Muhabbet

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Muhabbet veya Mahabbet insanı Allah'a, bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu, sevgi demektir. Zıddı buğz, adavet, nefret veya husumet (düşmanlık) etmektir. Başka bir zıddı da havf etmektir (korkmak). Aşk ise şiddetli muhabbettir. Meveddet de genelde bu anlamda, belki biraz daha şiddetli hali anlamında kullanılır. Bazı âlimlere göre muhabbet “eğilim, meyil” mânasında iradenin eş anlamlısı olup “kişinin iyi olduğunu bildiği veya zannettiği şeyi istemesi” anlamına gelir. Bununla birlikte muhabbetin iradeden daha güçlü bir istek mânası içerdiği belirtilmektedir.[1] Muhabbetullah ise ihlaslı Allah sevgisidir, Allah Teâlâ’nın kemâl ve cemâlini idrak ve takdir oranında kalpte oluşan ilâhî bir nurdur.[2] Mahbubiyet, kulun Allah tarafından sevilmesi, Allah'ın mahbûbu olması durumudur ki en yüksek mertebesine Peygamberimiz (sav) ulaşmıştır ve Habibullah unvanını kazanmıştır.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Birinci Meyve

Ey nefis-perest nefsim, ey dünya-perest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için kâinatı istila edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.

...

İkinci Meyve

Ey nefis! Ubudiyet, mukaddime-i mükâfat-ı lâhika değil belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.

Çünkü ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelal, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat’umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur.

Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.

Sonra manevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.

Sonra nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tagaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyet’i ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.

Sonra imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ı mütenahî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.

Yani, cismaniyetin itibarıyla küçük, zayıf, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüzsün. Onun ihsanıyla cüz’î bir cüzden, küllî bir küll-ü nurani hükmüne geçtin. Zira hayatı sana vermekle, cüz’iyetten bir nevi külliyete ve insaniyeti vermekle hakiki külliyete ve İslâmiyet’i vermekle ulvi ve nurani bir külliyete ve marifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış.

(24. Söz)


Mühim Bir Sual

Diyorsunuz ki: “Muhabbet, ihtiyarî değil. Hem ihtiyac-ı fıtrîye binaen leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlatlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbaplarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri, Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfât ve esmasına verebilirim? Bu ne demektir?”

Elcevap: Dört nükteyi dinle.

Birinci Nükte

Muhabbet, çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba dönebilir. Mesela, bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu göstermekle muhabbetin yüzü, mecazî mahbubdan hakiki mahbuba çevrilebilir.

İkinci Nükte

Ta’dad ettiğin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki onları Cenab-ı Hakk’ın hesabına ve onun muhabbeti namına sev, deriz.

Mesela, leziz taamları, güzel meyveleri; Cenab-ı Hakk’ın ihsanı ve o Rahman-ı Rahîm’in in’amı cihetinde sevmek, Rahman ve Mün’im isimlerini sevmektir hem manevî bir şükürdür. Şu muhabbet, yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahman namına olduğunu gösteren; meşru dairesinde kanaatkârane kazanmak ve mütefekkirane, müteşekkirane yemektir.

Hem peder ve valideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat lillah için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ âyeti beş mertebe hürmet ve şefkate evladı davet etmesi, Kur’an’ın nazarında valideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi pedere karşı hak dava edemez. Demek, valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıpta ve hasedden gelir, pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir, veledin hakkı yoktur ki pederine karşı hak dava etsin. Pederini haksız görse de ona isyan edemez. Demek, pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.

Ve evlatlarını; o Zat-ı Rahîm-i Kerîm’in hediyeleri olduğu için kemal-i şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakk’a aittir. Ve o muhabbet ise Cenab-ı Hakk’ın hesabına olduğunu gösteren alâmet ise vefatlarında sabır ile şükürdür, meyusane feryat etmemektir. “Hâlık’ımın benim nezaretime verdiği sevimli bir mahluku idi, bir memlûkü idi, şimdi hikmeti iktiza etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zahirî hissem varsa hakiki bin hisse onun Hâlık’ına aittir. اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ” deyip teslim olmaktır.

Hem dost ve ahbap ise eğer onlar iman ve amel-i salih sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın dostları iseler اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ sırrınca o muhabbet dahi Hakk’a aittir.

Hem refika-i hayatını; rahmet-i İlahiyenin munis, latîf bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü suretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemali ise ulvi, ciddi, samimi, nurani şefkatidir. Şu cemal-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaîfe, latîfe mahlukun hukuk-u hürmeti, o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa hüsn-ü suretin zevaliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda bîçare hakkını kaybeder.

Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenab-ı Hakk’ın makbul ibadı olmak cihetiyle, Cenab-ı Hakk’ın namına ve hesabınadır ve o nokta-i nazardan ona aittir.

Hem hayatı; Cenab-ı Hakk’ın insana ve sana verdiği en kıymettar ve hayat-ı bâkiyeyi kazandıracak bir sermaye ve bir define ve bâki kemalâtın cihazatını câmi’ bir hazine cihetiyle onu sevmek, muhafaza etmek, Cenab-ı Hakk’ın hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Mabud’a aittir.

Hem gençliğin letafetini, güzelliğini; Cenab-ı Hakk’ın latîf, şirin, güzel bir nimeti nokta-i nazarından istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istimal etmek, şâkirane bir nevi muhabbet-i meşruadır.

Hem baharı; Cenab-ı Hakk’ın nurani esmalarının en latîf, güzel nakışlarının sahifesi ve Sâni’-i Hakîm’in antika sanatının en müzeyyen ve şaşaalı bir meşher-i sanatı olduğu cihetiyle mütefekkirane sevmek Cenab-ı Hakk’ın esmasını sevmektir.

Hem dünyayı; âhiretin mezraası ve esma-i İlahiyenin âyinesi ve Cenab-ı Hakk’ın mektubatı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek –nefs-i emmare karışmamak şartıyla– Cenab-ı Hakk’a ait olur.

Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev. Mana-yı ismiyle sevme. “Ne kadar güzel yapılmış.” de. “Ne kadar güzeldir.” deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü bâtın-ı kalp, âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur. اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ de.

İşte bütün ta’dad ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa hem elemsiz bir lezzet verir hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i İlahiyeyi ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.

Mesela, nasıl ki bir padişah-ı âlî, (Hâşiye[3]) sana bir elmayı ihsan etse o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:

Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazen olur ki padişah o nefis-perverane olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz’îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.

İkinci muhabbet ise elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatat-ı şahanedir. Güya o elma, iltifat-ı şahanenin numunesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılafı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.

Aynen onun gibi bütün nimetlere ve meyvelere, zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilane telezzüz etse o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk’ın iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemal-i iştiha ile lezzet alsa hem manevî bir şükür hem elemsiz bir lezzettir.

Üçüncü Nükte

Cenab-ı Hakk’ın esmasına karşı olan muhabbetin tabakatı var: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi; bazen âsâra muhabbet suretiyle esmayı sever. Bazen esmayı, kemalât-ı İlahiyenin unvanları olduğu cihetle sever. Bazen insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmaya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever.

Mesela, sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlukata karşı, âcizane istimdad ihtiyacını hissettiğin halde; biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse o zatın in’am edici unvanı ve kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zatı, o unvan ile seversin. Öyle de yalnız Cenab-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm isimlerini düşün ki sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü’min âbâ ve ecdadını ve akraba ve ahbabını dünyada nimetlerin envaıyla ve cennette enva-ı lezaiz ile ve saadet-i ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mesud ettiği cihette o Rahman ismi ve Rahîm unvanı, ne kadar sevilmeye lâyıktırlar ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى رَحْمَانِيَّتِهٖ وَ عَلٰى رَحٖيمِيَّتِهٖ yerindedir anlarsın.

Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun senin bir nevi hanen ve içindeki mevcudat, senin o hanenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlukatı kemal-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zatın Hakîm ismine ve Mürebbi unvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın.

Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir zatın Vâris, Bâis isimlerine, Bâki, Kerîm, Muhyî ve Muhsin unvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın.

İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan binler enva-ı hâcat ile bin bir esma-i İlahiyeye, her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi –çünkü o esma Zat-ı Zülcelal’in unvanları ve cilveleri olduğundan– muhabbet-i zatiyeye döner.

Şimdi yalnız numune olarak bin bir esmadan yalnız Adl ve Hakem ve Hak ve Rahîm isimlerinin bin bir mertebelerinden bir mertebeyi beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Hikmet ve adl içindeki Rahmanu’r-Rahîm ve Hak ismini a’zamî bir dairede görmek istersen şu temsile bak: Nasıl ki bir orduda dört yüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki her bir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimal edeceği silahları ayrı ve mizacına deva olacak ilaçları ayrı oldukları halde; bütün o dört yüz taife, ayrı ayrı takım, bölük tefrik edilmeyerek belki birbirine karışık olduğu halde onları kemal-i şefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarından ve mu’cizane ilim ve ihatasından ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz bir tek padişah onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilaç ve silahlarını muînsiz olarak bizzat kendisi verse o zat acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü bir taburda on milletten efrad bulunsa onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül olduğundan bilmecburiye, ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.

İşte öyle de Cenab-ı Hakk’ın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve Rahmanu’r-Rahîm’in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, her birinin libası ayrı, erzakı ayrı, silahı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hâcatlarını tedarik edecek iktidarları ve o metalibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile Hak ve Rahman, Rezzak ve Rahîm, Kerîm unvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.

İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kādir-i külli şey’den başka, bu sanata, bu tedbire, bu rububiyete, bu tedvire hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale edebilir?

(32. Söz)


Her şeyde bir ihlas var. Hattâ muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder. İşte bir zat bu ihlaslı muhabbeti böyle tabir etmiş:

وَ مَا اَنَا بِالْبَاغٖى عَلَى الْحُبِّ رِشْوَةً ضَعٖيفٌ هَوًى يُبْغٰى عَلَيْهِ ثَوَابٌ

Yani “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır.”

Hattâ hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde dercedilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam manasıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler o sırr-ı şefkat ile evlatlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için –Hüsrev’in müşahedesiyle– kafasını ite kaptırır.

(17. Lema)

Muhabbetullah (Allah Sevgisi)[değiştir]

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

âyet-i azîmesi, ittiba-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’î bir surette ilan ediyor. Evet, şu âyet-i kerîme, kıyasat-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnaî kısmının en kuvvetli ve kat’î bir kıyasıdır. Şöyle ki:

Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnaî misali olarak deniliyor: “Eğer güneş çıksa gündüz olacak.” Müsbet netice için denilir: “Güneş çıktı, öyle ise netice veriyor ki şimdi gündüzdür.” Menfî netice için deniliyor: “Gündüz yok, öyle ise netice veriyor ki güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu müsbet ve menfî iki netice kat’îdirler.

