Risale:Fatiha Suresi Tefsiri (İ.İ. Badıllı): Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
Değişiklik özeti yok
156. satır: 156. satır:
==Fatiha 2==
==Fatiha 2==


FATİHA SÛRESİ


Mühim not:


Fatiha sûresinin iman noktasında kelimâtının ma'na tercümeleri için "Onbeşinci Şuâ" olan "ELHÜCCET-ÜZ ZEHRA" risalesinin birinci makamının ikinci kısmına dikkatle bakılsa, çok daha nuranî faidelere medar olabilir.
Mütercim
[[Fatiha 2|{{Arabi|اَلْحَمْدُ}}]] Kelimesi.. Bu kelimenin kendi makabliyle (yani besmeledeki {{Arabi|اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}} isimleriyle münasebeti bağlantısı ve diziliş vechi şöyledir ki: Vakta, "Rahman" ve "Rahim" isimleri ayrı ayrı ve çeşit çeşit ni'metlere delalet edip gösterdiler. Elbette arkalarında hamd ve şükr'ün takip eylemesi vacip olmuş oldu. Hem sonra, {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} kelamı, Kur'an'ın dört sûresinin başında<ref>Bu sûreler: (Enâm, Kehf, Sebe' ve Fatır) sûreleridir. Mütercim</ref> tekrarlanması ile, bu kelimelerin her birisi bulunduğu makama göre, asıl ve kök olan ni'metlerden birisine -daha- çok bakmaktadırlar. O asıl nimetler<ref>Meşhur İmam Ebu İshak-ı İsferayinî "Hâşiyet-üş Şihab âla Suret-il En'am" adlı eserinde bu sûrelerin başlarındaki {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ın her birisi ayrı ayrı büyük ve temel nimetlere baktığını kaydetmiştir. (Bk.: Aynı eser C. 4, Sh. 2) S. Yüksel</ref> {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ise: "Neşe-i Ulaya" (Halk ve icadla dünyaya gönderiliş) ve içindeki bakiliğe (Dünyada kaldığı müddet... hayatın levazımatını i'ta eylemek) ve "Neşe-i uhra"ya (öldükten sonra, yeniden diriltilip haşr oluş) ve ondan sonraki bekaya (Ebed-ül âbad olan AHİRET hayatıyla bakîlik içinde ömür sürmek) ni'metlerine de nâzırdırlar.
Sonra, HAMD'in bu makamdaki nazmı, yani Kur'an'ın fatihasına fatiha yapılmasının vechi ve hikmeti ise, zihinde ille-i gaiyenin önceliğinin tasavvuru gibidir, zira HAMD ünvanı, netice-i hilkat olan ibadetin; ve kâinat ve mevcûdat'ın yaradılış hikmeti ve gayesi olan Ma'rifet-i İlahiye'nin icmalî bir suretidir. Öyle ise, HAMD in en önde zikredilmesi, adeta ille-i gaiyye denilen yaradılış hikmetinin peşinen (Hamd ile) tesavvuru gibidir. Evet, Cenab-ı Hak (Azze ve Cell) azamet ve celali ile ferman buyurmuştur ki:
[[Zariyat 56|{{Arabi|وَ مَا خَلَقْتُ الْجِنَّ والْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ}}]]
<ref>Ayetten iktibasen alındığı için, bu tarzda kaydedilmiştir.. Âyeti, Zariyat sûresi 56. numaradadır. -Mütercim</ref> (Yani ancak bana kulluk yapsınlar diye ins ve cinni yarattım.)
Sonra "Hamd" in birçok ma'nalarından en meşhur olanı, Cenab-ı Allah'ın kemalî sıfatlarını izhar eylemektir.
Bu meselenin tahkiki şöyledir ki: Cenab-ı Hak taâla ve tekaddes, insanı halk etmeyi irade buyurduğunda; Onu, kâinatı içinde cem'eden câmi bir nüsha kılmış, onsekizbin âlemi müştemil olan âlem kitabına da bir fihriste etmiştir. Ve insanın ruh cevherinde Cenâb-ı Hak taâlanın ayrı ayrı isim ve ünvanlarla tecelli eylediği bütün âlemlerin nümûnelerini tevdî buyurmuştur. İşte, böyle bir hilkat tarzıyla yaradılmış olan şu insan, kendisine in'am edilmiş bütün bu nimetleri, yaradılış hikmet ve gayelerine göre "HAMD" unvanı altında şükr-ü örfiyi (Yani Göz, kulak, ağız gibi nimetleri i'tiraf ederek bu ni'mete, bu iyiliğe karşı teşekkürü) îfa etmek için sarfeylese; ve tabiatın paslarını gideren ve o a'zâları cilalandıran Şeriât-ı Mutahhereyi imtisal eylese, işte o zaman insanın cevher-i ruhunda tevdi' edilmiş olan âlemlerin enmûzeçlerinin her birisi, ait olduğu âlemine bir mişkât, bir pencere açarak, o alemde mütecelli olan ve ona ait sıfata; ve bundan da tezahür eden İSMe bir âyine olmuş olur. İşte o zaman bu haldeki bir insan, ruhuyla ve cismiyle gayb ve şehadet âlemlerinin bir hülâsası olarak; o iki aleme tecelli eden bütün esma ve sıfat kendisine de tecellide bulunduklarını bilebilecektir. Demek ki, "HAMD" ile insan, Allah'ın kemalî sıfatlarına mazhar olmuş oluyor.
Bu hakikata delalet eden Muhyiddin-i Arabî (K. S) nun, bir Hadis-i Şerif'in beyanında:<ref>Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları, A. Badıllı 2. baskı, sh: 808 sıra no: 830. Bu hadisin bir çok me'hazleri ve bu mânanın tahkikatı vardır. Mütercim</ref>
{{Arabi|كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِي}}
olan meşhur sözüdür. Yani "Mahlukatı yarattım ki, bir ayine olsun; ta onda cemalimi müşahede edeyim.
{{Arabi|لِلّٰهِ}} Yani hamd ve şükür, ancak Vâcib-ul Vucûd mefhumiyle mülahaza edilebilen müşahhas Zat-ı Akdese hâstır ve müstehaktır. Evet, şahsiyetinin mevcudiyeti ma'lum ve ma'ruf, fakat künh-ü zatının keyfiyeti meçhûl olan müşahhas bir zat, bazen umumî bir emir ile (bir bilinen unvan ile) mülahaza edilebilir. İşte, {{Arabi|لِلّٰهِ}} deki {{Arabi|ل}} (lam), kendi özünün mânası olan ihtisas ve münhasırlığa teallukundan dolayı, âdeta bu bağlılık ve müteallıklığın mânâsını içine çekmiş, almıştır. Ayn-ı zamanda ihtisas lam'ı, ihlas ve tevhide de işaret etmektedir ki, "Hamd ve şükür yalnız ve sadece Allah'a mahsustur" ma'nasıyla, ihlas ve tevhidi de ifade eder.
{{Arabi|رَبِّ}} Yani: O ki alemi cemî-i eczasıyla birlikte terbiye eder, besler ve rızıklandırır. O alem'in eczaları da, her birisi umumî alem gibi birer alem olup, zerreleri de büyük âlemin yıldızları misillü intizam içerisinde hareketlerle müteharriktirler.
Ey aziz bilmiş olasın ki: Cenab-ı Hak- azze ve celle- her şey için bir "kemal noktası tayin eylemiş. O şeyin içine de, o nokta-i kemale ulaşmak için bir "meyl" tevdi' buyurmuştur. Güya ki -her şeye- manevi bir emir vererek, ondaki o meyl ile hareketlenip o kemal noktasına doğru gitsin. İşte, eşyanın her birisi, kendi nokta-ı kemaline doğru seyr-u seferinde, ona yardım edip yol gösterecek ve engelleri def edecek bir şeye, (bir yardımcıya) muhtaç bulunmaktadır. İşte o şey ise, ancak Allah -Azze ve Celle- nin terbiyesi ve yardımı olabilir.
Evet, kâinata dikkatle bakıp teemmül edebilsen; Benî âdem taifeleri gibi bir çok mahlûkat taife ve kabilelerinin var olduğunu göreceksin.. Ve bunların her birisi tek başına ve ya toplu olarak, Sani'lerinin kendilerine ta'yin etmiş olduğu vazifelerinde son derece ciddiyet içersinde sa'y ve hareket ile yürümekte olduklarını ve Halıklarının kanunlarına itaat ettiklerini bilecek ve anlayacaksın. Amma ne kadar aciptir ki; insanlar kâinatın bu umumî kanun ve nizamı dairesinden serkeşlik edip çıkabilmektedirler.
{{Arabi|الْعَالَمِينَ}} Bu kelimenin son iki harfi olan {{Arabi|ن}} ve {{Arabi|ي}} (nun ve ye), ya {{Arabi|ثَلَاثِينَ خم عِشْرِينَ}} (işrin ve selasin) gibi i'rabın sadece bir alametidir, (Yani Arapça sayının yirmiden itibaren çokluğunu ifade eden ve sayan bir alametidir.) Ya da, cem'iyyeti ifade etmek içindir. Yani: Kâinat ve mahlûkat'ın cem'iyyet ve cemaatlarını ifade etmektir. Zira âlemin eczaları, herbirisi birer âlem olduğu için, mecmu'u "Âlemler" demektir. Yahutta, mevcûd olan şu âlem, Manzûme-i Şemsiyeye münhasır olmadığının ifade ve işaretidir.
Bu mevzu'u bir derece ifade eden bir şâir'in şöyle bir sözü vardır:
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ كَمْ مِنْ فَلَكٍ، تَجْرِي النُّجُومُ بِهِ وَ الشَّمْسُ وَ الْقَمَرُ}}
Yani: Allaha Hamd u sena olsun ki, onun bir çok felekleri, gök tabakaları vardır. Bu feleklerde; yıldızlar, şems ve kamer hareket ve cereyan halindedirler.
Hem
[[Yusuf 4|{{Arabi|رَاَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ}}]]
<ref>Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları, A. Badıllı 2. baskı, sh: 808 sıra no: 830. Bu hadisin bir çok me'hazleri ve bu mânanın tahkikatı vardır. Mütercim</ref> ayetinde olduğu gibi; secde edenlerin müfredini değil, âkillerin cem'ini tercih ederek kullanmasında bir işârettir ki; Belagat nazarı âlemin eczâsından her bir cüz'ünü "lisan-ı hal ile konuşan, diri ve akıllı" tesavvur eder.
Evet, mevcudatı'ın "ALEM" ile tesmiyesi, Sâniinin onunla bilinmesine, tanınmasına bir isim olup ona şahitlik ediyor ve ona işaret ediyor demektir. Öyle ise
[[Yusuf 4|{{Arabi|رَاَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ}}]]
âyetinde, yıldızların secde etmeleri gibi, {{Arabi|رَبِّ}} deki terbiye ve i'lam, (Yani terbiye etme, hacetlerini vakt-i münasipte tedarik eyleme ve hayatlarına lâzım olacak şeyleri öğretme ve bildirme gibi şeylerle) îma ediyor ki; o âlemler eczalarıyla birlikte secdeleri gibi akıllı, şuur sahibidirler.


