Risale:Fatiha Suresi Tefsiri (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
18.44, 13 Haziran 2024 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 43653 numaralı sürüm

Önceki Risale: Mukaddemeİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 1: Huruf-u Mukattaa: Sonraki Risale

اشارات اللإعجاز في مظان اللإيجاز

İşarat-ül İ'caz

Fî Mazan-il Îcaz

(Türkçe Tercümesi)

Kur'ân'ın Îcaz Yerlerinde İ'caz İşaretleri

Fatiha Suresi Tefsiri[değiştir]

İKİ HUSUSİYETLİ MÜHİM BİR NOT[değiştir]

Birinci Husus: Siyah yazılmış kısım[1] Hz. Üstad tarafından1951 yıllarında Emirdağında Barlalı Sıddık Süleyman ve Bedreli merhum Santral Sabri hocaya verilmiş olan takrirli, tefsirli ders tarzındaki tercüme kısmıdır. Cenab-ı Üstad bu dersi verirken, önce eserin Arapça metninden bir bölüm okuyup Türkçeye çevirerek söylemiştir. Dinleyen talebeleri de o dersi not almışlardır. Biz de bu mübarek takrirli tercümeyi -Arabî metniyle birlikte- tercümemizin başında teberrüken aynen alıyor ve onu tercümemize bir kılavuz ittihaz ediyoruz. Ancak, Arabî metnin aslına göre, bazı yerlerinde azıcık rekaketleri hasebiyle, düzelterek aldık.

Bizim tercümemizin de, bu takrirli ders tarzında olmasına canibimizce mümkün olmamaktadır. Zira, Cenab-ı Müellif Hz.leri kendi te'lifinde yaptığı bu gibi tasarrufa ve bir nevi tefsirli tercümeye, başkasının da aynı şeyi yapmağa -bence- salahiyeti yoktur.

İkinci Husus: Hz. Üstadın mezkûr takrirli tercümeyi söyleyip yazdırırken, onun üst tarafına tercüme edilenin Arabi metninden aynı miktarı da koymuştur. Ve bu ders, Emirdağ Lâhikasında aynen neşredilmiştir. Biz de aynen o tarzda tercümemizi yürütmek istiyorsak da okuyucuların birçoğu Arapçayı bilmediğinden hatta okuyamadığından, Arapça metnini müdakkik âlimlere harekelttirerek, kitabın arkasına ilave eyledik.

ومن اللّٰه التوفيق

Abdülkadir Badıllı

Hazreti Üstadın not tarzında kaleme alınmış takrirli tercümesi[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلرَّحْمٰنُ

عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ

خَلَقَ الْاِنْسَانَ

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

فنحمده مصلّيا علي نبيه محمّد الّذي ارسله رحمة للعالمين و جعل معجزته الكبري الجامعة برموزها و اشاراتها لحقاءق الكاءنات باقية علي مر الدهور الي يوم الدين و علي آله عامة و اصحابه كافة

أما بعد: فاعلم اولًا ان مقصدنا من هذه الاشارات تفسير جملة من رموز نظم القرآن. لاءن الاعجاز يتجلي من نظمه. وما الاعجاز الزاهر الاّ نقش النظم.

و ثانيًا: إن المقاصد الاءساسية من لقرآن و عناصره الاءصليةاربعة:

التوحيد و النبوة و الحشر و العدالة.

لأنه لمّا كان بنو آدم كركب و قافلة متسلسلة راحلة من اودية الماضي و بلاده، سافرة في صحراء الوجود والحياة، ذاهبة اليشواهق الاستقبال، متوجهة الي جنّاته فتهتزّ بهم المناسبات و تتوجهاليهم الكاءنا كاءنه ارسلت حكومة الخلقة فن الحكمة مستنطق و سائلا منهم

