Risale:Bakara 25: Cennet Bahsi (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 26-27: Temsil Bahsi: Sonraki Risale

وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا لْاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ ٭[değiştir]

Ey aziz bilmiş ol ki: Şu ayetin de, arkadaşları olan geçmiş ayetler gibi nazm, irtibat ve dizilişi "üç vech" iledir:

1-Mecmu'nun (toplamının) makabliyle olan nazmı..

2-Cümlelerinin yek diğeriyle olan nazm ve ahengi..

3-Heyet ve vaziyetleri itibariyle nazm ve dizilişleridir.

Amma mecmu'u itibariyle önceki ayet ile olan bağlantısı şöyledir ki: Bu ayetin meali, geçmiş ayetlerlede çeşitli bağlantıları ve sabık ayetin cümlelerine değişik tarzda ve muhtelif bir surette uzanan hat ve çizgileri bulunmaktadır. Görmez misin ki; Kur'an-ı Hakîm sûrenin (Bakara sûresinin) başında kendi zatını ve iman edip amel-i salih işleyen mü'minleri medh ve sena ettiği gibi; Bu ayetle de bak, nasıl imanın akibet ve neticesine ve amel-i salih'in semeresine işaret eylemiştir. Hem yine sûrenin baş taraflarında, küffarı zem ve münafıkları şen'i' vasıflarla tavsif ederek, ebedî şekavete giden yollarını beyan ve izah eylediği gibi; bu ayetlede, ebedî saadetin nurunu onların gözleri önüne levhalandırp göstermiştir ki, şu ni'met-i uzmayı elden kaçırdıklarına hasret üstüne hasretleri ziyadeleşsin!

Hem sonra, vaktaki Kur'an, önceki ayetlerde يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا fermaniyle insanlara ibadet teklifini emreyledi. Oysaki teklifte (şu teklifte) haliyle bazı zahirî meşakkatler ve külfetler olacağı ve maddî hazır, peşin bir takım lezzetlerin terki bulunacağı için; Kur'an-ı Hakîm dahi bu ayetle, sonra gelecek olan büyük saadet ve lezzetlerin kapısını açmıştır.

Tâ ki, ibadet ehli mü'minlerin nefislerini (kalblerini) tatmin edip, bir çeşit teminat vermiş olsun.

Sonra, vaktaki sabık ayetler, iman rükünlerinin en birincisi ve teklifin de asıl ve temelini teşkil eden "Tevhid"i isbat eyledi. Bu ayetle de tevhidin semeresi ve Rahmetin ünvanı ve rıza-yı Barînin dibacesi (mukademesi) olan Cennet ve saadet-i ebediyeyi göstererek, sarahatla ondan haber vermiştir.

Ve sonra, geçen ayette, erkan-ı imaniyenin ikincisi olan Nübüvveti وَاِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ الح.. kavliyle i'cazdarane isbat eylediği gibi; bu ayetlede, -üstteki ayetlerin içinde matvî, yani katlanmış bulunan- Peygamberin (A.S.M.) vazifesine ve asıl mükellefiyeti olan Kur'an lisaniyle yapılan inzar ve tebşire işaret eylemiştir.

Sonra, vaktaki üst tarafta geçen ayetlerden, bu ayete yakın bulunanlarda tev'id, terhib ve inzarları yapmışlar. Bu ayetle de, -birbirine mütezad (zıddlı) işlerde dahi münasebetlerin bulunması sırrıyla- vaad, terğib ve tebşirler eylemiştir.

Hem nefsi itaate getiren ve o itaati idame ettiren ve aklî hükümlere vicdanı musahhar kılan şey ise; korku hissi yanında, iştiyak hissini de -bütün terğib ve terhib nev'ilerini cem' ederek birlikte -ifade edip heyecanlandırmaktır. Zira aklın hükmü tek başına olsa, -hüküm ve emri- muvakkat olur. Öyle ise, vicdanda daimi surette tahrik edici ve emredici bir muharrik ve bir âmir'in bulunmasına ihtiyaç vardır.

Ve yine sabık ayette âhiret'in bir şıkkına, bir yanına (yani cehenneme ateşe) işaret eylediği için; bu ayetlede, ahiretin ikinci şıkkı olan saadet-i ebediyenin menbaını göstermekle tekmil eylemiştir.

Hem sabık ayette, Cehenneme "ateş" ünvaniyle telvih eylediği gibi; bu ayette saadet-i ebediyeye "Cennet" diye tasrih eylemiştir.

İşte bu hakikatleri böylece dinleyip öğrendikten sonra, şunu da bil ki: Cennet ve Cehennem, şecer-i hilkatin ebede doğru eğilerek uzayıp giden iki dalının iki semeresidir[1] ve kâinatın dalgalanarak akıp giden silsilesinin iki neticesidir.. Ve kâinat seylinin akarak gidip döküldüğü iki mahzenidir. Ve ebede karşı dalgalanarak giden nehrinin döküldüğü iki havzıdır. İşte bu vaziyetteki şu mevcut kâinat, elbette bir gün gelecek müthiş bir tarzda çalkalanacak[2] ve şiddetli bir hareketle bir-birine karışacak ve karıştırılacak, sonra Cennet ve Cehennem şeklinde tezahür edecek ve her biri kendine münasip maddelerle dolacak ve doldurulacaklardır.

Bu hakikatin izahı şöyledir: Vakta Cenab-ı Hak (Celle Celaluhu) kendi irade-i ezeliyesiyle, ibtila ve imtihana medar olmak için; akılların fehminden aciz kaldıkları ve hilkatlarında içinde pek çok hikmetler bulunan böyle bir alemi ibda' eylemek istemiş ve ibda' etmiştir. Hem de ibda' eylemiş olduğu (yoktan var eylediği) o alemin bir çok hikmetlere medar olmak üzere, tağyir ve tahavvülünü irade eyledi.. Ve bu tağyir ve tahavvülün gerçekleşmesine medar olacak olan; şerri hayr ile mezc, zararı menfaat içine derc eylediği gibi; hüsün içine kubhu ilave eylemiştir. Sonra da, şerri, zararı ve çirkinliği bir tarafa ayırıp Cehennem ile bitiştirdi, ona doğru uzattırıp meyillendirdi. Mehasin ve kemalatı da Cennette tam tecellî ile inkişaf etmeleri için oraya yönlendirip sevk eyledi. Hem vaktaki kâinat sahibi ve maliki olan Canab-ı Hakîm-i Alim beşerin tecrübe ve müsabakasını irade eyleyince, şu ibtila evi olan dünya içerisinde ihtilaflar, değişim ve dönüşümlerin vucudunu irade eyledi. O sebebten tuttu, şerlileri hayırlılara karıştırdı.

Amma sonra, vakta tecrübe vakti bitti ve irade-i ilahiye şu muvakkat dar-ı imtihandakilerin ebedîleştirilmesine taalluk eyledi. İşte o zaman şerlileri

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

(Yasin/59) (yani Ey mücrimler, câniler vesaireler! Bugün ayrılıp seçilin bakalım!) hitabına mazhar kıldı. Ebrar ve ahyarı ise فَادْخُلوُهَا خَالِدِينَ (Zümer/73) nin taltif ve tebşirine nail eyledi. Yani böylece vaktaki (birbirine zıt) bu iki unsur veya iki nev', birbirinden ayrıldılar. İşte o zaman kâinat tasaffî eyliyerek; zarar ve şer maddesi; menfaat, hayr ve kemal unsurundan ayrılarak, her birisi başka ve ayrı bir tarafı ihtiyar ederek gideceklerdir.

