Risale:Bakara 13: Münafıkların İmanda İkiyüzlülüğü (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Bakara 11-12: Münafıkların Fesad Çıkarmasıİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 14-15: Münafıkların Müminlerle Alay Etmesi: Sonraki Risale

وَاِذَا قيٖلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَلُوٓا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَاءُ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَموُنَ[değiştir]

Ey birader bilmiş ol ki: Bu ayette gösterilen ma'na cihetiyle nazm ve diziliş nev'i, evvelki ayette ifade edilmiş nazm ve diziliş veçhi ile olan irtibatı ise, her iki ayetin irşad ve nasîhata dair olan yönleridir. Yani: Burada bu ayette emr-i bilma'ruf ve tahliyye تَحْلِيَّه ve terğip vecihlerini, evvelki ayetteki nehy-i anil-münkere ve tahliyye تَخْلِيَّه ve terhibe atfeylemiş olmasıdır.

Hem her iki ayette, münafıkların tarifleri yapılmış olan iki ayrı vasıfları da cinayetten olduğu cihetle; mü'minlere karşı yaptıkları küçültme ve tahkiri tezammun eden tesfihlerini (yani münafıkların, mü'minleri sefih kimseler olarak görüp öyle ta'rif etmelerini) mü'minlere

atfeylemeleriyle ile, onların ğurûrlarını da ifsadlarına bağlaması cihetidir. Nasıl ki de o ifsadlarını fesadlarına rabteyleyerek, bu her ikisinin de nifakın zakkûm ağacının birer dalı olduğunu göstermiştir.

Amma bu ayetin cümleleri arasındaki nazm ve diziliş vechi ise şöyledir[değiştir]

Vakta ki Kur'anın tebliği ile onlara:

وَاِذَا قيٖلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ

denildi.. Ve cümlenin vaziyet ve heyetleriyle nasihatın kifayet edecek ölçüde işaret edildi ki bu nasihatın özü de; mükemmel insanlar olan cümhûr-u mü'minîne ittiba etmekten ibaret olan halis bir iman getirmelerini telkindir. Ta ki, kalblerindeki vicdanları bu emri daima onlara ihtar eylesin. İşte Kur'an-ı Hakîm böylece nasihat ve irşadın vasfını beyan ettikten sonra,

قَلُوٓا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَاءُ

(Yani: Bizde mi sefih ve hakir kimselerin inandıkları gibi iman edeceğiz?..) diye münafıkların hal ve vasıflarını hikaye etmesiyle; temerrüd ve gururlarına.. Ve ayrıca kendileri güya hak üzerinde olduklarını da'va ettiklerine de işaret etmiştir. Nasıl ki, batılı benimseyip meslek edinen bütün mübtiller, batılını hak görür ve cehlini ilim bilirler. Evet, nifak ile kalbleri tefessüh edip bozulduğu yanında, fesad ile de ğurura sapma ve ifsad etme meyli neşet eder, doğar. Aynı zamanda tefessüd ve bozulmanın hükmüyle de inatlaşırlar. Hem ifsadın hükmüylede, birbirini dalalete ve idlala girmeye çağırırlar.. Ve ğururun hükmüyle de; istiğna ve kanaatı iktiza eden Diyanetin şiddetini ve imanın kemalini sefihlik, sefillik ve fukaralık olarak görürler. Amma sonra da, nifakın hükmü ile, şu sözlerinde dahi münafıklık yaparlar. Evet, sözlerinin zahiri bu gelen ma'nayı ifade eder ki: "Bizler nasıl şu sefihler gibi olalım, mecnun muyuz ki?.. Bizler istediğiniz kadar ahyarız, hayırlı ve şerefli insanlarız!"

Amma sözlerinin batını ise, şunları söylüyor: "Bizler, nasıl olur da, çoğu fakirlerden müteşekkil mü'minler gibi olabiliriz. Bizim nazarımızda şu iman etmiş kimseler, kavm ve milletlerin bir takım birikinti ve sefillerinden bir araya gelmiş bazı sefihlerdir." İşte şartiyye olan şu ayet cümlesinin iki gurup cüz'leri arasındaki inceliklere sair noktaları tatbik etme işi sana kalmış olsun!