بيا بني آدم: من أين؟ الي أين؟ ما تصنعون؟ مَنْ سلطانكم؟ مَنْ خطيبكم؟ فبينم المحاورة اذ قام من بين بني آدم ‌ـ(كأمثاله الاءماثل من الرسل اوليالعزائم‌ـ) سيّد نوع البشر محمّد الهاشمي صلّي اللّٰه عليه و سلم و قال بلسان القرآن:

"يها الحكمة! نحن معاشر الموجودات نجيء بارزين من ظلمات العدم بقدرة سلطان الازل الي ضيء الوجود، و نحن معاشر بني آدم بعثن بصفة الماءمورية ممتازين من بين اخوانن الموجودات بحمل الاءمانة، و نحن علي جناح السفر من طريق الحشر الي السعادة الاءبدية، و نشتغل الآن بتدارك تلك السعادة و تنمية الاستعدادات التي هي راءس مالن، و ان سيّدهم و خطيبهم. فه دونكم منشوري وهو كلام ذلك السلطان الازلي يتلاءلاء عليه سكّة الاعجاز" و المجيب عن هذه الاءس لة الجواب الصواب ليس الا القرآن و المجيب عن هذه الاءس لة الجواب الصواب ليس الا القرآن ذلك الكتاب. كان هذه الاءربعة عناصره الاءساسية.

Takrirli Tercüme[değiştir]

İnsanı halkedip, ona mantık ve beyanı öğreten ve Kur'anı talim eden Zat-ı Zülcelalin "Rahman" ismiyle tecelli-i kübrasına rahmetin tecelliyatı adedince ona hamd-u sena ederek; Seyyid-ül beşer olan Muhammed Aleyhisselatü Vesselamı Rahmetenlilalemin olarak gönderdiği onun o Resul-ü Ekremine Risaletin semereleri adedince ona, al ve ashabına salat-u selam getirip; ve hadsiz şükrediyoruz ki: Onun mu'cize-i Kübrası olan ve hakaik-i kâinatın remizleri ve işaretlerinin tamamı ile cem' edilmiş bulunan Kur'an-ı Azimüşşanı, asırların geçmesi ile, daim ve baki bırakarak; ve nev-i beşere mürşid olarak ta kıyamete kadar beka vermiş... Ve Resul-i Ekremi de onlara Üstad-ı Azam eylemiş.

Amma ba'd: (Bundan sonra) Biliniz ki:

EVVELA: Bu işaret ve nükteleri yazmaktaki maksadımız, Kur'an'ın nazmındaki bir kısım remizlerini tefsir etmektir. Çünkü: Yedi[2] nev'i icaz'ın en incesi ve en kuvvetlisi ve lafzî, fakat en hakikatlisi Kur'anın nazmından tecelli ediyor. Evet parlak olan i'caz, elbette nazmından çıkıyor.

SANİYEN: Kur'an'daki esasî maksadları ve anasır-ı asliyesi "dört" hakikattir. Bunlar ise: Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve adalettir.

Çünkü: Vakta, kâinat sahrasında beni âdem, acip ve büyük bir kafile (vesair taifeler beraber ve birbiri arkasında) asırlar üstünde, geçmiş zamanın derelerinden, şehir ve meşherlerinden seferedip; vücut ve hayat sahasında yürüyüşüyle; istikbâlin yüksek dağlarına doğru giderlerken, oradaki bağlara gözleri dikildiği cihetle, zemin halifeliğine mazhariyeti noktasında ve sair zihayata tasarrufatı cihetinde, ruy-i zeminde ekser eşyanın nev-i beşerle münasebetleri iktizasıyla; mevcudatın heyecana gelmesinden, kâinat dahi benî-adem kafilesine yüzlerini çevirip, nev-i beşerle ciddî bir şekilde alâkadar oldu. Beni adem bir tek tâife iken, yüzbinler taifelerde tasarruf etmesi haysiyetiyle kâinat, Zemin gibi -netice-i hilkat-i alem noktasında- onlara bakmakla; güya hilkat-i kâinat hükümetinin zabıta memuru hükmünde olan "FENN-İ HİKMET"i bir müstantık ve sorgulayıcı olarak o misafir kafileye gönderip, ondan sual edip soruyor ki: "Ey beni adem! Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Ve ne yapacaksınız? Ve böyle neden her şeye karışıyor ve bazen de karıştırıyorsunuz.?. Sultanınız, hatibiniz ve reisiniz kimdir? Ta bana cevap versin!.."