Aynen böyle de şu âyet-i kerîme der ki: “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse netice veriyor ki: Allah’a muhabbetiniz yoktur.” Muhabbetullah varsa netice verir ki Habibullah’ın sünnet-i seniyesine ittibaı intac eder.

Evet, Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şüphe Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.

Evet, bu kâinatı bu derece in’amat ile dolduran Zat-ı Kerîm-i Zülcemal, zîşuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir.

Hem bu kâinatı bu kadar mu’cizat-ı sanatla tezyin eden o Zat-ı Hakîm-i Zülcelal, elbette bilbedahe zîşuurlar içinde en mümtaz birisini kendine muhatap ve tercüman ve ibadına mübelliğ ve imam yapacaktır.

Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalâtına mazhar eden o Zat-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve sanatının en câmi’ ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zata, her halde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine numune-i imtisal edip herkesi onun ittibaına sevk edecek, tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.

Elhasıl: Muhabbetullah, sünnet-i seniyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki sünnet-i seniyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki sünnet-i seniyeyi takdir etmeyip bid’alara giriyor.

(11. Lema)


Kat’iyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya bi’l-kuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihayetsiz şakavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptela olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa mâlikini bulmazsa ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa mâlikini tanısa o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.

(20. Mektup)


قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

âyetinde i’cazlı bir îcaz vardır. Çünkü çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki şu âyet diyor ki “Allah’a (Celle Celalühü) imanınız varsa elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah’ın sevdiği zata benzemelisiniz. Ona benzemek ise ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz tâ ki Allah da sizi sevsin.”

İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki insan için en mühim âlî maksat, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki o matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve sünnet-i seniyesine iktidadır. Bu makamda üç nokta ispat edilse, mezkûr hakikat tamamıyla tezahür eder.

Birinci Nokta: Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlık’ına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder. Aşkın en münteha derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.

Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve kemale karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet vardır. Ve madem bu kâinatın Hâlık’ı, kâinatta tezahür eden âsârıyla, bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemal-i mukaddesi; bu mevcudatta tezahür eden nukuş-u sanatıyla bizzarure sübutu tahakkuk eden hadsiz kemal-i kudsîsi ve bütün zîhayatlarda tezahür eden hadsiz enva-ı ihsan ve in’amatıyla bi’l-yakîn ve belki bilmüşahede vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır. Elbette zîşuurların en câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor.

Evet her bir insan, o Hâlık-ı Zülcelal’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstahaktır. Hattâ insan-ı mü’minde hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedit alâkaları, o istidad-ı muhabbet-i İlahiyenin tereşşuhatıdır. Hattâ insanın mütenevvi hissiyat-ı şedidesi, o istidad-ı muhabbetin istihaleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır.

Malûmdur ki insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini beladan kurtaranı sevdiği gibi sevdiklerini de kurtaranı öyle sever.

İşte bu halet-i ruhiyeye binaen insan, eğer her insana ait enva-ı ihsanat-ı İlahiyeden yalnız bunu düşünse ki benim Hâlık’ım, beni zulümat-ı ebediye olan ademden kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi; ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp bâki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı bir âlemi bana ihsan ve o âlemin umum enva-ı lezaiz ve mehasininden istifade edecek ve cevelan edip tenezzüh edecek zahirî ve bâtınî hâsseleri, duyguları bana in’am ettiği gibi çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib ve ahbap ve ebna-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mesud ve mütelezziz oluyorum.

Madem اَلْاِنْسَانُ عَبٖيدُ الْاِحْسَانِ sırrıyla, herkeste ihsana karşı perestiş var. Elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı, kâinat kadar bir kalbim olsa o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o muhabbeti etmezsem de bi’l-istidat, bi’l-iman, bi’n-niyye, bi’l-kabul, bi’t-takdir, bi’l-iştiyak, bi’l-iltizam, bi’l-irade suretinde ediyorum, diyecek ve hâkeza… Cemal ve kemale karşı insanın göstereceği muhabbet ise icmalen işaret ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin. Kâfir ise küfür cihetiyle hadsiz bir adâvet eder. Hattâ kâinata ve mevcudata karşı zalimane ve tahkirkârane bir adâvet taşıyor.

İkinci Nokta: Muhabbetullah, ittiba-ı sünnet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmı istilzam eder. Çünkü Allah’ı sevmek, onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise en mükemmel bir surette Zat-ı Muhammediye’de (asm) tezahür ediyor. Zat-ı Ahmediye’ye (asm) harekât ve ef’alde benzemek, iki cihetledir:

Birisi: Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünkü bu işte en mükemmel imam, Zat-ı Muhammediye’dir (asm).

İkincisi: Madem Zat-ı Ahmediye (asm), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek kabil ise fıtraten benzemek ister. İşte Habibullah’ı sevenlerin, sünnet-i seniyesine ittiba ile ona benzemeye çalışmaları, kat’iyen iktiza eder.

Üçüncü Nokta: Cenab-ı Hakk’ın hadsiz merhameti olduğu gibi hadsiz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki masnuatın mehasini ile ve süslendirmesiyle kendini hadsiz bir surette sevdirdiği gibi masnuatını, hususan sevdirmesine sevmek ile mukabele eden zîşuur mahlukatı sever. Cennetin bütün letaif ve mehasini ve lezaizi ve niamatı, bir cilve-i rahmeti olan bir zatın nazar-ı muhabbetini kendine celbe çalışmak, ne kadar mühim ve âlî bir maksat olduğu bilbedahe anlaşılır.

Madem nass-ı kelâmıyla; onun muhabbetine, yalnız ittiba-ı sünnet-i Ahmediye (asm) ile mazhar olunur. Elbette ittiba-ı sünnet-i Ahmediye (asm), en büyük bir maksad-ı insanî ve en mühim bir vazife-i beşeriye olduğu tahakkuk eder.

(10. Lema)

Kur'an'ın Emrettiği Tarzda Muhabbetin Dünyadaki Neticeleri[değiştir]

Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, valideynime, evladıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin –Kur’an’ın emrettiği tarzda olsa– neticeleri, faydaları nedir?

Elcevap: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitap yazmak lâzım gelir. Şimdilik yalnız icmalen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvela, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:

Sâbıkan beyan edildiği gibi ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belaları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Mesela şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmadıkları için ya faydasızdır veya azaptır. (Eğer harama girmiş ise)

Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faydasız kalır?

Elcevap: Ehl-i Teslis’in İsa aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali radıyallahu anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi.

Eğer o muhabbetler, Kur’an’ın irşad ettiği tarzda ve Cenab-ı Hakk’ın hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar o zaman hem dünyada hem âhirette güzel neticeleri var.

Amma dünyada ise leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir.

Nefsine muhabbet ise: Ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men’etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevasına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevaya değil, hüdaya sevk edersin.

Refika-i hayatına muhabbetin, madem hüsn-ü sîret ve maden-i şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna bina edilmiş. O refikaya samimi muhabbet ve merhamet edersen o da sana ciddi hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleşir, mesudane hayatını geçirirsin. Yoksa hüsn-ü surete muhabbet nefsanî olsa o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaşereti de bozar.

Peder ve valideye karşı muhabbetin, Cenab-ı Hak hesabına olduğu için hem bir ibadet hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirirsin. En âlî bir his ile en merdane bir himmet ile onların tûl-ü ömrünü ciddi arzu edip bekalarına dua etmek, tâ onların yüzünden daha ziyade sevap kazanayım diye samimi hürmetle onların elini öpmek, ulvi bir lezzet-i ruhanî almaktır. Yoksa nefsanî, dünya itibarıyla olsa onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman; en süflî ve en alçak bir his ile vücudlarını istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zatların mevtlerini arzu etmek gibi vahşi, kederli, ruhanî bir elemdir.

Evladına muhabbet ise: Cenab-ı Hakk’ın senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahluklara muhabbet ise saadetli bir muhabbet, bir nimettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle meyusane feryat edersin. Sâbıkan geçtiği gibi onların Hâlıkları hem Hakîm hem Rahîm olduğundan onlar hakkında o mevt bir saadettir, dersin. Senin hakkında da onları sana veren zatın rahmetini düşünürsün, firak eleminden kurtulursun.

Ahbaplara muhabbetin ise: Madem lillah içindir. O ahbapların firakları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mani olmadığı için o manevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülakat lezzeti daimî olur. Lillah için olmazsa bir günlük mülakat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir. (Hâşiye[4])

Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranilerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları suretinde sana göründüğü için o âleme gitmeye tevahhuş, tedehhüş değil belki bilakis temayül ve iştiyak hissini verir, hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşahir-i insaniyeye muhabbeti nevinden olsa o kâmil insanların fena ve zevallerini ve mazi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani “Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim.” diye düşünür; mezaristana endişeli bir nazarla bakar, “Âh!” çeker. Evvelki nazarda ise cisim libasını mazide bırakıp kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde kemal-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar.

Hem güzel şeylere muhabbetin, madem Sâni’leri hesabınadır. “Ne güzel yapılmışlar.” tarzındadır. O muhabbetin bir leziz tefekkür olduğu halde hüsün-perest, cemal-perest zevkinin nazarını daha yüksek daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemal mertebelerinin definelerine yol açar, baktırır. Çünkü o güzel âsârdan ef’al-i İlahiyenin güzelliğine intikal ettirir. Ondan esmanın güzelliğine, ondan sıfâtın güzelliğine, ondan Zat-ı Zülcelal’in cemal-i bîmisaline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet bu surette olsa hem lezzetlidir hem ibadettir ve hem tefekkürdür.

Gençliğe muhabbetin ise: Madem Cenab-ı Hakk’ın güzel bir nimeti cihetinde sevmişsin elbette onu ibadette sarf edersin, sefahette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise o gençlikte kazandığın ibadetler, o fâni gençliğin bâki meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça gençliğin iyilikleri olan bâki meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibadete muvaffakıyet ve merhamet-i İlahiyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede “Eyvah gençliğim gitti!” diye teessüf edip gençliğe ağlamayacaksın. Nasıl ki öylelerin birisi demiş:

لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشٖيبُ

Yani keşke gençliğim bir gün dönse idi ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini şekva ederek haber verecektim.

Bahar gibi ziynetli meşherlere muhabbet ise: Madem sanat-ı İlahiyeyi seyran itibarıyladır. O baharın gitmesiyle temaşa lezzeti zâil olmaz. Çünkü bahar, yaldızlı bir mektup gibi verdiği manaları her vakit temaşa edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi sana o temaşa lezzetini idame ettirmekle beraber o baharın manalarını, güzelliklerini sana tazelendirirler. O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz. Lezzetli, safalı olur.

Dünyaya muhabbetin ise: Madem Cenab-ı Hakk’ın namınadır. O vakit dünyanın dehşetli mevcudatı, sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret cihetiyle sevdiğin için her şeyinde, âhirete fayda verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehşet verir, ne zeval ve fenası sana sıkıntı verir. Kemal-i rahatla o misafirhanede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa ehl-i gaflet gibi seversen yüz defa sana söylemişiz ki sıkıntılı, ezici, boğucu, fenaya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur, gidersin.

