Risale:Bakara 31-33: Talim-i Esma (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
16.08, 28 Haziran 2024 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 44559 numaralı sürüm

Önceki Risale: Bakara 30: Hilafet-i İnsaniyeİşarat-ül İ'caz (Badıllı)İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur'andır: Sonraki Risale

قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْ فَلَمَّٓا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّ۪ٓى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ[değiştir]

BİR MUKADDEME[değiştir]

Ey aziz! Bilmiş ol ki: Bu ayet, (Yani, ayetin beyan eylediği ta'lim-i esma hadisesi) Hz. Ademin (a.s.) belki nev-i beşerin bir mu'cizesidir, ki Melaike ile yaptığı hilafet da'vasındaki mübahasa ve muaraza-i imtihanı pek âla derecesiyle kazanmıştır. Demek ki, peygamberlerin Kur'andaki kıssa ve hikayelerinin anlatılmasında muhakkak ki ibret dersleri vardır. Bunun için ben,

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ

(Enam, 6/59) nin mânâsına nazaran; ve Tenzilin getirmiş olduğu delaletler ve tahkikli nüsûsu ile sana ifade-i ma'na ve hakaik ettikleri gibi; işarât ve rumuzu ile de bir çok ince ve derin nükteleri de sana öğrettiğine istinaden; Kur'an-ı Muciz-ül Beyanın i'cazının üstadiyetinden ve gösterdiği işaretlerinden fehmediyorum ki;[1] peygamberlerin hayat hikayelerinde izhar edilen;[2] ve ellerinden zuhur eden mu'cizelerinde gösterilen hususlara beşeri onların nazîrelerine, benzerlerine kavuşmak için, yol ve vesilelerini bulmaya teşvik ve teşci' etmektedir. Hem öyle ki; Kur'an o kıssalarla adeta beşerin istikbalde kesbedeceği terakkisinin nihayet hududuna ulaşmaya medar olacak çalışmaları ile, o mucizelerin nazirelerinin neticelerine ve programlarının ana hatlarına adeta Kur'an parmak basmaktadır. Zira sanat ve teknolojinin üstüne bina eylediği nebadî v temeller, elbetteki mazî de tesis edilmiş esaslardır. Evet, mazî zamanı, müstakbelin ayinesidir.

Hem yine Kur'an, beşerin sırtını adeta teşvik ve teşci' eliyle sıvazlıyor gibi gelecek ayetlerin lisan-ı remziyle diyor ki: Ey beşer! Kalk, o harikaların bazılarına seni ulaştıracak vesileleri elde etmek için, durmadan çalış ve uğraş! Evet, görmez misin ki; saati ve gemiyi en evvel beşere hediye eden mucize elidir. Eğer bu mevzûya dair ve ona bakan, işaret eden ayetleri görmek istiyorsan işte bak:

وَعَلَّمَ آدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا

Ve:

وَلَقَدْ ءَاتَيْنَ دَاوُودَ مِنَّا فَضْلًا يَا جِبَالُ اَوِّبِي مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ

(Sebe/10) Ve:

وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ

(Sebe/12) (Kıtır, bakırdır) Ve:

فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا

(Bakara/60) Ve:

تُبْرِئُ لْاَكْمَهَ وَلْاَبْرَصَ بِاِذْنِي

(Maide/110) gibi ayetler...

Sonra da, beşerin tehaluk-u efkârının çalkalayıp yoğurduğu ve kâinat nizamını konuşturarak dile getirdiği binlerce fenlerden istinbat eylediği sanatlarda teemmül et! O fenlerden her birisi hasiyetleri, sıfatları ve isimleriyle kâinat nevilerinden her birer nev'idirler. (Yani her bir nev'-i kâinata aid bir fenn teşekkül etmiş va ya etmeye kabildir. Tıbb, Hendese

ve saire gibi fenler) hatta bu fenlerin veya beşerin keşf ve buluşlarının sayesinde beşer وَعَلَّمَ آدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا sırrına mazhar olmuş gibidir.