İşte o muhavereler içinde, birden kafile-i beni-âdemden MUHAMMED-ÜL HAŞİMÎ (S.A.V) emsalleri olan ulul-azm peygamberler gibi, fenn-i hikmete mukabil ayağa kalktı ve Kur'anın lisanıyla cevap vererek dedi ki:

"Ey müstantık hikmet! Biz mevcudat kafilesi adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelinin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücûda girdik. Biz ben-i âdem tâifesi ise, bir "Emanet-i Kübra" rütbesi ve Hilafet-i ruy-i zemin vazifesiyle, sair mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı bir memuriyet sıfatıyla bu meşhergâh-ı kâinata gönderilmişiz. Ve her zaman da yola çıkmağa müheyya bir vaziyette olup Haşr yoluyla saadet-i ebediyenin kazanılmasının tedarükiyle meşğulüz. Ve bizim re'sülmalımız (sermayemiz) olan istidatlarımızın çekirdeklerini sünbüllendirmekle ve iman ve Kur'an'la inkişaf ettirmekle iştiğal ediyoruz... Ve o kafilenin reis ve hatibi de benim. İşte menşur ferman, bak elimdedir.. Ve ezel ve ebed Sultânının kelâmıdır. Bu ferman, Sultan-ı Ezel'in emirleri ve konuşmaları olduğuna en kat'î delil, üstünde parlayan şu sikke-i şahanesine ve turra-i sermediyesine bak, gör.. ve git, söyle!"

Evet, en müşkil, en umumî ve bütün mevcudata sorulan bu "üç-dört sual"e tam ve doğru ve mükemmel cevap veren yalnız ve yalnız Kur'an'ı mu'cizül-beyandır ki, başında

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ

fermanıyla ilan edilmiş. İşte bu hakikatten anlaşılıyor ki; Kur'an'ın anasır-ı esasîyesi ise; fenn-i Hikmetin sorduğu dört suale Peygamber'in (s.a.v) verdiği cevaplardaki hakikatlerdir.

Yani TEVHİD, NÜBÜVVET, HAŞR ve ADALET dir. İşte bu dört hakîkat, nasıl ki mecmu-u Kur'an'da dört rükündür... Öyle de: O dört maksadlar çok surelerin her birisinde bulunup, her bir sûre birer küçük Kur'an olur. Belki o dört maksadlar, birçok cümle, kelam ve kelimelerde telmih ile işaretleri bulunmaktadır. Çünkü Kur'an'ın eczaları ve kelime ve ayetleri, Kur'an'ın tamamına bir ayine hükmünde olup, birbirine inikas ederler. Öyle ki, adeta Kur'an müteselsilen ayet, cümle ve kelimelerine o maksadların nurunu veriyor. Âyinede güneş misali; bazen bir kelime, bir cümle, bir küçük Kur'an'ı gösterir.

İşte, Kur'an'a mahsus bu nükte, yani cüz', küll gibi aynı maksadı göstermesi haysiyetiyle; Kur'an, müşahhas bir ferd olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi -ilm-i mantıkca- tarif edilir. Demek ki Kur'an'da bin Kur'an'lar var ki; bir şahs-ı külli olmuş. Hem öyle de olması lazımdır. Zira, hadsiz ve gayet muhtelif tâifelere ders olduğu için, ayni derste hadsiz o tâifeler adedince dersler bulunmak lazım gelir.

1- Eğer desen: Bu dört maksad-ı asliyeyi bize بِسْمِ اللّٰهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ da göster?