==Fatiha 3==
==Fatiha 3==


[[Fatiha 3|{{Arabi|اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}]] Bunun üstteki cümle ile nazm ve dizilişi şöyledir ki: "Rahman" ve "Rahim" isimleri, terbiye sisteminin iki temel esasına işaret ediyorlar. Evet, Çünki "Rahman" ismi, "Rezzak" mânâsında olduğu, "Rezzak" da menfaatlerin celbine mülayim ve muvafık olduğu gibi; "Rahim" ismi de, "Gaffar" mânâsını taşıdığından, zararlı işlerin def'i gibi işlere münâsip gelmektedir. Bu iki hal ise, terbiyenin iki esasını teşkil ederler. (Yani menfaatleri celpetmek ve bunun da vesile ve vasıtalarını halk edip hazırlamak ve mazarratları (zararlı şeyleri) def'etmek için lazım gelen müdafaa vasıta ve cihazlarını i'ta eylemektir.)
==Fatiha 4==
[[Fatiha 4|{{Arabi|مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ}}]] Yani haşr ve ceza günü...
Bunun {{Arabi|اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}} ile irtibat ve nazm vechi ise; bu, yani "ceza günü" {{Arabi|اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}} in adeta neticesi ve semeresidir. Evet, RAHMET, tek başıyla kıyametin kopması ve saadet-i ebediyenin gelmesinin delilllerindendir. Çünki Rahmet ve ni'met, ancak kıyametin gelmesi ve saadet-i ebediyenin husûl bulması ile Rahmet ve ni'met olabilirler. Eğer kıyamet kopmayıp, saadet-i ebediyye gelmezse; ni'metlerin en büyüğünden olan "AKIL" insan için bir musibet olmuş olur. Hem enva'-i rahmet' in en latiflerinden olan muhabbet ve şefkat dahi, ebedi ayrılığın mülahazası ve düşünülmesi sebebiyle, şiddetli bir eleme ve musibetli bir üzüntüye tahavvül ederler.
4- Eğer desen: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Tealâ her şeyin her zaman mâlikidir.
{{Arabi|مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ}}
"din gününün mâliki" diye olan haslığın sebebi nedir?
Cevaben derim ki: Cenab-ı Hakk'ın kevn ve fesad aleminde va'z eylemiş olduğu, zahirî sebeplerin hikmeti, kendi azametini izhar etmek içindir. Yani tâ ki, aklın zahiri nazarında kudret eli, eşyanın "mülk" cihetindeki nâpak ve hasis gibi görünen şeyleri ile mübaşereti, karışması görülmesin. Lâkin DİN GÜNÜ olan kıyamet ve haşirde ise, bu gibi şeyler ortadan kalkarlar; her şey'in safi ve şeffaf olan "melekûtiyet" yani tecellasâz olur. Öyle ki o gün, her şey ve her kes kendi seyyid ve saniini vasıtasız ve perdesiz bir tarzda görecek ve bulacaktır.
Hem,
{{Arabi|مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ}}
deki {{Arabi|يَوْم}} lafzıyla ibarelendirilmiş olması, Haşr'in hadsî emarelerinden birisine işaret etmek içindir. Şöyle ki: {{Arabi|يَوْم}} kelimesi, gün ve sene arasında ve ömr-ü beşer ve deveran-ı dünya mabeyninde açık ve zahir olan tenasüp, uygunluluk ve münasebete bakmaktadır.. Ki adeta, saat'in saniye, dakika, saat ve günlerini sayan mevcut ibre ve milleri arasındaki tenasüp ve münasebeti andırmaktadır.


