Risale:Bakara 21-22: İbadet ve Tevhid Bahsi (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
20.07, 23 Haziran 2024 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 44013 numaralı sürüm

Önceki Risale: Bakara 19-20: Münafıklar Hakkında Yağmur Temsiliİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsi: Sonraki Risale

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

اَلَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا وَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

MUKADDİME[değiştir]

(İbadetin Mahiyet ve Keyfiyeti Hakkında bir Tahkik ve Tedkik)

Mütercim

Ey aziz katiyyen bil ki: İbadet; akaidî ve dinî inancı kökleştiren ve onu bir hal ve bir meleke tarzında sabit kılan bir şeydir. Zira eğer ibadet vicdanî ve aklî emir ve işleri nurlandırmaz ve terbiye etmezse, eser ve tesiratları zaif kalır sönük düşer. Evet çünkü, ibadet emirler, emirlere imtisal ve nehylerden içtinab etmekten ibarettir. İşte hal-i İslâmın vaziyeti, yani İslâm aleminin ve milletlerinin dine karşı tehavün, lakaydlık ve gevşeklik arz eden hal ve durumu bu anlatılan hakikata şâhiddir.

Hem yine bil ki: İbadet iki cihanın saadetine sebebtir.. Ve maaş ile maad denilen dünya ve ahiret hayatının tanzimine de sebeb olmakla beraber şahsî ve nev'î kemale de sebebtir. Hem abd ile Halıkı arasında en yüksek ve en şerefli bir nisbet ve münasebet vesilesi yine ibadettir.

Amma ibadetin ahiret mezraası[1] olan dünyanın saadetine sebeb olduğu vechi birkaç cihettendir.

Birinci Vecih[değiştir]

İnsan, latif ve âcib bir mizac ile bütün hayvanattan mümtaz ve müstesna bir şekilde halk edilmiştir. İşte insandaki bu seçkin mizac; iyiyi seçmeye, en güzeli bulmaya ve pürüzsüz bir zineti aramaya; ve hem insanlığa layık bir maişet içinde yaşamaya ve bir kemal içinde hayat sürmeye fıtrî bir meyli netice vermiştir. Sonra bu meyillerden dolayı o insan, me'kel, melbes ve mesken gibi (yiyecek, giyecek ve içinde oturup yaşayacak) hacetlerini tahsil etmeye ve bir çok sanayi' ile bunları güzelleştirmeye ve düzenlemeye muhtaç bulunmaktadır. Lakin bu insanın, tek başiyle bütün bu hacetlerin tedariki için gücü, iktidarı kafi gelmemektedir. Bunun için, kendi ebna-yı cinsi olan insan cemaatları içine girmeye ve onlarla beraber yaşamaya muhtaçtır. Taki kendisi de onların çalışmalarına ortak olup, karşılıklı yardımlaşsın. Sonra da birbiriyle semere-i saylerini mubadele etsinler. Fakat vaktaki Sani-i Hakîm beşerin cüz-i ihtiyarisi zenbereğiyle terakkilerini temin etmek hikmeti iktizasıyla; "şeheviyye, gadabiyye ve akliyye" kuvvelerine -hayvanların kuvvelerinde yapılmış olan tahdid misillü- fıtri bir hadd koyarak tahdid etmemiş olduğundan; beşerin içtimaî hayatlarında inhimak ve tecavüzler hasıl olmuştur. Yani insanda kendi nefsine fazla düşkünlük ve başkasının hukukuna tecavüzler baş göstermiştir. Sonra insandaki bu kuvvelerin adem-i tahdidleri sırrıyla; inhimâk ve tecavüzlere müheyya olmalarından dolayı, insan cemaatleri sa'ylerinin semerelerini mübadelede ve alışveriş muamelelerinde Adalete muhtaç kalmışlardır. Lakin herkesin tek başına adaletin idrâkinde aklı kâfi gelmediğinden; neviler ve cemaatler olarak akl-i umumînin istifade edebileceği bir tarz da adaleti bulmak hususunda bir akl-ı küllîye muhtaç kalmışlardır. İşte bu akl-i küllî ise, ancak bir küllî kanun olabilir. Bu küllî kanun da ancak Şeriat-ı Garra olabilir.

Sonra; bu şeriat'ın te'sir ve cereyanını muhafaza edebilmek için, bir mukanninin (kanun vaz'edicinin) ve bir sahib ve mübelliğin ve bir merciin bulunması gerekmektedir. İşte o da ancak Peygamber Aleyhisselamdır. Sonra Peygamber dahi, zahir ve batınlarda, akıllar ve tabiatlarda hakimiyyetini idame etmek için; maddeten ve ma'nen, sîreten ve sureten yaradılış ve fıtratça ve ahlâkça bir imtiyaz ve üstünlüğe ihtiyacı vardır. Keza o Peygamberin kendisi ile, mülkün mâliki ve âlemin sahibi arasında mevcud olan münasebetin kuvvet ve muhkemliğini gösteren bir delile de ihtiyacı vardır. İşte o delil ise, mu'cizelerdir. Ve sonra emirlere karşı itaatları te'sis etmek ve nehyhlerden ictinabı temin eylemek için, zihinlerde Sani'in ve mülk sahibinin (yani Allahü Tealanın) azametinin tasavvurunu devam ettirmeye ihtiyaç vardır. İşte bu da ancak akaidin tecellisiyle olabilir. (Yani akaidin doğruluk ve haklılığına inanmayı icab ettiren iman rükünlerinin ve bunlara bağlı teferruat meselelerinin ayan beyan bilinmesi ve anlaşılmasıdır.)

Sonra, bu tasavvurun idamesi ve akaidin kökleştirilmesi dahi tekrarlı bir hatırlatıcıya ve tazelenen bir amele ihtiyaç vardır. İşte o tekrarlı hatırlatıcı da ancak ibadettir.

İkinci Vecih[değiştir]

İbadet, fikirleri Sani-i Hakîme dönderip tevcih etmek içindir.. Ve aynı zamanda inkiyad ve itaat'ın tesis edilmesine fikirlerin teveccüh eylemesi içindir. İşte bu inkiyad ise, kâinatta tevdi' edilmiş olan intizam-ı ekmele ulaşmağa ve onunla bağlanmağa götürür.. Ve bu intizama tabi' olmak ise, hikmetin sırrını tahkik eylemek içindir. (Yani, kâinat ve mahlukatın yaradılışının sırr-ı hikmetini tahkik etmek demektir.) İşte kâinattaki itkan-ı sanat bu sırr-ı hikmetin şâhididir.

Üçüncü Vecih[değiştir]

Şu insan denilen mahlûk; tepesine telgraf aletlerinin pek çok telleri asılmış, başına da hilkat nizamatının kanun uçları sarılmış ve fıtrat kanunları ona uzatılıp takılmış ve kâinattaki İlahî kanun ve namusların şuaları inikas ederek gelip onda temerküz etmiş bir ağaç[2] gibidir. İşte bu mahiyet ve vaziyette bulunan beşere en evvel lazım olan şey, bu nizamları ve bu nâmus ve kanunları kendisinde tamamlamak, ikmal eylemek ve bunlara tam bağlanmak ve onlara intisap eylemek ve eteklerine yapışmaya teşebbüs etmektir. Tâki umumî cereyana, yani nizam-ı kâinata ahenk içerisinde ayak uydursun da, ayakları kayıpta sürçerek yere yuvarlanıp düşmesin.. ve umumî nizam ve kanunların dairesinden kovulmasın.. ve ayrı ayrı tabakalar halinde ve bir takım hareketler içerisinde olan bu kanun ve nizamların çark ve dolaplarının sırtından atılıp da, başı boşluğa düşmesin. İşte bu mezkûr ahenk ve nizamı te'min edebilecek şey ve vasıta, ancak İlahî emirlere imtisal ve nehylerine ictinabdan ibaret olan ibadettir.

Dördüncü Vecih[değiştir]

İlahî emirlere imtisal ve yasakladıklarından ictinab vesilesiyle, insan için içtimaî heyette (toplum hayatı ahenginde) birçok mertebelere bağlıyan ve onlara götüren bir çok nisbetler ve münasebetler hasıl olmaktadır. Öyle ki, adeta bir tek şahıs bir nev gibi olmuş oluyor. Evet, bir çok işler, emirler vardır ki; (bilhassa Şeair-i İslâmiyeye ve mesalih-i umumîyeye temas eden işler emirler) çok çeşit, cihet ve rütbelerin ve kanun ve nizamların; ve bunların içindeki bir çok hukukların dizildiği birer ip gibidirler. İşte eğer o emirlere imtisal ve nehylerden içtinab ipi olmazsa; bütün o emirler, işler parçalanır, dağılır ve uçar giderler.

Beşinci Vecih[değiştir]

Müslüman bir insanın diğer bütün Müslümanlarla sabit bir münasebeti ve kuvvetli bir irtibatı vardır. Bu münasebet ve irtibatta, imanî akaid ve İslâmi melekeler sebebiyle, köklü bir uhuvette ve hakiki bir muhabbete sebeptirler. Lâkin bu akaidin de zuhûr ve tesirinin sebebi ve köklü bir meleke haline gelmesinin vesilesi ancak ibadettir.

Amma İbadetin Nefsî ve Şahsî Kemale Sebeb Olduğu Cihetine Gelince[değiştir]

Bil ki: İnsan cirminin küçüklüğü, zaifliği ve acizliğiyle beraber; ve maddî cesedi itibariyle hayvanat cinsinden bir hayvan olduğu halde; pek değerli, çok kıymettar bir ruhu içinde saklıyor.. ve tam ve mükemmel bir istidadı ihtiva eyliyor.. ve hasre gelmez meyilleri içinde bulunduruyor.. ve nihayetsiz emel ve arzuları müştemil bulunmaktadır.. ve gayr-ı mahsur efkârları vardır. Ve gayr-ı mahdut kuvveleri tazammun ediyor. Hem bütün bu mezkûr istidadadlarıyla beraber, insan umum alemlerin envaına bir fihriste gibi olduğundan; fıtratı acip bir tarzda yaratılmıştır.

İşte bu mahiyetteki bir insan,[3] ruhunun inbisatına ve içindeki o değerlerin cilalanmasına âmil ve sebeb ancak ibadettir. Hem saadet-i ebediyeye münasib ve layık olacak ve ona yaraşacak bir tarzda istidadlarının inkişafına ve nemalanmasına illet ve medar yine ancak ibadettir.. Ve keza insanın meyl ve arzularının tehzib ve nezahetine (düzenlenme ve temizlenmesine) vesile, yine ancak ibadettir. Ve keza pek çok emellerinin tahakkukuna ve semeredar kılıp susamışlık ve açlığının giderilmesine vesile, yine ancak ibadettir.. Ve keza fikirlerinin tanzimine ve hakikatla bağlanmasına yegane vasıta, yine ancak ibadettir.. Ve keza insanın taşkın kuvvelerinin tahdid ve gemlendirilmesine sebeb, yine ancak ibadettir.. Hem insanın azaları üzerindeki maddî-manevî tabiatın kir ve pasını giderip kalaylattıracak şey, yine ancak ibadettir. İşte o a'zalar iman ve ibadetin nuru ile şeffaflaştırıldığı takdirde, her birisi mahsus bir alemin birer menfezi ve penceresi gibi olurlar. Hem yine ibadet eğer vicdan, akıl ve kalıp ile beraeber yapılabilirse; beşeri layık olduğu mukadder olan şeref ve kemaline ulaştırmış olur. Hem yine abd ile mabud arasında latif ve âlî bir nisbet ve şerif ve kıymettar bir münasebet ise, ancak yine ibadettir.. ve bu münasebet ise beşerin kemal mertebelerinin nihayetsiz mertebesi ve zirvesidir.

