Kehf 86

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Ayet: Kehf 85Kehf SuresiKehf 87: Sonraki Ayet

Meali: 86- Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu. Onun yanında (orada) bir kavme rastladı. Bunun üzerine biz: Ey Zülkarneyn! Onlara ya azap edecek veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin, dedik.

{Tefsirlerde nakledildiğine göre Zülkarneyn, batıda Atlas okyanusuna, yahut Karadeniz'e kadar gitti. Orada güneşin deniz ufkunda batışını seyretti. Ancak, koca kâinat içinde bu deniz, kendisine bir su gözesi kadar küçük geldi. Güneş, sislerle kaplı deniz ufkunda, sanki balçıklı bir su gözesine gömülür gibi batıyordu. Sahilde karşılaştığı kavim, müfessirlerin kanaatına göre, kâfir bir millet idi. O yüzden Allah Teâlâ, Zülkarneyn'i, bu kavmi cezalandırmak veya eğitmek, irşad etmek, böylece iyilikle yola getirmek arasında muhayyer kıldı.}

Kur'an'daki Yeri: 16. Cüz, 302. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ âyetinin ifade ettiği zahir manasına göre: Güneşin, hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurûb ettiğini görmüş, diyor.

İkincisi: Sedd-i Zülkarneyn nerededir?

Üçüncüsü: Âhir zamanda Hazret-i İsa’nın (as) geleceğine ve Deccal’ı öldüreceğine dairdir.

Bu suallerin cevapları uzundur. Yalnız muhtasar bir işaretle deriz ki:

Âyât-ı Kur’aniye, üslub-u Arabiye üzerine ve zahir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor.

İşte تَغْرُبُ فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ yani güneşin, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbî’nin sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurûb ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yani zahir nazarda Bahr-i Muhit-i Garbî’nin sevahilinde, yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş, tebahhur ettiği bir zamanda o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn’e görünen Bahr-i Muhit’in bir kısmında güneşin zahirî gurûbunu görmüş. Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında yeni açılmış ateşli gözünde, semavatın gözü olan güneşin gizlendiğini görmüş.

Evet, Kur’an-ı Hakîm’in mu’cizane belâgat-ı ifadesi bu cümle ile çok mesaili ders veriyor. Evvela: Zülkarneyn’in mağrib tarafına seyahati, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve güneşin gurûb âvânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan etmekle, Afrika’nın tamam istilası gibi çok ibretli meselelere işaret eder.

Malûmdur ki görünen hareket-i şems, zahirîdir ve küre-i arzın mahfî hareketine delildir; onu haber veriyor. Hakikat-i gurûb murad değildir. Hem çeşme, teşbihtir. Uzaktan büyük bir deniz, küçük bir havuz gibi görünür. Hararetten çıkan sis ve buharlar ve bataklıklar arkasında görünen bir denizi, çamur içinde bir çeşmeye teşbihi ve Arapça hem çeşme, hem güneş hem göz manasında olan عَيْنٍ kelimesi, esrar-ı belâgatça gayet manidar ve münasiptir. (Hâşiye[1])

Zülkarneyn’in nazarında uzaklık cihetiyle öyle göründüğü gibi arş-ı a’zamdan gelen ve ecram-ı semaviyeye kumanda eden semavî hitab-ı Kur’anî, bir misafirhane-i Rahmaniyede sirac vazifesini gören musahhar güneşi Bahr-i Muhit-i Garbî gibi bir çeşme-i Rabbanîde gizleniyor demesi, azametine ve ulviyetine yakışıyor ve mu’cizane üslubu ile denizi hararetli bir çeşme ve dumanlı bir göz gösterir. Ve semavî gözlere öyle görünür.

Elhasıl: Bahr-i Muhit-i Garbî’yi çamurlu bir çeşme tabiri, Zülkarneyn’e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur’an’ın nazarı ise her şeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn’in galat-ı his nevindeki nazarına göre bakamaz, belki Kur’an semavata bakarak geldiğinden küre-i arzı kâh bir meydan kâh bir saray bazen bir beşik bazen bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbî’yi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.

