İbnül Farıd

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

İbn'ül Fârıd veya İbn'ül Fârız (ابن الفارض) aşıkların sultanı olarak tanınan bir mutasavvıf şair olup Arap edebiyatında tasavvufî şiirin en güzel örneklerinden bazılarını vermiştir. Bediüzzaman aşıklarla arifler arasındaki farkı anlatırken bir aşık olarak onu misal verir. Genç yaşta tasavvufa yöneldi. Çileli bir hayatı tercih etti. Selâhaddin Eyyûbî gibi hükümdarlarından saygı gördü. Nazik ve hoşsohbet idi. Son derece hassas ruhluydu. Her güzel şeyin arkasında ilâhî güzelliği görür ve bu güzellikler onu derinden etkilerdi. Nil nehrinin coşkun sularını hayranlıkla seyreder vecde gelir ve raks ederdi. Vadilerde münzevi hayat yaşadı, riyâzet yaptı, defalarca erbaîne (40 günlük çileler) girdi. Şiirlerinde tasavvufî ve ilâhî aşkı dile getirmiştir. Osmanlılar Mısır’ı ele geçirince Kur’an okutmaya başladıkları yedi merkezden biri İbnü’l-Fârız’ın mescidiydi.[1]

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri:

Doğum Yeri ve Tarihi: Kahire, 1181 veya 1182[1]

Vefat Yeri ve Tarihi: 23 Ocak 1235 (h. 632)[1]

Kabrinin Yeri: Karafe Kabristanı, Arız Mescidinin yanı, Mısır[1]

Eserleri[değiştir]

Divanı vardır.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Evliyadan Âşıkîn Ve Ârifîn Beynlerinde Mühim Bir Fark

Eğer hakikî âşık, yolunda fena gitse, ya tâbirde hata etse, ya tavsifte yanılsa, yine maşûka gider. Maşûktur onu çeker, yolunu da şaşırtmaz.

Zira aşk câzibedar bir cemale müncezib, cenânî bir cezbedir. Bazen netice haktır, hem de mütehakkıktır. Lâkin delil batıldır, vesile de hatadır, ona zarar veremez.

Eğer velî-yi ârif, yolunda fena gitse, ya sûret hata görse, ya sözde yanlış etse, matlubuna yetişmez, maksuduna ulaşmaz.

Zira bir yol bozuksa, hiç maksada götürmez. Eğer şartı olmazsa, meşrut hasıl olamaz. O aşıka benzemez, mukayyeddir hür olmaz.

Zira ârif kendisi, yukarıya çıkıyor, basamaklara basar. Lâzım dikkat-ı nazar. Fakat âşık, birisi onu yukarı çeker. Hür kalır mukayyed kalmaz.

Demek velî-yi âşık, muhtîse yine binefsihi hâdîdir. Ligayrihi mudilldir. Fakat ârif muhtîse, mudill hem dall olur. İktida da edilmez.

Bu sırdandır; bir kısmı gürûh-u ârifinden, i'dam ve idlâline, sebep olan rumûz ve şatahiyat, ki te'vili götürmez.

Zümre-i Aşıkîni, rumûzdan çıkardılar, işârat şatahiyatı; sarihan söylediler. Yine nazar-ı ümmet, onları ta'zim etti, onlara ilişilmez.

Bu sırdandır Muhyiddin, Câmî ve İbn-ül Fârid, İbn-ül Seb'în beraber, İşâret-i şatahatta, birbirine benziyor, telakkide benzemez.

Vakta ki Muhyiddin'in, irfanı galip çıktı aşkına, sebep oldu ki işârâtı yağdırdı ona dehşetli oklar, tâ Selim'e keşfoldu remz.

Fakat Câmî âşıktı, vâzıhan tasrih etti, hem hürmetle yaşadı, oklardan selîm kaldı, hem tenkid de edilmez.

İbn-ül Farid a'şak, o a'ref Muhyiddin'den, daha ileri gitti, ümmetin itabından, ondan geride kaldı, kusuruna bakılmaz.