Ve İbadette İhlas[değiştir]

İbadetteki ihlas budur ki: İbadet; sana emr olunduğu için onu yapmandır. Başka bir tabirle: İbadet yapılır, çünki onun yapılmasına emredilmiştir. İbadete dair gelen emirlerin ve ibadetteki bütün fiil ve hareketlerin her birisi birçok hikmetleri müştemil bulunmuş olsa da; ve bu hikmetlerin her birisi o emirleri imtisal etmek için birer illet olmuş olsalar dahi; ancak ibadeti ihlas noktasında ele aldığımızda, ibadetin illeti emrin kendisi olması iktiza eyler. Eğer hikmetler, maslahatlar ibadetin yapılmasında illetler yerine konulursa, o zaman o ibadetler batıl olur. Lâkin eğer hikmet ve maslahatlar tercih edici sebebler makamında kalırlarsa caiz olabilirler.

(Mukaddime sona erdi. Mütercim)

Ve mukaddimeden sonra[değiştir]

Vakta ki, Kur'anın muhatabları

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا

fermanını işittiler; lisan-ı halleri ile şöyle bir istifsarda bulundular:

Acaba ibadetin hikmeti nedir? Ve ne içindir? Ve ona imtisal etmenin neden mecburiyeti olsun?. Ve hangi şey ve maksad içindir?!.

İşte bu suallerden "ibadetin hikmeti nedir?" mevzuunu üstte, mukaddimede cevabını işittin. Amma ibadetin asıl illeti hakkındaki suale Kur'an-ı Hakîm Sani'in vucudunu ve tevhidini

رَبَّكُمُ الَّذِيخَلَقَكُمْ

(yani O, çünki sizi yaratan, pek çok nimetler bahşeden Rabbinizdir. Onun için Ona ibadet, ubudiyet, kulluk yapmanız gerek..) kavliyle isbatını yaparak cevap verdi. Peygamberliğin isbatını da

وَاِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا

kavliyle cevaplamıştır.

ŞU AYETLERİN NÜKTELERİ HAKKINDA BİR MUKADDİME[değiştir]

Ey aziz bilmiş ol ki: Bürhan, yani delil ve hüccet iki çeşittir.

Birisi: "Limmi" dir ki, müessir ile yani müessir canibinden bakarak, eserin üzerine delil getirmektir.

Diğeride: "İnni" dir ki; eser ile müessire istidlaldir, delil getirmedir. Yani, eserin sahibini, eseri ile tanıtma ve isbatlamadır. Bürhan ve delil getirme işinde şüphelerden en salim olanı da budur. Şu "inni" burhan da, müreccah kavle göre; ya mütesavviyut tarafeyn ile imkaniyyün bil-istidlaldir. Yani vücudî veya ademî olabilmesinin imkanı noktasında her iki tarafın müsaviliği ile imkanlığının isbatını yaparak, Mucid'inin vucûduna delil getirmedir. Veya da, tahavvul ve teğayyür ile hudusiyyün-bilistidlaldır. Yani eşyanın değişkenliği, halden hale dönüşümü, zevali, faniliği gibi vaziyetleriyle olan yapılmışlığı hadisesi ile yine Mucidini isbatlamadır. Yani o mevcudun hadisliğinin delili ile, ihdas edenin varlığını ispat etmektir. Bu her iki bürhan bölümündeki değerlendirme de, ya eşyanın zatları itibariyle veya sıfatları itibarı iledir. Ve bu zat ve sıfatın ikiside, ya vücudu i'ta edip vermekle; veya da, mevcudun beka ve devamını idame etmekledir.. Ve bu i'ta ve ibkanın ikiside, ya "delil-i ihtirai" dir. Ya da "delil-i inayeti" dir. İşte

رَبَّكُمُ الَّذِيخَلَقَكُمْ

ayeti şu sayılan bütün bu nevilere işaret etmektedir.

Şimdi burada onun hülasası zikredilecektir. Ayrıca biz bunları başka bir kitapta[4] tafsilen izah etmişizdir.

Delil-i inayet nasıldır?[değiştir]

[5] Evet, Sani-i Vâhidin ispatına dair olan "delil-ül inayet"i üstteki ayet göz önünde telvih edip canlandırıyor. Hülasası ise, kâinatta mündemic olan "nizam"dır. Evet "nizam" bir iptir, bir hayttır; maslahatlar ve hikmetler ona bağlı, takılı ve onunla asılıdırlar. İşte eşyanın menfaatlarını sayan ve dile getiren ve hikmetlerini yadeden Kur'an-ı Hakîm'in umum ayetleri hep bu "inayet delili" ni dokuyan nessac ve bürhanın tecellisine ayinedirler. Zira, maslahatlar ve hikmetlerin ancak onunla mer'î bulunduğu nizam, elbette bir nazzamın (tanzim edicinin) vücudunu ispat ettiği gibi; ayni zamanda Sani-i Hakimin kasd ve hikmetine de delalet etmekte ve ortalıkta varlığı tevehhüm edilen kör tesadüfün ve körleşmiş ittifakın vehmini de nefy edip tard etmektedir.

Ey arkadaş! Eğer senin nazarın şu fusûs-ü hikemle bezenmiş olan âlî nizamı ihata edemiyorsa; ve istikra-i tamme denilen tam ve derin bir araştırmayada muktedir değilse; kendi nev'in olan insanların telahuk-u efkarlarından hasıl olmuş ve insan nevinin fikir ve düşüncesi hükmüne gelmiş ve onun hiss ve duyguları halini almış fenlerin, ilimlerin casusları vasıtasıyla bak! Tâ ki, akılların apaçık nasibedar oldukları nizamı ayan-beyan müşahede edesin. Hem ta bilesinki; kâinatın nevileri hakkında teşekkül etmiş olan fenlerden her biri külliyet-i kaidesiyle bir ittisak ve intizamın keşşafı olarak, o nizam ve ittisaktan daha mükemmelini aklın görmediğini ve ondan daha âlîsini kabul etmediğini görebilesin.

Evet kâinatın her bir nev'i için bir fen teşekkül etmiş ya da teşekkületmeye kabildir. Fenn ise, kaidenin külliyetinden ibarettir. Kaidenin külliyeti de, nizamının güzelliğine delalet eder. Zira bir şeyde nizam ve intizam yoksa onda kaidenin külliyeti cereyan edemez. (Yani, mesela, pirenin midesini, tanzim eden kaideli nizam, ta Güneşin Sistemine kadar aynı tarzda cereyan etmesiyle, kaidenin külliyetli olduğunu gösterir.)

Evet, görmez misin ki: "Her âlim, beyaz imame sahibidir." sözünü ettiğimizde; ülema nev'inde -eğer intizam varsa- o nevideki kaidenin külliyetini doğrular. Buna göre; kâinata ait her bir fenn, kaidelerinin külliyeti sebebiyle; tam bir istikra ile kâmil ve şâmil bir nizamı netice veriyor. Aynı zamanda her bir fenn, mevcûdat silsilelerinin halkalarında salkımlar gibi asılı bulunan maslahatlar ve semerelere işaret eden ve inkılabat-ı ahvalin maatifinde, yani eğri-büğrülükleri ve ayrıntılı bölmelerinde gizlenmiş olan hikmetler ve faidelere telvih eden en nurlu birer bürhandırlar.. ve fenlerde olan bu hal ise, Saniin kasd ve hikmetine şehadet eden bayrakları alıp mevcudatın en yüksek kulelerine dikip dalgalandırıyorlar. Böylece, her bir fenn evhamın şeytanlarını tard edip kovmada birer necm-i sakib gibidirler.

Eğer bu mevzu'da daha başka deliller istiyorsan; umumundan sarf-ı nazar, sadece şu gelen misale bak! İşte: Vasıtasız gözle görülmiyen mikroskopik bir hayvanın küçücük sûreti, İlahî, dakik ve bedi' bir makineyi müştemil bulunmaktadır.

İşte zatında ve sıfatında mümkin olan o mahluk, hakikî bir illet olmaksızın kendi başına elbette var olmuş değildir. Zira hem zatında, hem sıfat ve ahvalinde imkanlıdır. Mümkinlik hadisesi ise, terazinin iki kefesi gibi mütesaviy-üt tarafeyndir. Yani; ademi ve vucüdu itibarıyla her iki tarafı aynı seviyede eşittir. Şayet o mahluk kendi kendine illetsiz, mûcidsiz bir tereccühü bulmuş, vucuda çıkmışsa; o takdirde bu farazî iş ancak ademin cevfinde olabilir. Yani vucud sahasında öyle olması imkansızdır. Olsa olsa, ademistan diyarında farazî bir hayal olabilir. İş bu halde bütün ukalanın ittifakıyla; o canlı makinenin vucuda gelebilmesi için, mutlaka ve hiçbir çaresi yok, tercih edici bir illeti olması zarurîdir. O müreccih illet ise, katiyen muhaldır ki, tabiî sebeblerden olmuş olsun. Zira o makine-i dakika içinde bulunan ince nizam, nihayet bir ilmi ve son derece kemalde bulunan bir şuûru iktiza eyler ki; kendilerini onunla aldattıkları tabiî sebebleri içinde öylesi bir ilim ve şuurun varlığını tasavvur etmek her halde ve elbette imkansızdır, hem de muhalatın en çıkılmaz kısmıdır. Bunula beraber; "Esbab-ı Tabiiyeye" dedikleri şey; basit, kalil ve câmid bir nesne olup, herhangi bir mecraları taayyün etmiş değil.. hareket yönleri ve yollarıda hududlandırılıp tayin edilmiş değildir. Hal böyle olduğu halde binler imkanât yolları içinde mütereddid olarak, o imkanat yollarından her hangi birisinin önceliği evleviyeti de yoktur. O halde o şaşkın sebeb, nasıl ve nerede muayyen bir kanalda hareket edebilecek? Ve belli bir mecra içerisinde inhirafsız ve gayet muntazam bir tarzda yürüyebilecek?. Ve nasıl hududları tayin edilmiş bir hatt-ı hareket içinde müstakimane hareket edebilecektir?!. Hem bu haliyle beraber, o sebeb nasıl olurda, o binler imkanattan yalnız birisinin yön ve yollarını keşf edecek de, onu tercih edip onda yürüyecek; tâki hikmetlerinin dakaikinde akılların şaşkına döndüğü şu acib, müntazam makine tevellüd etmiş olsun, hiç mümkün müdür?. Hayır asla!... belki olsa olsa, senin kendini ikna' etmen ve o mevcudun mezkûr sebeblerden doğabilmesi hususunda mutmain olabilmen için; ancak her bir zerreye Eflatun'un[6] şuurunu ve Calinos'un[7] hikmetini vermenle beraber, o bütün zerrelerin aralarında umumî bir istihbaratın ve muhaberenin varlığını itikad etmenle ancak mümkin olabilir. Oysa ki, bu öyle bir safsatadır ki, Sofestaîler dahi bundan utanıyor. Halbuki ise, sebeb denilen şeylerin üssül-esası cüz-ü layetecezze' veya cevahir-i ferd de denilen esir zerratının veya atomlarının her bir zerresinde hem câzibe, hem dâfia kuvvelerinin beraberce bulunmasıdır. Bu ise; zahir sebeblere göre düşünülse, iki zıdd kutbun içtimaı gibi bir şey olur ki, o da muhaldir.

Evet câzibe ve dâfia ve benzeri gibi kanunlar (yanlış ve hata olarak), "Tabiat" diye isimlendirilen Adetullah ve fıtrî şeriatının kanunlarına ancak verilebilen birer isimdirler. Amma bu kanunlar kaidelikten tabiîliğe intikal etmemek ve zihnîlikten hariciliğe çıkmamak; (yani, madde aleminde müstakil ve ayrı bir vücuda sahib olacak dereceye çıkmamak) ve itibarîlikten hakikîliğe değişmemek; ve aletlikten müessiriyete (bizzat tesir sahibi olmağa) terakki etmemek şartıyla makbul olabilir.