Sonra ayet,

اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ

kavliyle ağızlarına attığı taşı onlara lokma yapmıştır. (Yani münafıklar, mü'minleri sefihler ve sergerdeler tarzında ta'rif etmelerine karşılık, Kur'an-ı Hakîm mü'minleri müdafaaya geçerek: "Âgah olunuz ki; asıl sefih ve zelil olanlar o münafıklardır." diyerek cevaplamıştır.

Evet, bu derece temerrüd ve inad gösteren ve kendi câhilliklerine cahil kalmış olan kimselerin hakkı ise, şu yapılan vasıflarla halk arasında ilan edilmeleridir.. Ve sefihlik, ancak kendilerine münhasır ve hâs bir sıfat bulunduğunu.. Ve hem onların başkasını sefihlik ile tavsif etmelerinin tam aksine, sefihliğin kendilerinde sabit ve değişmeyen hakikatlerden olduğu teşhir edilmeleridir. Bunun yanında, onların mü'minleri sefihlikle ta'rif etmeleri ise, kendi nefislerinin sefahatinden geldiğinin vasfiyle ilan edilmeleridir.

Sonra, ayet وَلٰكِنْ لَايَعْلَموُنَ diyerek; münafıklar kendi cahilliklerini idrak edemedikleri için, onların bu câhilliği bir cehl-i mürekkeb olduğuna işaret eder. Öyle ise, onlara nasihat faidesizdir. İşbu vaziyette, onlardan safh ile yüz çevirilmesi, yani onların damarlarına dokunarak değil, kendi hallerinde bırakıp dönmek gerekmektedir. Çünkü, nasihatın kadrini ancak kendi cehaletini bilen ve anlayanlar bilebilirler.

Amma ayetin cümle cümle hey'âtındaki nazm vechine gelince[değiştir]

1- وَاِذَا قيٖلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ cümlesindeki اِذَا lafzı cezmiyyeti ile, yani kat'îliği ifade eden vaziyetiyle; Emr-i bil Ma'ruf ile irşadın lüzumuna remzeder.. Ve قيٖلَ deki bina-yı mef'ûl siğasıyla da -üst tarafta geçtiği üzere- kifayet edecek kadar olan nasihatın vâcipliğine îma eder.

2- اَخْلِصُوا فٖي اِيمَانِكُمْ yerine اٰمِنُوا lafzını kullanması, (yani münafıklara hitaben: "İmanınızda ihlaslı olun!" bedeline, "iman ediniz"i kullanması) işaret eder ki; ihlassız bir iman, iman değildir, ki yani: Riyasız, katıksız ve halis olmayan bir iman iman olmaz demektir.

كَمَٓا اٰمَنَ lafzı ise, üsve-i hasene denilen güzel ve hayırlı hal ve ahlak üzere olan insanların açmış oldukları iyi yola giriniz ve güzel misale uyunuz, tâ ki onun minvali üzerinde ihlasa eresiniz, diye telvih etmektedir.

4- النَّاسُ lafzında da iki nükte vardır. Bu iki nüktenin her ikisi de vicdanı, daimî şekilde ma'rufu emreden bir âmir kılmağa sebeptir.

Şöyle ki: كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَاءُ Yani: Münafıkların "İman edipte şu sefih ve sergerdeler gibi mi olalım?" sözlerine karşılık, ayetin اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ cümlesi der ki: "Sizler de insanların iman ettiği gibi iman ediniz!" in mefhum manası olan: "Siz de insanların cumhuruna, topluluğuna tabi' olunuz. Zira cumhura muhalefet hatadır. Kalbin şe'ni, kârı bu hatayı irtikap etmemektir" manası tereşşüh etmektedir.