İbn-ül Seb'în'in vakta, sözünde sâfi bir aşk, pek de görünmez oldu; nazarvâri kelamı, sebep oldu ki ona, isnad-ı ilhad oldu, kendini kurtaramaz.

Eğer desen: Muhyiddin, kelamında tehalüf, belki tenakuz vardır? Ben derim: Elbette, o zât görmüş de demiş. Görmezse hiç söylemez.

Lâkin nasıl görünse, bir şey nefsül-emirde, aynen öyle olması, her dem lâzım gelemez. Basar doğru görüyor, yanlış hükmediyor. Bazen basiret öyle, tamamını göremez.

Eğer Muhyiddin dese: "Gördüm" doğrudur görmüş. O rûh öyle âlidir; kasden yalan söylemek, ona hiç yanaşmaz, kat'an tenezzül etmez.

Şu sırra faysal budur: O bir seyyare-i ruh, gayr-i sabit tecellî, tecellîyat-ı seyyal, ona olmuş hakikat-ı sabite. Sevabit hakâik, tane sünbülsüz olmaz.

Fakat sabit hakikat, hem de seyyar tecellî; bir çekirdek bir çiçek.. Ne zatîdir ne gayri. Hakikat hak mizanı, Kur'ân'dır başka olmaz.

Ger desen: Muhyiddin'in, âsar-ı kelamlarında, öyle sözleri vardır; Şer'de hiç yeri yoktur. Belki ona küfür demiş, bazı imamlarımız.

Cevaben de derim: Bir kâide-i umumî, beyanı lazımgelir. Mesela: Şeriat, bir vasfa ya bir söze, dese ki: "Bu küfürdür, mü'min işi olamaz."

Murad ve mânâsı; o hâl imandan gelmez, sıfat'da kâfiredir. O söz de bir kâfirdir; o zat onunla küfretti demektir. Mutlak o zat, kâfirdir denilmez.

Zira imandan neşet eden, pek çok sıfatı vardır, imana delil-i azher. Bir tevile muhtemel, bir hâli de bir sözü, bunları hiç kıramaz.

Demek o zata "kâfir" demek, bir şart ile câizdir, ki yakinen bir kanaat gelse; o söz küfürden tereşşuh etmiş, sıfat ondan naşidir, başka sebepten gelmez.

Öyle sıfat, sözlerin pek çok sebepleri var.. Demek öyle vasıf ve kelâmın, delâletinde şekk var, küfre kat'î delâlet etmez.

Evsaf-ı sairenin, imana delâleti, hem düsturu: "Asıl bekadır" Onun da şehâdeti; tahakkuk-u imanı yakinen isbat eder, su-i zan asıl olamaz.

Şekk yakinin hükmünü, her dem zâil edemez. Nisyan veya sehiv ile, hata ve iltibasla, muhtemel bir söz ile, çabuk tekfir edilmez.

Eğer desen: Muhtelif tarikatlarda vardır; muhtelif âyinler, ibadet şekli giymiş? Derim: Üç şartı varsa, bir niyet-i hayr ile, belki de zarar veremez.

Birinci şartı şudur: O münafi olmamak, kat'an vekar-ı zikre, hem âdab-ı huzura. İkincisi: Menhî olan efalin, içinde bulunmamak, menhî olsa hiç olmaz.

O ef'al ve harekât, kasdî birer ibadet nazarıyla yapmamak... Evet hal ve harekât, ihtiyarî ve kasdîden daha ziyade olmalı. Şuursuz incizabî ıztırârî. Başka çeşit yakışmaz.

Zira asl-ı ibadet, bizzat nefs-i zikirdir. O ahval-i mübah'a, bir vesile-i müşevvik. Harekât tayininde, ihtiyar-i zakiri, âyet serbest bırakmış, mübahda takyid etmez.

O ef'al hiç benzemez, şer'an muayyen olan ibâdât efaline. Zira ef'al-i şer'î, bir ceviz-i Hind'e benzer, süt misal lübbü gibi. Beyaz kışrı da lübbdür, cevizimize benzemez.

Fakat âyine-i zikirde olan efal ve ahval, cevizimize benziyor. Kışrı bir gılaftır, hiçbir vakit yenilmez, ceviz-i Hinde benzemez, ona makis olamaz.