Ve sonra, beşer fikrinin istihrac eylediği sanat acaiblerinden Tren ve demiryolu ve Telgraf aleti ve saire gibi şeyleri telyîn-ı hadid ve izabe-i nuhas vasıtasıyla, (Yani demiri yumuşatma ve bakırı eritmeyle, bunları elde etmekle وَ اَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ ye mazhar olmuştur ki, demiri yumuşatma sanatı ise, beşer sanayiinin annesi mesabesindedir.

Hem zihn-i beşerin yavruladığı sanatlardan birisi de tayyaredir ki, bir günde bir aylık mesafeyi tayyetmekle, neredeyse غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَ رَوَاحُهَا شَهْرٌ ayeti sırrına mazhar olmuştur.

Hem yine beşerin sa'y ve çalışmasının neticesinde terakki edip ulaştığı şeyler ve sanatlardan birisi de; keşfedip elde ettiği; değnek gibi bir boru ile çorak araziye vurduğunda, bol sulu bir pınar ondan fışkırıyor ve kumluk arazi bir güllük ve gülistana dönüşüyor. Nerede ise, bu sanat فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ ayetindeki sırra mazhar olmağa dayanmaktadır.

Hem yine beşerin birbirlerinden öğrenerek ve tecrübelerinin neticesi olarak ulaştığı Tıbb'ın harika vaziyetidir ki; nerede ise, -biiznillah- Ekmeh ve Ebrası (Yani anadan doğma gözsüzleri ve Baras dedikleri cesedi istila eden müdhiş hastalığı) ve daha bir çok müzmin hastalıkları iyi etmeye başlamış gibidir.

İşte şu ayetler, parmaklarıyla gösterdikleri bu işaretler ile, beşerin hali hazır ulaştığı sanatı arasında bir münasebet görebildiğin için; sahihdir ki diyesin: "O ayetlerin mikyasları, yani gösterdikleri ta'yin edici ölçüler ve hatırlattırdıkları işaretlerle, şu mevcûd medeniyet harikalarına bakıyor, işaretle gösteriyor ve ona teşvik ve teşci' ediyor."

Hem yine Kur'anın

يَا نَارُ كُونِي بَرْدً اوَسَلَامًا

(Enbiya, 21/69). Ve:

لَوْ لَااَنْرَاٰى بُرْهَانَ رَبِّهِ

(Yusuf, 12/24) (Yani bir rivayette, Yusuf Aleyhisselama Hz. Yakub'un sureti, parmağını ısırarak görünmesi) Ve:

اِنِّي لَاَجِدُ رِيحَ يُوسُفَ

(Yusuf, 12/94) Ve:

يَا جِبَالُ اَوِّبِي مَعَهُ

Ve:

عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ

(Neml, 27/16) Ve:

اَنَا ءَاتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ

(Neml/40) gibi kelamullah olan şu ayetlere bak!. Sonra, beşerin keşfeylemiş olduğu ateşin yakmadığı bir mertebeyi.. Ve yakmayı engelleyen vasıtaları.. Ve keşfetmek üzere olduğu uzak mesafelerden sûret ve savtları celbeden; ve gözünü açıp kapamadan evvel, bunları yanında hazır eden vesileleri..[3]

Hem beşer fikrinin yeni buluşu ve ibda'i olan: Konuştuğun sözleri sana aynen iade edip söyleyen aleti.. Ve keza bir çok kuş ve güvercinleri hizmetlerde çalıştırma usûlleri.. Ve daha bunlara benzer şeyleri düşün ve kıyas eyle ki; ayetlerin ifade eylediği Mu'cizat-ı Enbiya ile, onların bir nev'i taklidi olan beşerin keşfiyatı arasında bir mülaemet, bir bağlantı görür ve Kur'anın bu remzleri beşerin şu keşfiyatlarına bakıyor dersin.

