Tavus Kuşu

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

40 sene yatsı abdestiyle sabah namazını kılmasıyla bilinen alim için Tavus-u Yemeni sayfasına gidin

Hadiste bahsi geçen cennet kuşları için Tuyurun Hudrun sayfasına gidin

Tuvus Kuşu tüylerinin güzelliğiyle bilinen, 2 türü olan ve Risale-i Nur'un bazı bahislerde misal olarak verilen bir kuştur. Cazibesinin ilâhî güzelliği yansıttığı ve görenleri kendisine hayran bıraktığı kabul edildiği için cennet kuşu olarak da bilinir.[1] Kur yapma döneminde, erkek tavusun açarak sergilediği kuyruklarıyla tanınır. Mavi tavus yüzyıllardan beri evcilleştirilmiştir. Yerde beslenir ve geceleyin ağaca tüner. Erkek tavusun kuyruğunun heybetine karşın sesi hiç de kulağa hoş gelmez. Sülünün akrabası olan bu kuşun etinin yenmesi helal görülmüştür.[2][3]

Bediüzzaman, Peygamberimizin insani bazı halleri işitildiğinde hürmetsizlik etmemek veya şüpheye düşmemek için nurani şahsiyetine bakmak gerektiğini izah ederken Tavus yumurtasında ve civcivinde olan küçük sıfatlar ve tavus kuşundaki güzel sıfatlar misalini verir. Peygamberlerin gönderilmesiyle ekser insanların küfre girmesinin rahmete aykırı olmaması izah edilirken verilen tavus kuşu misalinde tavus kuşunun üzerine yattığı yüz yumurtadan sekseninin bozulması ama yirmisinden yavru çıkmasının istenmeyen bir durum olmadığı kemiyetin (sayı çokluğunun) keyfiyete (kalite) göre öneminin olmadığına delil olarak verilir. Kur'an'ın insan sözü olamayacağı iah edilirken bir sineğin bir sene tamamen tavus suretini temaşa ehline gösteremeyeceği gibi bir insanın da (haşa) kendi sözünü "Allah Kelamı" olarak gösterip herkesi kandıramayacağı misali verilir. Tarikattaki seyr-i sülukta enfüsî meşrepte gidenlerin nefs-i emmareyi öldüremezse haddinden fazla iddialarda bulunabileceğini sinek iken kendini tavus kuşu zannetmek misaliyle izah edilir. Bediüzzaman vahdet-ül vücud hakkındaki soruya cevap verirken tavus kuşu üzerinden ali bir misal verir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Peygamberimizin Şahsiyet-i Maneviyesini Anlamak için Verilen Tavus Kuşu Misali[değiştir]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ahval ve evsafı, siyer ve tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahval-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zat-ı Mübarek’in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki siyer ve tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor.

Çünkü اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca her gün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı kâinat’ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zat-ı Mübarek’in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemalâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz.

Mesela Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir Zat-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevî bir Arapla at mübayaasında münazaa etmek, bir tek şahit olan Huzeyme’yi şahit göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz.

İşte yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nurani şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:

Mesela, bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da o çekirdek ve yumurtanın âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük ve âlî sıfatları ve keyfiyetleri var.

Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsafını, ağaç ve kuşun evsafıyla rabtedip bahsetmekte lâzım gelir ki her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Tâ işittiği evsafı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa “Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım.” ve “Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır.” dese tekzip ve inkâra sapacak.

İşte bunun gibi Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın beşeriyeti; o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise Şecere-i Tûba gibi ve cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir.

Onun için çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zatı düşündüğü vakit, Refref’e binip Cebrail’i arkada bırakıp Kab-ı Kavseyn’e koşup giden Zat-ı Nuranisine, hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.

(19. Mektup)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş; yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semalarda tayerana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemalâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur.

Binaenaleyh tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (asm) bidayet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazar ile bakan bir adam şahsiyet-i maneviyesini idrak edemez ve derece-i kıymetine vâsıl olamaz. Ancak bidayet-i hayatına ve levazım-ı beşeriyetine ve ahval-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûba gibi şecere-i Muhammediye (asm) çıkmıştır. Ve feyz-i İlahî ile sulanmış ve fazl-ı Rabbanî ile tekâmül etmiştir.

Binaenaleyh Nebiyy-i Zîşan’ın (asm) mebde-i hayatına ait ahval-i suriyesinden zayıf bir şey işitildiği zaman üstünde durmamalı, derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.