Keza, النَّاسُ lafzı, şunu da telvih eder ki; cumhur-u mü'minin ise, hakikî insanlardır. Mefhum-u muhalifle olsa, güya der ki: Mü'minlerin dışında kalanlar insan değil, sadece sûreten insana benzerler. Bu mana ise, ya mü'minlerin kemalatta terakkî etmeleriyle ve insanlık hakikatı, mü'minlerin üstüne has ve münhasır kalmış olması sebebiyledir.. Veyahutta ötekilerin insanlık mertebesinden alçalmış olması hasebiyledir.

Amma

قَلُوٓا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَاءُ

cümlesinin meali olan: "Bizler, bunlardan gelen nasihatı kabul etmiyoruz; nasıl bizler şu zeliller güruhu gibi olacağız? Çünki bunlar bizim nazarımızda sefih ve hakir kimselerdir. Bizler ise, ehl-i câh ve makam ve şeref sahibi cemaatleriz. Elbette bunlara kıyas edilemeyiz." Demek ki قَلُوٓا lafzında: Nefsin kusur ve hatiattan tebriesine ve mesleklerinin tervicine çalıştıklarına ve böylece onlara yapılan samimi nasihattan istiğna gösterdiklerine.. ve gurur ve da'vaya sapmış olduklarına remzeylemektedir.

Amma istifham-ı inkârî ile söylenen اَنُؤْمِنُ lafzında ise, münafıkların cehl-i mürekkeb içindeki temerrüdlerinin şiddetine işarettir. Güya ki onlar istifham suretiyle derler: "Ey nasihatçı! Vicdanına müracaat eyle; acaba bizi reddedebilecek bir insafın olur mu?!.

Sonra, قَلُوٓا nun müteallıkında (alakalılığında) "üç vecih" bulunmaktadır. Bu vecihler birbirine mürettebdir. Yani sıra ve tertib ile birbirine bağlıdırlar. Yani ki; ilk önce, قَلُوٓا ile kendi nefislerine dediler. Sonra, ebna-yı cinsi olan insanlara, (Yani, akraba, taallukat, aşiret ve kabilelerine) dediler. Sonra da mürşidlerine dediler. Bu hal ise, bir nasihatçinin nasihata muhtaç kimselere nasihat ettiğinde; bütün nasihat edilenlerin kârıdır ki; nasihatı dinledikten sonra, ilk önce kendi nefsiyle müşavere etsin.. Sonra ebna-yı cinsi olan sair insanlarla etsin.. Ve sonra da, muhakemelerinin neticesini alır, gelir sana müracaat eder.

İşte buna göre, münafıklara herhangi bir öğüt, bir söz söylendiğinde; ilk olarak bozuk olan kalplerine ve mütefessih olan vicdanlarına müracaat ederler. Kalb ve vicdanları ise, bozuk olduğundan, o nasihatlı söze karşı red ve inkâr işaretini vererek; قَلُوٓا ile zamirlerindekine, yani kalblerinin içindekine iki tercüman olarak: "Biz şu sefihlerin iman ettikleri gibi mi iman edeceğiz?" diye ağızlarından dışarı fırlar.

Sonra, ifsad nazarıyla, hemfikirleri olan ihvanlarına, arkadaşlarına müracaat ettiler.. onlar da inkâr ile redd işaretini verince; bu defa kendi aralarında söyleştikleri söz ve muhaverelerine yapışıp kalırlar.. Ve daha sonra da, safsatalı i'tizar tarikiyle nasihatciye dönerek müşağaba içinde, yani: Kalben inkâr, zahirde beyan-ı özr edasıyla dediler ki: "Şu iman etmiş kimselerle aramızda bir fark vardır, biz onlarla mukayese edilemeyiz. Zira mü'minler fukara sınıfından oldukları için, dini ve diyaneti kabule mecbur ve muztarr kalmış kimseler olduklarından, onların diyanetteki şiddetli takvaları ve zühd ve tasavvufları bir iztırar neticesidir. Amma bizler; izzet, şeref ve rütbe sahibi kimseleriz. Böylece, gurûrun hükmüyle nasihatciyi (sözde) insafına havale ederler. Hile ve hüd' a hükmü ile de, iki lisanlı bir söz konuşurlar. Yani: "Ey bizi doğru yola irşad etmeye çalışan mürşid! Bizi sefihler güruhu olarak zannetme! Hem bizler nazarınızda sefihler gibi görünemeyiz. Belki bizler seçkin ve halis mü'minlerin yaptıklarını yapıyoruz" derler. Halbuki bunların batınlarındaki muradları ise şöyle: "Bizler, şu fukara olan mü'minler gibi olamayız. Çünkü onların bizim nazarımızda bir değerleri yoktur." Demek ki şu قَلُوٓا onların fesadlarına, ifsadlarına, gururlarına ve münafıklıklarına hafî bir remiz vardır.