İşte bazı mahbubların, Kur’an’ın irşad ettiği surette olduğu vakit, her birisinden yüzde ancak bir letafetini gösterdik. Kur’an’ın gösterdiği yolda olmazsa yüzden bir mazarratına işaret ettik.

(32. Söz)

Kur'an'ın Emrettiği Tarzda Muhabbetin Ahiretteki Neticeleri[değiştir]

Mukaddime[değiştir]

Cenab-ı Hak celil uluhiyetiyle, cemil rahmetiyle, kebir rububiyetiyle, kerîm re’fetiyle, azîm kudretiyle, latîf hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif aza ve âlât ile ve mütenevvi letaif ve maneviyat ile teçhiz ve tezyin etmiştir ki tâ mütenevvi ve pek çok âlât ile hadsiz enva-ı nimetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem tâ bin bir esmasının hadsiz enva-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın her birisinin ayrı ayrı hizmeti, ubudiyeti olduğu gibi ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır.

Mesela göz, suretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubsıratta güzel mu’cizat-ı kudretin envaını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâni’ine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem malûmdur, tarife hâcet yok.

Mesela kulak, sadâların envalarını, latîf nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenab-ı Hakk’ın letaif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubudiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.

Mesela kuvve-i şâmme, kokular taifesindeki letaif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükraniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükâfatı dahi vardır.

Mesela dildeki kuvve-i zaika, bütün mat’umatın ezvakını anlamakla gayet mütenevvi bir şükr-ü manevî ile vazife görür ve hâkeza…

Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalp ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır. İşte Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir.

O müteaddid enva-ı muhabbetin sâbıkan beyan edilen dünyadaki muaccel neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadık ile ispat edilir. Âhiretteki neticeleri ise kat’iyen vücudları ve tahakkukları, icmalen Onuncu Söz’ün on iki hakikat-i kātıa-i sâtıasıyla ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün altı esas-ı bâhiresiyle ispat edildiği gibi, tafsilen اَصْدَقُ الْكَلَامِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلَامُ اللّٰهِ الْمَلِكِ الْعَزٖيزِ الْعَلَّامِ olan Kur’an-ı Hakîm’in âyât-ı beyyinatıyla, tasrih ve telvih ve remiz ve işaratıyla kat’iyen sabittir. Daha uzun bürhanları getirmeye lüzum yok. Zaten başka Sözlerde ve cennete dair Yirmi Sekizinci Söz’ün Arabî olan ikinci makamında ve Yirmi Dokuzuncu Söz’de çok bürhanlar geçmiştir.

Birinci İşaret[değiştir]

Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirane muhabbet-i meşruanın uhrevî neticesi: Kur’an’ın nassıyla, cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin “Elhamdülillah” kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada “Elhamdülillah” yersin. Ve nimette ve taam içinde in’am-ı İlahîyi ve iltifat-ı Rahmanîyi gördüğünden o lezzetli şükr-ü manevî, cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur’an’ın işaratıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir.

İkinci İşaret[değiştir]

Dünyada meşru bir surette nefsine muhabbet, yani mehasinine bina edilen muhabbet değil belki noksaniyetlerini görüp tekmil etmeye bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevk etmek neticesi: O nefse lâyık mahbubları, cennette veriyor. Nefis, madem dünyada heva ve hevesini Cenab-ı Hak yolunda hüsn-ü istimal etmiş. Cihazatını, duygularını hüsn-ü suretle istihdam etmiş. Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşru ve ubudiyetkârane muhabbetin neticesi olarak cennette, cennetin yetmiş ayrı ayrı enva-ı ziynet ve letafetinin numuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip nefisteki bütün hâsseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş enva-ı hüsün ile vücudunu süslendirip her biri, ruhlu küçük birer cennet hükmünde olan hurileri, o dâr-ı bekada vereceği, pek çok âyât ile tasrih ve ispat edilmiştir.

Hem dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi: Dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.

Üçüncü İşaret[değiştir]

Refika-i hayatına meşru dairesinde, yani latîf şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimi muhabbet ile refika-i hayatını da naşizelikten, sair günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refika-i hayatı, hurilerden daha güzel bir surette ve daha ziynetli bir tarzda, daha cazibedar bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatıratı birbirine tahattur ettirecek enis, latîf, ebedî bir arkadaş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vaad etmiştir. Elbette vaad ettiği şeyi kat’î verecektir.

Dördüncü İşaret[değiştir]

Valideyn ve evlada muhabbet-i meşruanın neticesi: Nass-ı Kur’an ile Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa yine o mesud aileye safi olarak lezzet-i sohbeti, cennete lâyık bir hüsn-ü muaşeret suretinde, dâr-ı bekada ebedî mülakat ile ihsan eder. Ve on beş yaşına girmeden, yani hadd-i büluğa vâsıl olmadan vefat eden çocuklar وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ile tabir edilen cennet çocukları şeklinde ve cennete lâyık bir tarzda gayet süslü, sevimli bir surette, onları cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarına verir. Veled-perverlik hislerini memnun eder. Ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli şeyin en a’lâsı cennette bulunur. Yalnız çok şirin olan veled-perverlik, yani çocuklarını sevip okşamak zevki –cennet tenasül yeri olmadığından– cennette yoktur, zannedilirdi. İşte bu surette o dahi vardır. Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte kable’l-büluğ evladı vefat edenlere müjde…

Beşinci İşaret[değiştir]

Dünyada اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ hükmünce salih ahbaplara muhabbetin neticesi: Cennette عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلٖينَ ile tabir edilen, karşı karşıya kurulmuş cennet iskemlelerinde oturup hoş, şirin, güzel, tatlı bir surette, dünya maceralarını ve kadîm olan hatıratlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri suretinde; firaksız, safi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbaplarıyla görüştüreceği, Kur’an’ın nassıyla sabittir.

Altıncı İşaret[değiştir]

Enbiya ve evliyaya Kur’an’ın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlerinden berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvi ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir. Evet اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî makam bir zatın tebaiyetiyle girebilir.

Yedinci İşaret[değiştir]

Güzel şeylere ve bahara meşru muhabbetin, yani “Ne kadar güzel yapılmış.” nazarıyla, o âsârın arkasındaki ef’alin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef’al arkasındaki güzel esmanın cilvelerini ve o güzel esmanın arkasında sıfâtın tecelliyatını ve hâkeza sevmekliğin neticesi ise: Dâr-ı bekada o güzel gördüğü masnuattan bin defa daha güzel bir tarzda esmanın cilvesini ve esma içindeki cemal ve sıfâtını, cennette görmektir. Hattâ İmam-ı Rabbanî radıyallahu anh demiş ki: “Letaif-i cennet, cilve-i esmanın temessülatıdır.” Teemmel!

Sekizinci İşaret[değiştir]

Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve esma-i İlahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar fakat fâni dünya gibi fâni değil, bâki bir cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zayıf gölgeleri gösterilen esma, o cennetin âyinelerinde en şaşaalı bir surette gösterilecektir.

Hem dünyayı, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi: Dünyayı fidanlık, yani ancak fidanları bir derece yetiştiren küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir cenneti verecek ki dünyada havas ve hissiyat-ı insaniye, küçük fidanlar olduğu halde, cennette en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidatları, enva-ı lezaiz ve kemalât ile sümbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, hadîsin nususuyla ve Kur’an’ın işaratıyla sabittir.

Hem madem dünyanın her hatanın başı olan mezmum muhabbeti değil belki esmaya ve âhirete bakan iki yüzünü, esma ve âhiret için sevmiş ve ibadet-i fikriye ile o yüzleri mamur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibadet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir.

Hem madem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetiyle âyine-i esmasını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da dünya kadar bir cennettir.

Sual: O kadar büyük ve hâlî bir cennet neye yarar?

Elcevap: Nasıl ki eğer mümkün olsa idi hayal süratiyle zeminin aktarını ve yıldızların ekserini gezsen “Bütün âlem benimdir.” diyebilirsin. Melaike ve insan ve hayvanların iştirakleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de o cennet dahi dolu olsa “O cennet benimdir.” diyebilirsin. Hadîste bazı ehl-i cennete verilen beş yüz senelik bir cennet sırrı, Yirmi Sekizinci Söz’de ve İhlas Lem’ası’nda beyan edilmiştir.

Dokuzuncu İşaret[değiştir]

İman ve muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkikin ittifakıyla; dünyanın bin sene hayat-ı mesudanesi, bir saatine değmeyen cennet hayatı ve cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemal ve kemal sahibi olan Zat-ı Zülcelal’in müşahedesi, rü’yetidir ki (Hâşiye[5]) hadîs-i kat’î ile ve Kur’an’ın nassıyla sabittir.

Hazret-i Süleyman aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemal ile meşhur bir zatın rü’yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi bir cemal ile mümtaz bir zatın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehasin ve kemalâtından binler derece yüksek olan cennetin bütün mehasin ve kemalâtı, bir cilve-i cemali ve kemali olan bir zatın rü’yeti, ne kadar mergub, merak-âver ve şuhudu ne derece matlub ve iştiyak-aver olduğunu kıyas edebilirsen et.

اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ وَ الْاِسْتِقَامَةَ كَمَا اَمَرْتَ وَ فِى الْاٰخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَ رُؤْيَتَكَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ اٰمٖينَ

(32. Söz)

Muhabbet ve Aile Hayatı[değiştir]

Hem Kur’an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için hayâ perdesini takmasını emreder. Tâ hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta hükmüne geçmesinler. (Hâşiye[6]) Medeniyet ise kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık saçıklık, samimi hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir.

(25. Söz)


Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka; yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayattır, elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı başkasının nazarını kendi mehasinine celbetmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir.

Madem mü’min olan kocası, sırr-ı imana binaen onun ile alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvanî ve güzellik vaktine mahsus muvakkat bir muhabbet değil belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayat noktasında esaslı ve ciddi bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddi hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehasinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi mukteza-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır fakat pek çok kaybeder.

Üçüncü Hikmet

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık; o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki kocasından daha güzeli görmediğinden kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimi muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki:

İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehvanî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle nefsî, şehvanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat mesela, açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!

...

Risale-i Nur’un bir parçasında denilmiş ki: Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fâni ve zahirî hüsn-ü cemaline bina etmez. Belki kadınların hüsn-ü cemalinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli. Tâ ki o bîçare ihtiyarladıkça kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünkü onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakatten sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.

(24. Lema)


Saadetin esaslarından “nikâh” ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcud bulunmasıdır ki her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar.

...