Hem yine, insanlığın hâsiyeti, natikiyyetin netice ve semeresi olan mu'cize-i kübra hasiyetine bak, teemmül eyle! Yani, insaniyete mahsus edebiyat ve belagatını düşün. Sonra da, beşerin ruhunu en üstün derece ile terbiye eden ve vicdanını en latif şekilde teşeffî ettiren; ve fikrini en güzel tarzda tezyin eyleyen; ve kalbini en inbisatlı şekilde genişleten şey, yine o edebiyatın bir çeşidi olduğunu bil! Ve bu edebiyat nev'i bir hikmete binaen, fenlerin, bilgilerin en sadelisi ve en geniş mecallisi ve en çok nüfuzlusu ve en çok te'sirlisi ve beşerin kalbine en çok yapışanı olduğunu görürsün.. Hatta bu nevi edebiyat,</ref>Burada anlatılmak istenen "Edebiyat nev'i" herhalde Allahü alem sadece düzgün ve hatasız konuşma nevi değildir. Belki konuştuğunu delillerle isbattan sonra, en güzel anlaşılır bir lisanla ve reddedilmez uslup ile anlatmakdır. Mütercim</ref> adeta bütün fenlerin sultanı gibidir denilebilir. Feteemmel!

ŞİMDİ AYETLERİN TAHLİLİ[değiştir]

Evet bu ayetin (üç ayetlerin) dahi üç çeşit nazım vecihleri vardır. Lâkin meal itibariyle önceki ayetle olan nazm ve irtibatı "Dört vecih" dendir.

Birinci Vechi: Vaktaki Tenzil, önceki ayette insanın hikmet-i hilkatini beyan eyledi ki, o beyanda cevapların birincisi, evlası, umumîlisi. Ve iknaca en kolayı ve icmalce en güzeli ve en vecîzidir. Bu ayet ile de, avam ve havasın tatmin olacağı tafsilli bir cevabı vermiştir.

İkinci Vechi: Önceki ayette, vakta beşerin hilafet meselesini tasrih eyledi.. Bu ayetle de, Melaike karşısında o da'vayı insan nev'inin mu'cizesiyle burhanlaştırdı. (Yani insana ta'lim-i esma ile)

Üçüncü Vechi: Önceki ayette, beşerin Melaikeye üstün, râcih geldiğine işaret eylediği gibi; bu ayette ise, o rüchaniyyet ve üstünlüğün "limmî" burhanına remz eylemiştir.

Dördüncüsü: Önceki ayette, insan nev'inin yeryüzünde Hilafet-i kübraya mazhar olduğunu telvih eylemiş.. bu ayette ise; bu da'vaya hüccet olarak, insanın bütün tecellilere (Esma-ı Hüsnanın tecellilerine) câmi' bir nüsha ve etemm bir mazhar olduğunu telmih eylemiştir. Zira insanın mütenevvi' istidatları ve istifade yanlarının pek çokluğu ile beraber; geniş ilim kabiliyetiyle ve keza beş zahir ve beş de batın havassı ile, hususan dibi, nihayeti olmayan vicdanıyla kâinatı ihata eylemiş gibidir. Bak, görmüyormusun ki; insan, mesela Balın tatlılığını iki vech ile, belki bir çok vecihlerle anlayıp bildiği halde, Melek ise, bunu tadarak bilememektedir.

Ve bu ayetlerin kendi aralarındaki nazm ve irtibatları[değiştir]

Evet, bu ayetin (ayetlerin) cümleleri yekdiğeriyle olan nazm ve dizilişi, son sadece fıtrî olup selasetlidir. İşte o üç vecihlerden Birincisi: Bu ayet, (üç ayet) evvel ki ayette

اِنِّي اَعْلَمُ مَالَا تَعْلَمُونَ

nin tazammun eylediği ma'nalarının tahkiki ve bu ayet cümlesinin icmal edilmişliğinin o ayette bir tafsili ve ibham edilmişliğinin bir tefsir olmasıdır.

İkincisi: Allah ın dünyasında, onun halifeliğinin ahkamını icra etmek ve kanunlarını tatbik eylemek, tam bir ilme ve mükemmel bilgiye bağlıdır.