(16. Lem'a)


Tenbih:

Üçüncü Makale'de müşkilât ve müteşabihat-ı Kur'âniyeye dair bir kaide gelecektir. İktiza-i makam ile şimdilik bir nebzesini zikredeceğiz. Şöyle: Vakta ki, Kitab-ı Hakîm'den maksud-u ehemm, ekseriyeti teşkil eden cumhurun irşadı idi. Çünki havass, avamın mesleğinden istifade edebilirler. Fakat avam ise, havassa hitab olunan kelâmı hakkıyla fehmedemezler. Halbuki cumhur ise, ekseri avam.. ve avam ise, me'lufât ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakikat-ı mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler. Fakat görmelerini temin edecek yalnız zihinlerinin te'nisi için, me'luf olan ziyy ve libas ile mücerredât arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyle ise hakikat-ı mahza, me'luflerini giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir. Bu sırra binaendir: Esalîb-i Arabda ukûl-ü beşere olan tenezzülât-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efham ve mümaşat-ı ezhan, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da cereyan etti.

Ezcümle: فَاسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ ve يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْدٖيهِمْ ve ﺟَٓﺎﺀَ ﺭَﺑُّﻚَ ve emsali...

Hem de تَغْرُبُ ‌ـ﴿الشَّمْسُ‌ـ﴾ فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ ve eşbahı...

Hem de وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ ve nezairi bu üslûba birer mecradır.

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ

(Muhakemat)


(Sedd-i Zülkarneyn'dir)

Nasıl bildi ki: Birşeyin vücûdunu bilmek, o şeyin keyfiyet ve mahiyetini bilmekten ayrıdır. Hem de bir kaziye, çok ahkâmı tazammun eder. O ahkâmın bazısı zarurî ve bazısı dahi nazarî ve "muhtelefün fîha"dır.

Hem de malûmdur: Müteannid ve mukallid bir sâil, imtihan cihetiyle, bir kitabda gördüğü bir mes'eleyi, -eğerçi bir derece de muharref olsa-, bir adamdan sual etse; tâ, gaybda olan malûmuna cevab verse; o cevab iki cihetle doğrudur: Ya doğrudan doğruya cevab verse... veyahut sâil-i müteannidin malûmuna ya bizzât veya tevil ile cevab-ı muvafık verir. İkisi de doğrudur. Demek bir cevab, hem vaki'i razı eder, zirâ haktır. Hem sâili ikna eder. Zîrâ eğerçi murad değilse de, malûmuna tatbik eder. Hem makamın hatırını dahi kırmıyor. Zîrâ cevabda ukde-i hayatiyeyi derceder ki; Makasıd-ı kelâm ondan istimdad-ı hayat eder. İşte cevab-ı Kur'ân dahi böyledir.

Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edeceğiz. İşte cevab-ı Kur'ânîden mefhum olan zarurî hükümler ki inkârı kabul etmez, şudur:

"Zülkarneyn, müeyyedün min indillah bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir. Zalimlerin ve bedevîlerin def'-i fesadları için... Ve Ye'cüc ve Me'cüc iki müfsid kabiledirler. Emr-i İlahî geldiği vakit, sed harab olacaktır, ilââhirihî." Bu kıyas ile, ona Kur'ân delalet eden hükümler, Kur'ânın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir. Fakat o mevzuât ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise, Kur'ân onlara kat'iyy-üd delalet değildir. Belki "âmm hassa, delalet-i selâseden hiçbirisiyle delalet etmez" kaidesiyle; ve mantıkta beyan olunduğu gibi: "Bir hükümü, mevzu ve mahmulün vechüm-mâ ile tasavvur etmek kâfi olduğu"nun düsturuyla sabittir ki, Kur'ân onlara delalet etmez, fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.

Fakat vâ esefâ!.. Cevabın suale, her cihetle lüzum-u mutabakatının tahayyülüyle, sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek, cevabın zarurî ve nazarî olan hükümlerini birden me'haz-i sâilden ve menbit-i sualden hûşeçîn olup, alıp müfessir oldular. Yok belki müevvil, yok belki mâsadakı mânâ yerine mânâ gösterdiler. Yok, belki mâsadakı olmak caiz ve bir derece mümkin olan şeyi, medlûl ve mefhum olarak tevil ettiler. Halbuki Üçüncü Mukaddeme'nin sırrıyla; zahirperestler kabul ederek ve muhakkikîn dahi hikâyât gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkidsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatın, muharref olanı Tevrat ve İncil'de olduğu gibi kabul ederse, akide-i ehl-i sünnet ve cemaatte olan masumiyet-i enbiyaya muhalefet oluyor. Kıssa-i Lut ve Davud Aleyhimesselâm, buna iki şahiddir.