Mesken ve me’kelden sonra insanın en ziyade muhtaç olduğu, eşidir. Bu ihtiyacının cennette temin edilmiş olduğuna, bu cümle ile işaret edilmiştir. Evet, insan bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki tarafeyn aralarında, hayatlarına lâzım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti ancak refikasıyla olur.

(İşaratül İcaz)

Dünya Sevgisi[değiştir]

Diyorlar ki: Ehl-i velayet ve ashab-ı kemalât, dünyayı terk etmişler. Hattâ hadîste var ki: “Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.” Halbuki sahabeler dünyaya pek çok girmişler; terk-i dünya değil belki bir kısım sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki böyle sahabelerin en ednasına, en büyük bir veli kadar kıymeti var, diyorsunuz?

Elcevap: Otuz İkinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat’î ispat edilmiştir ki: Dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esma-i İlahiyeye mukabil olan yüzünü sevmek; sebeb-i noksaniyet değil belki medar-ı kemaldir ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp ekip biçmişler. Mevcudatı, esma-i İlahiyenin âyinesi görüp müştakane temaşa edip bakmışlar. Fena-i dünya ise fâni yüzüdür ki insanın hevesatına bakar.

(27. Söz)


Birinci Nokta: Ehl-i dalaletin vekili der ki: “Ehadîsinizde dünya tel’in edilmiş, ‘cîfe’ ismiyle yâd edilmiş. Hem bütün ehl-i velayet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar. ‘Fenadır, pistir.’ diyorlar. Halbuki sen, bütün kemalât-ı İlahiyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun.”

Elcevap: Dünyanın üç yüzü var:

Birinci yüzü: Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mana-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır.

İkinci yüzü: Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.

Üçüncü yüzü: İnsanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte hadîste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.

Kur’an-ı Hakîm’in kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.

Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:

Birincisi: Ehl-i marifettir ki Cenab-ı Hakk’ın marifetine ve muhabbet ve ibadetine set çektiği için tahkir eder.

İkincisi: Ehl-i âhirettir ki ya dünyanın zarurî işleri onları amel-i uhrevîden men’ettiği için veyahut şuhud derecesinde iman ile cennetin kemalât ve mehasinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet, Hazret-i Yusuf aleyhisselâma güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymettar mehasini varsa, cennetin mehasinine nisbet edilse hiç hükmündedir.

Üçüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Çünkü eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.

Dördüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Zira dünya, eline geçiyor. Fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder. “Pistir.” der. Şu tahkir ise o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki makbul tahkir odur ki hubb-u âhiretten ve marifetullahın muhabbetinden ileri gelir.

Demek makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenab-ı Hak, bizi onlardan yapsın, âmin بِحُرْمَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ.

(32. Söz)

Velayet ve Muhabbet[değiştir]

Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünkü ihlas ile hafî şirklerden halâs olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delâlet eden zayıf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır.

İşte bu sırra binaendir ki muhabbet ayağıyla marifetullaha teveccüh eden zatlar; şübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa onların mahbub-u hakikisinin kemaline işaret eden bir emareyi, onların nazarında iptal edemez. Eğer muhabbet olmazsa o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i iman ve dikkat-i nazar lâzımdır ki kendisini kurtarsın.

İşte bu sırra binaendir ki umum meratib-i velayette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı İlahiyeye teveccühü hengâmında, mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur. Yani gayrullahı sevdiği vakit, Cenab-ı Hak hesabına ve onun namına, onun bir âyine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalp etmek lâzımken; bazen o zatı, o zat hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zatîsi namına düşünüp mana-yı ismiyle sever. Allah’ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mana-yı harfî ile olsa muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.

(29. Mektup)

Gayrı Meşru Muhabbet[değiştir]

Hem dahi ey bedbaht ehl-i dalalet ve gaflet! “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir.” kaidesi sırrınca siz, fıtratınızdaki Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfât ve esmasına sarf edilecek muhabbet ve marifet istidadını ve şükür ve ibadat cihazatını, nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir surette sarf ettiğinizden bi’l-istihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünkü Cenab-ı Hakk’a ait muhabbeti, nefsinize verdiniz. Mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belasını çekiyorsunuz. Çünkü hakiki bir rahatı o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakiki mahbub olan Kadîr-i Mutlak’a tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz.

Hem Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfâtına ait muhabbeti, dünyaya verdiniz ve âsâr-ı sanatını, âlemin esbabına taksim ettiniz; belasını çekiyorsunuz. Çünkü o hadsiz mahbublarınızın bir kısmı size Allah’a ısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor. Sevse de size bir fayda vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümitsiz dönmemek üzere zevallerden azap çekiyorsunuz.

(24. Söz)


Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, onun zatına karşı muhabbet-i zatiyedir ki sen sû-i istimal edip kendi zatına sarf ediyorsun. Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, onun esma ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen sû-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir.

(24. Söz)


44- Tarîk-ı gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfatı, mahbubun gaddarane adâvetidir.

(Hakikat Çekirdekleri)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu kadar elîm firak ve ayrılıklara maruz kalmakla çektiğin elemlerin sebebi ve kabahati sendedir. Çünkü o muhabbetleri gayr yerinde sarf ediyorsun. Eğer o muhabbetleri cem’edip Vâhid-i Ehad’e tevcih ve onun hesabıyla, izniyle sarf edersen bütün mahbubların ile beraber bir anda birleşip sevinçlere, memnuniyetlere mazhar olacaksın.

Evet, bir sultana intisap eden bir adam, o sultanın her şeyle alâkadar, her mekânda herkesle muhaberesi, alâkası zımnında, o adam da bir cihette, bir derece alâkadar olabilir.

(10. Risale, Mesnevi N.)


Gayr-ı Meşru Tarîk, Zıdd-ı Maksuda Gider

اَلْقَاتِلُ لَا يَرِثُ bir düstur-u azîmdir: “Gayr-ı meşru tarîk ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.”

Avrupa muhabbeti, gayr-ı meşru muhabbet hem taklit ve hem ülfet. Âkıbeti mükâfat: Mahbubun gaddarane adâveti, cinayat…

Fâsık-ı mahrum bulmaz, ne lezzet ve ne necat.

(Lemeat)

Muhabbet ve İncizap[değiştir]

“Vedud” ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya: “Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir.” demişler. Onlardan birisi demiş:

فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَمٰوَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَمٖينْ مَسْتْ عَنَاصِرْ مَسْتْ

نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ سَرَاسَرْ ذٖى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه ذَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ

Yani muhabbet-i İlahiyenin tecellisinde ve o şarab-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir.

(32. Söz)


Yirmi Altıncı Pencere(Hâşiye[7])

Şu kâinatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemaller ve hüsünler, bir cemal-i sermedî cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu gösterir. Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, daimî bir şemsin şuâlarının âyineleri olduklarını gösterdikleri gibi; seyyal zaman ırmağında, seyyar mevcudatın üstünde parlayan lemaat-ı cemaliye dahi bir cemal-i sermedîye işaret ederler ve onun bir nevi emareleridirler.

Hem kâinat kalbindeki ciddi aşk, bir Maşuk-u Lâyezalî’yi gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan bir şey, esaslı bir surette meyvesinde bulunmadığı delâletiyle; şecere-i kâinatın hassas meyvesi olan nev-i insandaki ciddi aşk-ı lahutî gösterir ki bütün kâinatta –fakat başka şekillerde– hakiki aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyle ise kalb-i kâinattaki şu hakiki muhabbet ve aşk, bir Mahbub-u Ezelî’yi gösterir.

Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizablar, cezbeler, cazibeler; ezelî bir hakikat-i cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalplere gösterir.

Hem mahlukatın en hassas ve nurani taifesi olan ehl-i keşif ve velayetin ittifakıyla, zevk ve şuhuda istinad ederek bir Cemil-i Zülcelal’in cilvesine, tecellisine mazhar olduklarını ve o Celil-i Zülcemal’in (kendini) tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttali olduklarını, müttefikan haber vermeleri, yine bir Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un, bir Cemil-i Zülcelal’in vücuduna ve insanlara kendini tanıttırmasına kat’iyen şehadet eder.

Hem kâinat yüzünde ve mevcudat üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin, o kalem sahibi zatın esmasının güzelliğini vâzıhan gösteriyor.

İşte kâinat yüzündeki cemal ve kalbindeki aşk ve sinesindeki incizab ve gözlerindeki keşif ve şuhud ve hey’atındaki hüsün ve tezyinat; pek latîf, nurani bir pencere açar. Onun ile bütün esması cemile bir Cemil-i Zülcelal’i ve bir Mahbub-u Lâyezalî’yi ve bir Mabud-u Lemyezel’i, hüşyar olan akıl ve kalplere gösterir.

İşte ey maddiyat karanlığında, evham zulümatında, boğucu şübehat içinde çırpınan gafil! Kendine gel. İnsaniyete lâyık bir surette yüksel. Şu dört delik ile bak; cemal-i vahdeti gör, kemal-i imanı kazan, hakiki insan ol!

(33. Söz)


Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mesudane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptela ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi ve bütün cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan cennete çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.

(20. Mektup)


Tarîkatta “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfakî” tabirleri altında iki meşrep var.

Birinci meşrep, enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfaka girer. O vakit âfakı nurani görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevayı terk etmek, nefsi öldürmektir.

İkinci meşrep; âfaktan başlar, o daire-i kübranın mezahirinde cilve-i esma ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envarı müşahede edip onda en yakın yolu açar. Kalp, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.

İşte birinci meşrepte sülûk eden insanlar; nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevayı terk edip enaniyeti kırmazsa şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabdan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa “şatahat” namıyla haddinden çok fazla davalar ondan sudûr eder. Hem kendi zarar eder hem başkasının zararına sebep olur.

(29. Mektup)

İhtiyaç, İştiyak, Muhabbet, Aşk[değiştir]

İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan binler enva-ı hâcat ile bin bir esma-i İlahiyeye, her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi –çünkü o esma Zat-ı Zülcelal’in unvanları ve cilveleri olduğundan– muhabbet-i zatiyeye döner.

(32. Söz)

Cenab-ı Hakk'ın Sevmesi[değiştir]

Birinci Remiz

Sualde diyor ki: “Bir şeyin zıddı olmazsa o şeyin nasıl kemali olabilir?”

Elcevap: Şu sual sahibi, hakiki kemali bilmiyor. Yalnız nisbî bir kemal zannediyor. Halbuki gayra bakan ve gayra nisbeten hasıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar; hakiki değiller, nisbîdirler, zayıftırlar. Eğer gayr, nazardan sâkıt olsalar onlar da sukut ederler. Mesela, sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiri iledir. Yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiri iledir. Onlar gitse bunlar da azalır.

Halbuki hakiki lezzet ve muhabbet ve kemal ve fazilet odur ki gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zatında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun. “Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemal-i zat ve kemal-i sıfât ve kemal-i ef’al” gibi bizzat meziyetler; gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.