Maahâzâ mebde-i hayatına şek ve şüphe ile bakan adam herhalde masdar ile mazhar, menba ile ma’kes, zatî ile tecelli aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, Nebiyy-i Zîşan (asm) tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar ve ma’kestir; masdar ve menba değildir. Çünkü o zat (asm) yalnız, abddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek bu kadar görünen terakkiyat, kemalât onun zatî malı değildir. Ancak hariçten verilen Rahman-ı Rahîm’in tecellileridir.

Evvelce beyan edildiği gibi hiçbir şey, bir zerreye bile mana-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mana-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, sanat-ı İlahiyeyi tağutî bir tabiata mal ederler.

(Hubab, Mesnevi N.)


Ey aziz kardeşim bil ki! Nasılki birisi görse ki, bir yumurtanın kabuğu yarılıp inkişa' ederek bir Hümâ kuşunun (devlet kuşu) civcivi ondan çıktı. Ve o civciv, büyüyüp tekemmül ederek bir kuş oldu. Ve cevv-i asumanda tayarâna başladı. Bunları gördükten sonra o adam, feza-yı âlemde tayaran eden o kuşun kemalâtını işittiğinde, gidip o kuru kabuklar içerisinde, işittiği o kemalâtı taharri ederse, elbette onun nefsi ya mugalataya veya tekzibe sapmış olması lâzımdır.

Ve keza bir adam baksa ki; bir çekirdeğin iki falkası (kapağı) açıldı ve bir ağaç ondan inkişaf etti. Hem o ağaç gittikçe tekemmül ederek semeredar bir vaziyete geldi. Ve cevv-i semada dal, budak açarak yayıldı. Sonra o adam ağacın azametine ve semereleri ve çiçeklerinin vaziyetine dair kulağına gelen tavsifatı, eğer toprak içinde terkedilen o kabuklar içerisinde araştırırsa; elbette ya belahete düşmüş veya inkâra sapmış olması lazımdır.

Aynen bunun gibi; Peygamberimiz'in (A.S.M.) mebadi-i zuhuruna dair tarihlerin naklettiği evsafın suretine maddî ve sathî ve surî bir nazarla bakan bir adam, elbette mahiyet-i nebeviyenin derki ve kıymetinin takdiri ve şahsiyet-i maneviyesinin marifeti ona müyesser olamaz. Belki tevarih ve siyerin naklettikleri evsafa, ince bir kısır nazarıyla bakması lâzımdır ki; o kısır ve kabuk, feza-yı melekûtta kamer gibi cevelan eden bir kumrunun üstünden inşikak etmiş olduğunu bilsin.

Hem o zatın levazım-ı beşeriyetinden ve ahval-i suriyesinden olarak görünen şeyleri, bir çekirdeğin kabuğu gibi görmesi lâzımdır ki, o kabuktan şecere-i tuba-i Muhammediye (A.S.M.) inkişaf etmiş ve o şecere, dehr ve zamanların akışı boyunca feyz-i İlahî ile sulanmış ve fazl-ı Rabbaninin imdadıyla neşv ü nema bulmuştur.

İşte o zatın (A.S.M.) bidayet-i emirdeki ahval-i suriyesinden insanın kulağına birşey geldiği zaman, lâzımdır ki; zihni onda hapsolmasın. Belki her ne vakit bunlardan birşey işitirse; sür'atle, hemen o zatın bidayet-i ahvalinden başını kaldırıp, hâlâ ve el'an terakkî ve tesa'ud eden ve münteha-yı terakkisi idrâk olunamayan kemalât-ı maneviyesine bakması lâzımdır.

(Habab, Mesnevi N. (Badıllı))

Kur'an'ın İnsan Sözü Olmadığının İzahında Verilen Tavus Kuşu Misali[değiştir]

Ve sâniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklit edebilirler. Muvakkaten insanları iğfal ederler fakat daimî iğfal edemezler. Çünkü ehl-i dikkat nazarında alâküllihal etvar ve ahvali içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa mesela, âdi bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhîyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır!

İşte –hâşâ yüz bin defa hâşâ– Kur’an, beşer kelâmı farz edildiği vakit nasıl ki bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakiki bir yıldız olarak rasad ehline görünsün. Hem bir sinek bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz, temaşa ehline göstersin. Hem sahtekâr, âmî bir nefer; namdar, âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin. Hem müfteri, yalancı itikadsız bir adam; müddet-i ömründe daima en sadık en emin en mutekid bir zatın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telaşsız göstersin, dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın?

Bu ise yüz derece muhaldir, ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.