Evet, nasıl ki birisi görse ki; saatin bir mili kendi devrini bitirip tamamladı. Elbette kalbinde hadsen intikal eder ki, bunun arkasında gelen mil'inde -biraz daha zaman ve mehil alsa da- veya devirlerini tamamlayacaktır. Zira birbirine bağlıdırlar.


Aynen bunun gibi; dünyanın "yevm" ve "sene" gibi olan mil ve ibrelerinde vuku' bulan mükerrer nev'î kıyametleri müşahede eden adam; bir şahsı sairlerin bir nev'i gibi olan İNSAN için dahi, Haşr günü sabahında, Saadet-i Ebediye baharının doğacağına intikal etmesi lazımdır.


==Fatiha 4==
Amma {{Arabi|مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ}} daki {{Arabi|الدِّينِ}} den mûrad ise: Ya "ceza günü" dür ki, ameller'in (Hayır, sevap.. Günah ve şer amellerin mükâfat ve ya cezalarının verileceği) günü olan "Yevm-i Ceza" demektir. Ya da: Din hakikatlerinin zuhûr'a çıktığı gün, Yani o hakikatlerin tulu' ve zuhûrlarının ve i'tikad dairesinin sebepler dairesine galebe etmesinin günü demektir.


Evet, Cenab-ı Hak -Celle Celâlühu- kendi meşiet-i sübhaniyesiyle kâinatta öyle bir nizam tevdi' etmiştir ki; (zahire göre) müsebbebâtı sebeplere bağlamış. İnsanı da -tabiatı, vehmi ve hayaliyle o nizama müraât etmeye ve onunla bağlanmaya düçar kılmış, her şeyi de, mezkûr nizama doğru yönlendirerek sevketmiştir. Kendi Zat-ı Sübhanîsi ise, esbabın tesiratından tenezzüh ederek tekaddüs eylemiştir. Hem insanı i'tikad ve imanca, bu daire-i itikada -vicdanıyle, ruhuyla- muraât edip bağlanmasını teklif eylemiştir.


Evet, dünya hayatında, sebepler dairesi itikad dairesine gâlip ise de, Ahirette akaid'in hakikatleri perdesiz tecelli edecek ve esbab dairesine galebe çalacaktır. Evet, bilmiş olasın ki; sebepler dairesiyle, itikad dairesinin, her birisinin kendine mahsus muayyen makamları ve mahsus hükümleri vardır. Öyle ise, her birisinin kendine ait olan haklarının verilmesi gerekir.


Buna göre, daire-i esbabda iken; tabiatı, vehmi ve hayali ile ve sebepler dünyasının ölçüleri ile itikad dairesine bakan adam, i'tizale girmeye muztar kaldığı gibi; itikad makamı ve düstûrları içinde iken de, ruhuyla ve kalbiyle esbab dairesine nazar eden adam da, her şeyi taht-ı nizamına almış olan Meşiet-i İlahiyeye karşı tenbelane bir tevekküle ve temerrüdü netice veren bir atâlete girmeye namzettir.


==Fatiha 5==
==Fatiha 5==


[[Fatiha 5|{{Arabi|اِيَّاكَ نَعْبُدُ}}]]<ref>Yirmidokuzuncu Mektub'un Birinci Kısmının Altıncı Nüktesi olan "Nûn-u Na'büdü"ye dair parçaya da bakmakla çok faideler elde edilebilir. Mütercim</ref> Bilmiş ol ki, {{Arabi|اِيَّاكَ}} nin "Kâf"ında iki nükte bulunmaktadır.


BİRİNCİ NÜKTE: {{Arabi|ك}} (İyyakenin "ke"si) ile yapılan hitabın içindeki iltifat'ın sırrıyla, (Yani, gaybi mükalemeden geçip, hazırane olan hitaba terakkî etme sırrıyla) -yukarda "Hamd" kelimesinde zikri geçmiş olan- evsaf-ı kemaliyeyi tazammun etmiş olmasıdır. Evet, o kemalî evsaf'ın peyderpey zikredilmesinde, zihni tahrik ile, kabule müheyya eder hale getirir ve onu şevkle doldurur.. Ve o sıfatların mevsufu olan Zat-ı Kibriyanın nuruna teveccüh etmeye hareketlenir. Buna göre, {{Arabi|اِيَّاكَ}} nin mânâsı: "Ey şu sıfatlarla mevsuf olan zat-ı Zülcelal!" demek olur.