İşte Sâni’-i Zülcelal ve Fâtır-ı Zülcemal ve Hâlık-ı Zülkemal’in bütün kemalâtı hakikiyedir, zatiyedir; gayr ve mâsiva, ona tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler.

İkinci Remiz

Seyyid Şerif-i Cürcanî “Şerhü’l-Mevakıf”ta demiş ki: “Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemaldir. Çünkü kemal, mahbub-u lizatihîdir.” Yani ne şeyi seversen ya lezzet için seversin, ya menfaat için ya evlada meyil gibi bir müşakele-i cinsiye için ya kemal olduğu için seversin. Eğer kemal ise başka bir sebep, bir garaz lâzım değil. O bizzat sevilir. Mesela, eski zamanda sahib-i kemalât insanları herkes sever, onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârane muhabbet edilir.

İşte Cenab-ı Hakk’ın bütün kemalâtı ve esma-i hüsnasının bütün meratibleri ve bütün faziletleri, hakiki kemalât olduklarından bizzat sevilirler. “Mahbubetü’n-Lizatihâ”dırlar. Mahbub-u Bi’l-hak ve Habib-i Hakiki olan Zat-ı Zülcelal, hakiki olan kemalâtını ve sıfât ve esmasının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder.

Hem o kemalâtın mazharları, âyineleri olan sanatını ve masnuatını ve mahlukatının mehasinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyidü’l-mürselîn ve Sultanü’l-evliya olan Habib-i Ekremini sever. Yani kendi cemalini sevmesiyle, o cemalin âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi esmasını sevmesiyle, o esmanın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever. Ve sanatını sevmesiyle, o sanatın dellâl ve teşhircisi olan o Habibini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuata karşı “Mâşâallah, bârekellah, ne kadar güzel yapılmışlar.” diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habibini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlukatının mehasinini sevmesiyle, o mehasin-i ahlâkın umumunu câmi’ olan o Habib-i Ekremini ve onun etba ve ihvanını sever, muhabbet eder.

...

Dördüncü Remiz

Bir şeyin lezzeti, hüsnü, cemali, emsal ve ezdadına bakmaktan ziyade, mazharlarına bakarlar. Mesela kerem, güzel ve hoş bir sıfattır. Kerîm olan zat; başka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, ferahlarıyla alır. Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlukların istirahatleri derecesinde hakiki bir lezzet alır. Mesela, bir validenin evladının mesudiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.

İşte madem evsaf-ı âliyedeki hakiki lezzet ve hüsün ve saadet ve kemal, akran ve ezdada bakmıyor. Belki mezahir ve müteallikatına bakıyor. Elbette Hayy-ı Kayyum ve Hannan-ı Mennan ve Rahîm ve Rahman olan Zat-ı Zülcemali ve’l-kemal’in rahmetindeki cemal ise merhumlara bakar. Merhametine mazhar olanların, hususan cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena’umlarına ve ferahlarına göre o Zat-ı Rahmanu’r-Rahîm, ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi (ona lâyık şuunatla tabir edilen) ulvi, kudsî, güzel, münezzeh manaları vardır. “Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye” tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır ki her biri kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek daha ulvi daha mukaddes daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz. O manaların birer lem’asına bakmak istersen gelecek temsilatın dürbünü ile bak:

Mesela nasıl ki sehavetli, âlîcenab, müşfik bir zat; güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnettarane tena’umları ve o aç olanların müteşekkirane telezzüzleri ve o muhtaç olanların senakârane memnuniyetleri; ne derece o kerîm zatı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.

İşte küçücük bir sofranın hakiki mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın mesruriyeti böyle ise cin ve insi ve hayvanatı, feza-yı âlem denizinde seyr ü seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbaniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz enva-ı mat’umatı câmi’ bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvaltı nevinde o ziyafete davet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün enva-ı lezaizi câmi’, sermedî, ebedî bir dâr-ı bekada cennetleri, her birisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezaizi ve letaifi câmi’ bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibadına, hakiki yemek için ziyafet açan bir Rahmanu’r-Rahîm’e ait ve tabirinde âciz olduğumuz maânî-i mukaddese-i muhabbeti ve netaic-i rahmeti kıyas edebilirsin.

Hem mesela mahir bir sanat-perver, maharetini göstermeyi sever bir usta; güzel, plaksız konuşan fonoğraf gibi bir sanatı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O sanatkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse onun mûcidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider. Kendi kendine “Bârekellah” der.

İşte küçücük bir insan, icadsız, sırf surî bir sanatçığı ile bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa acaba bir Sâni’-i Zülcelal; koca kâinatı, bir musikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbanî ve bir musika-i İlahî tarzında yapmış ki hikmet-i beşer, o sanat karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.

İşte bütün o masnuat, bütün onlardan matlub neticeleri, nihayet derecede ve gayet güzel bir surette gösterdiklerinden ve ibadat-ı mahsusa ve tesbihat-ı hususiye ve tahiyyat-ı muayyene ile tabir edilen evamir-i tekviniyeye karşı onların itaatleri ve onlardan matlub olan makasıd-ı Rabbaniyenin husulünden hasıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tabir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuun-u münezzeh, o derece âlî ve mukaddestir ki bütün ukûl-ü beşer ittihat edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihata edemez.

Hem mesela adalet-perver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır.

İşte Hakîm-i Mutlak ve Âdil-i Bi’l-hak ve Kahhar-ı Zülcelal, değil yalnız cin ve inste, belki bütün mevcudatta ihkak-ı haktan, yani her şeye hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücud ve hayatını mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcudları tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dâr-ı âhirette cin ve insin muhakemesinden başka bütün zîhayata karşı tecelli-i kübra-yı adl ve hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.

İşte şu üç misal gibi bin bir esma-i İlahiyenin her birinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi pek çok meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriya vardır. İşte bundandır ki “Vedud” ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya: “Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir.” demişler. Onlardan birisi demiş:

فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَمٰوَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَمٖينْ مَسْتْ عَنَاصِرْ مَسْتْ

نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ سَرَاسَرْ ذٖى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه ذَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ

Yani muhabbet-i İlahiyenin tecellisinde ve o şarab-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir.

Malûmdur ki her kalp, kendine ihsan edeni sever ve hakiki kemale muhabbet eder ve ulvi cemale meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zatlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba –sâbıkan beyan ettiğimiz gibi– her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mesud eden ve binler kemalâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemalin medarı olan bin bir esmasının müsemması olan Cemil-i Zülcelal, Mahbub-u Zülkemal, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şayeste bulunduğu anlaşılmaz mı?

İşte şu sırdandır ki “Vedud” ismine mazhar bir kısım evliya “Cenneti istemiyoruz. Bir lem’a-i muhabbet-i İlahiye, ebeden bize kâfidir.” demişler.

Hem ondandır ki hadîste geldiği gibi “Cennette bir dakika rü’yet-i cemal-i İlahî, bütün cennet lezaizine faiktir.”

İşte şu nihayetsiz kemalât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zat-ı Zülcelal’in kendi esma ve mahlukatıyla hasıl olur. Demek, o daire haricinde tevehhüm olunan kemalât, kemalât değildir.

(32. Söz)


Nasıl ki mahlukatta faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki her bir faaliyette bir lezzet nev’i vardır belki her bir faaliyet, bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemale müteveccihtir belki bir nevi kemaldir.

Madem faaliyet bir kemal, bir lezzet, bir cemale işaret eder. Ve madem Kemal-i Mutlak ve Kâmil-i Zülcelal olan Vâcibü’l-vücud, zat ve sıfât ve ef’alinde, bütün enva-ı kemalâta câmi’dir. Elbette o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğna-i zatîsine ve gına-i mutlakına muvafık bir surette ve kemal-i mutlakına ve tenezzüh-ü zatîsine münasip bir şekilde hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. Elbette o şefkat-i mukaddeseden ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes vardır. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardır. Ve o sürur-u mukaddesten gelen –tabiri caiz ise– hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardır.

(24. Mektup)

Kafirlere Muhabbet[değiştir]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin Müslümanlara ve ehl-i Kur’an’a düşman olmaları küfrün iktizasındandır. Çünkü küfür imana zıttır. Maahâzâ Kur’an, kâfirleri ve âba ve ecdadlarını idam-ı ebedî ile mahkûm etmiştir.

Binaenaleyh Müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan meded beklenilemez. Ancak حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ diye Cenab-ı Hakk’a iltica etmek lâzımdır.

(Hubab, Mesnevi Nuriye)


S- Yahudi ve Nasâra ile muhabbetten Kur’an’da nehiy vardır: لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارٰٓى اَوْلِيَٓاءَ Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

C- Evvela: Delil kat’iyyü’l-metin olduğu gibi kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir, kaydını izhar etse itiraz olunmaz.

Hem de hüküm müştak üzerine olsa me’haz-i iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasâra ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir.

Hem de bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya sanatı içindir. Öyle ise her bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.

Sâniyen: Zaman-ı saadette bir inkılab-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adâveti o noktada toplayıp muhabbet ve adâvet ederlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu.

Lâkin şimdi âlemdeki bir inkılab-ı acib-i medeni ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zapt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır.

İşte şu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’anîde dâhil değildir.

(Münazarat)


Adâvet etmek istersen kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.

(22. Mektup)

Kişinin Cennet'te Sevdiğiyle Beraber Olması[değiştir]

Sual: اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sırrınca: “Dost, dostuyla beraber cennette bulunacaktır.” Halbuki basit bir bedevî, bir dakikada sohbet-i Nebeviyede lillah için bir muhabbet peyda eder; o muhabbetle, cennette Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki gayr-ı mütenahî feyze mazhar Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl birleşir?

Elcevap: Bir temsil ile şu ulvi hakikate şöyle bir işaret ederiz ki mesela, gayet güzel ve şaşaalı bir bağda muhteşem bir zat gayet büyük bir ziyafet, gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir surette ihzar etmiş ki: Kuvve-i zaikanın hissedecek bütün lezaiz-i mat’umatı câmi’, kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehasini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garaibi müştemil ve hâkeza… Bütün havass-ı zahire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek her şeyi içine koymuştur. Şimdi iki dost var. Beraber o ziyafete giderler. Bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat birisinin kuvve-i zaikası pek az olduğundan cüz’î zevk alır. Gözü de az görüyor. Kuvve-i şâmmesi yok. Sanayi-i garibeden anlamaz. Hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın, binden ve belki milyondan birisini, kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek istifade eder. Diğeri ise bütün zahirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalp ve his ve latîfeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki o seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letaifi ve garaibi ayrı ayrı hissedip zevk ederek, ayrı ayrı lezzet aldığı halde o dost ile omuz omuzadır.

Madem bu karmakarışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor. En küçük ile en büyük beraber iken, serâdan süreyyaya kadar fark oluyor. Elbette dâr-ı saadet ve ebediyet olan cennette bi’t-tarîkı’l-evlâ dost, dostu ile beraber iken her birisi istidadına göre sofra-i Rahmanu’r-Rahîm’den, istidatları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları cennetler ayrı ayrı da olsa beraber bulunmalarına mani olmaz. Çünkü cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı arş-ı a’zamdır.