İşte üstte kısaca izahı yapılan o misalin içindekini eğer anladı isen; ve misalin küçüklüğü ile beraber, içindeki azametli meseleyi ve darlığıyla birlikte, mânâca genişliğini göre bildi isen; başını kaldır, kâinat içinde nazarını gezdir bak: "Delil-i İnayet" in vuzûh ve zuhurunu kâinatın genişliği derecesinde göreceksin. Evet, Kur'an'ın eşyadaki ni'metlik cihetini sayan ve faidelerini hatırlatan bütün ayetleri bu delilin mazahir ve ayineleridirler. Demek ki, Kur'an-ı Hakîm tefekküre her emrettiğinde, umuma hitap içerisinde, şu "Delil-ül İnayet" istidlaliyetinin tarikine işaret etmiş ve etmektedir. İşte

فَرْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَىٰ مِنْ فُطُورٍ

(Mülk/3) ferman ettiği gibi; "tekrar be tekrar İlahî sanat-ı muntazama olan kâinata bak, hiçbir tarafında bir yarık, bir intizamsızlık, bir abesiyet görebilecek misin!" ayeti gibi bir çok ayetler bu delili enzara göstermektedirler. Sonra tefsiri yapılmakta olan şu ayetin "İnayet Delili"ne îma eden:

اَلَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاًلَكُمْ

ayetin burası da onu şerh eylemektir.

Ve Delil-ül İhtiraî[değiştir]

Amma

اَلَّذِي خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ

ayetinin işaret eylediği "delil-i ihtiraî" ise şudur: Cenab-ı Hak Teala her bir ferde ve her bir neve hâs bir vücud it'a eylemiştir. O hâs vucud, o şeyin mahsus eserlerinin menşei ve layık olabileceği kemalatın menbaidir. Evet hiçbir nev' yoktur ki; imkaniyetinden ve teselsülün butlanından dolayı ezele kadar teselsül edip gitsin. Hem alemdeki şu daimî teğayyur ise, bazısının hudûsunü bilmüşahede göz önünde isbat ettiği gibi; diğer bazılarının ise, aklî zaruret ile hadisliğini isbat etmektedir. Sonra, hayvanat ve nebatat fenleriyle (biyoloji, zooloji bilimleri) sabit olmuş olan iki yüz binden fazla olan nevilerin varlığı; ve her bir nev'in bir ademi ve ilk pederlerinin olduğu zarureti ortaya çıkmıştır. Öyle ise, hudûs ve imkân sırrıyla o envaların ilk Adem ve evvel pederlerinin bizzarûre Kudret-i İlahiyyenin elinden vasıtasız bir tarzda çıkmış oldukları isbat edilmiş olur. O halde silsiledeki tenasülde (nesillenmede) tevehhüm edilebilen şeyler, yani maddî bir takım sebebler ve saireler bunda, yani ilk yaradılış keyfiyetinde tevehhüm edilmez ve edilmemelidir. Ayrıca enva'ların birbirinden inşikakları, yani bazıları diğer bazılarından yarılıp ayrılarak bölünmesi tevehhümü de batıldır. Zira mütevassat olan nev'i, yani birbirinden ayrı ve müstakil olan iki nev'in arasında tavassut etmiş, girmiş bir nevi', tenasül yoluyla -ekseriyetle- teselsül edemez. Öyle ise, araya girmiş mütevassat olan şahıs bir silsilenin başı olamaz. (Mesela at ile inek nev'inin arasına giren, yani ikisinden döllenen katır cinsinin nesillenmediği gibi... İşte madem mebde' ve asıl itibariyle bu iş böyle olmuş ve böyledir, elbette bit-tarikil-evla silsilenin eczalarıda öyle olacaktır.

Evet acaba nasıl tasavvur olunabilir ki; şuûrsuz, ihtiyarsız, basit ve camid olan esbab-ı tabiiyeye; fehimlerin içinde hayret ve şaşkınlığa daldığı o silsilelerin icadına ve her birisi mu'cizat-ı kudret'in birer acib sanatı bulunan silsilelere bağlı olan ferdlerin ihtira'ına (yokken vucuda çıkarılmasına) kabiliyeti olsun?!. Evet silsileleriyle beraber bütün o ferdler hudûs ve imkaniyetleri lisanıyla Halıklarının (c.c.) vucûb-u vucüduna kat'î şehadetle şahidlik yapmaktadırlar. Amenna!

Sual 46[değiştir]

Eğer desen: Ortadaki, meydandaki şu kat'î şehadetle beraber, şu bazı insanlar maddenin ve hareketinin ezeliyeti gibi dalaletlere nasıl inanabiliyorlar?

Cevaben sana denilir: Tebaî ve sathî nazar bazen muhalı mümkin görür. Nasıl ki, Bayram hilaline bakan ihtiyar adamın kirpiğinin ve kaşının eğilmiş beyaz bir kılını ay olarak görmesi ve hilal telakki etmesi gibi... evet insan ali bir cevhere (ruh cevherine) ve mükerrem bir mahiyete sahib olduğu için, daima hakkın, hakikatın arkasında dolaşıyor. Fakat bazen ihtiyarsız, davetsiz ve taharrisiz olarak eline batıl ve dalal da düşebiliyor. Belki de sathî ve tebaî olan nazarı ile baktığı için, çaresiz olarak onu öyle kabul ediyor. Zira öylesi kimseler, vaktaki hikmetlerin ve maslahatların ipi ve zinciri olan kâinat nizamından tegafül eylediği ve hareket ve maddenin ezeliyetle taban tabana olan zıddıyetinden teâmî (hayret içinde görmezlik) ettiği için, onun tabaî olan nazarı yanında, şu nakş-ı bedii ve bu acip sanatı kör tesadüfe veya şaşı ittifaka isnadını muhtemel görebiliyor.

Evet, allâme HÜSEYİN-İ CİSRİ'nin (R.H.)[8] dediği gibi "Âsar-ı medeniyyetle müştemil müzeyyen bir saraya giren adamın, kasr'ın banî ve sahibini içinde göremediği vakit, önce onun sahipsiz olduğunu itikad eder. Fakat sonra kalkar, o sarayın zinetini ve esasatını ittifak'a (rastgeleye) tesadüfe ve tabiatın intihab modeline isnad etmeye muzdar kalır."

Ve keza, ancak tam bir ihtiyar'ın ve şâmil bir ilm'in ve kâmil bir kudret'in üstünde, yani bunlara dayanarak durabilen; ve ancak bunların emri altında olmakla yürüyebilen âlemin nizamından ve bu nizamın halka ve düğümlerine asılı ve takılı bulunan bütün hikmetlerin, maslahatların ve faidelerin şehadetlerinden teâmî ve tegafül ettikleri için; onların tebaî nazarlarında şu camid, donuk sebeplere tesir-i hakikînin verilebileceğine ihtimalli görünmektedir.

Şimdi ey arkadaş! Cenab-ı Sani-i Hakîmin san'atının inceliklerinden kat-ı nazar; eserlerin en zahirini ki, "tabiat" diye isimlendirdikleri olan "irtisam"dır. Yani: Kendi kendine nakışlanma, resimlenmedir. Şimdi sen gel, şu ülfet perdesinin yırtılarak ortadan kalkması şartiyle; acaba sen kendini nasıl ikna' edebilir ve senin aklın nasıl kabul edebilir ki; mesela ayinenin yüzündeki hâsiyet, gök perdesinin açılmasında ve o ayinenin cam parçacığında semanın yıldızlarıyla beraber irtifainin ve nakışlarının suretini celbetmede müessir bir sebep olsun! Hem senin aklın nasıl ikna olabilir ki; hakikatta vehmî bir emir olan umumî câzibe kuvveti (çekim), Küre-i Arzın ve sair yıldızların muhkem ve pek sağlam bir intizam ile, adeta mancınık ipi gibi, o kürelerin durdurulmalarında ve tahrik ve tedvirlerinde te'sir sahibi bir illet, bir hakikî sebep olmuş olsun!..

Elhasıl: İnsanoğlu batıl ve muhal bir emre, bir işe sathî ve tebaî bir nazarla baktığında ve sonra onun hakikî müessir olan illetini görüp bulamadığı vakit, kendi yanında o batıl ve muhal şeyin sahih olabileceğine ihtimal verebiliyor. Lâkin eğer ona kasden ve bizzat bakarsa ve ona müşteri olarak aslını araştırırsa; "Hikemîyat" denilen felsefî sözlerle avundukları mes'elelerden hiçbir şeyi kabul etmesi mümkin olmayacaktır. Belki ancak şu şartla kabul edebilir ki; zerrelerin herbirisinde bütün hükemanın akıllarını ve umum siyasetçilerin hikmetlerini farz eden bir ahmaklığı alır da budalalaşırsa, mümkin olabilir.

Sual 47[değiştir]

Eğer desen: Nedir şu tabiat, nâmuslar ve bu kuvvetler ki onlarla vızıltı çıkarıp, bunlarla tesellî bulup kendilerini avutuyorlar?!.

Cevaben sana denilir ki: Evet, Tabiat denilen şey, ancak bir mistardır. Bir satırlıkdır. Masdar değil.. Bir matbaadır, tabi' değil (tab' eden değil), Kanunlardır, kuvvet değil. Belki de tabiat bir şeriat-ı fıtriye-i İlahiye olup, alem-i şehadet cesedinin azaları arasında bir nizamı ika' eylemiştir. Evet, nasıl ki İslâm Şeriatı, beşerin ihtiyarî olan fiillerini tanzimden kaidelerinin zübdesi ve hülasasıdır. Öyle de: Devletin nizamı da, siyasî düsturlar ve kanunlarının mecmu'undan ibarettir. Buna göre, İslâm Şeriatı ve Devlet nizamı nasıl ki yalnız itibarî ve makul iki emrdirler. Onun gibi: Tabiat dahi itibarî bir emr olup hilkat ve mahlukat içinde cereyan etmekte olan ve "Adetûllah" ile tesmiye edilen kâinat nizamının hülasa ve özüne verilmiş bir isimdir. Hal böyle iken, Tabiatı harici ve bağımsız ve kendi başına bir varlığa sahib tevehhüm eylemek; medeniyet görmemiş şöyle vahşi bir adamın haline benzer ki; bir fırka askerin gayet intizam içindeki hareketlerini gördüğü zaman bu askerlerin aralarını birbirine bağlamış haricî bir emrin, bir şeyin (ipin veya zincirin) maddi varlığını itikad etmesi gibidir. İşte bunun gibi, kimin vicdanı o vahşî adam gibi vahşî ise, tabiatı da istimrar ve devamlılık sebebiyle, harici bir tesir sahibi (yani kendi başına müstakil) bir mevcud tahayyül edebilir.

Elhasıl: Tabiat denilen şey, Allah'ın sanatı ve kâinat nizamı olan fıtrî şeriatıdır. Bu şeriatın namus ve kanunları da, o şeriat-ı fıtriyenin meseleleridir.. Ve bunların kuvvetleri de, o meselelerin hükümleridir.

Şimdi Tevhid'in Delilleri[değiştir]

Evet, ayette اُعْبُدُوا ile işaret eylediği tevhidin delili; Tefsir-i İbn-i Abbasa (R.A.) göre وحِّدُوا demektir. Yani: Allahı birleyiniz! Hüküm, kuvvet, kudret, Rububiyet, tedbir, tedvir ve idare, emir ve irade gibi herşeyi yalnız ve yalnız ona veriniz, ondan biliniz!..

Evet, malum ola ki; Kuran-ı Mu'ciz-ül Beyan tevhide ait ne kadar delail varsa, hepsini almış, zikretmiştir.