Üçüncüsü: Önceki ayette gelen kelamın akış üslubu şu gelen cümlenin içine uzamaktadır:

فَخَلَقَهُ وَسَوَّاهُ وَنَفَخَ فٖيهِ مِنْ رُوحِهِ وَرَبَّاهُ، ثُمَّ عَلَّمَ الْاَسْمَاءَ وَاَعَدَّه لِلْخِلَافَةِ

mânâsı: Cenab-ı Hak Teala Hazret-i Ademi halk eyleyip; duygular, havasslar ve hissiyatlarla donatıp insan olarak şekillendirdi. Sonra ona ruhundan (Yani: Emir ve iradesinin kanunundan bir ruh) nefh eyledi. Ve bu tertip üzere, Ademi terbiye edip yetiştirdikten sonra, esmayı ona ta'lim eyledi. Sonra, vaktaki Cenab-ı Allah rüchaniyet meselesinde ve hilafete istihkak işinde, Melaikelerin üstünde Hz. Ademi ihtiyar eyleyip seçip, ilm-i esma ile mümtaz kılıp ayırdetmeyi irade eyledikten sonra; bu defa tehaddî imtihanı muaraza makamının iktizasıyla hem melaikeye, hem de Hz. Ademe (a.s) eşyayı arz ettikten sonra, her iki taraftan imtihan muarazası taleb edildi. Sonra, Melaikeler vakta ki, kendilerinde acz hissettiler.. Ve neticede, bu meseledeki Allahın hikmetini ikrar ve tasdik eyleyerek mutmain oldular. Bunun için Cenab-ı Allah:

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَي الْمَلٰئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنيِ بِاَسْمَاءِ هٰؤُلَاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

ferman buyurmuştur. Melaikeler ise: قَالُوا diyerek, istifsarları içine karışan İblisin enaniyetinin desiselerinden teberrî eyleyerek dediler ki:

سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Sonra: İstidatları camiiyetli olmamasından, Melaikenin âcizlikleri zahir olunca; artık makam, Ademin (A. S) iktidarını beyan etme merhalesine gelip o beyanı iktiza eyledi. Tâ ki onunla muaraza işi tamamlanmış olsun. İşte bu noktadan Ademe hitab geldi ve:

يَا آدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ

diye fermani sudûr-pezir olmuştur. (Yani: Ey Adem, eşyanın isimlerini melaikeye haber ver, bildir diye Hakîm-i Alîm in emri varid olmuştur.)

Sonra: Vakta ki, bu meselede hikmetin sırrı, (Yani: Cenab-ı Allah'ın Adem Aleyhisselamı yaratıp halife kılmasındaki hikmetin sırrı) zahir oldu.. Ve o hikmete râm olup uyuldu. İşte o vaziyette makam, önceki ayette icmalli olan cevabın istihzar edilip şuradaki tafsilli olan cevaba bir netice gibi yapılması iktiza eylediği için, Melaikeye hitaben:

اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّي اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ

diye ferman buyurulmuştur. (Yani: Ben size ey Melekler demedim mi ki; tahkikan ben semavatın ve yerin gaybını, örtülü esrarını bilen bir alîmim.. Ve sizin gerek izhar eylediğinizin, gerekse saklı bulundurduklarınızın tamamını bilmekteyim.)

Sonra: Şu noktayı da bilmelisin ki; şu yapılmış sual ve cevapların îzah ve beyanlarının neticesi olarak; Melaikelerle Allah ü Zülcelal arasında vuku'a gelmiş karşılıklı konuşma ve mukavelenin sureti, nihayette şeffaflaşarak, hadise ve meselenin hikmetini istifsar etme vakıasının kaynağı ise, Melaikenin arasında - o vakit- bulunmakta olan iblisin enaniyetinin desisesinden çıktığı hiss edilmiş; ayrıca, o istifsarın içine melaikeden başka bir taifenin itirazının müdahelesi neticesinde oluşturulduğu da işâr olunmuştur.

Cümle- cümle nazm ve diziliş[değiştir]

İşte: وَعَلَّمَ آدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا (Bütün ne kadar isimler varsa, hepsini Ademe ta'lim eyledi.) Cümlesi: "Cenab-ı Allah Adem aleyhisselamı umum kemalatın bütün esaslarını tezammun etmiş bir fıtratta şekillendirmiş ve bütün yüce ahlakların çekirdeklerini isti'dadında zer' eyleyip ekmiş olarak yaratmış.. Ve mevcudatın içinde temessül eyleyebilen bir vicdanla ve onun yanında on tane havass ve duygularla techiz eylemiş.. Ve ayrıca, eşyanın bütün nevilerinin hakikatlerini öğrenmeye müheyya eyleyerek, mezkûr üç nevi hususiyetlerle müstaid olarak hazırlamıştır. Ondan sonra esmayı ona ta'lim eylemiştir.