Aynen öyle de Kur’an’ı kelâm-ı beşer farz etmek; lâzım gelir ki âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede pek parlak ve daima envar-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemalât telakki edilen Kitab-ı Mübin’in mahiyeti –hâşâ sümme hâşâ– bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima âlî ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin.

Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey şeytan yüz derece şeytanetinde ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın! Yalnız manen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun! Yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

Sâlisen: Hem Kur’an’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki âsârıyla, tesiratıyla, netaiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayat-feşan, en hakikatli ve saadet-resan, en cem’iyetli ve mu’ciz-beyan, âlî meziyetleriyle yaldızlı bir Furkan’ın gizli hakikati –hâşâ– muavenetsiz, ilimsiz bir tek insanın fikrinin tasniatı olsun ve yakınında onu temaşa eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvi dehalar onda hiçbir zaman hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlası bulsun!

Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvaliyle, akvaliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlası, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek en parlak en âlî haslet telakki edilen ve kabul edilen bir zatı; en emniyetsiz en ihlassız en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı fikrîdir.

Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira farz-ı muhal olarak Kur’an, kelâmullah olmazsa arştan ferşe düşer gibi sukut eder. Ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o hârika fermanı gösteren zat, hâşâ sümme hâşâ eğer Resulullah olmazsa a’lâ-yı illiyyînden esfel-i safilîne sukut etmek ve menba-ı kemalât derecesinden maden-i desais makamına düşmek lâzım gelir. Ortada kalamaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen en edna bir dereceye düşer.

Bir sineği, daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsafını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.

(26. Mektup)

Peygamberlerin Gönderilmesiyle Ekser İnsanların Küfre Girmesinin Rahmete Aykırı Olmaması İzahında Verilen Tavus Kuşu Misali[değiştir]

Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. “El-hükmü li’l-ekser” kaidesince, ekser ondan şer görse o vakit halk-ı şer şerdir, hattâ bi’set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?

Elcevap: Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar.

Mesela, yüz hurma çekirdeği bulunsa toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa diyebilir misin ki suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan, zarar etmez; şer olmaz.

Hem mesela, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa sekseni bozulsa yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa denilebilir mi ki çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu? Hayır öyle değil belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.

İşte nev-i beşer bi’set-i enbiya ile sırr-ı teklif ile mücahede ile şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde; kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nevinden olan küffarı ve münafıkları kaybetti.

(12. Mektup)


Sual: İnsanlardan büyük bir kısmın şakaveti meydanda iken yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev’in saadetine sebep olur ki “Şeriat rahmettir.” diyorsunuz. Halbuki nev’in saadeti ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?

Cevap: Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse bu tavuk, yumurta nevine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir. Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve su ile sulanıp bilâhare yirmisi neşv ü nema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa yirmi çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nevine hizmet etmiş olur. Veyahut bir maden ateşte eritilse beşte biri altın, mütebâkisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemaline, saadetine sebep olur. Binaenaleyh teklif de insanların beşte birini kurtarsa o beşte birin saadet-i neviyeye sebep ve âmil olduğuna kat’iyetle hükmedilebilir.

Maahâzâ yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşv ü neması ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet sağ el, daima çalıştığı için sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve bi’n-netice cesaret de hükûmet de söner, mahvolur. Ve keza her şeyin ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Mesela, hidayetin tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar.

Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i neviyenin yegâne âmilidir.

(İşaratül İ.)


Bundan da mülzem oldu.. O şeytan döndü, dedi: "Dersiniz; Kur'ân beşere rahmet.. Halbuki ekseriyet, elim zahmete düştü, sebeb küfür ile küfran."

Yine o insan dedi: "Zeminde yüz çekirdek, ma' ve ziya gelmezse, sağlam kalıyor fakat, çekirdek kıymeti de beş para.. Eğer şems ve asuman,

Mâ ve ziya verirse; sekseni su-i mizaçları için eğer çürüse, yirmisi her biri bir şecer-i meyvadar, bir ağac-ı sayedar. Ger verilse bir lisan,

Her çekirdek diyecek: Ey ab-ı hayatımız, ey ziya-ı ruhumuz, siz mahza rahmetsiniz, pek şefkatli bir elden bize süzülmüşsünüz.. Sizi bize gönderen o Rahim, hem Rahman."

Yahut mehd-i zeminde, yüz yumurta bulunur, fakat "Hüma" tayrının.. Eğer tayr oturmazsa, onlar sağlam kalır. Fakat birer âdi yumurta; ne kıymetdar, ne mizan.