Hem

لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

(Enbiya/22) ayeti tazammun eylemiş olduğu "BURHAN-ÜT TEMANU" ise, istiklaliyetin ulûhiyet için zatî, lazım ve zarûrî bir hassa olduğuna kâfi bir delil ve parlak bir şem'dandır. Ayrıca, yine bu ayette tevhidin latif bir deliline daha remz vardır, o da şöyledir: Nev-i beşer ve cins-i hayvanın yaşamaları semerât, hububat ve meyveleri dokumada, doğurmada; yer ile gök arasında bir yardımlaşmanın ve karşılıklı bir münasebetin varlığı.. Hem alemdeki eserlerin (yani mevcudat neviilerinin cinsleri) birbirine benzeyişleri.. Ve etraflarındaki eşyanın birbirleriyle olan muânakaları.. Ve yekdiğerlerinin ellerinden tutarak birbirlerinin intizamını tekmil etmeleri.. Ve cânib ve cihetlerinin birbirleriyle cevaplaşmaları.. Ve birbirlerinin hacet ve isteklerine "lebbeyk!" demeleri.. Ve her hepsinin bir tek noktaya gözlerini dikip bakmaları.. Ve yine hepsinin intizam içindeki hareketleri de, bir tek ve muayyen nizamın mihveri üzerinde olması telvih ediyor, belki tasrih ediyor ki; vahid olan ve birlik içinde bulunan şu makinenin sani'i vâhiddir, tekdir.. Ve bütün bunlar beraberce herşeyin ve herkesin başı üstünde şu gelen beyti okumaktadırlar:

وَ فِي كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ

[9] Yani: Herşeyde, Allah'ın vucûb-u vücûduna bakan, ispat eden, gösteren bir delil, bir ayet vardır ki; o Allahın vahid ve yekta olduğuna delalet etmektedir.

Sonra bunu da bil ki: Sani-i Hakim nasıl ki Vacib-ül Vucûd ve Vahid-i Ehad'in; onun gibi bütün kemalî olan vasıflarla da muttasıftır. Evet, masnu'da olan ve adeta coşarcasına kendini gösteren ne kadar feyz-i kemal varsa, ancak saniinin tecelli-i kemalinin gölgesinden muktebesdir. Öyle ise, umum kâinatta ne kadar hüsün, kemal ve cemal varsa, elbette ve her halde hepsinden gayr-ı mütehanî derecelerle yüksek olan bir cemal, kemal ve bir hüsün Sanilerinde bulunması zarûrîdir. Evet, ihsan ise,[10] Muhsin olan zat'ın servetinin bir fer'i, bir şubesidir ve ona delildir.

Keza, icad dahi Mûcid'in vucuduna; îcab, Mucibin vacibliğine; tahsin, güzelleştirenin varlığına -amma şanına layık ve muvafık bir tarzda- delalet ederler.

Hem dahi bil ki: Sani-i Kadir bütün noksan sıfatlardan münezzehdir, müberradır. Çünki noksanlıklar, maddî olan şeylerin mahiyetlerinin istidadsızlığından neşet ederler. Allah ü Teala Celle Celalühü ise, maddiyattan mücerreddir, uzaktır. (Zaten maddiyattan olan bir şey ilah olamaz.)

Hem yine bilmiş ol ki: Cenab-ı Hak Teala ve Tekaddes kâinatın mahiyetlerinin imkanlığından neşet eden bütün levazım ve evsaftan da mukaddesdir. Çünki o, Vacib-ül Vücûddur, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ sırriyle ona benzeyen hiçbir şey yoktur. Kendisi de hiçbir şeye benzememektedir. İşte bu iki hakikate kat'î işaret eden şu gelen ayettir. فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا (Bakara/22) (yani öyle ise, Allah'ın dengini, benzerini itikad etme tarzındaki inançları taşımayınız!)

Amma وَاللّٰهُ الْغَنِيُّ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَآءُ (Muhammed/38) ayeti ile işaret edilen "delil-i imkanî" ise, (imkan hakikatına bakan delil) kâinat zerratının her bir zerresi; gerek zatî şahsı itibarıyla, gerekse tek tek sıfatları itibarıyla; ve gerekse birer birer ahvalı itibarıyla; veya da ayrı ayrı vecihlerinin cihetleri itibarıyla her hepsinin zatında, sıfatlarında, hallerinde ve vucûdunda gayr-ı mütenahî imkânât yolları arasında mütereddid, mutehayyir olduklarını görmekte iken sen; fakat birden bakıyorsun k: O zerreler bütün o imkanat yolları içerisinden silkinerek kalkıyor, muayyen bir yola düşüyor ve mahsus bir sıfat giyiyor ve muntazam bir şekille şekilleniyor; ve sağlam ve savab bir kanuna binip ona tevfik-i hareket ediyor; ve muayyen ve belli bir maksada teveccüh ediyor. Sonunda da öyle bir hikmet ve maslahatı intaç ediyor ki; o şeyin o belli ve müayyen tarzından başka bir yolla olabilmesi asla mümkün değildir. İşte acaba şu zerrenin bu hal ve vaziyeti, kendi lisan-ı mahsusu ile saniinin kasd ve hikmetini ilan edip bağırmıyor mu? Ve tasrih edip ilan etmiyor mu? Evet, her bir zerre tek başıyla saniin infirad içinde birliğine delil olduğu gibi; iç içe terkip edilip terakkî içinde yükselen mürekkebatdan bir cüz' olduğunda, yani terkib edilmişin bir cüz'ü olmasıyla, onun o delaleti gittikçe daha da artmaktadır. Çünki her bir zerrenin bütün mürekkebata girip, onda bir makamı; ve her makamda bir nisbeti; ve her bir nisbette bir vazifesi; ve her bir vazifede bir çok maslahatları semere vermesi ve her bir mertebede saniin vucub-u vucudunun delillerini kendi lisanıyla tilavet eylemesi vardır. Öyle ki, adeta bu zerre bu haliyle; takımında, bölüğünde, taburunda, kolordusunda ilh.. birer münasebetleri bulunan bir nefer asker gibidir.

VE ŞİMDİ ÜZERİNDE OLDUĞUMUZ AYETİN NAZM VE DİZİLİŞİNE GEÇİYORUZ[değiştir]

İşte: Önce ayetimizin makabliyle olan umumî nazmlığı itibariyle, sonra da cümle-cümle heyetlerinin nazmı itibarıyla olan nazm ve diziliş vecihlerinin keyfiyetine bakıyoruz.

Amma umumîyeti itibarıyla makabliyle olan nazmlık ciheti ise, bilmiş ol ki; Kur'an-ı Hakîm vaktaki beşerin mertebece kısımlarını ve mükellefînin enva'ını, yani müttaki mü'minleri, inatcı kâfirleri ve bu iki kısım arasında mütereddid bulunan münafıkları beyan ettikden sonra; hepsine birden teveccüh ederek;

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا

kavliyle hitab eyledi. Arkasından da, hendesî plana göre yapılan bir binanın tertibi gibi, sabıkının izini takib ederek tertibe aldı. Yani: Emr ve nehyi, ilim kanunu üzere amele bağladı. Kazayı da kaderin üstüne bina eyledi. İnşa ve icadı dahi kıssa ve hikayeye rabt eyledi.

Evet, Kur'an-ı Hakîm vakta mezkûr üç fırkanın hal ve hareketlerinin mebhaslerini zikr eyledi. Sonra da herbirisinin hassa ve özelliğini ve her hepisinin akıbetlerini dile getirdikten sonra, yer ve mahall hazır hale gelmiş oldu. Dinleyici olan Sâmi' de uyanarak intibaha geldi. Kur'an dahi dönüp mezkûr ayetteki hitap ile iltifatlı bir bakış içinde tevcih-i kelam eyledi. Sonra, Kur'an'ın bu iltifatında, yani önceki ayetlerde onları gıyaben yadeylemek, sonra burada bu ayette doğrudan hitab etmekte; Beyan ilmi uslubuna göre, umumî bir nüktenin bulunmasındandır. Şöyle ki; bir şahsın mehasini, iyilikleri veya kabahat ve kötülükleri zikredilirken, yavaş ve aheste bir tarz-ı üsluptaki îkaz ve heyecanlandırmanın lüzumlu hükmüyle; ya istihsan meyli, ya da nefret temayülü ziyadeleşip artmaya başlar. Sonra o meyil, yavaş yavaş kuvvetleşir, ta o dereceye gelir ki; meyil sahibini, iyilikleri ya da kötülükleri zikredilen şahsı müşafeheten görmek için sevketmeye zorlar. Sonra, makamın haline göre, dinleyicilerin meyilleri o şahsın evsafına yönelmeleri iktizası ile, Cenab-ı mütekellim, bahsi yapılmış şahsı hazır edip, alıp dinleyicilerin huzuruna çeker ki, direkt hitap ile ona teveccüh edilsin.

Hem yine, aynı ayetin hitabında hususî bir nükte de bulunmaktadır ki, o da: Yapılmış teklifin ağır yüklerini hitabın lezzetiyle hafifletmektir. Ayrıca da ayette şöyle bir işarette vardır ki, ibadette abd ile Halıkı arasında herhangi bir vasıtanın, aracının olmadığına ve olamayacağına da bakmaktadır.

AMMA AYETİN CÜMLELERİ ARASINDAKİ NAZM VE DİZİLİŞ KEYFİYETİNE GELİNCE[değiştir]

Bil ki:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا

hitabı, üstte tarifi yapılan o üç fırka insanların herbirisine, üç çeşit zaman (yani; hal, mazî ve müstakbel zamanları) içerisinde olan bütün tabakalara hitaptır. Yani, İlahî hitabda şöyle der:

"Ey kâmil mü'minler! Sebat ve devam sıfatı üzerine ibadet ediniz!"

"Ey ortancalı olanlar! İbadeti ziyadeleştirme, arttırma keyfiyeti üzerine ibadet ediniz!"

"Ey kafirler! İbadetin şartı olan iman ve tevhid üzerine ibadeti yerine getiriniz!"

"Ey münafıklar! İhlas keyfiyeti üzerine ibadet ediniz!" Demek ki burada, ibadet herkesce manevî bir müşterekliği bulunan bir şey gibidir. Feteemmel!

رَبَّكُمُ kelimesi ise der ki: "Rabbinize ibadet ediniz! Çünki o, sizi terbiye eden, besleyen, rızıklandıran bir Rabb'dir. Sizin de ona ibadet eden kullar olmanız gerekmektedir.

BİR TEZYİL[değiştir]

رَبَّكُمُ de eşyanın zatları ta'bir edilen özleri ve mahiyetlerinin imkânî olduğunun deliline bakan ince bir remiz vardır.

Amma جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشًا cümlesinde ise, eşya sıfatlarının imkaniyetinin deliline bakıyor. Fakat

الَّذِي خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ

de ise, eşyanın zât ve sıfatlarının ikisinin de hudûsluğuna remzetmektedir.

Amma eşyanın zatlarının imkaniyetine bakan delilleri nass ile gösteren ayetler ise, şunlardır:

1-

وَاللَّهُ الْغَنِيُّ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَآءُ

Muhammed/38

2-

اِليٰ رَبِّكَ الْمُنْتَهَيٰ

Necm/42

3-

فَاِنَّهُمْ عَدُوٌّ لِيٓ اِلَّا رَبَّ الْعَلَمِينَ

Şuara/77

4-

قُلِ اللَّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

En'am/91

5-

فَفِرُّوٓا اِلَي اللَّهِ

Zariyât/50

6-

اَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

Raad/28

Ve daha sen, bu ayetlerin gösterdikleri hakikatlara göre kıyaslayıp düşün!

SADEDE DÖNÜYORUZ[değiştir]

Amma اَلَّذِي خَلَقَكُمْ cümlesine gelince, bil ki: Cenab-ı Hak Teala vakta kullarını ibadete çağırarak, imtisal için emreyledi. İbadet ise üç şeyi, hali iktiza eylemektedir: O şeyler de bunlardır:

1- Ma'bud'un, (ibadet edilenin) mevcud, yani varolması..

2- O Ma'bud'un Vâhid-i Ehad olup, tasarruf, terbiye ve idarede istiklal ve vahdete sahib olması..