Velhasıl: Kâinatta im'an-ı nazar edilirse, (dikkatlice tefekkür edilirse) içinde esaslı iki unsura ve iki ırk ve damara rastlanacaktır ki, bu iki unsurdan her biri ayrı bir tarafa eğilip gitmekte oldukları görülecektir. İşte bu iki unsur, birbirinden temayüz edip ve herbiri bir tarafa gidip, kendi yerine ulaşıp yerleşerek tehassul ve teebbüd ettikleri zaman, yani ebedîlik kesbederek karar kıldıkları vakit, Cennet ve Cehennem şeklinde arz-ı endam edeceklerdir.

BİR MUKADDEME[değiştir]

(Şu kıyamet ve haşir ve neşr meselesini gündüz gibi gösteren "Yirmi Dokuzuncu Söz" dür. Şu çeşit ayetlerin zahir ve bahir tefsiri de o sözdür.) Müellif

Bu ayet (Bakara sûresi 25. ayet) üstteki ayetle birlikte haşir ve kıyamete işaretlerinden dolayı, bu meselede medar-ı nazar "Dört nokta"dır.

Birinci nokta: Alemin harabiyet ve ölümünün imkânı..

İkincisi: O imkânını vuku' bulması..

Üçüncüsü: Alemin harap olup, ölümünden sonra, yeniden tamiri ve diriltilmesi..

Dördüncüsü: O tamir ve diriltilmenin vuku' bulmasıdır.

İşte, birinci nokta olan kâinat'ın imkân-ı mevti meselesine gelince, bilmiş ol ki[değiştir]

Bir şey tekamül kanunu altında cereyan ediyorsa, o şeyde neşv ü nema bulunacktır. O neşv ü nemanında tabiî bir ömrü olması lazımdır. Bunun da elbette fıtrî bir eceli bulunacaktır. Öyle ise, hiç çaresi yok; o şey ölümün hükmünden, pençesinden kurtulamıyacaktır.

Evet küçük bir alem olan insan, nasıl ki harabiyetten, yıkılıp bozulmaktan kurtuluşu yoktur. Onun gibi; büyük bir insan olan âlem dahi elbette ölümden kurtulması mümkin olmıyacaktır. Hem nasıl ki, kâinatın küçük bir nüshası olan bir ağaç, tahrib ve inhilalin takibinden kurtulamıyorsa; şecere-i hilkatin bir dalı olan kâinat dahi tamir için tahribin elinden kurtulması yoktur. Eğer onun fıtrî ömründen önce, irade-i ezelliye ile başına hâricî bir arıza, (şiddetli bir sarsıntı gibi) veya bir maraz gelmezse ve fıtrî eceli gelmeden evvel onun Sani'i onu tahrib edip yıkmaz ise; bizzarure ve herhalde -hatta fennî hesap ile dahi- bir gün gelecek:

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ

وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ

(Tekvir/1, 2) ve

اِذَا السَّمَٓاءُ انْشَقَّتْ

(İnşikak/1) hüküm ve emirleri o gün tahakkuk eyliyeceklerdir. Ve işte o zaman fezada insan-ı kebir olan alem, acib bir hırhıra ve korkunç bir savt ile sekerata başlıyacaktır.

İkinci Nokta[değiştir]

Amma o harabiyetin, yıkılma hadisesinin vukuuna gelince; umum semavî dinlerin icma'iyle ve bütün selim fıtratların şehadetiyle; ve kâinatın tagayyür ve tebeddül ve tahavvülünün işaratıyle bu harabiyet, yani kıyamet şeksiz vuku' bulacaktır. Eğer alemin sekeratını ve can çekişmesini tasavvur etmek istiyorsan; şunu iyi bil ki: Kâinat, âlî ve nazik bir nizam ile birbirine bağlanmış ve acib rabıtalarla birbirine tutunmuştur. İşte eğer ecram-ı ulviyeden bir cisim, "kün" hitabına ya da: "Mihverinden çık" fermanına mazhar olsa; âlemin sekerata başladığını, yıldızların birbiriyle müsademeye ve ecram-ı ulviyenin yekdiğeriyle vuruşmaya giriştiklerini görecek ve sonsuz, hudutsuz bir fezada bağrışmalarını ve birbirinin yüzüne şamarlar vurduklarını ve arzımız büyüklüğünde, belki dahada büyük kıvılcımlar saçtıklarını müşahede edeceksin.

İşte, milyonlarca topların, en küçük gülleleri arzımızdan daha büyük mermilerinin içiçe uçuştuğu bir sekeratın hırıltısının çıkardığı sesin nasıl olacağını sen düşün! Böylece kâinatın bu kıyamet ölümü ile; hilkat çalkalanacak ve kâinat birbirinden temayüz edip ayrılacak. Cehennem kendi aşireti ve maddeleriyle ayrı bir tarafa seçilecek. Cennet dahi bütün letafet ve güzelliklerini toplayacak ve bütün unsurlarını yanına çekerek ayrı bir tarafa gidip tecellî edecektir.

Sual 57[değiştir]

Eğer Desen: Ne için kâinat böyle mütegayyir olup, az ve muvakkat bir zamandan sonra tahrib edilsinde, sonra kıyamet gününü müteakip ebedîleştirilerek muhkem ve sâbit bir şekle dönderilsin?

Cevaben sana denilir ki: Hikmet-i Ezeliye ve İnayet-i İlahiye vaktaki tecrübe ve imtihanı iktiza eylediler; isti'dadlardaki neşv ü nema kabiliyetinin zuhura çıkmasını ve o kabiliyetlerin fiile çıkmasını ve ahirette hakaik-i hakikiyye olarak zuhûr edecek olan hakaik-i nisbiyenin zuhûrlarını ve nisbî mertebe ve derecelerin vücud sahasına çıkmasını, ve daha akılların idrâkinden aciz kaldığı bir çok hikmetlerin -burada- tahakkukunu irade eyledi; işte o iradenin hükmü ile, Sani-i Hakim-i zülcelal eşyanın birbirine mugayir olan tabiat ve hâsiyetlerini içiçe karışık bir vaziyette bulundurdu. Mazarratları menfaatlara mezc ve şerleri hayırların arasına bıraktı. Çirkinlikleri güzelliklerle içtima ettirdi. İşte bu vaziyette yed-i kudret, ezdadı (birbirine zıd şeyleri) hamur gibi beraber yoğurarak, kâinatı tebeddül, tegayyür, tahavvül ve tekemmül kanununa tabi' kıldı.

Amma vaktaki imtihan meydanı kapandı, tecrübe vakti bitti. Hasat vakti de geldi, çattı; Sani-i Hakim -celle celaluhu- inayet-i ezeliyesiyle, kâinatı ebedîleştirmek üzere, birbirine karışık ve karıştırılmış zıdların tasfiyesini, birbirinden ayırd edilmesini; ve tagayyür sebeblerini birbirinden temyiz etmesini; Ve ihtilaf maddelerini yekdiğerinden tefrik edilmesini irade eyledi. İşte o zaman Cehennem muhkem ve ebedîliğe elverişli sağlam bir cisme dönüştürülerek وَامْتَازُوا hitabına mazhar olacaktır. Cennet ise, bütün esasatıyle müebbed ve müşeyyed bir cisim giyerek tecelli edecektir. Evet münasebet ve uygunluluk intizamın şartı olduğundan, nizam da devamın sebebi olması sırrıyla; artık Cennet ve Cehennem tegayyür ve tebeddüle maruz kalmalarına hacat kalmıyacaktır.