O kuş eğer otursa, şefkatli harareti onlara da verirse; çendan seksen bozulsa, lâkin yirmisi herbiri birer piliç çıkacak, o nev'e gelse lisan;

Mutlak böyle diyecek: "Ey şefkatli valide, ey hürmetli mürebbî! Sen bir latif rahmetsin" diyecek, ayağına kapanıp şükran ile öpecek. O "Hüma"-misal Hüda-yı Kur'ân.

Kaçtı o şeytan, dedi: "Seninle işim yoktur... Korkarım senden, beni yolumdan şaşırtırsın, ey insan-ı bîeman."

([[Risale:29._Mektup#Yedinci_Nükte|Lemeat, Asar-ı Bediiyye)

Tarikatta Seyr-i Süluk ve Tavus Kuşu Misali[değiştir]

Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkülatlıdır, çok kısa olmakla beraber çok uzundur, çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlıdır, çok geniş olmakla beraber çok dardır.

İşte bu sırlar içindir ki o yolda sülûk edenler bazen boğulur, bazen zararlı düşer, bazen döner başkalarını yoldan çıkarır.

Ezcümle: Tarîkatta “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfakî” tabirleri altında iki meşrep var.

Birinci meşrep, enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfaka girer. O vakit âfakı nurani görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevayı terk etmek, nefsi öldürmektir.

İkinci meşrep; âfaktan başlar, o daire-i kübranın mezahirinde cilve-i esma ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envarı müşahede edip onda en yakın yolu açar. Kalp, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.

İşte birinci meşrepte sülûk eden insanlar; nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevayı terk edip enaniyeti kırmazsa şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabdan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa “şatahat” namıyla haddinden çok fazla davalar ondan sudûr eder. Hem kendi zarar eder hem başkasının zararına sebep olur.

Mesela, nasıl ki bir mülazım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neşesiyle gururlansa kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini, o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de çok ehl-i velayet var ki bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor.

(29. Mektup)

Vahdet-ül Vücud ve Tavus Kuşu Misali[değiştir]

Sual: Muhyiddin-i Arabî vahdetü’l-vücud meselesini, en yüksek bir mertebe telakki ettiği gibi ehl-i aşk bir kısım evliya-i azîme dahi ona ittiba etmişler. Bu meselenin en yüksek mertebe olmadığını hem hakiki olmadığını, belki bir derece ehl-i sekir ve istiğrakın ve ashab-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu diyorsun. Öyle ise muhtasaran, sırr-ı veraset-i nübüvvetle ve Kur’an’ın sarahatiyle gösterilen tevhidin yüksek mertebesi hangisidir, göster.

Elcevap: Benim gibi hiç-ender hiç âciz bir bîçarenin kısa fikriyle, bu yüksek mertebeleri muhakeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. Yalnız Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden gelen, gayet muhtasar bir iki nükte söyleyeceğim. Belki bu meselede faydası olacak.

Birinci Nokta: Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var, onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i rububiyetin hallakıyetini a’zamî derecesinde zihinlere sığıştıramadıklarından ve sırr-ı ehadiyetle her şeyi bizzat kabza-i rububiyetinde tuttuğunu ve her şey kudret ve ihtiyar ve iradesi ile vücud bulduğunu kalplerine tam yerleştiremediklerinden, her şey odur veyahut yoktur veya hayaldir veya tezahüriyetidir veya cilveleridir diye kendilerini mecbur bilmişler.

İkinci sebep: Firakı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten cehennem gibi korkan ve zevalden gayet derecede nefret eden ve visali ruhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi hadsiz bir iştiyak ile arzulayan “aşk sıfatı”; her şeydeki akrebiyet-i İlahiyenin bir cilvesine yapışmakla firak ve bu’diyeti hiçe sayıp lika ve visali daimî zannederek ‌لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ‌ diye aşkın sekriyle ve o şevk-i beka ve lika ve visalin muktezasıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hali vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için o vahdetü’l-vücud meselesini melce ittihaz etmişler.

Demek birinci sebebin menşei, aklın eli gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakaik-i imaniyeye yetişmediğinden ve ihata edemediğinden ve aklın iman noktasında tamamıyla inkişaf etmediğinden ve ikinci sebebin menşei, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafından ve hârikulâde inbisatından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

Amma sarahat-i Kur’aniyeyle, veraset-i nübüvvetin evliya-i azîmesi ve ehl-i sahv olan asfiyanın gördükleri mertebe-i uzma-yı tevhid ise hem çok yüksektir hem rububiyet ve hallakıyet-i İlahiyenin mertebe-i uzmasını hem bütün esma-i İlahiyenin hakiki olduklarını ifade ediyor. Ve esasatını muhafaza edip ve ahkâm-ı rububiyetin muvazenesini bozmuyor.