3- Ve O Ma'bud'un her cihetle ibadete layık ve müstehak olmasıdır.

İşte bu ayet cümlesi, şu üç şeye dair olan mukadder suallerin üç delillerine de işaret ederek cevaplamıştır.

Birincisi: Ma'bud'un varlığı ve mevcudiyetidir. İşte bunun delilleri iki kısımdır: 1- Afakî, 2- Enfüsî..

Enfüsî deliller de iki nev'idir: 1- Nefsî.. 2- Usulî..

Kur'an-ı Hakîm, en yakın ve en vâzıh olan nefsî delile: اَلَّذِي خَلَقَكُمْ kavliyle işaret etmiştir. Usûlî delile ise:

وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ

sözüyle işaret vermiştir.

Amma لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ cümlesi makabliyle olan nazmı ise, bil ki: Kur'an-ı Hakîm vaktaki ibadeti

اَلَّذِي خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ

cümleleriyle insanların yaradılış keyfiyetlerine ve âba ve ecdadlarının hilkatlarına ta'lik eyleyip bağladı. O halde ibadet, beşerin yaradılışı üzerine terettüb eden iki noktayı iktiza eylemiştir.

Birincisi: Beşerin yaradılışı; ibadeti yapabilecek, yerine getirebilecek isti'dadı üzerine halkedilmiş olması, cibilliyeti de takvaya kabiliyetli olmasıdır. Ta, beşerde öylesi bir isti'dada kabiliyetini müşahede edenler, ondan ibadeti yapacağını ümid edip beklesin, nasıl ki dişli, tırnaklı bir hayvan görüldüğünde, ondan iftiras ve parçalamayı beklemek gibi...

İkinci Nokta: Beşerin yaradılışından ve memur bulunduğu vazifelerinden ve ona müteveccih olduğu kemallerinden maksad ve gaye takvadır. Takva ise ibadetin kemalidir.

Keza, لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ cümlesi ifade eyler ki: Sizin ey insanlar! yaradılışınız ve ondaki kemalinizden asıl maksad; ve isti'dadlarınızın ona göre hazırlanmışlığının gayesi, ancak takvadır.

Amma جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشًا cümlesi ise, Cenab-ı Vacib-ül Vucûdun varlığını isbat eden âfâkî delillerin en yakın olanına işaret ettiğine işarettir. (Yani ki; yer yüzünün bir sofra gibi serilip kurulmuş olmasıdır.) Hem yine bu cümle, o delillerin içinde sebeblere hakikî te'sir vermeyi reddettiğine bir remiz vardır. Zira, şirkin bir nev'ide sebeblere hakiki te'sir vermekdir. Yani: Yeryüzünün tefriş edilip insanların istifadesine arzedilmiş olması elbetteki tabiatın değil, Allah'ın ca'liyledir. Yani; tasarruf-u Rububiyetiyledir.

Amma وَالسَّمَاءَ بِنَاءً zikrinin, yere yapışık bir tarzda; yani yeryüzünün tefriş zikrinden hemen sonra, semayı zikretmekle; âfakî delillerin basit ve sadesinin en yükseğine işaret etmek içindir.

Sonra, وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً kavliyle, mürekkebât ve mevalid'in (terkip edilmiş eşya ve unsurların) kendi Sani'lerinin vücuduna olan delalet vecihlerine işret etmektedir.

Hem sonra, üstte zikirleri geçen cümlelerin herbirisi, Vâcib-ül Vücud olan Hak Tealânın vücuduna, varlığına delalet ettikleri gibi; hepsi birden ve toptan onun vahdetine, birlik ve tekliğine telvih eylemektedir.

Ayrıca, nizama işaret eden tertibin sureti, (yani sırayı takib ederek) رِزْقًا لَكُمْ ün delaletiyle beraber, nimetleri göz önüne sermeyi telvih eden vaziyetiyle, Cenab-ı Hak Tealanın elhak ibadete müstahaklığını isbat etmektedir. Zira, nimetleri inâm ve bahşeyleyen mün'ime her halde şükür, teşekkür etmek vâcib olur.

Hem رِزْقًا لَكُمْ de şöyle bir işaret de vardır ki, der: "Ey insan! Allah'ın emri ve izni ve teshiri ile, sana yer (dünya, toprak) ve sair unsurlar ve mevalid ve ma'denler hizmet ettikleri gibi; senin de bunları sana müsahhar eden ve istifadene müheyya kılan zata hizmet etmen lazımdır.)

Amma فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا cümlesinin nazm ve diziliş keyfiyeti ise, bilmiş ol ki: Bu cümlenin diziliş vaziyetinden çıkıp uzanan hatlar, çizgiler ayetin birinci cümlesi olan يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا cümlesine.. Ve keza اَلَّذِي خَلَقَكُمْ kavline.. Ve hem اَلَّذِي جَعَلَ لَكُمُ cümlesine.. Ve yine اَنْزَلَ kelimesinede uçları dayanmaktadır. Yani şu bütün cümleler şöyle emrediyor, diyorlar ki: "Rabbinize ibadet ettiğinizde sakın başkalarını -ubudiyyet noktasında- ona şarik, ortak itikad edip de teşrik etmeyiniz. Çünkü "Rabb" yalnız Allah'dır. Hem çünki o, sizin ve nev'inizin Halikı, yaradanıdır. Öyle ise, siz Allah'tan gayrı, birbirlerinizi yek-diğerlerinize Rabb olarak ittihaz etmeyiniz! Hem çünki o, toprağı, yeri sizin için halkeyleyip seren ve size bir beşik heyetine getirendir. Hem çünki semavatı halkedip, dünya binanıza tavan yapan yine odur. Öyle ise, putperestliğin menşei olan Tabiî sebeblere hakikî te'sir vererek, o şeylerin te'sir-i hakikîye sahib olduklarını itikad etmeyiniz. Hem çünkü, rızkınız ve maişetiniz için suyu semadan yere indiren ve gönderen yine o olduğu gibi; ne kadar nimetler varsa, hepsi bilâşek ondandır. Öyle ise, şükür ve ibadet yalnız ona olmalıdır.

TEK TEK CÜMLELER[değiştir]

Üzerinde olduğumuz ayetin tek-tek cümlelerinin nazm ve heyetlerinin keyfiyetine gelince, bilmiş ol ki: Tenzil, yani Kur'an-ı Hakîm يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا deki şu يَا اَيُّهَا kelimesini çokca tekrarlamaktadır. Bunun sırrı ise, birkaç ince nükteler ve şeffaf letaifler içindir. Zira bu hitap, üç vechile te'kidlidir, şöyle ki:

1- يَا da ikaz ve uyarma vardır.

2- اَيُّ de tevessüm, yani damgalama tarzında nişanlama vardır.

3- هَا da ise, dikkat çekme bulunmaktadır. Öyle ise, buradaki يَا اَيُّهَا hitabı üç çeşit faideye remz etmek içindir.

Birincisi: Teklifin meşakkatine karşılık, hitabın lezzeti.. yani, kendi Zat-ı Ulûhiyeti ünvan ve sıfatıyla, ibadet eden kullarına iltifaten yaptığı hitabın lezzetidir. Zira insan, gîybetin (yani gıyabîliğin) alt kaidesinden huzur makamının zirvesine terakki edebilmesinin vasıtası ancak ibadettir. Ve huzur makamında ise, doğrudan hitap vardır.

İkincisi: يَا اَيُّهَا hitabı, muhatabın üç cihetle ibadeti yapmakla mükellef bulunduğuna bir işarettir. Yani: 1- Kalbi itibariyla olan teslim ve inkiyad ciheti.. 2- Aklı cihetindeki iman ve tevhid yönü.. 3- Kalıbı, bedeni itibariyle amel ve ibadet cihetidir.

Üçüncüsü: Hem bu hitabda; mü'minlerin havas, ortanca kısmı ve avam halk olarak üç tabakalarına da telvih vardır. Keza, bu hitabda; ülfet edilmiş tarza ve ünsiyet ile alışılmış tertibe bir telmihdir. Yani mesela: Bir adam, kendi yolunda yürüyüp giden bir şahsa, önce ona seslenerk durdurur. Sonra yanına gider, nişan ve alametleriyle ve onu tanıdıktan sonra, kendisine yönelir. Sonra kendisine hitab eder ve sonrada onu kendi maksadı istikametinde yönlendirip çalıştırmaya başlar.

İşte, bu gibi nüktelere binaen, hitab da bir birini te'kid etmeler ise, üstte bahsi geçmiş o cihetleri te'sis etmek içindir.

Amma يَا daki nida ise, çağırılan ve hitab edilen kimseler insanlar olduğundan, insanlar ise muhtelif derece ve tabakalarda bulunduğundan; yani, gafiller, gâibler, (hazır olmayanlar) sâkin olup ilgi duymayanlar, câhiller, başka şeylerle meşgul olanlar, mu'rizler, (yani haktan ve ibadetten yüz çevirenler) muhibbinler. Tâlibler, (istekliler) ve kâmiller gibi tabakalarda oldukları için, elbette bu nida; tenbih için olacaktır. Aynı zamanda bu nida, ihzar eylemek; ve muhatabları harekete getirmek; ve onları tarif etmek; ve hem onları tefriğ etmek (yani kötü huy ve seyyiattan boşaltmak) ve keza heyecanlandırmak ve teşvik etmek ve şevklerini arttırmak; ve şefkatlarını tahrik eylemek ve saire içindir. Demek, يَا ile yapılan nidada bütün bu sayılan mânâlarda murad olabilir. Amma makam yakınlık makamı olduğu halde يَا daki uzaklık, yani uzağa seslenme karakterliği ise; insanlara teklif edilmiş emanetin celalet ve azametine işarettir. Ve aynı zamanda kulluk derecesinin uluhiyyetin makam ve mertebesinden uzak olduğuna ima etmek (yani bu iki daire makam itibariyla ayrı ve farklı olduklarını irae eylemek) ve her birinin makamı, mahiyeten evsafı birbirinden uzak makamlardadır. Aynı zamanda bu يَا nidası, ibadetle mükellef olanların asırları, -ekseriyetle- hitabın zühûr ettiği zaman ve mahallinden uzaklığına remzeylediği gibi; beşerin şiddetli gafletinede (yani, hitab-ı İlahîden şiddetli gafletlerinden dolayı uzaklıklarına) telvih eylemektedir.

Amma اَيُّ ise, umumdan seçip ayırma tarzında bir tevessüm (vesimlenme) olduğu; yani onu nişanları ile tanıma ve hayır bekleme mevzu'u olması hasebiyle, remzediyor ki, yapılan hitab kâinatın umumunadır. Fakat insan, Emanet-i Kübrayı umum mevcudat adına farz-ı kifaye tarikiyle yüklendiği için, umumuna yapılmış olan hitab, insana hususiyle edilmiştir. Öyle ise, insanın yapacağı bir kusur, mecmu-u kâinat hakkına bir tecavüz olmuş olur.

Sonra, اَيُّ de olan icmalda, bir cezalet vardır. Fakat اَيُّ den gelen kelimelerde ise, bir tafsil bulunmaktadır. (Seyda Molla Abdülmecid Efendi şu cümlenin tercümesini şöyle tefsirli yapmıştır: اَيُّ izafesiz zikri ile bir icmal olduğu gibi; daha sonra النَّاسُ kelimesini ona izafe etmesiyle bir tafsil olmuştur. Dolayısıyla birincide icmalın cezaleti, ikincisinde tafsilinki vaki olmuştur.)

Amma اَيُّهَا deki هَا ise, muzafün-ileyh'in bir ıvazı, bir bedeli ve bir karşılığı olmakla beraber, (yani, اَيُّ den sonra gelmesi lazım olan bir izafenin ıvazı, karşılığı olmakla beraber,) يَا ile hitab edilen hazirûnu tenbih edip uyardığına işarettir.