Cevaben derim: Mademki بِسْمِ اللّٰهِ Allah'ın abdlerine bir ders olarak nâzil olmuş. Elbette içinde "Söyle!" emri mânâsında قُلْ kelimesi mukadder olarak vardır. İşte, بِسْمِ اللّٰهِ daki قُلْ mukadderliği bütün Kur'an'daki mukadder قُلْ lerin esası ve anası bu بِسْمِ اللّٰهِ daki قُلْ dür. Buna binaen, قُلْ kelimesinde RİSALET'e işaret olduğu gibi; بِسْمِ اللّٰهِ da da ULUHİYETe remiz vardır.

Hem بِسْمِ اللّٰهِ ın başındaki ب nin takdimi (Başa alınması) ve sonunda قُلْ ün mukadder olarak bulunması da, münhasırlığı ifade ettiği için, TEVHİDe işaret eder. Yani "Yalnız onun ismiyle başla ve meded al!"

اَلرَّحْمٰنِ de ise, ADALET ve ihsan'ın nizamına ve Rahmet'in cilvelerine telmih vardır. Çünkü muhtelif ve karmakarışık mevcudat, "Rahmet" cilvelerinin intizamı ile güzelleşmiş ve mazhar olmuşlardır.

الرَّحِيمِ de ise, HAŞR'e işaret vardır. Çünki, الرَّحِيمِ in mânâsında hem afvetmek, hem rahmet ve şefkat etmek; ve bu fani dünyada o "Dört mânâ hakikatiyle umumî bir surette görünmediğinden, elbette bir diyar-ı aherde o mânâlar tamamiyle tezahür edebilirler. Hem RAHMET ve şefkat'in hakikati "dirilmemek üzere ölmek"le kabil-i tevfik değildir. Demek, الرَّحِيمْ deki şefkat, parmağını CENNET'e uzatmış gösteriyor.

Şimdi اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ deki اَلْحَمْدُ لِلّٰه a bak! İşte burada Uluhiyetin zahir işareti vardır. Çünkü: "Bütün hamdler Allah'a mahsustur" Uluhiyeti gösterdiği gibi; tevhidi de irae ediyor. Evet, لِلّٰهِ deki ل ilm-i sarfça bir mânâsı ihtisas ve istihkaktır. (Yani mahsusluk mustahaklık) اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ daki ال (eliflam) ise, bir mânâsı istiğraktır. Demek "Bütün hamdler Allah'a mahsustur." Öyle ise, Tevhidi kat'î ifade ediyor.

رَبِّ الْعَالَمٖينَ‌ lafzında, hem ADALET'e, hem de NÜBÜVVET'e işaret var. Çünkü, on sekiz bin alemin zerreden ve zerrelerden ve sineklerden tut, ta bin defa zeminden büyük seyyareler ve yıldızlara kadar gayet mükemmel bir muvazene, bir intizam, bir mükemmel terbiye vardır. Öyle ise, elbette gayet mükemmel bir adalet-i kübrayı gösteriyor.

NÜBÜVVETe işaret ise: Madem nev'i beşerin fıtrî kuvvelerine -sair hayvanat gibi- hadd konulmamış; ondan tecavüzler çıkmış. Hem insan, maddî cihette olduğu gibi; maneviyat cihetinde de bütün kâinatla alakadar olmasından, hilkat-i kâinattaki hikmet-i âliye-i beşeriyeyi, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmündeki istidatları inkişâf ettirmekle; Emanet-i Kübra vazifesini yapmak cihetiyle, Nübüvvetin olması zarurîdir. Ta ki beşer, رَبِّ الْعَالَمِينَ deki عَالَم۪ينْ (Yani alemler) içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemin olup melaikeye karşı olan rüçhaniyeti gösterebilsin.

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ cümlesi ise, HAŞR'i tasrih ediyor. Çünkü يَوْمِ الدِّينِ "Din günü" ve "ceza günü" ve "maneviyat günü" demektir. Evet, nasıl ki dünya, maddiyat ve maddî harekât'ın ve amellerin günüdür.. Elbette o harekât'ın neticelerini ve hizmetlerinin ücretlerini ve o mâneviyâtın semeratlarını, belki o faniyat ve zaîlâtın bakî ve daimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o faniyat ve zaillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir diye ifade ediyor.