Vakta ki keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikil-lah derim: İtikad-ı câzim, Hüda ve Peygamberimizin muradlarına kat'iy-yen vâcibdir; zirâ zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muh-telefün fîhdir. Şöyle:

Zülkarneyne, "İskender" demem. Zîrâ isim bırakmaz. Bazı müfessir melik "lâm'ın kesriyle", bazısı melek "lâm'ın fethiyle", bazısı nebi, bazısı veli, ilââhirihi demişlerdir.

Herhalde Zülkarneyn, "müeyyed-ün min indillah" ve seddin binasına mürşid bir şahıstır. Amma sed ise: Bazı müfessir sedd-i Çin ve bazı müfessir başka yerde cebelleşmiş ve bazı müfessir sedd-i mahfîdir, inkılab ve ahval-i âlem setreylemiştir. Ve bazı ve bazı, demişlerdir, demişlerdir... Her halde müfsidlerin def'-i şerleri için bir redm-i azîm ve cesîm bir duvardır.

Amma Ye'cüc, Me'cüc; bazı müfessir: "Veled-i Yafes'ten iki kabile".. ve bazı diğer: "Moğol ve Mançur"; ve bazı dahi "akvam-ı şarkıye-i şimalî"; ve bazı dahi "Benî-Âdemden bir cem'iyet-i azîme, dünya ve medeniyeti herc ü merc eden bir taife"; ve bazı dahi "Mahluk-u İlahîden yerin zahrında veyahut batnında âdemî veya gayr-ı âdemî bir mahluktur ki kıyamette, böyle nev'-i beşerin herc ü mercine sebeb olacaktır." Bazı.. ve bazı.. ve bazı.. dediklerini dediler..

Nokta-i kat'iyye ve cihet-i ittifakî budur: Ye'cüc ve Me'cüc: ehl-i garet ve fesad.. ve ehl-i hadaret ve medeniyete ecel-i kaza hükmünde iki taife-i mahlukullahtır.

Amma harabiyet-i sed; bazısı, kıyamette ve bazısı, kıyamete yakın ve bazısı, emaresi olmak şartıyla uzaktır.. ve bazısı harab olmuştur fakat dekk olmamış. "Kîle"ler çok.

Herhalde nokta-i ittifak; seddin inhidamı, yerin sakalına bir beyaz düşmek ve oğlusu olan nev'-i beşer de ihtiyar olmasına bir alâmettir.

Eğer bu müzakerâtı müvazene ve muhakeme etmişsen caizdir; tecviz edesin: Sedd-i Kur'ân, sedd-i Çin'dir ki: Çok fersahlar ile uzun ve acaib-i seb'a-i meşhureden bir "müeyyed-i min indillah"ın irşadıyla bina olunmuş; o zamanın ehl-i medeniyetini, ehl-i bedevîyetin şerlerinden temin eylemiştir. Evet o vahşilerden "Hun" Kabilesi Avrupa'yı herc ü merc ettiği gibi, onlardan Moğol taifesi de Asya'yı zîr ü zeber eylemiştir.

Sonra, seddin harabiyeti kıyamete alâmet olur. Bahusus dekk, ondan başkadır. Peygamber: "Eşrat-ı saattenim. Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz." Dese, neden istiğrab olunsun ki; harabiyet-i sed zaman-ı saadetten sonra alâmet-i kıyamet olsun!?. Hem de seddin inhidamı ömr-ü arza nisbeten yerin yüzünde ihtiyarlıktan bir buruşukluktur. Belki tamam-ı nehara nisbeten vakt-i ısfırar gibidir. Eğerçi binler sene de fâsıl olsa... Kezalik Ye'cüc ve Me'cüc'ün ihtilâlleri, nev'-i beşerin şeyhuhetinden gelme bir humma ve sıtması hükmündedir. Bundan sonra Onikinci Mukaddeme'nin fatihasında bir tevil-i âher sana feth-i bâb eder. Şöyle:

Kur'ân hasas için kasası zikrettiği gibi; ukde-i hayatiye hükmünde ve makasıd-ı Kur'âniyeden bir maksadına münasib noktaları intihab ve rabt-ı maksada ittisal ettiriyor. Eğerçi hariçte ve husulde birbirinin nârı veya nuru birbirine görünmediği halde, zihinde ve üslûbda teanuk ve musahabet edebilirler. Hîna ki kıssa, hisse içindir; sana ne lâzım teşrihatı... nasıl olursa olsun sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git. Hem de Onuncu Mukaddeme'den istizhar et, göreceksin; Mecaz mecaza kapı açar..