Amma النَّاسُ ise, vasfiye-i asliyenin telmihiyle; yani ki, insanın asli vasfı "nisyan" olduğu için; itabla, şiddet ve hiddetle ona yapılan hitaba bir işarettir. Yani ayet, insana müteveccihen yaptığı bu hitabiyla sanki diyor: "Ey insanlar! Nasıl olur da ezelî misakı (ezelde vermiş olduğumuz ahd ve peymanı) unutabiliyorsunuz!?. Hem النَّاسُ kelimesi, aynı zamanda, aslî vasfı ile mânâsında, insanın unutkanlık özür ve mazeretine de işaret etmektedir. Yani, diyor ki: "Ey insanlar! Sizin yaptığınız kusur ve hatalar, bilerekten ve ciddî olmaktan değil, sehiv ve nisyandan gelmiş olmalıdır... Aksi takdirde?!."

Amma النَّاسُ ise, vasfiye-i asliyenin telmihiyle; yani ki, insanın asli vasfı "nisyan" olduğu için; itabla, şiddet ve hiddetle ona yapılan hitaba bir işarettir. Yani ayet, insana müteveccihen yaptığı bu hitabiyla sanki diyor: "Ey insanlar! Nasıl olur da ezelî misakı (ezelde vermiş olduğumuz ahd ve peymanı) unutabiliyorsunuz!?. Hem النَّاسُ kelimesi, aynı zamanda, aslî vasfı ile mânâsında, insanın unutkanlık özür ve mezaretinede işaret etmektedir. Yani, diyor ki: "Ey insanlar! Sizin yaptığınız kusur ve hatalar, bilerekten ve ciddî olmaktan değil, sehiv ve nisyandan gelmiş olmalıdır... Aksi takdirde?!."

Amma اعْبُدُوا daki umumî nidanın, seslenişin cevaplılığı hükmüyle, (Yani: Cenab-ı Zat-ı Zülcelal'in "Ey insanlar!." diye yaptığı umumî hitaba karşı, mukadder olarak mukabelede bulunan insanlar: "Buyurun ne emrediyorsunuz ey Rabbimiz?" suallerine karşı, Cenab-ı Allah'da: اعْبُدُوا ibadet ve kulluk ediniz diye cevab vermiştir. İşte bu cevaplılığın hükmiyle) Allah'ın bu hitabı, -üstte bahsi yapılmış- ayrı ayrı insan tabakalarına yaptığı nidadır ki; itaat etmeye delalet, ihlasa işaret, devama remz, ve tevhide telmih etmektedir. Yani: "Ey umum insan tabakaları! Allaha itaat ediniz. İhlas ile onun ibadetine yöneliniz.. ve bunda sebatlı olunuz.. Ve bu ihlas ve sebatı da arttırınız.. ve bütün bunların özü, hülasası olan Allah'ı tevhid edip birleyiniz! (Yani, her şey'in ve bütün kâinatın maliki, Rabbi, ve yalnız tek bir ilahı o olduğuna iman ve îkan getiriniz demektir.)

Amma رَبَّكُمْ ise, işarettir ki; ibadet, Allah ile kul arasında şerefli bir nisbet ve âlî bir münasebet olduğu için, ona karşı rağbetli ve istekli olmanın pek yerinde, muvafık ve münasip olacağı gibi; bu ibadeti aramak ve istemek dahi lazım ve labüdd bir iş, bir vazifedir. Zira sizi terbiye eden ve besliyen ve sizin ona her zaman ve her şeyde muhtaç bulunduğunuz o Rabbinizdir. Öyle ise, ona olan ibadetin, ona karşı bir teşekkür ve ona bir hizmet borcu olduğunu unutmayınız!

Amma

الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ

cümlesinin heyet ve vaziyetlerine gelince, bilmiş ol ki: الَّذِي kelimesinin malum ve bilinen ciheti "Sıla" dır, köprü vazifesini gören bir edattır. Buna göre, şu الَّذِي işaret eder ki; marifetullah ise, onun zatının kühnü ile olan bir marifet değil, belki ancak onun ef'al ve âsarıyla olan bir marifettir.. ve ancak mümkini olanda budur.

Hem îcad ve inşadan ayrı ve imtiyazlı olan خَلَقَ nin getirilmesi ki, karakteri itibariyle üstün bir mukadder mânâya bakmaktadır. Yani: اَوْجَدَ veya اَنْشَأ demeyip, خَلَقَ demesi işaret ediyor ki; beşer'in isti'dadı teklifin teklifi yapılmasına muhkem, sağlam ve istenilen tarzdadır. Keza خَلَقَ remzeder ki; ibadet (fıtrî) bir vazifedir. Çünkü netice-i hilkattır. (Yani: Mahlukat ibadet için yaratılmıştır) ve yaradılışın bir ücretidir. (Yani umum mahlukatın, amma hususiyle insanın yaradılışının bir hakkı ve bir ücretidir.) İbadet'in sevab ve mükafatı da, ancak ve sadece Allah ü Teâlanın mahz-ı fazlındandır.

Amma اَلَّذِينَ ise, (onlar ki) mânaca gayr-ı ma'lumluğu, ibhamlığı ve bellirsizliği ise, şöyle îma eder ki: "Sizden evvel gelip geçenler, şimdi inkıraz bulmuş, dünyadan ve maddî alâkadan kesilmişler ve intikal etmiş gitmişlerdir. Onların şimdi herhangi bir malumiyet hallerinden, yani, hal-ı hazırda bilinen cihetlerinden bir şey kalmamış; ancak sizden önce sizin gibi halk edilmiş mahluklar olmalarından gayri... öyle ise, sizlerde onların başına geldiği gibi, kabir çukurunun kenarındasınız. O halde onlardan ibret dersi alınız! Dünya ile mağrur olmayarak, kulluğunuzu unutmadan ibadetin eteğine yapışınız. Çünki ibadet, saadet-i ebediyenin vesilesidir.

Amma لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ cümlesi heyetlerinin keyfiyetlerine gelince, bilmiş ol ki: لَعَلَّ kelimesi reca ve ümidi ifade etmek içindir ve o mânada kullanılır. (Mânâsı: "Olaki'dir.) İşte bu kelime, merğub ve iyi bir şey için kullanıldığı zaman, ona "itma" denilir. Yani, o şeye tama'landırma.. lâkin mekrûk bir şey için kullanıldığında, ona "işfak" denilir. Yani, çekindirme,

acıyarak korundurmadır. Buna göre, burada لَعَلَّ ile ifade edilen reca ve ümid hali, elbette Cenab-ı Hak hakkında hakikat olarak muhaldir. Öyle ise, burada bil-farz ya mütekellim hakkında düşünülür.. o takdirde ise, yalnız itibarî mânâsıyledir. Ya da, muhatabın hali itibariyledir..

Veyahut, ona, (لَعَلَّ mânâsına) bakanlar, müşahede edenler ve onu işitenler itibariyledir.

Şimdi bu لَعَلَّ harfi, eğer mütekellim olan Cenab-ı Hak hakkında itibarî mânâsıyla düşünülürse, temsilli bir istiare olmuş olur. Evet, nasıl ki bir zat, bir şahsı hizmet edebilecek sebep ve vesileleri ile techiz etse, elbette örfen ondan beklenilecek hizmetleri ümid ediyor demektir. Aynen bunun gibi; Cenab-ı Hak Teala'daki, beşerî, kemâlin her türlüsünü edebilecek isti'dadiyle ve emanet-i kübranın teklifini yüklenebilecek bir kabiliyetle ve ayrıca cüz-ü ihtiyarî hürriyetiyle techiz eylemiştir. Öyle ise, istiareli temsildeki hizmetlerin sebep ve vesileleriyle techiz edilmiş şahıstan o hizmetler beklenildiği gibi; beşerin de mezkûr tarzdaki yaradılışının hikmet ve gayesiyle yalnız "takva" olduğuna işarettir. Hem remz ediyor ki; ibadetin neticesi, gayesi de bu takva mertebesine ulaşmaktır. Hem yine ima eder ki: Takva mertebesi bütün mertebelerin en büyüğüdür.

Ve keza, padişahların kendi raiyetlerini tama'landırma ile hizmetlere sevkettikleri gibi, bir tama'landırma üslûbuna da telmih ediyor. Aynı zamanda, kat'î olarak yerine getirilerek ifa edilecek va'din makam ve mevziinede bir remizdir.

Amma لَعَلَّ (ola ki) kelimesi, muhatap itibarıyla ele alındığında; mukadder ma'nasıyla şöyle olur: "Hal ve vaziyetiniz itibarıyla, müsaid ve müstaid olduğunuz takva mertebesine ulaşmayı ümid ederek; Havf ve Reca müvazenesi ortasında bulunarak ibadet ediniz!" İşte bu itibar ile mukadderliği düşünülürse, işareti şöyle olabilir ki; insan kendi yaptığı ibadete itimad edip bel bağlamaması lazımdır. Hem onda şöyle bir îma dahi bulunmaktadır ki; insanın yaptığı mevcud ibadetle iktifa etmemesi gerek, belki

عَلَيْكَ بِالْحَرَكَةِ غَيْرَ السُّكُونِ

(yani, durmaksızın hareket halinde olmalısın.) Sözünün bir misdakı, tasdik eyleyicisi olarak ibadet için tavır göstermek lazımdır ki, ibadet, hayırlı hizmet ve saire gibi işlerin herbir mertebesinde, daima üst derecelere bakıp ulaşmaya sayetmektir.

Ve eğer لَعَلَّ ye müşahidler ve dinleyiciler itibarıyla bakılsa, şöyle bir ma'na anlaşılabilir ki: Beşerin birçok isti'datlarla mücehhez ve müsellah olduğunu gören bir adamın hemen ondan ibadeti ümid edip beklemesi gibidir. Nasıl ki hayvanın diş ve tırnaklarını gören adamın iftiras ve parçalamayı ondan beklediği gibi... Hem لَعَلَّ ayn-ı zamanda işaret veriyorki; ibadet, fıtratın muktezası ve lazımıdır.

Amma تَتَّقُونَ lafzının üstte bahsi yapılmış olan insan tabakalarının ibadetlerine terettüb eylemesi hükmüyle: Takvanın mertebesine şöyle işaret vermektedir:

1. Şirkten takva... (Yani, Allah ü Tealaya ortak, misil ve benzeri şeyleri koşmaktan takva.)

2. Sonra, büyük günahlardan, kebairden kendini çekip çevirmede takva..

3. Sonra, kalbin Allahtan gayrisine bağlanmasından muhafaza etmekteki takva..

4. Ve keza İlahî ikab ve cezadan korkup kendini çekmek ile yapılan takva..

5. Gazab ve öfke hallerinde kendini korumadaki takva gibi mertebeler...

Bunlardan başka تَتَّقُونَ kelimesi, ibadetin ancak ihlas ile yapıldığı zaman ibadet olabileceğine remzetmektedir. Aynı zamanda تَتَّقُونَ kelimesi, ibadetin maksud-u bizzat olup, sırf bir vesile olmadığına da îma eder. Hem yine o kelime, ibadetin sevab ve ikab için yapılmamasının lazım geldiğine de remzeylemektedir.

Amma

اَلَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً

ayet cümlesinin heyetlerinin keyfiyetine gelince, bilmiş olasın ki; bu ayet, Saniin azamet ve kudretini beyan etmek suretiyle insanları ibadete tehyic edip teşvik ettiğine; ve insana verilmiş olan nimetleri ta'dad etmekle insanı minnetlendirerek ibadete teşvik ve terğib eylediğine işaret eder. Ve ayetin lisan-ı hali sanki diyor ki: "Ey insan! Sana yeri ve göğü teshir eden zat, elbetteki senin ona ibadet etmene layık ve müstahak bir zattır.