İşte buna göre: بِسْمِ اللّٰهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ cümleleri gibi, Kur'anın ekser yerlerinde böyle "DÖRT UNSUR-U ESASİYE" içinde görünebilir.

Hatta

اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ

in sadefinde de bu dört cevher mevcuttur, dikkat etsen görürsün... Ve bu minval üzere, sairlerini nescedebilirsin.

اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ

in mânâsı: "Biz sana verdik Kevseri" Yani Zât-ı Zülcelâl' in seni nübüvvetle ve maddî ve manevî te'min-i adaletle müşerref ettiği gibi; Cennette de Kevseri sana ihsan ediyor.

Fatiha 1[değiştir]

Ey sail! Pek uzun hakikatı kısa kesip, bu üç misali minval ve mekik yap, üstünde o münasebat ve işaratı dokumaya başla! Biz de başa dönüp, بِسْمِ اللّٰهِ dan başlayıp devam edeceğiz. İzahı, tafsili Risale-i Nur ve "Birinci Söz" ve "Besmele" Lem'asına vesair Risale-i Nurdaki بِسْمِ اللّٰهِ hakîkatlarına dair hüccetlerine havale edip, yalnız nazm ve diziliş itibariyle küçük bir ima edeceğiz, Şöyle ki:

بِسْمِ اللّٰهِ Güneş gibidir; başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona -hava ve su gibi- muhtaç olduğundan; onun hakikatini her kesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de, ehemmiyeti yok.. Onun için beyan ve tarifden müstağnidir. Besmelenin harfleri ve cüz'lerinde olan ب nin fenn-i sarfça bir mânâsı "İSTİANE" dir. Bir mânâ-yı örfisi de "Teberrük olmasından Bu ب nin merci-i müteallıkı kendi mânâsından çıkan اَسْتَعِينُ ve اَتَيَمَّنُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut بِسْمِ اللّٰهِ in perdesine sarılı قُلْ in istilzam ettiği اَقْرَاُ (okuyacağım) fiiline bakar. Yani:

"YA RABB, BEN SENİN İSMİNİN YARDIMIYLA VE ONUN BEREKETİYLE OKUYACAĞIM. HERŞEY SENİN KUDRETİNLE VE İCADINLA VE TEVFİKİNLE, OLDUĞU İÇİN, YALNIZ VE YALNIZ SENİN İSMİNLE BAŞLIYORUM."

Demek بِسْمِ اللّٰهِ nin ahirinde اَقْرَاُ lafzı mukadder olduğundan, hem ihlas, hem de tevhidi ifade eder.

Amma بِسْمِ اللّٰهِ daki اِسْم (ism) kelimesi ise, biliniz ki: Zat-ı Vacib-ül Vücudun binbir esmasından bir kısmına "Esma-i Zatiyye" denilir ki; her cihetle Zat-ı Akdes'i gösteren adı ve ünvanıdırlar; "ALLAH, EHAD, SAMED, VACİB-ÜL VUCÛD" gibi çok esma var. Bu isimlerden bir kısmı da "Esma-i fi'iliye" tabir edilir ki çok nevileri var. Mesela: "GAFFAR, REZZAK, MUHYİ, MÜMİT, MÜN'İM, MUHSİN" gibi... ve bu isimlerin tenevvü etmeleri ve çoğalmaları ise, Kudret-i Ezeliyenin enva'-i kâinatla olan münasebetlerinin teaddüdünden ileri gelmiştir.

(Üstadın takrirli tercümesi burada sona erdi)

(Buradan itibaren fakir'in tercümesidir)

Buna göre, بِسْمِ اللّٰهِ kelamı, adeta kudret'in te'sir ve taallukunu celbe medar bir istinzaldir, nüzulunu istemedir. Tâ ki, o te'sir ve taalluk abdin kesbine imdad eden bir ruh olsun.