Ve sonra, Cenab-ı Hak Teala Kudret-i kâmilesiyle bu iki dar'ın (Cennet ve Cehennem evlerinin) sâkinlerine ebedî ve muhkem bir vücud bahşeyliyecek ve artık onlara inhilal ve tegayyürün müdahalesine ihtiyaç kalmamış olacaktır. Evet, bu dünyada inkiraza götüren sebeb; tagayyür, terkip ve tahlil münasebetinin tefavütünden ve dengesizliğinden ileri gelmektedir. Amma ahirette nisbet ve münasebet ebedî bir surette istikrarlı ve dengeli bulunacaktır. Şayet bir teğayyür icabetse de, inhilale müncer olmadan gerçekleşmesi tarzında olacaktır.

Üçüncü ve dördüncü noktalar[değiştir]

Bu alemin yıkılmasından sonra, tamirinin imkânı ve keza haşrin (yeniden dirilmenin) imkânının vuku bulması meselesidir. Evet, bilmiş ol ki: Tevhid ve Nübüvvet'in vakta ki bunların sadece nakli delil ile isbatları -Devr'in lüzumu[3] ortaya girmesinden dolayı- sahih ve sağlam olmamasından, Kur'an-ı Hakîm onlara dair aklî delillere bir işaret eylemiş. Lâkin haşir meselesi, hem tam aklî, hemde nakli delillerle isbatı caiz bulunmuştur.

Amma bu mevzu'daki delil-i aklî ise, sûrenin başında: وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ tefsirinde, takatımızın yettiği kadar beyan ettiğimiz yere müracaat edilebilir. Hulasası şudur ki: Alemde varlıkları kat'î ve şübhesiz bulunan Nizam, Rahmet ve Ni'met; ancak o zaman nizam, rahmet ve nimet olabilirler ki haşir ve ahiret gelirse.. (Yani haşrin gelmesiyle, yani gelmesinin kat'îliğiyle bunlar hakikatli nimet olabilirler.)

Amma naklî delilleri ise: Umum peygamberlerin buna dair sözleri ve mu'ciz olan Kur'anın, haşrin vuku' bulacağına dair şeksiz ve kat'î hükmüdür.

Amma akli delile remz eden nakli delil ise, Fahreddin-i Razî'nin[4] tefsirinde bu ayeti tefsir eden yere müracaat edebilirsin. Çünkü o, orada haşri isbat eden bütün ayetleri bir araya cem'eyleyip sıralamıştır.

Velhasıl: Bir çok nevilerde cereyan eden haşrin nazîrelerinde (benzer ve emsallerinde) tefekkür eden hiç bir müteemmil ve mütefekkir yoktur ki; haşr-i cismanî ve saadet-i ebediyenin vucûdûna ve geleceğine bir çok emarelerin kıt'a ve parçalarını hads-i vicdanî ile hissetmiş olmasın.

Şimdi ayetin وَبَشِّرِ الَّذينَ آمَنُوا (ayetinin) cümlelerinin birbirleriyle olan nazm ve dizilişlerine bakıyoruz. İşte bu ayetin cümleleri, cevahirlerin dizildiği iplik ve silsilesinin kordonu gibi olup, tarifi şöyle yapılabilir ki: Saadet-i ebediye iki kısımdan ibarettir.

Evleviyetli olan; Birinci kısmı: Allahü Tealanın rızası, taltifi, tecellisi ve kurbiyetidir.

İkinci kısmı: Cismaniyetli olan saadettir. (Yani, ruh ile beraber maddî cisim ve azalarıylada saadet) Bu da mesken, me'kel ve menkahtan ibarettir. (Yani içinde oturup barınacak hane ve ev ve yiyecek rızık ve gıdalar.. Ve bunlarla beraber nikahlı hanımlardır) Amma bütün bunların tamamlayıcısı ve tekmil edicisi ise, devamlılık ve ebedîliktir.

Ve sonra, birinci kısım saadetin (Yani Rıza-yı Bari, onun taltifi, tecellisi ve kurbiyeti) aksam ve çeşitleri ise, izah ve tafsilden müstağnîdir. Ya da tafsili gayri kabildir.

Amma ikinci kısım saadetin aksamı ise, izahı şöyledir ki: Bu kısım saadetin en başta geleni meskendir. Meskenin de en latifi, onun nebat, yeşillik ve gül ve çiçekleri arasından suların cereyan edip akan şeklidir. Görmezmisinki; şiirleri ilham eden ve kalbde aşkları feyezan ettirip coşturan şey, kasırların altındaki bostanların içinde suların haşhaşa ve harıltısı ve nehirlerin keşkeşe ve ıslıklı ötüşleridir.

Me'kel ise: (yiyecek, içecek, taam ve meyveler) Hem gıda ve rızık hem tefekkürdür. Rızkın gıda kısmının kemal-i lezzeti onunla ülfet ve ünsiyetin hasıl olmuş olanıdır. Fakihe ve meyve kısmının kemal-i lezzeti de bir cihetten tazelenmesindedir. Zira me'lufiyet ve alışılmışlığın hükmü ile, yüksek derecesi bilinebilir ve nazîre ve benzerlerine olan tefevvuku anlaşılır. Bir de lezzetlerin tekemmülüne sebeb olan birisi de; o ni'metin kendisine amelinin mükâfatı olarak verildiğini bilmektir. Keza, rızıktaki lezzeti mükemmelleştiren bir sebeb de, onun menba' ve mahzeni göz önünde hazır bulunanıdır ki, itmi'nanın lezzeti husul bulabilsin.

Amma menkah ise, (evlilik hayatı) bil ki; insan oğlunun en şedid ihtiyaçlarından birisi de, kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır ki, sevginin müdavelesinde ve aşkın mübadelesinde, alışverişinde ve lezzetli hal ve şeylerde beraberce paylaşma ve ünsiyetlenme; ve hayret ve tefekkür edilecek şeyler gibi hadiselerde yardımlaşma husul bulabilsin. Aya görmez misin ki; hayret edilecek bir şeyi, ya da üstünde düşünülecek bir emri gören adam -velev zihnen olsun- kendisiyle beraber o hayreti paylaşıp yüklenmede yardımcı olacak birisini çağırma ihtiyacını duyar. İşte buna binaen, kalblerin en latifi ve en şefkatlisi ve en sıcağı ise, insanın kısm-ı sanîsi olan kadınların kalbidir. Bundan başka, ruhi imtizacın tamamlayıcısı ve kalbi ünsiyet ve arkadaşlığın tekmil edicisi ve sûrî ihtilatın, beraberliğin safileştiricisi ise; o kısm-ı sanî olan kadının kötü ve bed ahlaklardan ve nefret verici arızalardan uzak ve salim bulunmasıdır.

Sual 58[değiştir]

Eğer desen: Bu dünyada yemek, içmek; şahsın buradaki devam ve bekası içindir. Zira bedende tahlil ve tehallül neticesinde (yani; cisim hücrelerinde tahribe uğrayan maddelerin enkazlarının ifrazları sonucu) eksilen ve boşalan hücrelerin tamiri gıda ile gerçekleşir. Nikah ise, bu dünyada insan nev'inin devam ve bekası içindir. Halbuki ahirette şahıslar müebbeddirler, ebedîliğe mazhardırlar; bedenlerinde değişme, inhilal vaki' olmıyacaktır. Hem orada nesillenme de yoktur. O halde?..