Hem ayetin heyet-i umumîyesi itibariyle, beşerin Allah'ın yanındaki ki faziletine ve yüksek kıymetine ve mükerremliğine ima etmektedir, ki adeta lisan-ı hal ile der ki: "Ey insanlar! Kâinatın azamet içindeki ulvî ve süflî ecramını istifadenize müheyya ederek; sizi mahlukların en ekremi kılan bir zat'ın ibadetini yapmakla o şeref-i keramete liyakatınızı izhar etmelisiniz!.

Hem yine, ayetin heyet-i umumîyesi itibariyle; tesadüfü, ittifakı ve Tabiatın te'sirini reddettiğine bir telmih vermektedir. (Yani Allah'ın kudretinin mutlak tasarrufu altında olan eşya, bütün ahval ve keyfiyetlerinde, Tabiat denilen şey'in mâna-yı ismîyle te'sirinin merdud olduğuna telmih etmektedir.) Yani sizin, şu sıfatlariyle birlikte gördüğümüz bütün her şey, ancak ve ancak bir câil'in ca'liyle ve bir kasıdın kasdiyle ve bir muhassısın tahsisiyle ve bir nazzamın tanzimiyledir. (cellet hikmetehu.)

Ve yine netice itibariyle, putperestlik mezhebini doğuran ehl-i tabiat mezhebi ile, yıldızlara bir çeşit tesarru-u hakikî veren Sabiiyye[11] mezhebinin redd ve ibtaline de telvih eder.

Hem yine, ayetin heyeti mânası ile, cisimlerin (maddi cisimlerin) sıfatları ve imkaniyetleriyle de Sani'a dalalet ettiklerini insanlara göstermek için bir tenbihdir. Zira cisimlerde çalışan zerreler umumî ahval ve keyfiyetlerinde imkaniyete kabiliyetleri cihetinde, (yani olma ve olmama imkaniyeti cihetinde) iki tarafça mütesavidirler. O halde pek çok ihtimaller arasında mütereddid bulunan bütün o mümkin sıfatlar ve dolayısıyla bütün o keyfiyat ve ahvaller itibariylede, umum cisimler, bir muhassisin (tahsis edicinin) kasdına, hikmetine ve tahsisine muhtaçtırlar.

Amma لَكُمْ ün takdimi, yani ayette semanın bina edilmesinin zikrinden önce, arzın tefrişi, serilip yayılmasını zikr eylemesi ise, işarettir ki; yerin, dünya toprağının serilip tefriş edilmesi insanlar için olmuştur. Amma bununla beraber, serilmiş ve yayılmış olan arz sofrasından istifade eden yalnız bir insan değildir, başkaları da vardır. Öyle ise yeryüzün de görülen fazlalıklar, ziyadelikler abes değillerdir. Feteemmel!

Amma فِرَاشًا lafzı ise, belagatın bir nüktesine işaret etmektedir ki, bir garabet noktasıdır. Şöyle ki: Yerin, toprağın serilmesinde ve yayarak tefrişinde; onun tabiatının iktizasına göre, yani ağırlığı, sert cisimliği ve sairesi hasebiyle suda batmak ve dalmak iken, tamamının batmaması kaydıdır. Ayet, bu kelimesiyle îma ediyor ki; o tefriş, yayma ve serme, arzın tabiatının zıddına ve hilafınadır. Çünkü Küre-i Arzın tabiatı itibariyla, onun hertarafını suların istila etmesi ve ihata eylemesi iktizası iken, Sani-i Hakîm, hikmeti ve merhameti Küre-i Arzın bir kısmını dışarıda bırakarak, yaymış, üstüne de nimetlerinin sofrasını sermiştir.

Hem dahi فِرَاشًا kelimesi اِذَاثَبَتَ الشَّيْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهٖ (Bir şey, vucûd bulup sabit olduğunda, lavazımiyle birlikte sabit olmuş olur) kaidesiyle, şöyle bir tenbihi veriyor ki: Arz ve toprak bir evin sahası ve arsası gibi bast edilip yayılmıştır. Ondaki enva'-i nebatat ve hayvanat dünya evinin esasatı,[12] yani levazımatı gibi bir kasd ve bir hikmetle yerli yerince konulmuşlardır.

Hem yine bu kelime îma etmektedir ki: Arz ve toprak, bir kasd ve bir hikmetle; ayaklar onun üstünde duramıyacağı derecede sıvı bir mayi' hali ile -altun dahi olmuş olsaydı bile- istifadeye, ziraata elverişli olmayan şiddetli bir sertlik mabeyninde bırakılmıştır ki, abes bir şey olmuş olmasın. İşte bu iki hal arasında bulunan toprağın mevcut hali itibariyle, ayetin فِرَاشًا kelimesi lisan'ı mâna ile der ki; o vaziyet, bir Hakîm-i Rahimin tahsisi, ca'lı ve kasdiyledir.

Amma وَالسَّمَاءَ بِنَاءً cümlesi ise, işaret ediyor ki; Cenab-ı Hak Tealâ vaktaki semayı size bir tavan ve hem bina olarak yarattığında; semadaki yıldızlar ise, o binanızda sizin için lambalar, kandiller halını almışlardır. Öylesi ise; o lambalar, semavatın ayrı ayrı yerlerine tefrik edilip, başka başka menzillerine yayılmalarında her hangi bir tesadüf tevehhüm edilemez, edilmemeli. Nasıl ki yeryüzünün sathine ve içine serilip dağılan çeşitli maden ve cevherlerin vaziyetinde de her hangi bir tesadüfün tevehhümüne yer olmadığı gibi..

Ey aziz bilmiş ol ki: Bu ayette, (tahlil ve tefsirinde olduğumuz ayette) pek acib ve çok ince ve gayet kıymettar bir sırra bakan bir işaret, remz ve îma bulunmaktadır. Şöyle ki:

Sual 48[değiştir]

Eğer desen: İnsan kendi Küre-i Arzına, dünyasına nisbeten bir zerredir. Umum kâinata nisbeten onun şu arzı da bir zerre gibidir. Ve keza insanın -istifade cihetinde- bir ferdi, kendi nev'ine göre, büyük ve âlî dünya evinden bir zerre gibidir. Onun nev'ide, sair şerik ve ortaklarının hadsiz efradlara malik olan nev'ilerine nisbeten ancak bir zerre gibidir. Hem beşerin şu dünya hanesindeki istifadesi, bu evin pek çok faide ve ğayelerine nisbeten yine bir zerre kadardır. Hem şu dünya evinin akıllarla hissedilebilen gayeleri, Ezelî hikmette ve ilm-i İlahîdeki faidelerine nisbeten yine ancak bir zerre kadardır. İşte vaziyet ve hal böyle olduğu halde; acaba nasıl olabilir ki, şu alemin halk ve icadının ille-i gâiyyesi beşerin istifadesi olsun?.

Cevaben sana denilir ki: Bu mesele, geçmiş bütün izah ve tahlillerle nazara alındığında: "Evet, öyledir ve ve haktır" denilir. Çünki, insan ruhunun vus'atı ve aklının inbisat kabiliyeti ve yaygınlığı ve istidadının inbisatlı olması ve kâinatın her şeyinden istifade cihetinin kesreti ve yaygınlığı hasabiyle; alemin yaradılışındaki ille-i gaiyye Beşerdir ve onun her şeyden önce gelen istifadesidir denilir. Hem Alemin eşya ve mevcudatından müstefidlerin istifade hususunda, yekdiğerine sıkıntı, müzahamet vermede, bölünme veya üstünde çekişme diye bir şey yoktur. Her birisi her şeyden herkes gibi istifade edebilmektedir. Nasıl ki küllîde ne varsa, onun her bir cüzîsinde de bulunması ve bir sıkıntının olmaması gibidir. İşte bunun için Kur'an-ı Hakîm, sema ve arzın milyon ve milyon gayelerinden tek birisi olan beşerin istifadesini, bunların yaradılışlarının ille-i gâiyyesi menzilesinde tutmuştur. İnsana nazaran ve ona göre de, ille-i gâiyye yalnız kendisi olduğunu bilmektedir. Yani, insan bütün yeryüzünden, (umum dünyadan) evinin bir bahçesi, bir sahası imiş gibi istifade edebilmekte, sema dahi onun evinin bir tavanı, yıldızlar lambaları, nebatat ve hazravatda evinin zahireleri gibidir. Öyle ise, her bir ferd-i insanın hakkıdır ki desin: "Güneşe: "Benim güneşim!". Semaya: "Benim ğöğüm". Yere: "Benim arzım!.." ve daha buna göre, aklın beraberinde olmak şartiyle teemmül eyle!

Amma

وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ

keyfiyetine gelince, bilmiş olasın ki اَنْزَلَ kelimesinin zamire nisbet edilmesinde "inzal eyledi" zamirine işaret veriyor ki; gelen yağmur damlaları ancak bir kasd ve iradenin mizaniyle indirilir ve hikmetiyle gönderilir. Hatta her bir katre yağmurun, mahsus bir nizam'ın koruması altında ve himayesi içinde bulunduğunun emaresi şudur ki: Yağmur uzak mesafelerden yere doğru gelirken; havanın ve fırtınanın onlarla oynamasıyla ve katreler bir-birine çarpılma istidadlarıyla beraber, arkadaşları olan diğer katrelerle çarpışmasıdır. İşte bu vaziyet ise, ilan ediyor ki; gelen o katrelerin dizgin ve yularları boyunlarına sarılı olupta bırakılmış başı boş değillerdir. Belki her hepsinin ve her birisinin zimamı, gem ve dizgini nizam-ı âlemin bir mümessili ve bir ma'kesi olan bir meleğin elindedir.

Amma مِنَ السَّمَاءِ ise, zahir olan hal ve vaziyetini, zamirin makamına (Yani اَنْزَلَ nin zamirine) ikame etmesiyle, işarettir ki su "semadan" diye olan ta'birinden garaz ve maksad, onun ciheti ve tarafıdır. Yoksa, semanın mahsus cirmi ve gövdesi değildir. (ki üst taraflarda genişçe izahı yapılmıştır)

Amma semadan nâzil olan, yani cihetinden indirilen kar, dolu ve yağmur olduğu halde, sadece مَاءً demesi ise,

وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ

(Enbiya/30) ayetinde olduğu gibi, istifadenin en yakın menşei su olduğuna işaret etmek içindir.

Amma مَاءً deki tenvin'in tenkiri[13] ise, işaret ediyor, diyor ki: Şe'ni acîb, nizamı garîb olan suyun kimyevî karışımı sizin ey insanlar meçhulünüzdür, bilginiz dahilinde de değildir. (Yani, sizin ona bir isim vererek: "hidrojen, oksijen" denilerek, onun teşekkül kanununu kendinizce ta'rif edersiniz. Amma bunların asıl teşekkül keyfiyetini ve kimyevî karışımının hakikatını nereden geldiklerini bilememektesiniz.)

Amma فَاَخْرَجَ nin başındaki ف ise, ki mühletsiz, beklemeksizin hemen ta'kib etme edatı olan bir harftır. Halbuki burada suyun nüzülü ise فَاَخْرَجَ nin ifadettiği meyve ve semerelerin yerden çıkarılması arasında uzun bir mühlet, bir mesafe vardır. (Yani ayette

وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ

ilh.. Suyu semadan indirerek, o su ile meyve ve semereleri yerden çıkarmıştır.) der. İşte:

مَاءً ile فَاَخْرَجَ ortasındaki ف mühletsizlik içinde hemen onu takib işaretini vermektedir. Bunun sırrı ise:

اِهْتَزَّتِ الْاَرْضُ وَ رَبَتْ وَ اَخْضَرَّتْ وَ اَنْبَتَتْ مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَه۪يجٍ، فَاَخْرَجَ

nin mukadder olarak bulunan cümlesi başında gelen ف ye telvih etmek içindir. Ayet iktibası olan üstteki Arapça cümlenin meali şöyledir ki: "Semadan suyu indirdi. Arkasında toprak, kimyevî bir ihtizaz içerisinde harekete gelerek kabardı. Sonra nebatatın yaprak ve renkleriyle yeşillendi, göğerdi... Ve meserret-bahş olan umum nebatat ezvacından bitki çeşitlerini doğurmaya başladı. Arkasından da meyve ve semereleri çıkarttı."