بِسْمِ اللّٰهِ daki اَللّٰهُ lafza-i celâli ise, bütün sıfat-ı kemaliyeyi câmi' bir nüsha olmakla, Hak Teâlanın bu zatî olan ismi, kendi sıfatlarını istilzam etmesi sırrı ile (sair a'lamin, yani has isimlerin hilâfına olarak) bütün kemâlî sıfatlar اَللّٰهُ ismine delâlet-i iltizamiye ile delalet ederler. Başka isimlerde bu iltizamî delalet bulunmamaktadır.

اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ isimleri lafza-i celâl ile beraber zikredilmesindeki nazm vechi (beraber diziliş yönü) budur ki: Lafza-i celâl olan اَللّٰهُ isminden silsilesiyle birlikte celal tecelli ettiği gibi; اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ isimlerinden de -silsilesiyle beraber- cemal tecelli etmektedir. Zira, Celâl ve Cemâl, kâinatta iki kök ve asıldırlar ki, her bir âlemde tecelliye başladıklarında, onlardan teselsül eden fer'ler (ayrıntılar) meydana gelir. Meselâ: Emir ve nehy.. Sevap ve azap... Terğip ve terhib.. Tesbih ve tahmid.. Havf ve reca gibi ayrıntılar.

Hem yine lafza-i Celal, (Ayniyye[3] ve tenzihiyye) sıfatlarına işareti olduğu gibi, الرَّحِيمِ ismi de "gayriyye-i[4] fiiliye" ye îma etmektedir. اَلرَّحْمٰن ise, ne ayn, ne de gayr olan "Sıfat-ı[5] Seb'a"ya remzetmektedir.

Evet, اَلرَّحْمٰن ismi, "Rezzak" mânâsındadır. "REZZAK" ise, bekayı ita etmekten ibarettir. Beka ise, vücûdun tekerrür etmesi (tekrarlanması ve yenilenmesidir.) Vücûd dahi "mümeyyize, muhassisa ve müessire" olmak üzere "üç" sıfatı istilzam eder ki bunlar: "İlim, İrade ve kudret"tirler.

Hem "Beka" ki, rızk'ın bahşedilmesinin semeresi olduğundan, örfen "Basar, Sem' ve Kelam"ı iktiza eylerler. Evet, çünki rızkı verenin basar'ı (görme hassesi) olması lazımdır ki, merzûk'un (Rızıklandırılanın) hacetini -talep edip istemese de- görmesi lazımdır. Hem yine, rızkı veren Zat'ın, muhtaç olanların -bir şey istediği zaman- kelâmını (sesini) işitmesi gerektir. Keza, eğer varsa, olursa, (Yani, peygamberler hayatta ise, ya da melaike veya ilhama mazhar velînin varlığı mevzu-u bahis ise) vasıta ile konuşması için, kelâmının olması zaruridir. İşte, bu altı sıfatlar" ise; (İlim, İrade, Kudret, Basar, Sem' ve kelam) dırlar ki, yedincisi olan "Hayat"ı istilzam ederler.

2- Eğer desen: Azîm nimetlere delalet eden "Rahman" isminin, ince ve dakik ni'metlere bakan "RAHİM" ismine -mânâca- zeyl kılınması, yukarıdan aşağıya inme san'atı olan "tedellî" olmuş olur. Halbuki belagat ise, terakki san'atında aşağıdan yukarıya çıkmadır?

Cevaben derim ki: O vaziyet, mânâyı tamamlamak için bir zeyillendirmedir. Göze kaş, at'a gem gibi bir tamamlama ve bir tekmildir. Hem çünki büyüğün ince ve küçüğe tevakkufu lazım oluyor, (Yani ekseriya küçük, ince olanlar olmadan büyüklerden faydalanılmamaktadır.) Kilitli kapıya anahtar, ruh'a lisan gibi.... Bu vaziyette, bazen ince ve küçük nimetler, büyükler'in üstüne çıkarlar.