Cevaben sana denilir[5]: Bu dünyada yemek, içmek ve nikâhın faideleri, sadece dünya hayatı itibariyla bir beka ve tenasüle münhasır değildir. Belki, bu üzüntülü, kederli alemde bile içlerinde büyük bir lezzet bulunmaktadır. O halde, saadet ve lezzet âlemi olan dar-ı ahirette, acaba ekl ve nikâhta neden ve nasıl daha yüksek ve daha münezzeh lezzetler bulunmuş olmasın!

Sual 59[değiştir]

Eğer desen: Bu dünyadaki lezzet; elemi, üzüntüyü def'etmektir. (Mesela: Açlık elemini gıdalanmakla, firak üzüntüsünü visal ile def' gibi)

Cevaben sana denilir ki: Elemi def'etmek lezzetin sebeblerinden sadece birisidir. Bununla beraber, ebedî olan Ahiret alemini, bu alemle kıyaslamak çok farklı bir kıyas olur. Yani, hiç münasebete gelemiyecek kadar farklı. Adeta şu "Horhor"un[6] bahçesi ile, o pek âlî olan Cennetin bağ ve bahçeleri arasındaki fark ve nisbet ne ise, ahiretteki lezzetler ile bu dünyadakilerin arasında olan fark o derecededir ve o nisbette de değişiktir. İşte, nasıl ki o pek çok yüksek olan Cennetin cinanı, buradaki bahçeden gayr-ı mahsur derecelerde üstünlük ve yüksekliği varsa, onun gibi ahiretin lezzet ve saadetleri de bu dünyadakilere göre üstünlüğü o nisbettedir. Bu pek azim tefavüte Hazret-i İbn-i Abbas Radıyallahu Teala Anhuma şu gelen kelam ile işaret eylemiştir:

لَيْسَ ف۪ي الْجَنَّةِ اِلَّا اَسْمَاءُهَا

[7] yani Cennette, dünyadaki semere, meyve ve fakihelere sadece benzerlikte bir isimleri vardır. (Mesela: İncir, üzüm ve elma gibi meyveler yalnız ismen bulunurlar, lezzet ve keyfiyette değil.)

Amma cennetteki ebediyetin ve lezzetin devamlılığının saadeti ise, bil ki: Lezzet, ancak o vakit hakikî lezzet olabilir ki; zeval onu kursakta bırakıp, gam ve kederle bulandırmadığı zamandır. Evet, nasıl ki elemi ve üzüntüyü def'etmek bir lezzettir, ya da lezzetin sebeblerinden birisidir. Onun gibi; lezzetin zevali de elemdir. Belki onun zevalini tasavvur etmek dahi elemdir. Hatta mecazî aşkların[8] umum şiirleri bu tasavvur-u zevalden gelen elemin enîn ve feryadlarıdır.. Ve gayr-ı hakikî, yani mecazî olan aşıkların divanları; mahbubun, sevgilinin sona erecek olan şu tasavvur-u zevalinden neşet eden ağlamaları, feryadlarıdır. Evet, bir çok muvakkat lezzetler vardır ki; zevalinden sonra, onu her düşündükçe ağzından bu ruhanî elemin "Eyvah, vâsefaları"ı fışkırırcasına o elemleri daimîleştirir bir tarzda semere verir. Hem bir çok elemler vardır ki; zeval bulup sona erdiğinde, ondan olan kurtuluş her hatırlandıkça, manevî bir nimetin levhasını gösteren اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ söyliyerek daimî lezzetleri doğurur.

Evet, çünkü bu insan, hiç şüphesiz ve muhakkak ebede namzed olarak yaratılmıştır. Onun için ona hakikî lezzetler, ancak ebedî şeylerde, yani marifet-i ilahiyye, muhabbet, kemal, ilim ve emsali gibi ebediyyete bakan ve mazhar olan şeylerde husul bulabiliyor.

Velhasıl: Lezzet ve ni'met, ancak ebediyet ve daimîliğe mazhar oldukları zaman, lezzet ve ni'met olabilirler. İşte sen, eğer ayet cümlelerinin dizildiği bu ipliği veya kordonu görebildi isen, şimdi ayetin cümlelerini anda dizmeye çalışabilirsin.

Amma

وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

cümlesine gelince: Bilmiş ol ki; vakta, Cenab-ı Hak Teala insanları ibadet ve ubudiyetle mükellef kıldı.. Peygamberlik müessesesini de sabitleştirip muhkem eyledi. Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselamı dahi tebliğ vazifesiyle mükellef kılıp müjdelemeyi ona emreyledi. Tâ ki, içinde bazı meşakkatları olan ve zahirî ve dünyevî bazı (cüzî) lezzetleri terkedip bırakma işi bulunan "Teklif"in imtisalini te'min etmiş olsun; ve o müjdelerle bir teminat vermiş olsun. Evet, zat-ı Resul Aleyhissalatü Vesselam "inzar" ile (korkutma ile) me'mur bulunduğu gibi; Allah'ın rızalığını, taltifini ve kurbiyetini bildirmekle ve saadet-i ebediyyeyi müjdelemekle de me'murdur.

Amma اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي cümlesi ise,[9] bil ki: -az üstte geçtiği üzere- insan oğlunun maddî cisimliği hasebiyle, hacetinin en başta geleni, birincisi ve en zarurisi, hiç şübhesiz mekan ve meskendir. Mekanın en güzeli de; bir çok nebat, çiçek ve ağaç çeşitlerini müştemil olanlarıdır. Bunun da içinden en latif olanı ise, onun yeşillikleri, çimenleri ve güllük ve bostanları arasından suların dolaşıp aktığı şeklidir. Bunların en mükemmel olanı, o meskenin ağaçları dibinden ve kasırların altından nehirlerin, pınarların, kesretlice aktığı tarzıdır. Onun için Kur'an-ı Hakîm

تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَ الْاَنْهَارُ

diye müjdelemiştir.

Hem insanoğlunun mekân ve mesken ihtiyacından sonra, -az önce işittiğin gibi- en şiddetli haceti[10] ve cismanî lezzetlerinin en mükemmeli ise, "Ekl ve Şürb"tür, (Yemek-içmek). Bu ikisine ayet, "Cennet ve nehir" ile işaret eylemektedir. Sonra, rızkın en mükemmel olanı ise, ünsiyet edilip alışılmış olanıdır ki; nazîrelerine, benzerlerine üstünlük derecesi bilinsin, anlaşılsın. Fakihenin, meyvenin en lezzetlileri de tazelenen, yenilenenleridir. Lezzetlerin en safîsi, küdûretsizi ise; koparılan ve alınan meyvelerin yer ve menba'larının ma'lum, belli ve yakın olanıdır. Bunun içinden en lezzetli olanı ise, kendi amelinin mükâfatı ve neticesi olduğunun bilinmesidir. Bunun için Kur'an-ı Hakîm:

كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ

demiştir. Yani,

هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ

nun ma'nası: Bundan az evvel aynı bu nimet, bize rızk edilmişti." ifadesindeki ma'nalardan birisi; "Cennete girmezden evvel, dünyada yediğimiz rızıkların, ya da cennete girdikten sonra; burada, bundan önceki rızıklandığımız rızkın aynısıdır." demektir.