Amma اَخْرَجَ yi zamire nisbet eylemesinde ise, (yani اَخْرَجَهُ اللّٰهُ demeyip, belki zamir ile "çıkardı" diye nisbet eylemesinde) şöyle işaret verir ki; meyve ve semerelerin hurûc ve çıkışları, kendiliğinden bir doğurma ve terekküb (toplanıp birleşme) değildir. Belki ancak Sani-i Hakim, onların maddî maddelerinde bulunmayan bir çok sıfat ve hâsiyetlerle inşa ediyor ve bir terkib ve tanzim içerisinde meydan-ı vücuda çıkarıyor.

Amma فَاَخْرَجَ بِهِ deki بِهِ zamîri, (yani, "onunla" zamiri) ise, bu kelimenin hakikî mânâyı teşerrüb eylemesi sebebiyle, ki o da sebebiyet için ilsaktır. Yani yapıştırma, ulaştırma mânâsındadır. Bu da semerelerin letafet ve taravetine remz etmektedir. Evet, semereler ağaçların üstünde, yukarıda olan dallarının başında oldukları halde, suyun kendi tabiatı hilafına olarak aşağıdan yukarıya yükselmekte; ve âsar-ı şiiriyenin vesatatiyle, yani bir ima ve bir işaretiyle kadehlerin derhal dolmaları gibi; semere ve meyveler bardaklarının da, suya sanki yapışıktır da, hemen bir işaretle dolmuş oldukları görülür.

Amma مِنَ الثَّمَرَاتِ ise, İmam-ı Seybeveyh'e göre, mübtedalık mânâsından halî olmadığı için, dinleyici fehminin ta'yin eylemesine bağlı olarak tenevvü' edebilen bir mef'ule işaret etmektedir. İşte o mukadder mef'ul şöyledir: "Sizin sevdiğiniz ve hoşunuza giden ve iştihanızın çektiği semerelerden neyi ki arzulamışsanız, onların bir çok nev'ilerini meydan-ı istifadenize çıkarmış, sunmuştur."

Amma رِزْقًا deki tenvin ise, işaret ediyor ki; size rızık olarak verilen semere ve meyvelerin husûlu (oluş keyfiyetleri) sizin bilginiz dahilinde olan bir şey değil, tamamen meçhûlünüz olup, umulmadık bir tarzda size geliyor ve ulaştırılıyor.

Amma لَكُمْ ise, imtinan ma'nasını te'kid ettiğine işarettir. (Yani rızıkları i'ta eylemekle minnetlendirme mânâsına.) Hem لَكُمُ ün içinde şöyle bir îma dahi vardır ki; rızık olan şeyler, sizin için halkedilmiş olmakla beraber, sizden başka mahlukatın da size uyarak, o rızıklardan istifade etmesinde bir beis olmaz. (Çünki لَكُمْ cem'i ifade eder.)

Hem yine لَكُمْ bu remzi de veriyor ki; Cenab-ı Hak Teâla şu nimetleri size hâs bir tarzda ve hususî olarak tahsis edip gönderdiği gibi, sizin de minnet ve şükranlarınızı münhasıran ve yalnız ona tahsis etmeniz gerek.

Amma

فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا

cümlesinin kuruluş heyetlerinin nazm ve dizilişine gelince, bil ki: Cümlenin başındaki ف [14] şu gelen dört fıkraya bakmaktadır. Yani:

1- Çünki kâinatta ibadete layık ancak Allah'tır. Öyle ise, ona şerik koşmayınız.

2- Çünki yer ve gök onun kabza-i tesarrüfünda olan bir Kadîr-i Mutlaktır. O halde ona şerik itikad etmeyiniz.

3- Çünki mun'im-i hakikî yalnız O'dur. Öyle ise, onun şükründe başkalarını teşrik etmeyiniz.

4- Hem çünki o, sizin Halıkınız, yaradanınızdır. O halde ona her hangi bir şerik tahayyül etmeyiniz.

Amma تَجْعَلُوا nun yerine, (makam iktizasıyla) تَعْتَقِدُوابِهِ yü almamasında اِنْ هِيَ اِلَّا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا (Necm/23) ayetinin mânâsına işaret etmek içindir. Yani: Sizin kendi ca'linizle, indinizden uydurup, yapıp vücûd tahayyül ettiğiniz ve mânâsız isimlerle tesmiye ederek kendinize ma'bud yaptığınız şeyler; (mesela eski zamanlarda putlar sanemler gibi, bu zamanda tabiat, sebebler veya batıl ve hakikatsız işler ve ma'nalar) hakikatta hiçbir asıllı ma'naya raci olmayıp, ancak sizin kendinizin ca'lı, uydurmasıdır.

Amma

فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًاوَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

cümlesindeki netice kısmının başında zikredilen لِلّٰهِ nin ehemmiyetli bir tarzda göz önüne konularak takdim edilmesinde şöyle bir îma içindir ki: Nehy'in menşei, yani ayette nehy ile yasaklanan şey, Allah'a şerik itikad etmektir ki, bütün batıllıkların kaynağıdır.

Amma اَنْدَادًا deki "nidd" ın mânâsı, misil olmakla; Allah'ın misli, benzeri ise, zıddının ta kendisidir. Ve bu ikisinin, Allah ile onun zıddının arasında mânâca ve hakikatça şeksiz ve kat'î bir tarzda tezad vardır. Yani: Allah'ın zıddını Allah'la beraberliğini itikad etmek ise, en battal ve en mümteni' bir şeydir. Buna göre, اَنْدَادًا kelimesinde şöyle latif bir ima bulunmaktadır ki; nıdd, evvela hadd-i zatında butlanı kat'iyyen beyyin ve zahirdir, çünki zıddır. Yani: Allah'a her hangi bir şey'in misil olup zıdd olma noktasında batıllığı ise, ayan ve âşikârdır.

Amma اَنْدَادًا nin cem' siğasıyla verilmesinde ise, müşriklerin son derece câhillerine işaret olup, onlara gazab ve hiddetle bakıldığına bir îmadır. Yani Kur'an onlara der ki: "Hiçbir vechile misli ve şebîhi olmayan Allah'a nasıl ve ne suretle emsal ve ezdaddan bir sürüsünü benzetiyor ve ona şerik itikad ediyorsunuz?!." Hem bu cem' üslubunda şirkin bütün enva'larını reddettiğine bir îma vardır. Yani ne zatında, ne sıfatında ve ne de ef'alinde Allah'ın şeriki, ortağı yoktur der. Aynı zamanda putperestler, Sabiîler, ehl-i teslis ve esbaba hakikî tesir veren ehl-i tabiat gibi müşrik tabakalarının reddine de telvih etmektedir.

BİR TEZVİL: (Mühim bir not)[değiştir]

Vesenîlik ve putperestliğin menşei; ya yıldızlara ilahlık vermek, ya da batıl olan "Hülûl"ü tahayyül etmek ve yahut Allah'ü Tealâ'ya cismiyet tevehhüm etmektir.

Amma

وَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

cümlesi ise, Kur'an'ın durak fasılalarında vakıf yapılan benzeri ayetlerle birlikte işaret ediyorlar ki: İslâmiyetin menşei ilim, esası da akıl olduğundan; onun şen'i elbette hakikatı kabul ve evhamın safsatasını reddetmektir. Hem sonra, şu ayet cümlesi mef'ûlü terketmiş olmakla, îcazı itinab edip uzatmıştır. Yani îcazı uzatan mef'ûlun ne olduğunu zikretmemiştir. İşte

وَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

ile, mukadder olarak bulunabilen terkedilmiş mef'ullerden bazıları şunlardır: "Siz biliyorsunuz ki, hakikî Ma'bud, hakikî Halık ve mutlak hakikî bir Kadir ve hakikî mün'im Allah'tan başka yoktur. Hem yine biliyorsunuz ki: Âlihedir diye cahilane tapılan şeyler ve putlar, hiçbir şey değillerdir, hiçbir şeye de güç ve takatları yetmiyen şeylerdir. Belki o batıl âliheler, sizin kendi ca'lınızla oluştuduğunuz şeyler olup, onları siz kendiniz asılsız ve batıl bir tarzda ilah diye tanımış ve tanıyorsunuz!.. ve daha buna göre sen düşün, tedebbür eyle!

Önceki Risale: Bakara 19-20: Münafıklar Hakkında Yağmur Temsiliİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsi: Sonraki Risale

  1. Bu manadaki hadis-i şerifin bir çok mehazları için bak: Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları 2. baskı, sh: 372, sıra no: 20 Mütercim
  2. Bu bahsi birde Mesnevi-i Nuriye A. Badıllı- 2. Baskı sh: 191, 307 ve 308 deki kısımlar daha biraz şerhli, izahlı bulacaksın. Mütercim
  3. Bu bahsi Meyve Risalesinin Yedinci Meselesinin ahir kısmınıda da okumak lazım. Mütercim
  4. İşarat-ül İ'caz'dan önce tab' ve neşredilen ve bu mevzu'u işleyen "Muhakemat" eserinden başka yoktur. Mütercim
  5. Bu mevzuu ayrıca nokta risalesindede okumak lazım. Mütercim
  6. Eflatun veya "Flatün" Yunan'ın meşhur ve büyük filozoflarından olup, "Sokrat"tan ders almış, "Aristo"nun da hocasıdır. Miladdan önce 327 de doğmuş, 427 de vefat etmiştir. Mütercim
  7. Calinos hekimde Yunanlı olup dünya çapında meşhur bir Doktordur. Çoğu tıbba dair 500 kadar eser bırakmıştır. Miladî takvime göre 130 da doğmuş 200 de Roma'da ölmüştür. Mütercim
  8. Hüseyn-i Cisrî, büyük bir âlim, usulcu, kelamcı bir din mücahidi idi. Şam Trablus'unda (yani şimdi Lübnan'da) 1845'te doğdu. 1909'da vefat eyledi. Bir çok eser te'lif eyledi. Kitapları içinde meşhurlarından "Er Risalet-ül Hamidiyye" ve "El Hüsn-ül Hamidiyye Filakidet-il İslâmiyye" eserleridir. Mütercim
  9. Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları sh: 449, Sıra no: 162 Mütercim
  10. Bu bahsi, Risale-i Nur'un birkaç yerinde, hususiyle 32. Sözün 3. Mevkıf'ının 3. Nüktesini de okumak gerek. Mütercim
  11. Sabiiyye dini veya mezhebi, İslâmdan önce, Şam, Irak arasındaki Cezire kısmında ve Urfanın Harran bölgesinde iz ve ve eserleri görülmüş çok eski batıl, ya da mensûh bir din ve mezhebdir ki, yıldızlara bir nev'i uluhiyet isnad edip Mabud ittihaz etmişlerdir. Mütercim
  12. Buradaki esasat, Arapça اَثَاثَاتُ dır ki, levazımat demektir. Mütercim
  13. Şu İşarat-ül İ'cazda "tenkir, nekire" gibi tabirler çokca geçmektedir. Tenvin-i tenkirî: اً اٍ اٌ gibi tenvinlerden olur. Eğer bir kelimenin başında ال olan lam-ı tarif varsa, o kelimenin neyi ifade ettiği belli olur. Mesela اَلْقَلَمُ denildiğinde: "şu mevcud olan kalem" demek olur. Amma eğer قَلَمٌ olsa, o zaman ona tenkir veya nekire denilir ki: "her hangi bir kalem" manasını ifade eder. Yani: Mevcud ve hazır bir kalem değil, kalemin birisi demektir. Mütercim
  14. ف harfi burada "öyle ise" manasındadır. Mütercim