(Lemeat)


Kelâmın semeratı ise tabakat-ı muhtelifede, suver-i müteaddidede teşekkül eden maânîdir. Şöyle:

Kimyaya aşina olanlara malûmdur. Bir maddeyi mesela, altın gibi bir unsuru istihsal edildiği vakit, makine veya fabrika ile müteaddid borular ile muhtelif teressübatıyla, mütenevvi teşekkülat ile tabakat-ı mütefavitede geçer. En-nihayet ondan bir kısım tahassül eder. Kelâm denilen maânî-i mütefavitenin fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritanın istiab ettiği gibi. Mefahim-i mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki:

Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulat tevellüd eder. Ondan hevaî manalar bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar halindeki mana bir kısmı tekâsüf etmekle temayülat ve tasavvuratın bir kısmı muallak kalıp bir kısım dahi takattur ettiğinden akıl ona rağbet gösterir. Sonra mayi halindeki kısımdan bir kısım tasallüb ve tahassül ettiğinden akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra o mütesallibden bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden akıl onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.

Demek müteşahhıs olanı, kelâmın suret-i mahsusası içine alıyor. Ve tasallüb etmeyeni fehvanın eline verir. Ve tahassül etmeyeni işaret ve keyfiyet-i kelâma yükler. Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeatına havale eder. Ve tebahhur etmeyeni üslubun ihtizazatına ve kelâm ile refakat eden mütekellimin etvarıyla rabteder.

İşte bu silsilenin borularından ismin müsemması ve fiilin manası ve harfin medlûlü ve nazmın mazrufu ve heyetin mefhumu ve keyfiyatın mermuzu ve müstetbeatın müşarün-ileyhleri ve hitabı teşyi eden etvarın muharrikleri hem de “dâllün bi’l-ibare”nin maksudu ve “dâllün bi’l-işaret”in medlûlü ve “dâllün bi’l-fehva”nın mefhum-u kıyasîsi ve “dâllün bi’l-iktiza”nın mana-yı zarurîsi ve daha başka mefahim umumen bu silsilenin birer tabakasından in’ikad eder ve şu madenden çıkar.

Eğer seyretmek istersen kendi vicdanına bak, şu meratibi göreceksin. Şöyle: Senin mahbubun vaktâ gözünüzün penceresinden şuâ ve berk-i hüsnünü vicdanınıza ilka ederse o aşk denilen nâr-ı mûkade birden yandırmaya başladığından, hissiyat iltihaba başlamakla, âmâl ve müyulat dahi heyecana gelip birden o âmâller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdat istediklerinden o hazinetü’l-hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasini ile işbâ olunmuş olan hayalat ise o âmâlin imdadına koşarlar; beraber hücum edip hayalden lisana kadar inmekle beraber zülâl-i visale olan meyli arkalarında ve firaktan olan teellümü sağda ve tazim ve te’dib ve iştiyakı sola ve terahhum ve lütfu iktiza eden mahbubun mehasinini önlerine ve hediye olarak medihanın gerdanını ve senanın dürrlerini ellerine almakla beraber o اَلنَّارُ الْمُوقَدَةُ عَلَى الْاَفْئِدَةِ ıtlakına şâyan olan o ateşi söndürmek için zülâl-i visali celbeden tavsif-i bi’l-fezail ile arz-ı hâcet ederler.

İşte bak kaç tabakatta bildiğin manadan başka ne kadar maânî başlarını çıkarıp görünüyor. Eğer korkmuyorsan İbn-i Farıd’ın veya Ebu Tayyib’in gözlerinden müthiş olan vicdanlarına bak. Ve vicdanın tercümanı olan

غَرَسْتُ بِاللَّحْظِ وَرْدًا فَوْقَ وَجْنَتِهَا § حَقٌّ لِطَرْفٖى اَنْ يَجْنِىَ الَّذٖى غَرَسَا

Hem de

فَلِلْعَيْنِ وَالْاَحْشَاءِ اَوَّلَ هَلْ اَتٰى § تَلَاعَائِدِىَ الْاٰسٖى وَ ثَالِثَ تَبَّتِ