Nasıl ki mahrutî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir fakat birbirinin güneş görmelerine mani olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, ehadîsin mütenevvi rivayatı işaret ediyor.

(28. Söz)

Mecazi Mahbub/Hakiki Mahbub[değiştir]

Bazı eblehler var ki güneşi tanımadıkları için bir âyinede güneşi görse âyineyi sevmeye başlar. Şedit bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fena bulmadığını derk etse bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki âyinede görülen güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil belki güneştir ki o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil belki âyinenin hayattar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tabidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedit bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil, belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelal’in cilvesine karşı muhabbetindir ki belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir. يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى de. Yani madem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!

(17. Lema)


Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikiye inkılab ettiği gibi acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikiye inkılab edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî; eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse bâki bir mahbub arasa dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikiye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir.

Eğer ehl-i dalalet ve gaflet gibi kendini unutup âfaka dalıp umumî dünyayı hususi dünyası zannedip ona âşık olsa tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğerki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikati tenvir için şu temsile bak. Mesela:

Şu güzel ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa o vakit beş oda olur. Biri hakiki ve umumî, dördü misalî ve hususi… Her birimiz kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususi odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir ve hâkeza… Âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususi oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harap edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.

İşte dünya süslü bir menzildir. Her birimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan her birimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususi dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem, onunla sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler yazılıyor.

Eğer dünyamızı sevdikse sonra gördük ki dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususi dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlahiyeye döner; ondan, cilve-i esmaya intikal eder.

Hem o hususi dünyamız, âhiret ve cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derk edip ona karşı şedit hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sümbülü olan uhrevî fevaidine çevirsek o vakit o mecazî aşk, hakiki aşka inkılab eder.

Yoksa نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ sırrına mazhar olup nefsini unutup hayatın zevalini düşünmeyerek hususi kararsız dünyasını, aynı umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farz ederek dünyaya saplansa, şedit hissiyat ile ona sarılsa onda boğulur, gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azaptır. Çünkü o muhabbetten yetimane bir şefkat, meyusane bir rikkat tevellüd eder. Bütün zîhayatlara acır, hattâ güzel ve zevale maruz bütün mahlukata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, yeis-i mutlak içinde elem çeker.

Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevalinde bir Zat-ı Bâki’nin bâki esmasının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkati, bir sürura inkılab eder.

Hem zeval ve fenaya maruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemal-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddesi ihsas eden bir nakış ve tahsin ve sanat ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenayı tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i sanat için bir tazelendirmek şeklinde görüp lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

(1. Mektup)


Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikiye inkılab eder.

İşte insanda binlerle hissiyat var. Her birisinin aşk gibi iki mertebesi var: Biri mecazî, biri hakiki.

...

Hem mesela, şiddetli bir inat ile ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki bir dakika inada değmeyen bir şeye, bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Bakar ki bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip âlî ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakiki inada yani hakta şiddetli sebata inkılab eder.

(9. Mektup)

Mecazi Muhabbet/Mecazi Adavet[değiştir]

Zira malûmdur ki adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mana-yı hakikisinde olarak beraber cem’olamazlar.

Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalpte hakiki bulunsa o vakit adâvet mecazî olur; acımak suretine inkılab eder. Evet mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadîs ile: “Üç günden fazla mü’min, mü’mine küsüp kat’-ı mükâleme etmeyecek.”

Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp adâvet hakikatiyle bir kalpte bulunsa o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temelluk suretine girer.

(22. Mektup)


Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat'î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:

Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur'un "Yirmiikinci Mektub"unda izahıyla beyan edildiğinden, burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:

Husumet, adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî adavetin ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı, -tecavüz olmamak şartıyla- adavetinizi celbetmesin. Cehennem, azab-ı İlahî kâfidir onlara...

Bâzan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeblerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Madem muhabbet, adavet zıddır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galib ise, o hakikatıyla kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ: Muhabbet hakikatıyla bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımağa inkılab eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatıyla kalbde bulunursa, o vakit muhabbet mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalalete karşı olabilir.

Evet, muhabbetin sebebleri; iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kal'alardır. Adavetin sebebleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeblerdir. Öyle ise, bir müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbabları istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.

Elhasıl:

Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister, birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şeyi, ağlamasına bahane bulur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, sû'-i zan mümkin oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

(Hutbe-i Şamiye)

Muhabbet Fedaileri[değiştir]

Biz Kalû Belâ’dan Cemiyet-i Muhammedî’de dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü’min i’lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silahıyla i’lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz.

Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i kātıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki (Hâşiye[8]) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur. اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْمَتٖينُ hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hüküm-ferma olacaktır.

(Divan-ı Harb-i Örfî)

Muhabbetin Adavete/İnkara Dönüşmesi[değiştir]

Bab-ı cûd ve cemaldir. İsm-i Cevvad ve Cemil’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehavet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemal, kusursuz ebedî kemal; bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedarları, mütehayyir seyircileri istemesinler?

Evet, dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnuatıyla süslendirmek, ay ile güneşi lamba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat’umatın en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek; hadsiz bir cûd u sehaveti gösterir.

Böyle nihayetsiz bir cûd u sehavet, öyle tükenmez hazineler ve rahmet hem daimî hem arzu edilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ve mahall-i saadet ister. Hem kat’î ister ki o ziyafetten telezzüz edenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar tâ zeval ve firakla elem çekmesinler. Çünkü zeval-i elem lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir. Öyle sehavet, elem çektirmek istemez.

Demek, ebedî bir cenneti hem içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü nihayetsiz cûd u seha, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek ister. Bu ise ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu ister. Tâ daimî tena’umla o daimî in’ama karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa zeval ile acılaşan cüz’î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehanın muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.

Hem dahi meşher-i sanat-ı İlahiye olan aktar-ı âlem sergilerine bak. Yeryüzündeki nebatat ve hayvanatın ellerinde olan ilanat-ı Rabbaniyeye dikkat et (Hâşiye[9]), mehasin-i rububiyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni’-i Zülcelal’in kusursuz kemalâtını, hârika sanatlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar.

Demek, bu âlemin Sâni’inin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemalâtı vardır. Bu hârika sanatlarla onları göstermek ister. Çünkü gizli, kusursuz kemalât ise takdir edici, istihsan edici, mâşâallah diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Daimî kemalât ise daimî tezahür ister. O ise takdir ve istihsan edicilerin devam-ı vücudunu ister. Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında, kemalâtın kıymeti sukut eder (Hâşiye[10]).

Hem dahi kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve sanatlı ve parlak ve süslü şu mevcudat; ışık güneşi bildirdiği gibi misilsiz manevî bir cemalin mehasinini bildirir ve nazirsiz, hafî bir hüsnün letaifini iş’ar ediyor (Hâşiye[11]). O münezzeh hüsün, o mukaddes cemalin cilvesinden, esmalarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder.

İşte şu derece âlî, nazirsiz, gizli bir cemal ise kendi mehasinini bir mir’atta görmek ve hüsnünün derecatını ve cemalinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşahede etmek istediği gibi başkalarının nazarıyla yine sevgili cemaline bakmak için görünmek de ister.

Demek iki vecihle kendi cemaline bakmak, biri her biri başka başka renkte olan âyinelerde bizzat müşahede etmek, diğeri müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşahedesi ile müşahede etmek ister.

Demek hüsün ve cemal, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemal, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücudlarını ister.

Çünkü daimî bir cemal ise zâil bir müştaka razı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adâvete döner, hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemale karşı, zımnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte kâfir, Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

Madem o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemal-i hüsün, o kusursuz kemalât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler. Halbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar. İştihası açılır fakat yemez gider. O cemal, o kemalin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zayıf gölgesine bir anda bakıp doymadan gider.

Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.

Elhasıl, nasıl ki şu âlem bütün mevcudatıyla Sâni’-i Zülcelal’ine kat’î delâlet eder, Sâni’-i Zülcelal’in de sıfât ve esma-i kudsiyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.

(10. Söz)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Bazen bir şeye şiddetli muhabbet, o şeyin inkârına sebep olur. Ve keza şiddet-i havf ve gayet azamet ve aklın ihatasızlığı da inkâra sebep olur.

(Hubab, Mesnevi N.)


İşte insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemal-i bâkiye âyinedir, kemal-i sermedîye dellâl-ı mazhardır ve rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir. Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşığı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebedü’l-âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır.

Çünkü ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünkü cemal, kendini sevdiği için sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fena ise o muhabbeti adâvete kalbeder, çevirir.

Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa fıtratındaki cemal-i sermedîye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır. Onuncu Söz’ün hâşiyesinde beyan edildiği gibi bir zaman bir dünya güzeli, bir âşığını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adâvete dönüyor ve diyor ki: “Tuh! Ne kadar çirkindir.” diyerek kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârane kusurlarını arar, âdeta düşmanlık etmek ister.

Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakiki ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel esma-i hüsnasıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve her halde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adâveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mahluku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak bir gizli adâveti, insanın ruhuna vermeyecek.

Çünkü insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak’tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte kâfirlerin Allah’ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor. Öyle ise herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştakı olan insan ile ebedü’l-âbâd yolunda seyahatinde beraber bulunmak için alâküllihal bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek.

Evet, madem insan fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye müştak ve muhib bir surette halk edilmiştir. Ve madem bâki bir cemal, zâil bir müştaka razı olamaz. Ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adâvet etmekle kendini teskin eder. Ve madem bu kâinat, insan için halk edilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlahiye için yaratılmış. Ve madem bu kâinatın Hâlık’ı, esmasıyla sermedîdir. Ve madem esmalarının cilveleri daim ve bâki ve ebedî olacaktır; elbette ve herhalde insan, bir dâr-ı bekaya gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır.

(30. Lema)

Hüsün ve Aşkın İttihadı[değiştir]

Ve o cemalin en şirin cüzü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise sanat âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani cemal ve kemal (çünkü bizzat sevilirler) her şeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır.

(32. Söz)

Risale-i Nur Yolu/Aşk Yolu Karşılaştırması[değiştir]

Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kāsır fehmimle Kur’an’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.

Evet, acz dahi aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki ubudiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider.

Fakr dahi Rahman ismine îsal eder.

Hem şefkat dahi aşk gibi belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder.

Hem tefekkür dahi aşk gibi belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki Hakîm ismine îsal eder.

(29. Mektup)

Yukarıdan Aşağıya ve Aşağıdan Yukarıya Muhabbet[değiştir]

NOKTA

Cenab-ı Hakk’ın mâsivasına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi, yukarıdan aşağıya nâzil olur. Diğeri, aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:

Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever ve mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.