Amma وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا ise, bil ki; hadisde: "Cennet meyvelerinin sureti bir olup, tadları muhteliftir." [11] demiş olmasına binaen, ayet Cennetteki fakihenin tazelenmesindeki lezzetine işaret eylemektedir. Hem lezzetin kemali ise, şahıs mahdum olup, (yani hizmet edilen makamında olup) ni'metlerin ve rızıkların ayağına getirilerek verilmesindedir.

Ve amma وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَة cümlesine gelince, bilmiş ol ki: Üstteki ayet cümlesinin diziliş silkinde, kordonunda gördüğün vechle; insanın içinde oturduğu meskende (evde) bir refika ve karîneye ihtiyacı şediddir ki, onun gözü ile, refikada kendisinin gözüyle bakabilsin; ve beraberce rahmetin en latif lem'alarından olan sevgi ve muhabbetten istifade etsinler. Aya görmezmisin ki; bu dünyada tam bir ünsiyyet ancak o refika ile mümkün olmaktadır.

Amma وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ cümlesi ise, bil ki: İnsanoğlu bir nimete rastladığı ve bir lezzetle karşılaştığı vakit, zihnine en evvel gelen şey, "Acaba devamlı mıdır? Yoksa zeval ile boğazda mı kalacaktır?" sualidir. Bundan dolayı ayet, ni'met'in tekmiline, Cennetin ebedîliğiyle ve onda (Cennette) kendileriyle beraber zevceleri de daimî beraber kalacaklarına; ve lezzetlerin zevalsiz, berdevam bulunacağına; ve istifadelerinin kesintisiz olacağına وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ kavliyle işaret eylemiştir.

Şimdi ayet'in cümle-cümle heyetlerinin nazm ve dizilişine geçiyoruz[değiştir]

İşte

وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

cümlesi başındaki "vav" birbirine atıflı (karşılıklı bakışlı) iki şeyin arasındaki münasebet sırrına baktığından; önceki ayetin burnundan damlanan اَنْذِرْ e işarettir. (İzahı şöyledir: Bundan evvelki ayet:

فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

de -üst tarafta tefsir ve tahlili geçtiği üzere- Kur'anı kabul etmeyip karşı gelen münafık ve kâfirlere karşı şiddetli bir tarzda tavır koyup onları dehşetli olan Cehennem azabıyla tehdit ettiği için, ayetten "inzar" damlamaktadır.) fakat بَشِّرْ kelimesi (yani müjdele) ise, remz ediyor ki; Cennetin mü'minlere ikram edilip verilmesi sırf Allah'ın fazl ve keremiyledir. Yoksa, Allah'ü Tealanın üstünde vâcib ve mecburî imiş gibi değildir. Aynı zamanda بَشِّرْ lafzı, kulların yaptığı ibadet ameli, Cennet için, Yani ona girmek için olmamasına dikkat çektiğine de işarettir. Amma بَشِّرْ deki "müjdele" emrinin sureti ise, بَلِّغْ مُبَشِّراً ye bir îmadır. Yani "Bir müjdeleyici olarak tebliğ eyle!" Zira, Resül-u Ekrem Aleyhisselatu Vesselam yalnız tebliğ yapmakla mükelleftir.

Amma ifadenin kısacası olan اَلْمُؤْمِنٖينَ nin yerine اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا yı, (yani وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا cümlesinden) seçmesi, sûrenin başında (Bakara Sûresi üçüncü ayetinin başında) geçen اَلَّذٖينَ ye telvih olup, burada icmal ile kısa geçmesi, orada tafsil edip uzunca beyan edilmişliğindendir.

Amma burada mazî sigasıyla آمَنُوا وَعَمِلُوا diye irade edildiği halde, orada muzari' siğasıyla يُؤْمِنُونَ ve يُنْفِقُونَ şeklinde ifade edilmesinde şöyle bir işaret olabilir ki; Hizmete, vazifeye sevk ve teşvik eden medh ve şevk makamının şen'i mudar'iliktir. Fakat mükâfat ve sevab makamının münasibi ise, mazî siğasıyla olmasıdır. Zira ücret, hizmetten sonra gelir. (Yani hizmet ve vazife, halde ve gelecekte yapılabildiği için ona uygun ifade tarzı mudari' siğasıdır. Fakat mükâfat ve sevapların müjdelenmesi ise, geçmişte yapılmış hizmet ve vazifelere atfedildiğine binaen, mazî siğasıyla ifade edilmesi makama daha uygun düşmektedir.)

Amma وَعَمِلُوا nün "vav"ı ise, muğayeret sırrıyle; (Yani iman ve akide sahası, amel ve hizmet işi ve dairesi birbirinden ayrı ve farklı olduğu sırrıyla) Mu'tezile görüşünün hilafına olarak; "amelin imanda dahil olmadığına" işaret olduğu gibi; amelsiz iman dahi kâfi gelemeyeceğine işaret eder. Ayrıca ayette "amel" lafzının zikredilmesi, Yani وَعَمِلُوا diye (ve amele şurû etmiş olanlar) irad edilmesiyle, o amel ve hizmetle müjdelenen şeyin, ücret gibi bir karşılığı olduğuna remz eylemektedir.

Amma الصَّالِحَاتِ lafzı, mübhem ve mücmeldir. Mısırlı şeyh Muhammed Abdüh[12] buna dair demiştir ki: [Burada الصَّالِحَاتِ nin mutlak bırakılmasının sırrı; Salih amellerden iştihar bulmuş olanlarına ve insanlar arasında maruf olmuş, bilinmiş kısımlarına havale etmek içindir.] Amma ben de -Bediüzzaman- derim ki; hemde sûrenin (Bakara) sûresinin başındaki izaha itimaden mutlak bırakmıştır.

Amma

اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَ الْاَنْهَارُ

cümlesi ise, bil ki: Bunun heyetleri, اَنَّ nin tahkikinden ve لَ nin tahsisinden ve لَهُمْ ün takdiminden ve جَنَّاتٍ nin cem'inden ve تٍ nin tenkirinden ve تَجْرِي nin cereyanından ve مِنْ , تَحْتِ ile beraber zikrinden ve الْاَنْهَارُ deki nehrin ona tahsis ve tarifinden temel ve esas olan garaz ve maksadın imdadında elele yardımlaşmak üzere cevaplaşarak, esasî maksat olan sürûr, neş'e ve mükâfatın lezzetini ifade etmekle, birbirine imdat vermektedirler. Öyle bir tarzda ki, adeta bu cümlenin heyetleri, sulu, nemli bir arazinin dört etrafından sızarak gelip merkezdeki havuza akmasına benzemektedir.

Evet اَنَّ nin tahkiki ile, bu derecedeki bir azamette ve akılların onda tereddüt geçireceği bir müjdenin elbetteki böyle bir te'kide ihtiyacı olduğuna işaret etmesi içindir. Hem surûr, neşat ve ferah makamının şe'nide vehim ve vesveseleri tard eylemektir. Zira sürûr ve ferah makamında en edna bir vehmin arız olması, hayal kırıklığını verir, ne'şe ve sürûru kaçırır. Hem اَنَّ nin muhakkalığı ile ima eder ki: Verilen müjde, sadece bir vaadten ibaret bir şey değil, belki kat'î ve şeksiz hakaiktendir.

Ve لَهُمْ un "lam"ı, fazl u ihsan ile verilecek şeyin husûsî ve ta'yinli bir tarzda verileceğini; ve o verilecek olan şeye malikiyet ile sahib olunacağına ve o fazl ve ihsana layık ve müstehak olunacağına işaret eyliyerek lezzeti tekmil ve sürûru tezyid etmektir. Yoksa bir çok kereler, bir padişahın fakir bir miskini misafir eylediği oluyor, ama bu misafirlikle sahiblik ve mâliklik tahakkuk etmiş olmuyor. (Yahutta dünyada ibaha tarzında insanın tasarrufuna verilen geçici ve surî malikiyetin bir malikiyet olmadığı gibi...)