Amma وَعَلَّمَ آدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا nın başındaki "vav" -üst tarafta nümunesi geçtiği üzere- îcazının altında matvî, dürülü bulunan cümlelere işaret etmektedir.

Ve عَلَّمَ de ise, ilmin makamını yüce tuttuğuna ve derecesini yücelttiğine; ve hilafetin mihver ve zembereğinin yegane medarı "ilim" olduğunu ifade etmek irade ettiğine işarettir.

Hem yine عَلَّمَ ile remzeyliyor ki; Hz. Ademe talim edilip bildirilen o "Esma", Tevkifiyyedirler.[4] Yani, Hz. Ademe hususî olarak takılmış şeref nişanı ve madalya ve hil'at bileziği gibi şeylerdir. Bu hal ise, ekseriya esma ile isimlendirilmiş eşya arasında, vaz' edilmesi tercih edilen münasebetin varlığını bildirerek te'yid etmektedir.. Ve aynı zamanda عَلَّمَ lafzı, mu'cizenin -felsefecilerin hilafına olarak- bila-vasıta Allahın fiili olduğuna îma etmektedir. (Çünki, Hz. Ademin bütün Melaikelere ve o demde var olup hazır bulunan "Cinn" gibi sair mahluklara da üstünlüğünü sağlayan "ta'lim-i esma" onun bir mu'cizesidir. Mu'cize ise Allah'ın fiilidir.) Zira, felsefeciler haktan saparak diyorlar ki: Mu'cize, harika olan ruhların işidir.

Ve آدَمَ diye ta'bir etmesi; Halifeliğini Allah'ın irade eylemiş olduğu ve "Adem" ismiyle isimlendirdiği Arzlı şahıs demektir. Binaenaleyh, عَلَّمَ آدَمَ de, Ademi ilim ile tasrih eylemiş olmasında, onun kadrini yüceltmek ve şöhretini yaygınlaştırmak ve onu ilmin sureti ve kisvesiyle hazırlamak içindir.

Ve الْاَسْمَاءَ ise; sıfatların, hasiyetlerin ve isimlerin kaynağından alınmış olarak, eşyanın alametlendirilmesi, nişanlandırılması ve damgalanmasıdır. Ya da, insanların kendi aralarında bölüştükleri ve kullandıkları lugat çeşitleridir. Hem الْاَسْمَاءَ lafzında, عَرَضَهُمْ ün delili ile; arzedilmiş olan isimler, Ehl-i Sünnetin görüşüne göre; müsemmanın kendisi olduğuna (Yani: İsimlenen eşyanın kendisi) olduğuna îma vardır.

Amma كُلَّهَا ise, Hz. Ademin (a.s.) Melaike ye karşı tereccühünün, üstünlük kazanarak seçkinliğinin menşei ve melaikeyi aciz bırakmasının medarı ise; esmayı eksiksizce tamamını, küllünü bilmiş olmasıdır.

Amma

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَي الْمَلٰئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنيِ بِاَسْمَاءِ هٰؤُلَاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

cümlesi başındaki ثُمَّ tarahî sırrıyla, yani mânâyı sarkıtma ve ve serbest bırakması ile ve makamın da iktizasıyla:

وَقَالَ هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلَافَةِ

Gibi mukadder bir cümleye işaret eyler. Bu cümlenin mânâsı: (Bunun üzerine Cenab-ı Alîm-i Hakîm melaikelere hitaben dedi ki: O, sizden daha çok kerimdir.. Ve hilafete de en layık ve müstehaktır.)