İkinci kısım ise en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazen de kavî bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da vusulü nâkıs olur.

(Katre, Mesnevi N.)

Nefse Muhabbet[değiştir]

Ve keza seni nefsini sevmeye sevk eden esbab:

1- Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.

2- Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.

3- İnsana en karib (yakın) nefistir, diyorsun.

Pekâlâ. Fakat o fâni lezzetlere mukabil, lezaiz-i bâkiyeyi veren Hâlık’ı daha ziyade ubudiyetle sevmek lâzım değil midir? Nefis, vücuda merkez olduğundan muhabbete lâyık ise o vücudu icad eden ve o vücudun kayyumu olan Hâlık, daha fazla muhabbete, ubudiyete müstahak olmaz mı? Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu, sebeb-i muhabbet olursa bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nâfi’, Bâki ve daha karib olan, daha ziyade muhabbete lâyık değil midir? Binaenaleyh bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem ve muhabbetin ile beraber mahbub-u hakiki olan Fâtır-ı Hakîm’e ihda etmek lâzımdır.

(10. Risale, Mesnevi N.)


Birinci hatvede فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ettiği gibi: Tezkiye-i nefis etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki evvela ve bizzat yalnız zatını sever, başka her şeyi nefsine feda eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakiki’nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarf ederek مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.

İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

(29. Mektup)


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ

Meali: (Hâşiye[12]) “Nefis daima kötü şeylere sevk eder.” âyetinin hem de اَعْدٰى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتٖى بَيْنَ جَنْبَيْكَ mana-yı şerifi “Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” hadîsinin bir nüktesidir.

Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez. Eğer zahirî sevse de samimi sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusuru nefsine almaz belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ âyetinin bir tokadını yer. Temeddühü ve sevdirmesi ise aksü’l-amel ile istiskali celbeder, soğuk düşürtür.

Hem amel-i uhrevîde ihlası kaybeder, riyayı karıştırır. Âkıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya müptela olan hisse ve heva-yı nefse mağlup olup yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Âdeta ders aldığı Amme Cüzü’nü bir tek şekerlemeye satan hevaî bir çocuk gibi elmas kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak ve hevasını memnun etmek ve hevesini tatmin etmek için ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enaniyetlere vesile edip kârlı işlerde hasaret eder.

اَللّٰهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَالْاِنْسَانِ

(28. Lema)


Evet, insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlukları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin her birisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur.

Madem öyledir, ey nefis! Aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belalardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur. Ne vakit hakiki sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı onun namıyla ve onun âyinesi olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm bir nıkmet olur.

Bir cihet kaldı ki en mühimmi de odur ki ey nefis! Sen, muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun. Sen, kendi nefsini kendine mabud ve mahbub yapıyorsun. Her şeyi nefsine feda ediyorsun, âdeta bir nevi rububiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi, ya kemaldir; zira kemal zatında sevilir. Yahut menfaattir, yahut lezzettir veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir.

Şimdi ey nefis! Birkaç Söz’de kat’î ispat etmişiz ki asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi zıddiyet itibarıyla sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelal’in kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.

Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil belki adâvet etmelisin veyahut acımalısın veyahut mutmainne olduktan sonra şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen –çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir, sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun– o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi, nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem’acık ile iktifa eder. Zira nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa’ ettiğin ve saadetleriyle mesud olduğun mevcudatın ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tabi bir Mahbub-u Ezelî’yi sevmekliğin lâzımdır. Tâ hem kendinin hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem Kemal-i Mutlak’ın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, onun zatına karşı muhabbet-i zatiyedir ki sen sû-i istimal edip kendi zatına sarf ediyorsun. Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, onun esma ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen sû-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmanu’r-Rahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen cennet gibi senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismanî hevesatına ihzar eden ve sair esmasıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letaifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını o cennette sana müheyya eden ve her bir isminde manevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelî’nin elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat onun bir cüz’î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise o Mahbub-u Ezelî’nin kendi Habib’ine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittiba et:

اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

(24. Söz)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Mahlukatın en zalimi insandır. İnsan, kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir. Ve keza hayatın icadında ille-i gaiyenin yalnız hayat olduğunu bilir. Cenab-ı Hakk’ın icad ettiği “hay”larda hedef ittihaz ettiği binlerce hikmetlerinden haberi yok.

Acaba imkân ve ihtimalden hariç midir ki âlemde görünen şu eşya-yı hârika daha garib, daha hârika ve daha mu’cize melekûtî, berzahî, misalî şeylere bazı numune ve bazı esaslar olmasın?

(Zerre, Mesnevi N.)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefsine olan muhabbeti icab ettiren nefsin sana olan kurbiyeti ise Hâlık’ına muhabbetin daha fazla olmalıdır. Çünkü nefsinden o daha karibdir. Evet senin fikrin, ihtiyarın idrak edemedikleri sendeki mahfiyat, Hâlık’ın nazarı ve ilmi altındadır.

(Şule, Mesnevi N.)


Gaye-i Hayal Olmazsa Enaniyet Kuvvetleşir

Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenasi edilse elbette zihinler enelere dönerler,

Etrafında gezerler. Ene kuvvetleşiyor, bazen sinirleniyor. Delinmez, tâ “nahnü” olsun. Enesini sevenler, başkaları sevmezler.

(Lemeat)

Aşk-ı Beka[değiştir]

Bu Lem’a’ya bir derece his ve zevk karışmış. His ve zevkin coşkunlukları ise aklın düsturlarını, fikrin mizanlarını çok dinlemediklerinden ve müraat etmediklerinden bu Üçüncü Lem’a mantık mizanları ile tartılmamalı.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetinin mealini ifade eden يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى ۞ يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى iki cümlesi mühim iki hakikati ifade ediyorlar. Ondandır ki Nakşîlerin rüesasından bir kısım, bu iki cümle ile kendilerine bir hatme-i mahsus yapıp muhtasar bir hatme-i Nakşiye hükmünde tutuyorlar. Madem o azîm âyetin mealini bu iki cümle ifade ediyor. Biz bu iki cümlenin ifade ettiği iki hakikat-i mühimmenin birkaç nüktesini beyan edeceğiz.

Birinci Nükte[değiştir]

Birinci defa يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi mâsivadan tecrit ediyor, kesiyor. Şöyle ki:

İnsan, mahiyet-i câmiiyeti itibarıyla mevcudatın hemen ekserisiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i câmiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercedilmiştir. Onun için insan da umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî cennete bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan daima azap çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevî azaba medar oluyor. O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir.

Çünkü kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemal-i bâkiye mâlik bir zata tevcih etmek için verilmiş. O insan sû-i istimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor; kusurun cezasını, firakın azabıyla çekiyor.

İşte bu kusurdan teberri edip o fâni mahbubattan kat’-ı alâka etmek, o mahbublar onu terk etmeden evvel o onları terk etmek cihetiyle Mahbub-u Bâki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى olan birinci cümlesi: “Bâki-i Hakiki yalnız sensin. Mâsiva fânidir. Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz.” manasını ifade ediyor. “Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى demekle bırakıyorum. Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller.” demektir.

İşte bu halette kalp, hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse mahbubları adedince manevî cerihalar oluyor.

İkinci cümle olan يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى o hadsiz cerihalara hem merhem hem tiryak oluyor. Yani يَا بَاقٖى “Madem sen bâkisin, yeter; her şeye bedelsin. Madem sen varsın, her şey var.” Evet, mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâki-i Hakiki’nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin gölgeleridir.

İkinci Nükte[değiştir]

İnsanın fıtratında, bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez.

Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî cennetin bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki Bâki-i Zülcelal o şedit, sarsılmaz, fıtrî arzuyu; o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştir ki fâni insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş.

Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerîm, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatli, kālli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.

Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tabidir. Ve madem beka, Bâki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Bâki’nin esması bâkiyedir ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur.

Elbette insana en lâzım iş en mühim vazife, o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünkü Bâki yoluna sarf olunan her şey, bir nevi bekaya mazhar olur. İşte o ikinci يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى cümlesi bu hakikati ifade ediyor. İnsanın hadsiz manevî yaralarını tedavi etmekle beraber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor.

Üçüncü Nükte[değiştir]

Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zahiren birbirine benzer fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de insandaki cisim, nefis, kalp, ruh daireleri öyle mütefavittir.

Mesela, cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli ma’dum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir.

İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.

Evet, Bâki-i Hakiki’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa bir sene, bir saniyedir. Belki onun yolunda bir saniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir saniye hükmüne geçer.

Meşhur böyle bir söz var ki:

سِنَةُ الْفِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ الْوِصَالِ سِنَةٌ

yani “Firakın bir saniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir saniye kadar kısadır.” Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki visal, yani Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah bir saniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir. Gaflet ve dalalet firakı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir saniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var:

اَرْضُ الْفَلَاتِ مَعَ الْاَعْدَاءِ فِنْجَانٌ سَمُّ الْخِيَاطِ مَعَ الْاَحْبَابِ مَيْدَانٌ

hükmümüzü teyid ediyor.

Meşhur evvelki sözün sahih bir manası budur ki: Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir saniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rüya olur. Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir saniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak ise saniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünkü firakın meydanı geniştir. Bekayı isteyen bir kalbe, firak çendan bir saniye de olsa seneler kadar tahribat yapar. Çünkü hadsiz firakları ihtar eder. Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel, firakla doludur.

Şu mesele münasebetiyle deriz: Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü; bâki, uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakiki’nin yoluna sarf ediniz. Çünkü Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur.

Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek.

İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

Bu hakikate işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu nass-ı Kur’an gösteriyor. Hem bu hakikate işaret eden ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan “bast-ı zaman” sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı mi’rac, bu hakikatin vücudunu ispat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi’racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünkü o mi’rac yoluyla, beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.

Hem şu hakikate bina edilen beyne’l-evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle “bast-ı zaman” (Hâşiye[13]) hakikatini aynen müşahede ettikleri medar-ı şüphe olamaz.

Şu “bast-ı zaman” herkesçe musaddak bir nev’i, rüyada görünüyor. Bazen bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.

Elhasıl: İnsan çendan fânidir. Fakat beka için halk edilmiş ve bâki bir zatın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zatın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir.

Öyle ise böyle bir insanın hakiki vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir. Lisanı يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى dediği gibi kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi هُوَ الْبَاقٖى، هُوَ الْاَزَلِىُّ الْاَبَدِىُّ، هُوَ السَّرْمَدِىُّ، هُوَ الدَّائِمُ، هُوَ الْمَطْلُوبُ، هُوَ الْمَحْبُوبُ، هُوَ الْمَقْصُودُ، هُوَ الْمَعْبُودُ demeli.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

(3. Lema)

Muhabbet ve Havf[değiştir]

İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi belalı bir musibettir. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır.