Hem de

صَدٌّ حَمَا ظَمَاٖى لُمَاكَ لِمَاذَا § وَ هَوَاكَ قَلْبٖى صَارَ مِنْهُ جُذَاذًا

Hem de

حُشَاىَ عَلٰى جَمْرٍ ذَكِىٍّ مِنَ الْغَضَا § وَ عَيْنَاىَ فٖى رَوْضٍ مِنَ الْحُسْنِ تَرْتَعُ

gör ve dinle ki çendan gözleri cennette tenezzüh eder fakat vicdanlarındaki cehennem tazip eder. Öyle de mehasinine işaret ve istiğnasına remiz ve teellüm-ü firaka îma ve şevke tasrih ve taleb-i visale telvih ve terahhumunu celbeden hüsnüne tansis etmekle beraber, hissiyatını tahrik eden heyet-i etvarıyla çok hayalat-ı rakikayı göstermişlerdir.

(Muhakemat)


-Aşık-ı hakikî tarikde hata, ta'birde yanlış etse de, yine ma'şûk-u hakîkiye gider. Zîrâ aşk, cemâl-i cazibedâra müncezib bir cezbedir. Bazen netice hak ve mütehakkik; delil, vesile hatâ olabilir. (*[2])

Veli-yı ârif, tarîkte yanlış, surette hatâ etse, matlûb-u hakikiyi bulamaz. Zîrâ yol bozuksa, maksuda götüremez. Şart olmazsa, meşrut dahi hâsıl olmaz. Aşık-ı muhtî, binefsihi hâdî, ligayrihi müdilldir. Ârif-i muhtî, dâlldir. Guruh-u ârifinden bir kısmının idam ve idlâline sebeb olan işârat ve şatahât; âşıkîn kısmı tasrih ettiler, hürmete mazhar kaldılar. Mârifeti aşkına galip olan "Muhyiddin-i Arabî" işaret etti, kendini oklara hedef etti.. "Câmî-i Aşık" tasrih etti, hürmetle yaşadı. "İbn-ül Fârıd" Muhyiddin'den daha ileri gitti, ümmetin itabından ondan geri kaldı. Aşksız "İbn- Seb'în"in sözleri ilhad telakki edildi.

(Hakikat Çekirdekleri 2)


Bu talim-i esma meselesi ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melaikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup melaikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.

Ey arkadaş! Her şeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyet-i kerîmesinin hükmüne göre: Kur’an-ı Kerîm zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek her şeyi ifade ediyor. Buna binaen gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri gerek mu’cizeleri hakkında Kur’an-ı Kerîm’in işaratından fehmettiğime göre (Hâşiye: Eğer müellifin, Tenzil’in nazmından çıkardığı letaifte şüphen varsa ben derim ki: İbnü’l-Fârıd kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:

كَاَنَّ كِرَامَ الْكَاتِبٖينَ تَنَزَّلُوا عَلٰى قَلْبِهٖ وَحْيًا بِمَا فٖى صَحٖيفَةٍ

Habib) mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir:

Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kur’an-ı Kerîm, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek: “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve numunelerdir. Telahuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız.” diye ihtar etmiştir.

(İşaratül İ'caz)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 1,2 1,3 https://islamansiklopedisi.org.tr/ibnul-fariz
  2. Sual: Tarîkatlardaki muhtelif zikir ayinlerine ne dersin? Cevap: Ef'al ve harekata ibâdet nazarıyla bakılmamak.. hem vakâr-ı zikire münâfî olmamak... hem şer'an menhî harekat bulunmamak şartıyla zararsızdır. Harekat, kasdî-i ihtiyarîden ziyade; incizabî, ızdırarî olmalı. Zira asl-ı ibadet, nefs-i zikirdir. Harekatın tayini "ayet" ihtiyara bırakmıştır. Şer'an tayin edilen ef'ale benzemez. Şer'î olan; ceviz-i hindiye benzer, kışrı da (lübb) tür. Tasavvufî olan; cevizimize benzer, kışrı yenilmez. (Müellif)