İKİNCİ NÜKTE: Bu hitap, yani {{Arabi|اِيَّاكَ نَعْبُدُ}} hitabı; belagat mezhebinde, mânâların mülahazası zaruretine işaret eder. (Yani hitabın makamı, hitap edilenin azamet ve celalini ve namaz'ın mahiyetini ve onda okunan fatihanın ma'nalarının nereye baktığını ve sairleri mulahaza ve tefekkür eylemek lâzımdır diye işaret eder demektir.) ta ki, okunan şey'in şimdi taze nâzil oluyor gibi olsun ki, tabiatça ve zevkçe hitaba incirar etmiş olsun ve ona bağlansın.
Demek ki, {{Arabi|اِيَّاكَ}} nin hitabı {{Arabi|اُعْبُدْ رَبَّكَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ}} <ref>Bu Hadis-i Şerif mütevatir hadislerdendir. Bir çok kaynaklarının tesbiti, "Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları 2. baskı -A. B. - sh.: 809, sıra no: 831 dedir. Mütercim</ref> (Rabbine karşı onu görüyor gibi ibadet et!) hadisindeki imtisalin emrini tazammun ediyor.
Amma {{Arabi|نَعْبُدُ}} deki mütekellim-i maalgayr "nûn"u (Kendiyle beraber başkaları adına talep içinde hitap etme "nun"u üç vecih içindir.
Birinci Vecih: Yani, biz âlem-i sağir olan "Ene" nin, yani vucûd'un ve şahsiyyet'in a'zası ve zerrelerinin cemaatları olarak şükr-ü örfi<ref>Şükr-ü Örfinin tarifi şöyledir: Cenab-ı Hakk'ın kendi abdine in'am eylediği kulak, burun ve göz gibi bütün a'zaları yaratıldıkları hikmet ve gayesine göre sarf eylemektir. Yani: İbadet cihetinde herbirisini Allah'ın emreylediği tarzda çalıştırmaktır. -El muhit-ül Mühît B. Bistam sh: 476- Mütercim</ref> ile sana ibadet ederiz. Her bir a'za ve zerrelerinin şükr-ü örfîyi yerine getirmeye (mânevi) emrolunmuş olmakla, fıtri olarak bu emr-i maneviye uymak, o a'zanın itaatidir.
İkinci Vecih: Biz muvahhidîn cemaâtları, (ins, cinn ve melekten müteşekkil ehl-i tevhid toplulukları) senin şeriatına itaat etmekle, sana kulluk yapıyor ve ibadet ediyoruz.
Üçüncü Vecih: Biz kâinat topluluğu ve cemaatleri olarak (Kâinatın nizamı için va'z eylemiş olduğun) Senin Şeriât-ı Kübra-yı fıtriyyene itaatle serfurû ederek, sana ibadet ediyor ve azamet ve kudretinin Arş'ı altında, hayret ve muhabbetle secde ediyoruz.
Şimdi {{Arabi|اِيَّاكَ}} kelimesinin üstteki {{Arabi|مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ}} cümlesiyle ve ya daha üstteki sair cümlelerle nazm, irtibat ve dizilişinin vechi ise, budur ki: {{Arabi|نَعْبُدُ}} lafzı, {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} nın bir beyanı ve bir tefsiri olduğu gibi; {{Arabi|مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ}} nin de bir neticesi ve lazımıdır.
Ve keza bilmiş ol ki: {{Arabi|اِيَّاكَ}} nin takdimi, yani, {{Arabi|نَعْبُدُ}} kelimesinden önce zikredilmesinin hikmeti; ibadetin ruhu olan İHLAS içindir. (Yani: Biz ancak ve yalnız sana ibadet ederiz gibi...)
Amma {{Arabi|اِيَّاكَ}} deki {{Arabi|ك}} hitabında ise; ibadetin illetine, (Yani asıl hakiki sebebine) bir remiz vardır. Şöyle ki: {{Arabi|اِيَّاكَ}} hitabı ma'nasıyla der: "Sizi kendisine hitabetmeye davet eden ve -üst tarafta vasıfları zikredilen- o vasflarla muttasıf olan Zat-ı Celil-i Zülcemal elbetteki ibadete layık ve müstehaktır, ondan başka ibadete layık kimse yoktur.
{{Arabi|اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ}} Bu hitap dahi mezkûr "üç cemâatlar" itibariyle {{Arabi|اِيَّاكَ نَعْبُدُ}} gibidir. Yani: Biz ceseddeki a'zaların cemaatı; ve muvahhîdinler cemaatı; ve kâinat topluluğu cemaâtı olarak umum hacetlerimiz ve maksadlarımız için ve bunlardan en ehemmiyetlisi olan senin ibadetin için, senden tevfik ve yardım taleb ediyoruz.) Hem {{Arabi|اِيَّاكَ}} hitabını iki defa tekrarlamış olması ise; ta ki, hitab ve huzûr'un lezzetini arttırsın içindir. Evet, "âyan makamı" (görünmeklik) "Burhan makamın"dan daha çok üstün ve daha çok celil ve âzim olduğu için
Hem çünkü huzûr ise; sıdkın, hâlisiyyetin daha çok davetçisi olup, yalandan, riyadan uzaklaştırdığından, hitap tekrarlanmıştır. Aynı zamanda o tekrarların hikmeti, te'kid için olup tekzib edilmemesi ve her iki maksad'ın (ibadet ve istiane maksadlarının) müstakil birer iş, birer vazife olduklarını göstermek içindir.
Hem yine bil ki: {{Arabi|نَسْتَعِينُ}} nün {{Arabi|نَعْبُدُ}} ile yan-yana nazmediliş ve dizilişinin bir hikmeti de; ücret'in hizmetle beraber diziliş ve bulunuşu gibidir. Zira ki ibadet, Allah'ın kendi kulu üzerindeki hakkıdır. Fakat iâne ve yardım ise, kullarına Allah'ın ihsanıdır.
Amma {{Arabi|اِيَّاكَ}} nin hasrındaki hikmet ise, (Yani: "Ancak, yalnız ve münhasıran sana ibadet ederiz." deki münhasırlık) şu nisbet-i şerife olan ibadet ve hizmet ile, abdin esbab ve vasıtalara karşı tezellül göstermekten kurtulup yüceldiğine işarettir. Belki o vesait ve esbab denilen şeyler -o vaziyette- o abd'a hizmetkâr olurlar da; ve abd ise, yalnız Vahid-i Ehadı ma'bud ve maksud olarak tanıyan ve bilen olur. Ve işte o zaman -üst tarafta bahsi geçtiği üzere- itikad ve vicdan dairesi tecelli etmiş oluyor.
Lâkin eğer insan Allah-ü Teâla'ya hakkiyle hizmetkâr ve abd olmazsa; sebeblere hizmetçi, vasıtalara da zillet içinde perestiş eder bir halde kalmış olur. Buna göre, abdin üzerine hak ve lâzımdır ki; daire-i esbabada iken, bütün bütün sebebleri ihmal etmesin. Tâ ki, Cenab-ı Hakîm-i Mutlakın hikmet ve meşietiyle kâinatta tevdi' edilmiş olan umumî nizama karşı mütemerrid, isyancı durumuna düşmüş olmasın. Zira esbab dairesinde iken teşebbüssüzlükle olan bir tevekkül, -az üstte geçtiği üzere- bir atalet ve tenbellikten başka bir şey değildir.