وَ تَغْرُبُ ‌ـ﴿الشّمْسُ‌ـ﴾ فٖى عَيْنٍ حَمِئَة

zahirperestleri dışarıya sürüyor.

Malûm olsun ki: Esalîb-i Arab'da tecellî eden hüccetullahın miftahı, yalnız istiâre ve mecaz üzerine müesses ve asl-ı i'caz olan belâgattır. Yoksa şöhret sebebiyle yalancı hadsle lakîta olunan ve rızaları olmadığı halde esdaf-ı âyâtta saklanan boncuklar değildir. İstersen Onuncu Mukaddeme'nin Hâtimesini istişmamla zevk et! Zîrâ hitamı misktir ve içinde baldır.

Hem de caizdir ki: Meçhul-ül keyfiyet olan sed başka yerde sair alâmat-ı kıyamet gibi mestur ve kıyamete kadar bakî ve bazı inkılabat ile meçhul kalarak kıyamette harab olacaktır.

İşaret:

Malûmdur: Mesken, sâkinlerinden daha ziyade yaşar. Kal'a, ehl-i tahassundan daha ziyade ömrü uzundur. Sükûn ve tahassun, vücûdunun illetidir, beka ve devamına değildir. Beka ve devamına olsa da, istimrar ve adem-i hulüvvü iktiza etmez. Birşeydeki garazın devamı, belki terettübü o şeyin devamının zaruriyatından değildir. Pek çok binalar sükna veya tahassun için yapılmışken, hâvi ve halî olarak ortada muallak kalıyor. Bu sırrın adem-i tefehhümünden, tevehhümlere yol açılmıştır.

Tenbih:

Şu tafsilden maksad; tefsiri tevilden, kat'îyi zannîden, vücûdu keyfiyetten, hükmü etrafın teşrihatlarından, mânâyı mâsadaktan, vuku'u imkândan temyiz ve tefrik ile bir yol açmaktır.

(Muhakemat)


Kur'an'da zikrolunan: ﺩَﺣَﻴﻬَﺎ ve ﺳُﻄِﺤَﺖْ ve ﻓُﺮِّﺷَﺖْ ve ﺗَﻐْﺮُﺏُ ﻓِﻰ ﻋَﻴْﻦٍ ﺣَﻤِﺌَﺔٍ ve emsalleri gibi; bazı ehl-i zahir tağlit-ı ezhan için, onlar ile temessük ederler.

Lâkin müdafaaya biz muhtaç değiliz. Zîrâ müfessirîn-i izam, âyâtın zamairindeki serairleri izhar eylemişlerdir. Bize hacet bırakmamışlar, fakat bir ders-i ibret vermişler ve sermeşk yazmışlar. وَلٰكِنْ بَكَوْا قَبْلٖى فَهَيَّجُوا لِىَ الْبُكَٓاءَ وَ هَيْهَاتَ ذُو رَحْمٍ يَرُقُّ لِبُكَٓائٖى

Malûmdur:

Malûmu i'lam, bahusus müşahed olursa, abestir. Demek içinde bir nokta-i garabet lâzımdır, tâ onu abesiyetten çıkarsın. Eğer denilse: "Bakınız! nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha ve size mehd olmuştur, denizin tasallutundan kurtulmuş. Veyahut nasıl şems, istikrârla beraber tanzim-i maişetiniz için cereyan ediyor. Veyahut nasıl binler sene ile uzak olan şems, ayn-ı hami'ede gurub ediyor." Maânî-i âyât kinayetten sarahate çıkmış oluyor... Evet şu garabet noktaları, belâgat nükteleridir.

(Muhakemat)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  1. فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ deki عَيْنٍ tabiri, esrar-ı belâgatça latîf bir manayı remzen ihtar ediyor. Şöyle ki: “Sema ve yüzü, Güneş gözüyle zeminin yüzündeki cemal-i rahmeti seyirden sonra, zemin dahi deniz gözüyle yukarıdaki azamet-i İlahiyeyi temaşayı müteakip; o iki göz birbiri içine kapanırken rûy-i zemindeki gözleri kapıyor.” diye mu’cizane bir kelime ile hatırlatıyor ve gözler vazifesine paydos işaretine işaret ediyor.