Amma كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَاءُ cümlesindeki mana, (münafıklar tarafından söylenip geldiğine binaen, şöyle değerlendirilebilir.) Yani: "Siz ey mü'minler! Kâmil insanlar diye zannettiğiniz kimseler; bizim nazarımızda çokluklarıyla beraber, zelil ve fakirler olup, din ve diyanete mecburen girmiş kimselerdir. Bunların her birisi de, kavm ve milletlerinin sefihleridir."

İşte, onların bu (batıl) da'valarındaki kıyasta, kıyas-ı maal-fârıkla bir fark[1] vardır. O da şuna işaret eder ki; İslâmiyet biçarelerin sığınağı, fakirlerin melcei, kuvvetin değil hakkın hamîsi, hakikatın muhafızı, gurûr'un mani'i ve tekebbürün kami'idir, kahredicisidir ki, kemal'in büyüklüğün ve şerefin ölçüsü de yalnız budur ve böyledir.

Hem o kıyastaki farkta, nifakın sebebi, ekseriyetle gurur ve tekebbür olduğuna bir işaret vermektedir.

Nasıl ki

وَمَا نَرٰيكَ اتَّبَعَكَ اِلَّا الَّذٖينَ هُمْ اَرَاذِلُنَا بَادِى الرَّاْيِ

[2] ayeti bu hakikatı tefsir etmektedir.

Hem yine o farklı kıyasta, şöyle gizli bir işarette vardır ki; İslâmiyet hiçbir zaman ehl-i dünyanın elinde ve ehl-i câh ve makam sahipleri yedinde tahakküm ve tegallübün vesilesi olmamış ve olmayacakdır da. Belki İslâmiyet, sair dinlere muhalif olarak, (Yani sair dinlerin bir kısım mensuplarının, o dini kendi enaniyet ve sultalarına alet etmeleri hilafına) ehl-i fakr ve zaruretin ellerinde daima hakkı ihkak vasıtası olmuştur. Evet, tarih bu hakikata alenen şehadet etmektedir.

Amma اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ cümlesine gelince, bil ki: Kur'an-ı Hakîmin nifaka karşı gösterdiği şiddetler ve onun hakkında yaptığı teşni'leri fazlaca ileri sürmesindeki sebep; İslâm aleminin ekser bela ve musibetlerinin kaynağı nifağın nevilerinden gelmesindendir. Hem sonra tenbih ve îkazda kullanılan اَلَٓا lafzı, münafıkların sefihliklerini herkesin başı üstünde tutup teşhir etmek ve umumun fikrini onların sefahetleri üstünde şahit tutmak içindir. Hem اَلَٓا nın bu makama göre asıl manası, "bilmiyor musunuz ki onlar süfehadır. Yani ki; bunu böyle biliniz" dir.

Sonra, burada اِنَّهُمْ deki اِنَّ mezkûr hakikatın ayinesi ve ona götüren vesilesidir. Adete şu اِنَّ lisan-ı remziyle der ki: "Hakikata müracaat ediniz, ta onların zahirî safsatalarının asılsızlığını bilesiniz.