Ve لَهُمْ ün takdimi, (Yani müjdelenerek verilecek olan şeylerin başında لَهُمْ ün peşinen zikredilmesi) mü'minlerin insanlar arasından Cennet ile hâs bir nimete mazhar olacaklarına işarettir. Zira Cehennem ehlinin halleri göz önüne getirilip mülahaza edilmesiyle; Cennet lezzetinin kıymeti zuhûr etmesine bir sebeptir.

Keza جَنَّاتٍ nin cem'i de, Cennetlerin birkaç tane olacağını ve amellerin rütbe ve derecelerine göre ehl-i Cennetin; veya amellerinin derece ve mertebelerine göre Cennetin mertebe ve makamları çeşitli olacağına işarettir. Aynı zamanda Cennetin her bir cüz'ü ve bütün eczaası da cennet olduğuna ve Cennetin bir numunesi olduğuna da remz eylemektedir. (Yani Cennetin her bir ni'meti -Yirmisekizinci Sözde ispat edildiği gibi- birer küçük cennet olduğuna remizdir.)

Ve keza, aynı zamanda îma ediyor ki: Cennetin genişliğinden dolayı Cennet ehlinin her birisine düşen hisse, adeta Cennetin (numuneliği olduğu için) tamamı gibidir. Yoksa her birinin cemaat ve ailesiyle, Cennetin bir köşesine, bucağına sevkedilip de sıkıştırılacak değildir.

Amma جَنَّاتٍ deki tenkir, sami'in zihni üstünde

فٖيهَا مَا لاٰ عَيْنٌ رَاَتْ وَلاٰ اُذُنٌ سَمِعَتْ وَلاٰ خَطَرَ عَلٰي قَلْبِ بَشَرٍ

[13] hadis-i şerifin mealini, yani "Cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşerin kalbine hutur etmemiş enva-i türlü ni'met ve saadetler mevcuttur"u tilavet eylemektedir. Hem bu tenkir dinleyicilerin zihinlerine -cennetler hakkında- havale eyliyor ki; her birisi istihsan ettiği ve edeceği tarz ve sureti tasavvur edebilsinler. Ve keza جَنَّاتٍ deki tenvin, sanki:

وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ الْاَنْفُسُ وَتَلَذُّ الْاَعْيُنُ

(Zuhruf/71) meal-i şerifi: [Cennette nefislerin iştihalandığı, arzu edip istediği ve gözlerin bakarak lezzetlendiği her türlü nimetler bulunmaktadır.] ayetindeki hakikatlar tam yerinde kullanılmıştır.

[LATİF BİR TAHLİLDİR Müellif]

Amma تَجْرِي ise, bilmelisin ki: Bahçelerin en güzeli odur ki; içinde suların bulunduğu şekil ve çeşididir. Bunların içinden de en güzeli, sularının akar olanıdır. Sonra bunların da en güzeli, akan sularının devamlısıdır. Demek ki mudari' siğasiyle zikreylediği تَجْرِي lafzı, yani "ceryan edip akıyor" diye ifade eylemesiyle; cennette suların akarlığının devamlılığına işaret eylemiştir.

Amma مِنْ تَحْتِهَا ise bil ki; bahçelerin içindeki yeşillikler arasında akan suların en güzeli, o bahçenin içinden sâfi bir menba'dan kaynayan ve çıkıp akan ve o bahçedeki kasır ve köşklerin altından harıl harıl sesler çıkararak dolaşıp geçen ve o bahçenin ağaçları arasından cereyan edip akanıdır. İşte bu üç vaziyete مِنْ تَحْتِهَا ile işaret buyurmuştur.

Amma اَلْاَنْهَارُ ise, bilmiş ol ki: Bağların, bahçelerin içlerinden akan suların en güzeli, bol ve kesretli akanıdır. Böylelerin de en güzeli, cedvel ve kanallarından akan emsal suların birbirine katışarak aktığı şeklidir. Evet, birbirine emsal şeylerin yek-diğerine tenazurları, bakışmaları ile cüzlerin kıymet ve değerleri üzerindeki hüsünleri daha da artar. İşte bu vaziyetteki suların en güzeli de, ayette مَٓاءٍ غَيْرِ ءَاسِنٍ (Muhammed/15) dediği gibi, tatlı, hafif ve lezzetli olanıdır.

İşte "nehir" lafzının cem'le verilip, yapılan ta'rifiyle bu gibi inceliklere işaret eylemiştir.

Amma

كُلَّمَا رُزِقُوامِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُواهٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ

cümlesine gelince bil ki: Bunun heyetleri, bir çok zımnî cümleleri tazammun eylemektedir. Önce bu cümlenin istinafı (bağlantısızlığı) bir sual-ı mukaddere cevaptır. O sual de, birbirine eklemli, müteselsil olan "Sekiz Sual"lerden alınıp bir birine katıştırılmış vaziyettedir. Evet, vakta ki ehl-i iman ve taat, öylesi yüksek evsaflı ve âlî derecatlı bir meskenle müjdelendiler. Sâmiin zihninde hemen şu gelen sualler tebadür eylemeye, belirlenmeye başladılar:

Sual-1[14]: O yüksek ve pek âlî ve altlarındaki bahçelerinde suların, ırmakların aktığı meskenlerde rızıkta olacak mı? Olmayacak mı?

Sual-2: O âlî Cennette rızık ve yiyecek vardır diyelim, acaba o rızkın kaynağı neredendir, nasıldır?

Sual-3: Onda rızık ve yiyeceklerin kaynağı bilinip husulu hasıl oldu diyelim, peki acaba bunlar Cennetin neresinden ve hangi şeyinden gelmektedir?

Sual-4: Eğer o rızık Cennetin semerelerinden ise, acaba dünyanın meyve ve semerelerine benziyorlar mı?

Sual-5: Eğer dünyadaki semerelere benziyorlarsa peki acaba Cennetteki meyve ve semereler birbirlerinede benziyorlar mı?

Sual-6: Eğer birbirlerine benziyorlarsa, tatları ayrı ayrı mıdır?

Sual-7: Şayet ayrı ayrı tatlarda iseler, acaba yerlerinden dallarından koparıldığı zaman, orası (yeri) noksanlı mı kalır, yoksa doldurulur mu?

Sual-8: Şayet koparılanın yerine gelen oluyorsa, onlarda da yeme ve tenavül işi devam eder mi?

Sual-9: Eğer yeme işi bunlarda da devam ediyorsa, onları tenavül edenin hal ve vaziyeti nasıl tavır gösterir. Yani birbirlerine bu hayret-bahşa keyfiyeti müjdeliyorlar mı?

Sual-10: Eğer birbirlerine bu hali müjdeliyorlarsa, acaba ne diyorlar, neyi söylüyorlar?

İşte sen, eğer bu suallerin üstünde düşünüp tefattün edebildiysen; bak Kur'an-ı Hakîm bu müteselsil suallere şu ayetin bu cümlesinin heyetleriyle nasıl cevapladığını gör!

İşte كُلَّمَا lafzı, devam ve tahkikine, yani devamın hakikatlılığına işarettir.