Ve keza, bu makam nimetler'in yer ve mevki'lerine karşı tenbih ve îkaz makamı olduğu için, nimetlerin en gizlisine daha çok dikkat çekilip tenbihe (uyarmaya) uygun oluyor. O halde burada, ni'metleri yâd ve ta'dat etme makamında bir tedellî (yukarıdan aşağıya inme) san'atı olsa da tenbih makamında terakkî san'atı olur.

3- Eğer desen: Rahman ve Rahim ve emsalleri gibi sıfatlar -akla ilk gelen ma'nalarıyla- kalb rikkatı ve onun şefkati gibi hal ve mânâları hatırlatır. Oysa bunlar, Cenab-ı Hak hakkında muhal şeylerdir. Bundan, nihayet ve neticelerde verilecek ni'metler murad olmuş olsa dahi, buradaki "mecaz"ın hikmeti nedir?

Cevaben derim ki: O mecazın hikmeti, müteşabihât'ın hikmetidir. Yâni: İnsan aklının anlayabileceği bir üslupla konuşmadır ki

اَلتَّنَزُّلَاتُ الْاِلٰهِيَّةُ اِلَي عُقُولِ الْبَشَرِ

diye ta'rif edilmiş. Mânâsı: Zihinleri ünsiyetlendirip ona göre hakikatleri anlatmak ve akıllarına yerleştirmek için İlahî tenezzülattır, beşer'in fehim seviyesine inmedir. Bir çocukla konuşulduğu zaman, ülfet ve ünsiyet ettiği kelimelerle konuşulduğu gibi...

Evet, insanlardan "Cumhûr-ü nâs" diye ta'rif edilen (halk kitleleri) ekseriya gördükleri, işittikleri ve ya bildikleri şeylerden ma'lumatlarını toplar, alırlar. "Hakaik-ı mahzaya" (çıplak hakikatlara) pek bakmazlar. Baksalar da, ancak hayallerindeki ayine içinde ve ya ülfet etmiş oldukları şeylerin cânibinden bakarlar.

Hem kelamdan istenilen şey ise, mânâyı ifade etmesidir. Ma'na ise, kalpte ve histe te'siri olmaksızın tamamlanmaz. Te'sir ise, muhatab'ın ülfet eylediği bir üslûbu hakikata giydirerek sunmakladır ki, kalb onu kabul etmeye isti'dad göstersin ve ona hazırlansın.

Fatiha 2[değiştir]

Fatiha 3[değiştir]

Fatiha 4[değiştir]

Fatiha 5[değiştir]

Fatiha 6[değiştir]

Fatiha 7[değiştir]

Önceki Risale: Mukaddemeİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 1: Huruf-u Mukattaa: Sonraki Risale

  1. Siyah olarak yazılmış kısmın, Arapçasıyla birlikte, Hz. Üstad tarafından takrirli ders tarzında Türkçe söylenmiş, Arapçasını da beraber dercedilmiştir. Arkasında gelen, normal harflerle olanı fakirindir. Abdülkadir Badıllı
  2. Yedi nev'i i'caz, küllî i'caz unsurlarıdır ki; en kısaca tarifi Asar-ı Bediiyye kitabının "Rumûz" adlı risalesindedir. Mütercim
  3. Sıfat-ı ayniyye veya tenzihiye veya sıfat-ı Zatiyye veya selbiyye ise (Vahdaniyyet, Kıdem, Beka, Muhalefetünlil havadis, Kıyamün binefsihi ve Vücûddur.) Mütercim
  4. Sıfat-ı gayriyye-i fiiliye: (GAFFAR. REZZAK, MUHYİ, MÜMÎT) ve emsali gibi sıfatlardır. Mütercim-
  5. Sıfat-ı Seb'a ve ya Sıfat-ı Sübûtiyye ise: (HAYAT, İLİM, İRADE, KUDRET, SEM', BASAR, KELAM) ve İmam-ı Matüridiye göre, sekizincisi Tekvin) dir. Mütercim