Sonra, هُمْ lafzı da hasrı ifade eder ki; münafıkların kendi nefislerini temize çıkararak tebrie etmelerini red ve كَمَٓا اٰمَنَا لسُّفَهَٓاءُ ile işaret ettikleri, mü'min insanlara sefihlik isnad etmelerini def' etmek içindir. Yani, ayet der ki: "Asıl sefih ve ahmak odur ki; hevesat ve fanî keyfini ve onun lezzetlerini terk ile, bir bakî hayatı satın almak yerine; gurur, garaz ve fanî lezzet ve hasis menfaat yolunda ahireti terk edip bırakandır.." Ve sonra السُّفَهَٓاءُ deki lam-ı tarif olan elif ve lam ise, hükmü ta'rif etmek içindir. Yani: Onların sefih kimseler olduğu ma'lumdur diye.. fakat aynı zamanda o "elif ve lam" kemal içindir, ki şayet sefaheti ta'rif etmek için "kemal" tabirini kullanmak caiz olursa; "münafıklarda olan sefihlik kemaliyle bulunmaktadır" demek için olur.

Amma وَلٰكِنْ لاٰيَعْلَمُونَ cümlesinde ise, "üç işaret" bulunmaktadır:

Birisi: Hakkı batıldan ayırmak; ve mü'minlerin mesleğini münafıkların mesleğinden tefrik etmek için - onların ifsad ve fitnelerinin hilafına olarak- elbetteki bir fikir ve ilme ihtiyaç vardır. Amma, münafıkların fitne ve fesad üzerine kurulu olan mesleklerinin şenaati ise, zahir ve âşikâre olup, az bir şuuru olan dahi onu hissedebilir demektedir. Bunu içindir ki bunu, önceki ayetin sonu olan وَلٰكِنْ لَايَشْعُرُونَ cümlesine zeyl kılmıştır.

İkincisi: Bilmiş ol ki; لَايَعْلَموُنَ ve emsali olan ayetlerin fasılalarında (duraklarında) Kur'an-ı Hakîm لاٰ يَعْقِلوُنَ ve لاٰ يَتَفَكَّرُونَ ve لاٰ يَتَذَكَّرُونَ ve saireleri çokça zikretmiştir. Bu ise, işaret etmektedir ki: İslâmiyet, akıl ve hikmet ve ilim üzerine müessestir. Taklid ve taassub üstüne kurulu olan sair dinler gibi değildir. O halde, her akl-ı selim sahibinin İslâmiyeti kabul etmesi gerektir ve öylesi selim bir aklın şanı ve kârı da budur.. Ve bu işarette başka bir yerde zikrettiğim - mühim bir müjde ve büyük bir beşaret[3] bulunmaktadır.

Üçüncüsü: Münafıklardan yüz çevirmeye ve onları nazar-ı ehemmiyete almamaya işarettir. Yani: Onlara nasihatın artık bir faidesi yoktur. Zira onlar kendi câhilliklerini, bilmezliklerini tanımıyorlar ki, izalesi için çare arasınlar.

Önceki Risale: Bakara 11-12: Münafıkların Fesad Çıkarmasıİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 14-15: Münafıkların Müminlerle Alay Etmesi: Sonraki Risale

  1. Bu kıyastaki fark şöyle olabilir: Münafıklar kendilerini zengin ve rütbe sahibi havas zannedip; karşılarındaki mü'minleri ise fakir, zelil ve perişan addetmeleridir. Halbuki kaziyye ise, hakikat olarak tam bunun aksidir ki, metinde izahı yapılmıştır. Mütercim
  2. Hûd Sûresi, ayet: 27 Meali: Bizler seni kendimiz gibi bir beşer, sana tabi' olmuş olanları da perişan, biçare, fakir ve rey'den yoksun kimseler olarak görüyoruz." Mütercim
  3. Herhalde bu müjde "İşarat-ül İ'cazdan evvel te'lif edilmiş olan "Muhakemat" ve "Hutbe-i Şamiye"deki beşaretlerdir. Mütercim