Muhabbet ise sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allah’a ısmarladık demeyip gider –gençliğin ve malın gibi– ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünkü Samed âyinesi olan bâtın-ı kalp ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler bahsimizden hariçtir.)

Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor ya seni tahkir ediyor ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.

Evet, Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki bir valide, mesela, bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celbediyor. Halbuki bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır.

Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.

(24. Söz)


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir bela, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez.

Binaenaleyh havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fâtır-ı Hakîm’e tevcih et ki havfın onun merhamet kucağına –çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi– leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.

(Onuncu Risale, Mesnevi N.)

Allah'ın Kendisini Kullarına Sevdirmesi[değiştir]

Hem hiç mümkün olur mu ki bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni’-i Zülcelal, onun mukabilinde zîşuurdan marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin?

(10. Söz)


Evet, hiç mümkün müdür ki insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da insanın Rabb’i de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zat-ı Zülcelal bir dâr-ı mücazat hazırlamasın?

Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman-ı Rahîm’in kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?

(10. Söz)


Hem hiç kabil midir ki o Zat-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlukat içinde kendine küllî muhatap ve câmi’ bir âyine yapıp bütün hazain-i rahmetinin müştemilatını ona tattırsın hem tarttırsın hem tanıttırsın, kendini bütün esmasıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin, o daimî saadetgâha davet edip mesud etmesin?

(10. Söz)


Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.

...

Sonra o Rahman’ın kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ dediler.

(11. Söz)


Sonra görür ki bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.

(23. Söz)

Mahbubiyet[değiştir]

Mi’rac-ı Nebeviyedeki maceralardan birisi: Cenab-ı Hakk’ın Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma karşı muhabbet-i münezzehesi, “Sana âşık olmuşum.” tabiriyle ifade edilmiş. Şu tabirat, Vâcibü’l-vücud’un kudsiyetine ve istiğna-i zatîsine, mana-yı örfî ile münasip düşmüyor. Madem Süleyman Efendi’nin Mevlid’i, rağbet-i âmmeye mazhariyeti delâletiyle o zat, ehl-i velayettir ve ehl-i hakikattir; elbette irae ettiği mana sahihtir. Mana da budur ki:

Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un hadsiz cemal ve kemali vardır. Çünkü bütün kâinatın aksamına inkısam etmiş olan cemal ve kemalin bütün envaı, onun cemal ve kemalinin emareleri, işaretleri, âyetleridir.

İşte her halde cemal ve kemal sahibi, bilbedahe cemal ve kemalini sevmesi gibi Zat-ı Zülcelal dahi cemalini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemalinin şuâatı olan esmasını dahi sever. Madem esmasını sever, elbette esmasının cemalini gösteren sanatını sever. Öyle ise cemal ve kemaline âyine olan masnuatını dahi sever. Madem cemal ve kemalini göstereni sever, elbette cemal ve kemal-i esmasına işaret eden mahlukatının mehasinini sever. Bu beş nevi muhabbete, Kur’an-ı Hakîm âyâtıyla işaret ediyor.

İşte Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, madem masnuat içinde en mükemmel ferttir ve mahlukat içinde en mümtaz şahsiyettir.

Hem sanat-ı İlahiyeyi, bir velvele-i zikir ve tesbih ile teşhir ediyor ve istihsan ediyor.

Hem esma-i İlahiyedeki cemal ve kemal hazinelerini lisan-ı Kur’an ile açmıştır.

Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâni’inin kemaline delâletlerini, parlak ve kat’î bir surette lisan-ı Kur’an’la beyan ediyor.

Hem küllî ubudiyetiyle rububiyet-i İlahiyeye âyinedarlık ediyor.

Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esma-i İlahiyeye bir mazhar-ı etem olmuştur.

Elbette bunun için denilebilir ki Cemil-i Zülcelal, kendi cemalini sevmesiyle o cemalin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever.

Hem kendi esmasını sevmesiyle o esmanın en parlak âyinesi olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever ve Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.

Hem sanatını sevdiği için elbette onun sanatını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinatta neşreden ve semavatın kulağını çınlatan, berr ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbih ile ilan eden Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever ve ona ittiba edenleri de sever.

Hem masnuatını sevdiği için o masnuatın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve zîşuurun en efdali olan insanları ve insanların bi’l-ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı elbette daha ziyade sever.

Hem kendi mahlukatının mehasin-i ahlâkiyelerini sevdiği için mehasin-i ahlâkiyede bi’l-ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever ve derecata göre ona benzeyenleri dahi sever. Demek Cenab-ı Hakk’ın rahmeti gibi muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş.

İşte o hadsiz mahbublar içindeki mezkûr beş vechinin her bir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur ki “Habibullah” lakabı ona verilmiş.

İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi “Ben sana âşık olmuşum.” tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir, bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber madem bu tabir, şe’n-i rububiyete münasip olmayan manayı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine: “Ben senden razı olmuşum.” denilmeli.

(24. Mektup)

Din Kardeşine Muhabbet[değiştir]

(Ehemmiyetlidir.)

RİSALE-İ NUR TALEBELERİNDEN BİR KISIM KARDEŞLERİMİN BENİM HADDİMİN ÇOK FEVKİNDE HÜSN-Ü ZANLARINI VE İFRATLARINI TA’DİL ETMEK İÇİN İHTAR EDİLEN BİR MUHAVEREDİR.

Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah rahmetullahi aleyh ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin kuddise sırruhunun has müridi idi. Ehl-i tarîkatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a’zam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakiki sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a’zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin yani o unvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikati görünse senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zat-ı mübareği, senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünkü sünnet-i seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakiki makamı görünse değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilakis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakiki bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.” (Hâşiye[14])

Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti.

Ey Risale-i Nur’un kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibarıyla sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zatlar vazifeye, hizmete bakıp o noktada bakmalısınız. Perde açılsa benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmaya bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız.

Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksimü’l-mesai kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.

Hem madem bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir. Hem kemiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat ve mütehavvil siyaset âlemleri ebedî, daimî, sabit hidemat-ı imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medar da olamaz. Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

(Kastamonu L.)

Al-i Beyte Meveddet[değiştir]

اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى âyetinin bir kavle göre manası: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beyt’ine meveddeti istiyor.”

Eğer denilse: Bu manaya göre karabet-i nesliye cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ sırrına binaen karabet-i nesliye değil belki kurbiyet-i İlahiye noktasında vazife-i risalet cereyan ediyor?

Elcevap: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, gayb-aşina nazarıyla görmüş ki Âl-i Beyt’i, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâm’ın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beyt’ten çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin “Âl” hakkındaki duası ki اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى اِبْرَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ اِبْرَاهٖيمَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ dir. Makbul olacağını keşfetmiş. Yani nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nurani rehberler Hazret-i İbrahim’in (as) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (asm) vezaif-i azîme-i İslâmiyet’te ve ekser turuk ve mesalikinde enbiya-i Benî-İsrail gibi Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediye’yi (asm) görmüş. Onun için لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyt’e karşı ümmetin meveddetini istemiş.

Bu hakikati teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beyt’im.” Çünkü sünnet-i seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyt’tir.

İşte bu sırra binaendir ki Kitap ve Sünnete ittiba unvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beyt’ten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i seniyesidir. Sünnet-i seniyeye ittibaı terk eden, hakiki Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi Âl-i Beyt’e hakiki dost da olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beyt’in etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-i mütesanide lâzım ki âlem-i İslâm’ın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyt’i etrafına toplamasını arzu etmiş.

Evet, Âl-i Beyt’in efradı ise itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyet’e fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı, bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle din-i İslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.

(4. Lema)


Eğer denilse: Âl-i Beyt’e muhabbeti, Kur’an emrediyor. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şîalar hususan Râfızîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbette mahkûmdurlar?

Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.

Biri: Mana-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt’i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

İkincisi: Mana-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı düşünmeden Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemalini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de Peygamber’i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez hem ifrat olsa başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.

İşte işaret-i Nebeviye ile Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebubekiri’s-Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri ettiklerinden hasarete düşmüşler. Ve o menfî muhabbet, sebeb-i hasarettir.

(19. Mektup)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Vedud: Kullarını çok seven, onları lutfa, ihsâna garkeden; sevilmeye lâyık ve müstahak yalnız kendisi olan anlamlarında esmâ-i hüsnâdan Allah'ın bir ismi
  • Habibullah: Allah'ın en sevgili kulu olan Peygamber Efendimiz (sav)
  • Habib: Sevilen, sevgili, dost anlamında Allah'ın bir ismi.
  • Buğz: Sevginin zıddı
  • Havf: Sevginin zıddı
  • Adavet: Sevginin zıddı
  • Nefret: Sevginin zıddı
  • Husumet: Sevginin zıddı
  • Kalp: İnsanda muhabbetin yerleştiği latife.

Kaynakça[değiştir]

  1. https://islamansiklopedisi.org.tr/muhabbet
  2. https://sorularlaislamiyet.com/muhabbetullah-nedir-insan-kime-ne-olcude-muhabbet-edecektir
  3. Bir zaman iki aşiret reisi, bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.
  4. Lillah için bir saniye mülakat, bir senedir. Dünya için olsa bir sene, bir saniyedir.
  5. Hadîsin nassıyla “O şuhud, bütün lezaiz-i cennetin o derece fevkindedir ki onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemali o derece fazlalaşır ki döndükleri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zor ile onları tanıyabilirler.” hadîste vârid olmuştur.
  6. Tesettür-ü nisvan hakkında Otuz Birinci Mektup’un Yirmi Dördüncü Lem’a’sı, gayet kat’î bir surette ispat etmiştir ki: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir. Ref’-i tesettür, fıtrata münafîdir.
  7. Şu pencere umumî değil. Ehl-i kalp ve ehl-i muhabbete hususiyeti var.
  8. O zaman meşrutiyet, şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş.
  9. Evet, kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musanna ve murassa bir meyve, elbette gayet sanat-perver, mu’cizekâr ve hikmettar bir Sâni’in mehasin-i sanatını zîşuura okutturan bir ilannamedir. İşte nebatata hayvanatı dahi kıyas et.
  10. Evet, durub-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tard eder. O adam kendine teselli vermek için “Tuh, ne kadar çirkindir!” der. O güzelin güzelliğini nefyeder.
    Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmaya eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla “Ekşidir.” der, gümler gider.
  11. Âyine-misal mevcudatın birbiri arkasında zeval ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemalin cilvesinin bulunması gösterir ki cemal onların değil; belki o cemaller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir cemal-i mukaddesin âyâtı ve emaratıdır.
  12. Bu parçanın da herkese faydası var.
  13. قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ âyetiyle وَلَبِثُوا فٖى كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنٖينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا âyeti “tayy-ı zaman”ı gösterdiği gibi وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ âyeti de “bast-ı zaman”ı gösterir.
  14. Çünkü sen muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiyatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakiki makamının fiyatına, en büyük muhabbet de ucuzdur.