Çünkü derler ki: Cenab-ı Hak ehadiyet-i zatiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey bütün şuunatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihata ve teşhis edilmiş ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve icad edilmiştir. Bütün kâinatı bir tek mevcud gibi icad ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi koca baharı o suhuletle halk eder. Bir şey, bir şeye mani olmaz. Teveccühünde tecezzi yok, aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yok. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıf’ının İkinci Maksad’ında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.

لَا مُشَاحَةَ فِى التَّمْثٖيلِ kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından gayet kusurlu bir temsil söyleyeceğim tâ iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın.

Mesela, hârika ve emsalsiz gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla tezyin edilmiş o kanadının her bir tüyünde gayet dâhiyane sanatlar dercedilmiş olan bir tavus kuşu farz ediyoruz.

Şimdi seyirci iki adam var, akıl ve kalp kanatlarıyla bu kuşun yüksek meziyetlerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar. Birisi bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde her bir tüyündeki kudret nakışlarına bakar, gayet aşk ve şevk ile sever, dakik tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki her gün o sevimli nakışlar, tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar kayboluyor, zeval buluyor.

O adam kendine teselli vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikiye ile rububiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zatıyla hallakıyet-i külliyeye mâlik bir nakkaşın bir nakş-ı sanatıdır demek lâzım gelirken; o itikad yerine, bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki onun sâni’i onun içindedir veya o, o olmuş hem o ruh vücuduyla müttehid ve vücudu ise suret-i zahiriyle mümtezic olduğundan o ruhun kemali ve o vücudun yüksekliği bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhar eder, hakiki ihtiyarıyla bir icad değil belki bir cilvedir, bir tezahürdür.

Diğer adam der ki: Bu mizanlı ve nizamlı gayet sanatkârane nakışlar, kat’î bir surette bir irade ve ihtiyar ve kasd ve meşiet iktiza eder. İradesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezahür olamaz. Evet, tavusun mahiyeti güzel ve yüksektir. Fakat onun mahiyeti fâil olamaz, belki münfaildir. Fâili ile hiçbir cihetle ittihat edemez. Ruhu güzel ve âlîdir fakat mûcid ve mutasarrıf değil belki ancak mazhar ve medardır. Çünkü her bir tüyünde bilbedahe nihayetsiz bir hikmetle bir sanat ve nihayetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise iradesiz, ihtiyarsız olamaz.

Bu kemal-i kudret içinde kemal-i hikmeti ve kemal-i hikmet içinde kemal-i rububiyeti ve merhameti gösteren sanatlar, cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip içinde olamaz, onunla ittihat edemez. Belki yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucu ile teması var; öyle ise o kâinat denilen misalî tavusun hârikulâde ziynetleri, tavus Hâlık’ının yaldızlı bir mektubudur.

İşte şimdi tavusa bak, o mektubu oku. Kâtibe “Mâşâallah, Tebârekellah, Sübhanallah” de. Mektubu kâtip zanneden veya kâtibi mektup içinde tahayyül eden veya mektubu hayal tevehhüm eden, elbette aklını aşk perdesinde saklamış, hakikatin hakiki suretini görmemiş.

Vahdetü’l-vücud meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim sebep, aşk-ı dünyadır. Mecazî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikiye inkılab ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılab eder. Nasıl ki insandan şahsî bir mahbubu, muhabbet-i mecazî ile seven sonra zeval ve fenasını kalbine yerleştirmeyen bir âşık, mahbubuna aşk-ı hakiki ile bir beka kazandırmak için Mabud ve Mahbub-u Hakiki’nin bir âyine-i cemalidir diye kendini teselli eder, bir hakikate yapışır.

Öyle de koca dünyayı ve kâinatı heyet-i mecmuasıyla mahbub ittihaz eden, sonra o muhabbet-i acibe, daimî zeval ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikiye inkılab ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zeval ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine iltica eder.

Eğer gayet yüksek ve kuvvetli iman sahibi ise Muhyiddin-i Arabî’nin emsali gibi zatlara zevkli, nurani, makbul bir mertebe olur. Yoksa vartalara düşmek, maddiyata girmek, esbabda boğulmak ihtimali var. Vahdetü’ş-şuhud ise o zararsızdır. Ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.

اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَ ارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

Kardeşiniz Said Nursî

(Barla L.)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

Tavus kuşu yumurtaları

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]