==Fatiha 6==
==Fatiha 6==


[[Fatiha 6|{{Arabi|اِهْدِنَا}}]] Bundaki nazm vechi budur ki: {{Arabi|اِهْدِنَا}} kelimesi, Allah'ın kendi kuluna ettiği sualine karşı abdin cevabıdır. Güya ki; Cenab-ı Mabud-u Mutlak, kuluna soruyor: "Senin hangi maksad ve muradın daha çok kalbini alakadar ediyor?"Abd ise, {{Arabi|اِهْدِنَا}} diyor. (yani: Doğru yola hidayet buyur.) diye cevap veriyor.
Hem bilmiş ol ki: {{Arabi|اِهْدِنَا}} kelimesi; hidayete ermişler.. Hidayeti talep edenler.. ve hidayeti arttırmak isteyenler ve saireler gibi mef'ullerinin tenevvüüne binaen, mânâ mertebelerinin birkaç çeşide ayrılması sebebiyle; adeta {{Arabi|اِهْدِنَا}} kelimesi, hidayet fiilinin dört tane masdarı'ndan iştikak etmiş, çıkmıştır.
İşte bu hale göre; {{Arabi|اِهْدِنَا}} duası, isteği; bir gurup insanlara göre {{Arabi|ثَبِّتْنَ}} olur. Yani bizi hak ve doğru "Sırat-ı müstakim" üzere sabit-kadem kıl. Başka bir grup cemaata göre, {{Arabi|زِدْنَا، اِهْدِنَا}}}} dır. Yani: Hidayetimizin nurunu arttır. Diğer bir taifeye göre {{Arabi|وَفِّقْنَا، اِهْدِنَا}} olur. Yani: Bizi Sırat-ı Müstakim'de yürümeye muvaffak eyle! Bir başka fırkaya göre: {{Arabi|اَعْطِنَا، اِهْدِنَا}} dır. Yani: Bize hidayeti ve doğru yolu bahşeyle!..
Evet, Cenab-ı Halık-ı Kadîr {{Arabi|خَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَ هَدَي}} <ref>Taha Sûresi 50. ayetten, ya da A'la suresi 3. ayetten iktibasen alınmış olmakla beraber, Arabî metinde "ayettir" dememiştir. Mütercim</ref> hükmünce Yani: Cenab-ı Hak bütün her şeyi yarattığı gibi hayatları için lazım olan işleri öğretme, ona riayet etme gibi işlerine de hidayet etmiştir.
Bizlere de zahir ve batın duyguları ita etmekle, hidayete erdirmiştir. Sonra afâkî ve enfüsî delilleri önümüze koymakla, kendi ma'budiyyet ve vahdaniyetine hidayet etmiştir.
Sonra, peygamberleri göndermekle ve kitapları indirmekle, bize hak dinine ve doğru yoluna hidayet vermiş ve bahşeylemiştir.
Sonra, Kıyamet gününde hakkın ve hakikatın üstünde ki perde ve hicab'ın keşfedilip kaldırılmasıyla; Hakkın hak olarak, batılın da batıl olarak zahire çıkmasıyla, bizi en büyük hidayete erdirmiş ve erdirecektir inşallah, Amin.
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَ ارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ وَ اَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَ ارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ آمِينَ}}
{{Arabi|الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ}} Azizim bilmiş ol ki: "Sırat-ı müstakim" ise: Hikmet, iffet ve şecaat'ın özü ve hülasası olan "ADL" dir. (Ahenkli, müvazeneli, dengeli harekettir.) Bu üç şeyde, insandaki üç kuvvenin, her birisinin üçer mertebesinin vasatıdırlar. Yani orta derecelisidirler.
Bu mânânın izahı şöyledir:
Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, vaktaki ruhu, değişken ve çok şeylere muhtaç ve tehlikelere mar'uz olan insan bedeninde iskan eyledi. O bedenin veya içindeki Ruh'un idamesi için "ÜÇ KUVVE" yi onun içine tevdi buyurdu.
BİRİNCİ KUVVE: Menfaatları, yararlı şeyleri cezbeden Behimî (hayvanî) olan "Şeheviyye" kuvvesi...
İKİNCİ KUVVE: Zararlı şeyleri ve tahribci işleri def' edip iten Sebü'î (yırtıcı) olan "Gadabiyye" kuvvesidir.
ÜÇÜNCÜ KUVVE: Menfaat ve zararların arasını fark edip ayıran Melekî (Melaikeye mahsus) "Akliye" kuvvesidir.
Lâkin Cenab-ı Hâkim-i Hakîm, sair hayvanat'ın kuvvelerini bir tahdit altında bulundurduğu halde, müsabaka ile terakki edebilmesi sırrıyla, beşer'in tekemmülünü iktiza eden hikmetiyle; insanın bu kuvvelerine amelî sahada -din ve şeriatla bir hudut tayin etmiş ise de- amma fıtratça, yani yaradılışça bir hadd, bir sınır tayin etmiş değildir.
Evet, amelî saha'da din ve Şeriat, bu kuvvelerin ifrat ve tefritlere girmelerini yasaklayıp, Hadd-ı Vasat çizgisi üzerinde bulunmalarını emretmiştir. Bu husustaki açık emir, [[Hud 112|{{Arabi|فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ}}]] ayetidir. (Mânâsı: Sana emrolunduğu gibi dosdoğru istikamet çizgisi üzerinde bulun!)
İşte, bu üç Kuvvelerin önünde fıtri bir tahdid, bir engel bulunmadığından, herbirisinde bu üç çeşit mertebeler hasıl olmaktadır. Bu mertebelerden "TEFRİT" mertebesi, eksiklik ve noksanlıktır. İFRAT mertebesi ise, ziyadelik ve aşırılıktır. Amma "ADL" mertebesi, bunların vasatı, Yani, ikisinin ortasıdır.
İşte, Kuvve-i akliyenin mertebeleri:
1- Tefrit mertebesi: Gabavet ve geri zekalılıktır.
2- İfrat mertebesi: Şaşırtıcı cerbezekârlık ve demogojidir ki; akı kara, karayı ak göstermek gibi işlerin mantık dışı ve mânâsızlarıyla uğraşan ve bulaşan bir zekadır.
3- Adl olan vasat mertebesi: Bu mertebe Hikmettir ki;
[[Bakara 269|{{Arabi|وَ مَنْ يُوءْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا}}]]


ayeti, onun mahiyetini beyan ve tefsir eyler.