Amma عَرَضَهُمْ ise, Yani enva-i türlü eşyayı yayarak ve sererek melaikelere izhar edip arz eyledi. Adeta müşteriye satmak için nazarlarına sunmak, ya da asker saflarını kumandana takdim etmek tarzında arz eyledi. İşte bu mânâ içinde, şöyle bir işaret hissediliyor ki: Mevcudat, sahib-i idrak olanların malıdır; ilim ile[5] satın almakta, isim ile tutabilmekte ve suretin temessül eylemesiyle ona mâlik olunabilmektedir.

Amma عَرَضَهُمْ deki همْ ün mânâsı ise, erkek akıllılara dalalet etmektedir ki, عَرَضَ lafzının remzeylediği gibi; "Tağlibeyn"nin[6], iki tağlib ve ya iki mecazın onda bulunmasıdır Yani: Molla Abdülmecidin tercümesine göre: [Müzekkerin müennese ve âkilin gayr-ı âkile tağlibiyle (galip getirilmesiyle) bu vaziyetin sair eşyaya da şamil olabileceğine îma etmektedir.] Zira همْ lafzının irsalli halinden, mânâsının mutlak ve serbest bırakılmasından; mevcûdat taifelerinin suretleri, âkıl erkek kabileleri olarak gözler önünde saf saf olup resm-i geçit gibi geçerek; ve yine dönüp temaşacılara geldiklerini tahayyül etmek mümkindir.

Amma عَلَي الْمَلٰئِكَةِ deki عَلٰى ise, imtihan muarazaları sırasında melaikelere ve Hz. Ademe arzedilmiş şeyler, levh-i mahfûz-u a'lada irtisam eden suretler olduğuna da îmadır.

تَمَّتْ بِوَفَاءٍ - مؤ لِّف

(TEMMET BİVEFAİN -MÜELLİF-)

Yani: Kitab muhtasaran sona erdi.

Müellif

ŞÜKRANİYE

Hazret-i Rabb-ı Müteale hadsiz hamd ve nihayetsiz şükürler olsun ki, şu cihanlar kadar değerli olan "Hz. İşarat-ül İ'caz" tefsir-i i'cazdar'ın tercümesi, onun âta-yı bî tenahîsiyle bu fakir-i kemterîn ve pür taksirede nasib kıldı.

Bu tercümemizin müsveddesi, 1421 Hicrînin Ramazan Bayramı günlerinde başlanıp, aynı senenin Kurban bayramı günleri olan Zilhicce ayının 13. gününde hitama ermiştir.

Temyize çekilmesi: Bir fal-i hayr kabul ettiğim, İstanbulda, bir mübarek Nur dersanesi çatısında yirmi gün kadar meşguliyetle 2001 yılı, İstanbul'un fetih günü olan 29 Mayısta sona erdi.

Ve sekiz ay aradan sonra, Şanlıurfa/Akçakale Cezaevinde İslâm hattı eski yazıdan yeni harfe, aynı zamanda yeniden gözden geçirme işine 8 Ocak 2002 de başlanıp, (yalnız gündüzlerde çalışarak) Ş.Urfa nın kurtuluşu olan 11 Nisan 2002 Perşembe günü son buldu. Bu müddet zarfında üç-dört gün hastalık hariç 87 günde tamamlanmıştır ki; Hz. Müellifin Hicri hesaba göre ömrünün senelerine tevafuk etmiştir. Elhamdülillah!..

Kalbimin bütün hulûs ve samimiyetiyle niyazım ve niyetim odur ki; Bu tercüme-i naçizi, Merhum Molla Abdülmecid'in tercümesinden daha başka bazı cihetlerle menfaattar kılsın.. Ve şu harika, i'cazdar ve emsalsiz tefsirin içinde neler ve nelerin bulunduğunu görülüp bilinerek, istifadeye medar olsun. İnşallah..