رُزِقُوا nun mazîliğide, o müjdenin vukuunun hakikatliliğine işaret ediyor. Aynı zamanda onların benzeri olan dünyadaki rızıkları da zihinlerine hatırlatılmış olduğuna ima ediyor. Keza رُزِقُوا nun (rızıklandırıldılar) bina-i mef'ûl sigası üzere irad edilmesinde şöyle işaret eder ki: (Dünyada rızık elde etmek için gösterilen çabanın meşakkat Cennette o zahmet ve meşakkatı, olmayıp, kendilerine hizmet edilenler makamında kaim olarak, rızık getirilip kendilerine takdim edilecektir.

Ve مِنْ ثَمَرَاتِهَا ya bedel, مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ nin tercihen alınması, üstteki suallerden ikisinin cevabına Kur'anca tansis edildiğine (kat'i olarak cevap verildiğine) işarettir.

Ve umumîleştirmeyi ifade eden ثَمَرَةٍ nin tenkiri; cennette hangi meyve ve semere olursa olsun, hepsinin rızk olduğuna ve olacağına işarettir. (Yani dünyada bazı semereler vardır ki; yemeğe elverişli olmayıp, insanın kuvve-i zaikasına göre tatsızlığı veya acılığı gibi sebeblerden dolayı yenilmedikleri gibi değildirler. Belki Cennetin bütün semereleri, bila istisna ni'met ve rızık olduğuna işaret etmektedir.)

Ve رِزْقًا nin tenkiri, şöyle işaret veriyor ki: Cennetteki rızıklar, sizin dünyada açlığı ve susuzluğu gidermek için yediğiniz muayyen rızıklar gibi değildir. (Belki her an ve zaman zevk ve lezzetle yenilirler)

Ve قَالُوا lafzı ise, yani "Cennette, onun ehli birbirleriyle mukavelede[15] bulunacaklar. Yani karşılıklı konuşacaklardır." sözü ile ima ediyor ki; ehl-i Cennet hem birbirlerine müjdelemede bulunurlar, hem de garip şeyleri birbirlerine gösterirler ki; hüküm için, yani قَالُوا nun hükmü için iki lazimedir. (Yani ayet قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ ifadesiyle hem birbirlerine müjdeleme, hemde hayret edilecek gariblikleri birbirlerine çağırarak gösterme hükmü için iki lazimedir) Evet, ayet Cennet ehlinin acip ve garip hal ve vaziyetleri gördüklerinde, birbirlerine diyeceklerdir ki: "Gelin bakın şu taam veya fakihe, az önce rızıklanıp yediğimizin aynısıdır" diye istibşar ve istiğrablarını birbirlerine söyleyeceklerdir diyor.

Amma هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ cümlesine gelince, bilmiş ol ki: Bu ıtlak, (yani, ehl-i Cennetin hangi rızıkla rızıklandıklarını tayin etmeme vaziyeti bir mutlak bırakmadır. Dört mânâyı tazammun etmektedir:

Birinci Mânâ: Şu nimetler, dünyada lütfu-u ilahî ile rızıklandığımızda ettiğimiz şükürler ve onun yardımı ile işlediğimiz salih amellerdir. (Yani, dünyada yapılan şükürler ve işlenen salih amellerin neticeleri ve semereleridir.) Evet, iş ile ücret arasındaki irtibatın şiddetli olması ile; adeta buradaki amel, ahirette sevap olarak cisimleşecekleri için,[16] orada nimetler olarak insana iade edileceklerdir. İşte buradan "istibşar" müjdelenme hadisesi...

İkinci Mânâ: Bundan evvel dünyada, çeşitli taamlardan rızıklandığımız meyvelerin tadlarıyla, buradaki şu rızıkların tadları arasında bulunan azim farklılıktan dolayı, Cennet ehli birbirlerine istiğrablarını bildirileceklerdir. İşte buradan da "istiğrab" hadisesi...

Üçüncü Mânâ: Cennet ehli: Şu yediğimiz taamlar, az önce yediğimizin mislidir. Ancak ülfet ve teceddüdün lezzetini cem' etmiş olmasından, sureten müttehid, amma mânâca muhteliftirler. Ve işte buradan da "ibtihac", yani sürûr ve ferah hadisesi...

Dördüncü Mânâ: Şu ağaçların (Cennet ağaçlarının) dallarına asılı bulunan semereler, az önce yediklerimizin aynısıdır. Çünkü yediklerimizin yerinde defaten ve zamansız olarak hemen tenebbüt edip oluştuklarından dolayı, adete bunlar onlardır. İşte buradan da o semerelerin eksilip noksanlaşmıyacakları hadisesi vardır.

Amma وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا cümlesi ise, bil ki: Üstteki cümlede geçen hükmün tasdiki ve illetlendirilmesi, ya da tahkiki hususunda bir fezleke, bir zeyillendirme ve bir itiraziyedir.[17] (yani yeni bir hükmü ifade etmeye gerek olmadığı halde, zikredilmesidir. -Abdülmecid-)

Ve اُتُوا deki bina-yı mef'ûl ise, (yani "getirilir" mefulu) işaret ediyor ki ehl-i Cennet için -nimet ve taamları yanlarına getirip kendilerine hizmet edecek- hizmetçileri bulunacaktır.

Amma مُتَشَابِهًا de ise, iki lezzetin birleştirildiğine (yani evvelce yediklerinin lezzeti ile, sonra yedikleri lezzetin, ya da: Molla Abdülmecid'in şerhinde: (Suretleri bir, ta'm ve tadları çok muhtelif iki lezzeti birleştirdikleri) diye bu işaretten anlaşılmaktadır.

Amma وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ cümlesine gelince, bil ki: Cümlenin başındaki "vav" atıflılık münasebeti sırrıyla, işaret eyliyor ki: (Üstteki cümlelerin mânâlarıyla atıflılık) ehl-i cennet, cismen içinde oturacak rahat edecek bir meskene muhtaç oldukları gibi; ruhlarının sükunu için dahi mûnise arkadaşa ve enise refikalara ihtiyaç duyacaklardır.

Amma لَهُمْ ihtisasa ve temellüke (hususi şekilde mülk edinmekliğe) işaret etmekle beraber, tahsis ve hasra da remz eylemektedir. (Yani Cennet ehlinin zevceleri, kendilerinin münhasıran taht-ı tasarruf ve temellüklerinde bulunacağına remz ediyor) Hem yine لَهُمْ kelimesi, ehl-i Cennet için dünyadan gelme hatunlardan başka "Hûruîn"lerde yaratılmış olduğuna ve yaratılacağına îma etmektedir.

Amma فِيهَا ise, işaret ediyor ki: Cennetlerde olan o zevceler, Cennetin o pek alî mekanlarına layık ve muvafık olacakları gibi; ehl-i Cennetin derecatının yüksekliği nisbetinde de güzellikleri ziyadeleşip parlayacaktır.

Hem فِيهَا da şöyle gizli bir îma dahi bulunuyor ki; cennet o (her iki cins) zevcelerle daha da çok zinetlenecek[18] ve parlayacaktır.

Amma مُطَهَّرَةٌ ise işaret eyler ki; Huriler ve dünyadan gelen ehl-i Cennet zevcelerinin tahirliklerini, yani dünyadaki hayz ve nifas gibi hallerinden temiz kalmalarını muhafaza altına alan, tahir bulunduran bir mutahhir, bir temizleyici vardır (ki o da Kudretinin tecellisidir.) İşte ey arkadaş! Acaba yed-i kudretin, dar-ûl kudret olan Cennette temiz bırakıp tahirleştirdiği ve nezihleştirdiği o zevceler hakkında (yani Cennet ve ebediyete muvafık bir tarzda nezahet verdiği o zevceler için) zann ve tahminin hangi mertebede olur?!.