Bu taksimattan sonra, şunu da bil ki: Bu "Üç kuvve"lerin asılları i'tibarıyla, nasıl ki her birisi mezkûr mertebelere ayrılıp çeşitleniyor.. Öyle de, bu çeşitlerin fer'lerinden her bir dalı dahi, o üç mertebelere ayrılıp tenevvu' edebiliyor.
Mesela: "halk-ı ef'al" meselesinde; (Yani insanın ve hayvanın fiil ve hareketlerinin kimin icad ve yaratmasıdır" diye olan, kader ve cüz'-i ihtiyarî meselesinde) Ehl-i Sünnet mezhebi, cebr ile i'tizalin vasatıdır, ortasıdır.
Keza, "İtikad" da; "Tevhid" mezhebi, "Ta'til" ve" Teşbih"in<ref>Ta'til ve Muattıla mezhebi: Yirmibeşinci Söz'ün, Birinci Şulesinin, Birinci Şuanın, Beşinci noktasının ikinci misalinde izahı yapıldığı üzere, şöyledir: <br />
Allah'ın bütün fiil ve işlerini sebeplere isnad edip; kâinatta her iş ve emr'in Allahü taalanın irade ve kudretiyle olan icad ve idaresini inkâr eden ve bunu sebeplere ve tabiatlara bağlayan kör ve sağır bir kısım felsefecilerin mesleği) Mütercim<br />
("Teşbih" ise, Allaha ait sıfatları, mahlukatınkine benzeten ve ona göre batıl yorumlarla izahlarda bulunan bir diğer anlayışsız, idraksız felsefeci gurubunun mezhebidir.) Mütercim</ref> vasatıdır.
İşte buna göre, ehl-i Tevhid ve ehl-i hak mezhebi, itikadda "Sırat-ı mustakîm" olan vasat mezhebidir. Daha bu kıyas üzerinde misaller çoğaltılabilir.
KUVVE-İ ŞEHEVİYENİN MERTEBELERİ:
Bu kuvvenin "tefrit" mertebesi, "HUMÛD" dur. Yani, sönüştür ki, hiçbir şeye iştiha ve iştiyakı olmaz. "İfrat mertebesi ise, "FÜCÛR" dür ki, helal haram demeden neye rast gelse, iştihası kabarır.
Amma bu kuvvenin "Vasat"ı ise, "İFFET" dir ki, helale rağbet edip, haramdan kaçar... Ve daha bu asıl ve köke göre; Yemek, içmek, giymek ve saire gibi bütün fer' ve ayrıntılarını kıyasla.
KUVVE-İ GADABİYENİN MERTEBELERİ
1- Tefrit mertebesi: "Cebanet"tir ki, hiç korkulmayacak şeylerden de korkar, evham'a kapılır.
2- İfrat mertebesi: "Tehevvür"dür ki; istibdad, tehakkûm ve zulm'ün menşei ve babasıdır.
3- Vasat mertebesi: "Şecaattır ki; aşk u şevk ile İslâmiyet namusunun himayesi (izzet ve şerefinin korunması) ve Kelime-i Tevhid'in yüceltilmesi uğrunda ruh u canını bezledip feda eyler. Ve daha sair teferruatlarını bu misallere kıyas eyle!
İşte, -görüldüğü üzere- her "üç kuvve" nin ifrat ve tefrit mertebeleri olan "Altı yan"ları zulüm; "üç vasat" mertebeleri de, Adl ve âdalettir ki, sırat-ı müstakimdir. Yani
[[Hud 112|{{Arabi|فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ}}]]
ayetine tabi' olarak âmeldir.. Ve bu Sırat-ı Müstakim köprüsü üstünden geçen adam, Cehennem'in üstüne uzatılıp konulmuş olan "Sırat Köprüsü"nden de geçmiş olur.