Abdülkadir Badıllı

Önceki Risale: Bakara 30: Hilafet-i İnsaniyeİşarat-ül İ'caz (Badıllı)İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur'andır: Sonraki Risale

  1. Eğer sen, Tenzilin nazm-ı i'cazından Hazret-i Müellifin istihrac eylediği letaiflerde şübhe içinde isen; ben de sana derim ki, bu meseleyi, âşık-ı hakikî Ömer İbn-ül Farıd'ın divanından tefe'ül ederek istişare ettiğimde, karşıma şu beyti çıktı:
    كَاَنَّ كِرَامَ الْكَاتِب۪ينَ تَنَزَّلُوا عَلٰى قَلْبِه۪ وَحْيًا بِمَا ف۪ى صَح۪يفَةٍ]]
    "Sanki Kiramen Kâtibin melekleri onun kalbine sahifedekini ilham etmek için inmişlerdir. -Habib Eşşehid
  2. Bu bahis, Risale-i Nurun 20. Sözünün Birinci Makamında daha çok fevkalade alî ve şirin bir tarzda tafsilen izah ve isbat edilmiştir, müracaat oluna.. Mütercim
  3. Dikkat buyur; bu ifadeler ve kâşifane değerlendirmeler 1915 te söylenmiş yazılmıştır. Hatta bu ifadelerin hülasaları 1910 da "Muhakemat eserinde ve 1911 de "Hutbe-i Şamiyye" de yazılmış ve söylenmiştir. O tarihlerde henüz ne tam teşekküllü tayyareler, ne de radyo, teyb ve televizyonlar ve ne de telefon ve faks ve saireler -telgraf hariç- hiçbir şey mevcud değilken, Hazret-i Müellifin cesûrane ve kâşifane meydan-ı ilimde söylediği bu ifadeleriyle, vücudlarından önce o alet ve cihazların yakın zamanda çıkacağını haber vermesi, elbette ki takdir ve sitayişe değer hükümler ve buluşlardır. Mütercim
  4. Esma-i Tevkifiyye: Kur'anda ve sahih ve hasen hadislerde, ya da icma-ı ümmette gelen Allahın bütün isim ve sıfatları "Tevkifiyye" dir. Yani: Allahın o isim ve sıfatlarına "Tevkifiyye"yi ıtlak eylemenin cevazı onlara tevekkuf eylediği için "Esma-i Tevkifiyye" denilmiştir. Daha geniş bilgi için, Şerh ü Cevher-et Tevhid Bacûrî, sh: 146. Mütercim
  5. Bir şerh:
    Şu parağraftaki işaretli ma'nalar şöyle tefsir edilebilir ki: "Sahib-i idrak", ilim ve marifet sahibi kimseler, en başta insandır. İnsan mevcûdatın tamamından istifade etme imkânına sahiptir. Mevcûdatı, eşyayı "ilim ile satın alabilir" den maksad şu olabilir ki: Eşyanın, mahlukatın istidad dilini bilip anlayarak, mahiyetçe neye yaradıklarını ve yaradılış hikmetlerinin kanunlarını fehmederek; ve kâinat nizamına ve âdetullah kanunlarına muraat ederek, onu -bir halife-i arz olan insan- kendine maledebilir.
    Ve "ismiyle onu tutabilir." den murad; her nev-i mevcûdata dair teşekkül etmiş ve etmekte olan fenn ve ilimlerin mahiyetini ve eşyanın kanûnlarını kavrayan kimseler ve onlardan istifade yollarını tam öğrenen ve bulanlar; o neviden, mesela "kimya, biyoloji" gibi ilimlerle istifade edebilir.
    Ve "Sûretin temessüliyle ona mâlik olunabilir" den ğaye de, derin ve geniş ve kısmen inkişaf etmiş ve istikbalde belki daha da edecek olan beşerin harika teknolojisinden çıkan ve temessül-ü sureti bir derece gösteren Televizyonlar ve uydular vasıtasıyla elde edilen suretler ve saireler olduğu gibi; cinn, ervah ve meleklerin ve hatta evliya ervahlarının temessülleriyle de insanın bir çok istifade yollarının açık olabileceğini ifade ediyor gibidir. Mütercim
  6. Tağlibey'in Lugat manası: İki galibiyet kazandırma ise de, ıstılahî manası, iki ma'lum şeyden birisini öbürüne tercihan almak ve her ikisine müşakelet ve birbirine benzetmekten ihtiraz için, Tağlibi ıtlak eylemektir. (Ta'rifat-ı Seyyid Şerif s: 43) Mütercim