Ve keza مُطَهَّرَةٌ kelimesi aynı zamanda müteaddîliği ile îmada bulunuyor ki; dünyadan gelip Cennete giren -dünya kadınları da- Cennete layık bir tarzda tahirlenecek, safileşeceklerdir de, kendi zatlarında tahirleştirilmiş olan mutahhar Hûr-u în gibi olacaklardır.

Amma وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ cümlesi ise, işarettir ki: Hem ehl-i Cennet, hem de hanımları ve keza Cennetin lezaizi ve Cennetin kendisi, hepsi beraber ve birlikte ve bütünü ile ebedîliğe, sonsuzluğa mazhardırlar ve mazhar olacaklardır.

Önceki Risale: Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 26-27: Temsil Bahsi: Sonraki Risale

  1. Mantığın istilahî tabirleridir. Ayrı tercüme ve izahlarla anlatmaya çalışmak yerine, kendi öz manası içinde bırakılıp fehimlerin idrakine havale edildi. Mütercim
  2. Yirmidokuzuncu Sözün Dördüncü Esasının Dördüncü Meselesine de bak, daha mükemmel aydınlan! Mütercim
  3. Devir, davanın delile, delilinde davaya bağlılıkları olmasıyla; dönüp dolaşıp eski vaziyete dönme ile tabir edilmiştir. (Kamus-u Türki, Ş. Sami sh: 624) (Mütercim)
    Bir Not: Molla Abdülmecid Efendi tercümesinde: "Devrin lüzumundan dolayı" kısmını, yani tevhid ve Nübüvvetin isbatı hususundaki aklî ve naklî deliller meselesini şöyle tefsir etmiştir: (Kur'an ve hadisden ibaret olan naklî delillerin sıhhati, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet dahi sadece delil-i naklî ile isbat edilirse, muhal lazım gelir. Yani devir lazım geleceği için, devir ise çıkmaza saplanma gibi bir şey olduğundan -Molla Abdülmecid- "Muhal lazım gelir" demiştir.
    Not'un Haşiyesi: Devir ve teselsül meselesi, ilm-i kelam âlimleri tarafından ortaya konulmuş mühim bir kaidedir. Allah'ın kadîmliği ve ezelîliğinin isbatı mevzuunda "devir"i şöyle işletmişlerdir. "Allah kadîmdir, bidayeti yoktur. Eğer -Hâşâ- hâdis olmuş olsaydı (Yani, sonradan var edilmiş olsaydı) bir başka Halıka muhtaç olurdu ki, o vaziyyette devrin vücudu ortaya girmiş olurdu. Devr ise, iki şeyin vücud ve varlık noktasından yekdiğerine muhtaç olmasıdır ki, Allah hakkında muhaliyeti zahirdir (Mütercim)
  4. Fahreddin-i Razî "Şeyh-ül İslam"lıkla lakablandırılmış ilm-i kelâmın büyük âlimlerinden olup, Tefsir-i Kebir gibi daha bir çok kitabların müellifidir. M: 1149'da doğmuş, M: 1209'da vefat eylemiştir. Mütercim
  5. Cennet risalesi olan "Yirmisekizinci Söz"ün ikinci sual ve cevabı, buradaki bahsin daha geniş bir şerhi ve bir tefsiridir. Mütercim
  6. "Horhor" Van kalesi dibinde -Birinci cihan harbinden önce- Hazret-i Müellifin ders okuttuğu medresesi, bahçe de onun bahçesidir. Mütercim
  7. Tefsir-i İbn-i Kesir 1/ 63 ve ayrıca başka mehazlar için Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları 2. Baskı s: 443, sıra no: 158 Mütercim
  8. Mühim bir bahistir. Müellif
  9. Latif bir tahlildir. Müellif
  10. Güzel bir beyandır. Müellif
  11. Tefsir-i Ruh-ul Maanî-Elusi 1/203, birbirini te'kid eyliyen aynı manada iki rivayet. Mütercim
  12. Muhammed Abdüh'ün ceddleri aslen Diyarbekir'in "Meyyafarkin" (Silvan) kazasından olup, bilahare Mısır'a gitmiş yerleşmişlerdir. Büyük ihtimalle Selahaddin-i Eyyubî ile beraber gitmiş olabilirler. Muhammed Abdüh 1849'da Mısır'ın batı köylerinden "Şenra"da doğmuş, tahsiline "Tanta" şehrinde başlamış, Ezherde bitirmiştir. Bir ara Ezher Şeyhliğini yaptıktan sonra, Mısır diyanet reisliğine geçmiştir. Bir kaç eseri vardır. "El-menar" Tefsiri en meşhurudur. Üstteki bahis bu tefsirin 1/192 s. sırasındadır. Muhammed Abduh Şeyh Cemaleddin-i Efganî, ile hemdem olmuş. İttihad-ı İslâm sentezinin İslâm alemine yayılmasına beraber hizmette bulunmuşlardır. Nihayet 1905 yılında Kahire'de vefat etmiştir. Rahimehumullah. Mütercim
  13. Mehazlar için Bak: R. N. Kudsî Kaynakları 2. Baskı, s. 371, sıra no: 18 Mütercim
  14. Hazret-i Müellif "Birbirine memzuc sekiz sual demişse de, lâkin herhalde bu sekiz suallerin bazılarından tevellüd etmiş iki sual daha başını perdeden çıkarmış, sualler ona yükselmiştir. Mütercim
  15. Çünki قَالُوا (dediler) veya (derler) muayyen bir tarafın sözü değildir. Belki bütün ehl-i Cennete şamildir. Öyle ise, kendi aralarında bir söyleşmedir. Mütercim
  16. Yirmisekizinci ve Otuzikinci Sözlere de bak, hususan 32. Sözün Üçüncü Mevkıfının Birinci İşaretine dikkat et! Mütercim
  17. "İtiraziye": Bir kelamın, ya da birbirine muttasıl iki kelime arasında i'raba yer olmadığı halde, mana ciheti ile bir cümle ile veya daha fazlasıyla bir nükteyi ifade eylemekdir -Tarifat-ı Seyyidî Cürcanî- sh: 20 Mütercim
  18. Bu noktada, Iraklı büyük âlim merhum Tahir-i Eş-Şuşî'nin bir itirazı vaki olmuş, Arabî İşarat-ül İ'caz'ın burasında o itirazını kendi eliyle yazmıştır. Bilahare İhsan Kasım Salihî de o notu eserde tab' ettirerek neşr ettirmiştir. Cevap verme durumundayız ki: O not yanlış bir anlama ve anlaşılma mahsuludur. Şöyle diyor merhum Tahir Eş-Şuşi: [Hani "ezvac" kelimesinin tahlili?] Diyerek; [Katiplerin ellerinden kaymış burası.. Unutularak yazılmamış] diye dava etmiştir. Ve anladığı kadarıyla, yazılmadığını sandığı yere eliyle bir şeyler karalamıştır. Lâkin bize göre, unutularak yazılmayan bir şey yoktur. Zira "Ezvac" kelimesi, az yukarıda "mesken me'kel ve menkah" kısmında kemalıyla ve etraflıca tahlili yapıldığından, tekrar edipte israf-ı kelam yapmamak için, oralara havale etmiş olduğundan tekraren bir şey yazılmamıştır Mütercim