==Fatiha 7==
==Fatiha 7==


[[Fatiha 7|{{Arabi|صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ}}]]
Ey aziz bilmiş ol ki, Kur'anın inci ve lü'lüleri tek bir ipliğe dizilmiş değillerdir. Belki (o harika) nazm ve diziliş, bir çok nakışların içersinde; -yakınlık ve uzaklıkça, zuhûr ve hafaca- mütefavit olan münasebetler ipliklerinin nescinden, dokunuşundan hasıl olmaktadır. Zira, İ'cazın esası, îcazdan sonra bu gibi nakışlardır.
Evet, mesela:
{{Arabi|صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ}}
deki {{Arabi|اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ}} cümlesi {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile münasebetdardır. Çünkü nimet, hamd'ın yakın arkadaşı ve bitişiğidir. Keza bu cümle, {{Arabi|رَبِّ الْعَالَمِينَ}} ile de münasebetlidir. Çünki terbiyenin tammı ve kemali ise, giden nimetin ardından, yeni gelenlerin olmasıyladır. Hem yine aynı cümle, {{Arabi|الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}} ile de münasebet içerisindedir. Çünkü peygamberler, şehitler, salihler ve âlimler; alemlere ve hususiyle insanlığa in'am edilmiş rahmettirler ve rahmet'in zahir misalidirler. Keza, ayn-i cümle; yani {{Arabi|اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ}} cümlesi, {{Arabi|مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ}} ile de bağlantılı ve münasebetlidir. Zira, en hakiki ve en kâmil nimet "Din"dir. Yine ayn-i cümle {{Arabi|نَعْبُدُ}} ye de bakmaktadır. Allah'a karşı ubudiyeti ve şekil ve adabını getiren, öğreten ve koyan Enbiya ve
Evliyalar bu işin pişdarı, imamıdırlar. Hem aynı cümle {{Arabi|نَسْتَعِينُ}} ile de alakalıdır. Zira, Ma'bud-u Zülcelallerinden istianede bulunanlar (yardım dileğinde bulunanlar) muvaffak olmuş kimselerdir. (Yani: Cenab-ı Allah onlara ibadetin nurlarına mazhariyeti ihsan buyurmuştur. Keza ayni cümle, ياِهْدِنَا ile de münasebetlidir. Çünki hidayete ermiş olan o zatlar, [[En'am 90|{{Arabi|فَبِهُدَاهُمْ اِقْتَدِهْ}}]] ayeti sırrıyle, (Meal-i Şerifi: "... O halde o geçmiş peygamberler'in hidayetli olan yollarına gir.. Ve onların nuranî cemaatlerine uy!..) Sırat-ı Müstakimin bilinmesi görünmesi, ancak o büyük nimetlere mazhar olmuş zatların mesleklerine münhasırdır. Onların yolları dışındaki yollar zulümatlıdır. İşte,
{{Arabi|صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ}}
cümlesinin pek çok ve pek büyük ma'na mertebelerinden şu getirdiğimiz izah, ancak nûmunecik bir misaldir. Daha sair noktaları buna kıyas eyle!
Şimdi, tekrar aynı cümlenin kelimatının tahliline dönüyoruz:
Evet,
{{Arabi|صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ}}
deki {{Arabi|صِرَاطَ}} lafzında şöyle bir işaret vardır ki: "(Ey Rabbimiz, büyük ni'metlerine mazhar etmiş olduğun" Enbiya, Şüheda ve Sulehaların yolu, tariki; tecrübesi yapılmış bir yoldur. Bu yolun etrafı da ihata çemberiyle çevrilidir. Bu yola sıdk ile girip sülûk edenler -Biiznillah- bir daha çıkmaz ve yolunu kaybedip sapmazlar, sahil-i selamete ulaşır, çıkarlar.
{{Arabi|الَّذِينَ}} lafzında ise, -bu kelime mevsûl olduğuna binaen, - mevsûlün şe'ni de dinleyici için gözönünde hazır ve ahdedilmiş bir şey olmalıdır.
İşte bu mânâ ile, şu {{Arabi|الَّذِينَ}} olan "Mevsûl"<ref>Esma-i mevsule diye isimlendirilmiş olanlardan {{Arabi|الَّذِينَ}} ve {{Arabi|الَّذِي}} kelimesi, lûgatça "bitiştirilmiş, ulaştırılmış manasıyla; bir cümlenin ifade ettiği manalar, arkasında gelen cümle onu tamamlıyorsa, bu iki cümle arasına {{Arabi|الَّذِي}} ile bitiştirmeye "mevsûl" denilir. Mütercim</ref> edatı işarettir ki; Beşer'in karanlıklı yolları içersinde (Yani vahye ve semavî dinlere ittiba etmeden kendi akıl ve vehimlerine göre felsefice yollarını ta'yin edip çizenler ma'nasıyla) Allah'ın "Sırat-ı müstekim" gibi aydın, nurlu bir yol ni'metine mazhar olmuş o Enbiya, Şüheda ve Sülehaların yüce şanlarına; ve hadsiz karanlık yollar içersinde yıldızlar gibi parlayıp yollarını aydınlattıklarına işarettir. Hal böyle olunca; bu kafile-i nûraniye, her bir dinleyicinin -araştırmasa da- gözü önünde adeta ahd edilmiş, ma'lum ve belli imamlar olarak görünmektedirler.
Amma {{Arabi|الَّذِينَ}} nin Cem'iyetinde ise, (Yani: {{Arabi|الَّذِي}} ile müfred olarak değil, {{Arabi|الَّذِينَ}} yi Cemiyet ve Cemaat ile, Yani: "Cem" siğasıyla zikretmesi) O büyük hidayet ve iman nimetlerine mazhar olmuş zatlara ve onların "Sırat-ı Müstakim" olan yollarına ve ayrıca mesleklerinin hakkaniyetine "Tevatür" sırrıyla uymak ve tabi' olmak imkanının mevcut olduğuna remzetmek içindir. Evet, {{Arabi|يَدُاللّٰهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ}} <ref>Hadisin mehazı için bak: Risale-i Nur'un Kudsî Kayn. 2. baskı, sh: 843 Sıra no: 905 Mütercim</ref> Hadis-i şerifi de bu mânâyı, (yani, Hak yolunun cemaat-i kübrasına tabi' olmanın lüzumluluğunu) te'yid etmektedir.
Amma {{Arabi|اَنْعَمْتَ}} kelimesi ve bunun mazî siğasıyla zikredilmesindeki ma'na ise; ni'meti taleb edip istemenin yoluna ve onun vesilesine işaret etmek içindir... Ve {{Arabi|اَنْعَمْتَ}} deki {{Arabi|ت}} nin Allah'a olan hitabı içerisindeki ona nisbet edilmesinde; kendisine de (yani, Fatihayı okuyana da) şefaatçi olduğunu bildirir. Gûya ki, Fatihayı -namazda- okuyan kimse der ki: "Ya İlahî! İn'am etmek senin şanındandır. Hem de fazl-u ihsanınla o in'amı -geçmişte- yapmışsın. Layık ve müstehak olmadığım halde, bana da o inamdan nasip buyur!" (Amin!)
Amma {{Arabi|عَلَيْهِمْ}} kelimesindeki ma'na ise, Risalet'in ağır ve şiddetli yüküne ve Teklif'in pek büyük olan hamline işarettir. Aynı zamanda bu kelime îma ediyor ki: Onlar, (Yani: Peygamberler, şehitler ve salihlerle beraber, varisleri olan büyük müctehidler, müceddidler ve kutuplar) yüksek dağlar gibidirler ki; Risaletin yükünü ve teklifin (İlahi şeriatlerdeki emir ve nehiylerin teklifi) hamlini omuzlamışlardır. Aynı zamanda, bu kelime îma etmektedir ki: O büyük zatlar; -sahraları sulamak, feyizlendirmek için- yüksek dağlar gibi, Yağmur'un, fırtınanın şiddetli hal ve vaziyetlerine tahammül etmişlerdir. Yani: İlahî tecellilerin ve pek ağır ve ciddî hitabat-ı Sübhaniyenin ve çok şiddetli emir ve nehiylerin pek ağır yükleri altına, ümmetlerinin salah, necat ve tefeyyüzleri için girmişlerdir.
Amma, {{Arabi|الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ}} de yapılan icmal ve ihtisarı
[[Nisa 69|{{Arabi|فَاُولٰئِكَ مَعَ الَّذِين اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ}}]]
<ref>Bu ayetin geniş tefsir, izah ve tam meâlini arzu edenler, "Yedinci Lem'a"nın tetimmesi kısmına baksınlar. Ayet, Nisa' suresi 69. sırasındadır. Mütercim</ref> ayeti tefsir etmektedir. Zira ki Kur'an, birbirini tefsir eyler.
