane, hakimane tasarruf ile mutasarrıf olan bir zat, ağaçlar âlemine ve onların ahvaline ve sair âlemler ile olan irtibatlarına ilim ve ıttılaı olmasın!..

Hem kuru ve basit bir habbenin sandukçasının kapısını açarak, ona hayatdar, hârika bir sünbül veren bir Fâlik-ül Habbi Ven-Neva, o tohum ve habbeyi eken ve ondan mahsulât ve hasat alan ve o habbenin âlem-i hayvanat ve muhitleriyle olan cihet-i irtibatını, hem o âlemde cereyan eden işleri görmesin, müşahede etmesin? Hâşâ!

Hem acaba sence ihtimal varmı ki, bir zat; yumurtayı kuş âlemine lâyık ve muvafık bir şekilde alât ve edevat ile mücehhez bir civciv olarak tasvir etsin de, âlem-i tuyurun ahvaline ve onların komşuları olan sair enva'ların etvarına basîr olmasın?!.

Hem senin zu'm-u bâtılınca bir cevazı olur mu ki, nutfe denilen bir suyu alaka.. ve alakayı mudga.. ve mudgayı izam olarak, yani, kemikler ve kemik iskeletini et ile sıvayarak halkeden sonra onu zîhayat bir mahluk olarak inşa eden bir Hâlık.,hem de ondan bir Alim-i Basir ve Hakîm'in eser-i san'atı telemmu' eder bir surette -ki onun ilim ve rü'yet ve hikmetinin gayesi fevkinde bir gayenin olması muhaldir- tasvir eden bir Musavvir; hem o nutfe denilen bir sudan çıkan o insanı çok enva' ve âlemlerde tasarruf eder bir şekilde cihazlandıran bir mücehhiz, bütün bunları halkedip, san'atkârane icad etsin, fakat o Hallak-ı Alim, insanın âlemini ve o âlemin ahval ve şuunatını ve nev'-i insanın başında cereyan eden işleri müşahede etmesin. Hem insanın geçirmiş olduğu devirleri ve insanın cisim, havas, ruh, akıl ve hayaliyle ve daha bunlar gibi cevher-i insaniyette tevdi edilen bir çok âlemlerin dürbünleri ve hakaikın mirsadları ile cevelan ettiği âlemleri bilmesin, görmesin, hâşâ ve kellâ!

Evet ey gafil, zanneder misin ki; senin ihtiyacına muvafık olarak san'atkârane yapılmış bir narı bir dal asasıyla veya senin için pişirilmiş, hazırlanmış bir kavunu ince bir hayt ile çıkarıp sana uzattıran ve eline veren bir zatın müdahalesinden hür ve me'munsun!..

Evet kavunun Saniini, kavunu yiyenden gafil zannetmek, ancak senin katı gafletinin eseri olabilir. Hem yine senin körlüğünden olabilir ki, o Sani-i Alim, nar meyvesini yiyenlerin ve onun tazelik ve yeşilliğiyle tefekküh edenlerin ne yaptıklarını ve lisan-ı hal ile,

سُبْحَانَ مَنْ صَوَّرَنِى فَاَحْسَنَ صُورَتِى

söyleyen nar ve kavunun san'atında hayrete düşenleri ve

فَتَبَارَكَ اللَّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ

deyip bunların letafetinde tefekkür edenleri ve gayet yüksek ses ile

اَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَ هُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ

diye nida eden onun ittikanlı süslü olan intizamında hayretkârane teemmül edenleri görmez, bilmez, kör bir kuvvet tevehhüm etmişsin.

Elâ ey câhil-i gafil! Zannediyor musun ki, şu semerat ve meyveleri bizim hususî hâcâtımıza lâyık bir surette hazırlayıp gönderen zat, bizleri görmesin, bilmesin?. Veyahut ellerimizin arasında ve evlerimiz ve diyarımız içinde bizim menfaatimiz, için bizlere behimî olan en'am ve sair hayvanatı serpip saçan ve bize müsahhar eden bir zat, bizi müşahede etmesin ve nazarı altında bulundurmasın, yüzbin defa hâşâ ve kellâ!

(Zehre, Mesnevi N. (Badıllı))

Bediüzzaman ve Tavuk Bereketi[değiştir]

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta, yumurta makinesi gibi pek az fâsıla ile her gün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem bir gün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum: “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlahîdir.” Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük hem kışta hem ramazanda, bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbanî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

(16. Mektup)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Tavuk: Civcivin annesi
  • Horoz: Civcivin babası
  • Yumurta: Civciv yumurtadan çıkar
  • Kuluçka: Civciv, tavuğun üzerine kuluçkaya yattığı yumurtadan çıkar

Kaynakça[değiştir]