5- Eğer desen: Peygamberlerin meslekleri mütefavit (birbirinden farklı) ibadetleri de muhteliftir, neden!?.
Cevaben sana denilir ki: Onlara tabi' olmak ve cemaatlerine uymak meselesi ise, âkaid ve ahkamın asılları itibariyledir. Çünkü, akaid ve ahkâmın asılları, devamlı kalan ve değişmeyen sabit hakikatler olup, furûat gibi değişmeye kabil değillerdir. Zira furûât, zamanın değişmesiyle tagayyür ve değişim<ref>İçtihad Risalesi olan 27. Sözün hatimesi buradaki icmalin bir şerhi mesabesindedir. İstersen oraya müracaat et, bu meselenin tam halli yapılmış olduğunu göreceksin. Evet, şeriatın furuatında olan tegayyür ise ancak vahy ile ve peygamberlerin emriyledir. Yoksa, şunun bunun kafası değil. Mütercim</ref> gösterebiliyor.
Evet, nasıl ki dört mevsimler'in ve insan ömrünün mertebeleri vardır. (İnsanın ömrü; çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık mertebeleri gibi) ve keza, ilaçlar ve elbiselerin, mizaçlara ve mevsimlere göre ayrı ayrı tarzda olmasında tesirleri olmaktadır. Evet, bazı ilaçlar bir vakitte vücûda deva olduğu halde, başka bir vakitte zararlı düşebiliyor. Öyle de: Nev-i beşerin ömür mertebeleri (asırlar ve çağlar itibariyle) ahkamın furû'atında, (Yani: Ümmet ve milletlerin vaziyet, yaşayış ve hallerine göre) değişim göstermesinde te'sir ve rolleri vardır. Yani: Allah'ın vahyi ve emri ile değişen o teferruatlı hükümler, gelir ruhların devası kalplerin gıdası olurlar.
{{Arabi|غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ}} önceki cümle ile olan nazm ve diziliş vechi:
Ey aziz bilmiş ol ki: Bu makam, "Havf ve Tahliye" makamı olması hasebiyle, (Yani, Korkulan yeri; ve dalalet ve sairenin kir, paslarını kalb ve ruhtan çıkarıp atma makamı olduğundan) sabık makamla münasip düşmektedir. Evet bu makam, (dinleyiciyi) hayret ve dehşet nazarı ile, - celal ve cemal ile tavsifi yapılmış olan Rububiyetin makamına baktırıyor ve bakıyor.
Sonra, iltica ve sığınma nazarıyla {{Arabi|نَعْبُدُ}} deki ubudiyet makamına baktırmaktadır.
Sonra, Acz nazarıyla {{Arabi|ينَسْتَعِينُ}} deki tevekkül makamına nazarı çevirtiyor.
Sonra, tesellî nazarı ile de, "Şu tahliye {{Arabi|تخليه}} makamının daimî arkadaşı olan "Revac ve tahliye {{Arabi|تحليه}} makamına (ümit ve süsleme makamı) baktırmaktadır.
Evet, Korkunç bir hadiseyi veya dehşetli bir emri görenin kalbinde en evvel doğan şey, "Hayret" hissidir. Sonra, ondan kaçma ve uzaklaşma meyli doğar. Sonra da, kaçmak ve uzaklaşmaktan çaresiz kalıp âciz kalınca, tevekkül meyli doğar. Bu tevekkül meylinden sonra da, bir ümid ve tesellî doğmaya başlar.
6- Eğer desen: Cenab-ı Hak -Azze ve Cell- Hakîm'dir, Ganîdir; acaba şerri, çirkinliği, dalaleti alemde halketmesindeki hikmet nedir?..
Cevaben sana şöyle denilir: Ey arkadaş! Şunu iyice bilesin ki: Kâinatta kemal, hayır ve hüsün maksud-u bizzattırlar. Hem bunlar kâinatın külliyatı ve erkânıdırlar. Şerr, kubuh ve noksan ise, o büyük rükünlere nisbeten cüz'iyât ve küçük şeyler olup; hilkatte azınlık, teba'î ve dağınıktırlar. Bu cüz'î şer ve noksanlıklar'ın Halıkı; bunları Hüsün, güzellik ve kemal arasında dağınık bir tarzda halkeylemiş olması; bunların zatiyetleri i'tibarıyla değil, belki hayır, hüsün ve kemal'in hakaik-i nisbiyelerinin<ref>"Hakaik-i nisbiye" meselesi Risale-i Nur'un bazı yerlerinde, hususan "Pencereler" Risalesinin 26. penceresinde izahı vardır. Hülasası şudur: Mesela, şu adam cesurdur, elbetteki birilerine göre cesurdur. Sonra bu adam daha cesur birisiyle karşılaşınca, bu defa buna göre o adam cesurdur... Ve hakeza, cesaret gibi güzellik, ilim, sanat ve sairedede bu hal yürütülebilir. -Mütercim</ref> zuhûrlarına, belki de vücûda gelmelerine bir mukaddime ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar diye yaratılmışlardır.
7- Eğer desen: Hakaik-i nisbiyenin ne kıymetleri vardır ki, vücûda gelmeleri yolunda cüz'i şerler istihsan edilip yaratılsın?..
Cevaben sana denilir: "Hakaik-i nisbiyye" dediğin şeyler, kâinat arasında bağlar ve rabıtalardır. Hem Kâinatın nizamı, bunların iplerinden dokunmuş ve örülmüştür. Ve enva'-i Kâinat'ın ayrı ayrı nev'ler halinde birer birlik ve ayrı birer teşahhus kesbetmesinin vücûdu da, onlardan in'ikâs etmiş şualardır. Ayrıca, hakaik-i nisbiyeler, hakaik-i hakikiyeden binler defa daha fazladırlar. Evet, bir Zat'ın hakikî sıfatları şayet yedi dane olsa; nisbî hakikatleri yediyüz olabilir. Öyle ise, hayr-ı kesir'in hatırı için, şerr-i kalil bağışlanır, belki de hayr-ı kesire vasıta olduğu için, beğenilerek alınır. Zira ki, içerisinde az bir şerr vardır diye, hayr-ı kesiri terketmek, şerr-i kesir olur. Hem "hikmet" in ve kâinat ve beşeriyetin maslahatı nokta-i nazarında; az olan bir şerr, çok olan bir şerr ile mukabeleye gelmesi takdirinde; o az olan şer, bil-gayr ile hasen olur diye ilm-i usul-u<ref>İlm-i usul-u şeriattan olan bu mesele: "Ehvenişşerreyn ihtiyar edilir" ile ta'rif edilmiştir. Mütercim</ref> Şeriatta, zekat ve cihad gibi meselelerinde takarrur etmiş kaidelerindendir. <ref>NOT: Risale-i Nur da bu mesele, çok yerlerinde izah edilmiş, hülasası şudur: Düşman gelmiş, memleketin hududuna dayanmış, istila etmek üzeredir ki büyük şerdir. Buna karşı "cihad" için asker ve ordu hazırlamakta bazı zahmetler, meşakkatler de olacaktır ki, az şerdir. Eğer bu az şerli işi yapmazsak; düşman gelir, memleketi istila eder; İslâmın izzet, şeref ve namusu payımal olur ve hakeza! Mütercim</ref>
Amma meşhur olan
{{Arabi|اِنَّمَا الْاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا}}
nin, Yani: "Eşya, ancak zıddlarıyla bilinir, tanılır"ın mânâsı ise: Bir şey'in zıddının bulunması, o şey'in hakaik-i nisbiyesinin zuhuruna sebeptir. Mesela: Eğer çirkinlik olmamış ve güzelliğin arasına karışmamış olsaydı; o zaman hüsnün, güzelliğin, iyiliğin ğayr-ı mütenahî mertebeleri tezahür etmeyecekti.
8- Eğer desen: Şu gelen üç kelime {{Arabi|اَنْعَمْتَ}} ve {{Arabi|مَغْضُوبِ}} ve {{Arabi|ضَالِّينَ}} de fiil, ism-i mef'ûl ve ism-i fâilin yanyana ve beraberce kullanılmasındaki tefavütün vech-i hikmeti nedir? Hem aynı kelimelerde -mealleri itibariyle- {{Arabi|ضَالِّينَ}} ile üçüncü fırka sıfatının {{Arabi|الْمَغْضُوبِ}} ile ikinci fırka sıfatının akibetinin ve {{Arabi|اَنْعَمْتَ}} ile birinci fırka sıfatının ünvanını dile getirerek zikretmelerindeki tevafütün (birbirinden uzak vasıflarının zikri) hikmeti nedir?
Cevaben sana denilir: {{Arabi|اَنْعَمْتَ}} de sadece ni'met'in ünvanını, adresini seçip zikretmiştir. Yani: Vasfını ve şeklini bildirmeden adresini vermiştir. Bunun hikmeti de; ni'metin kendisi bir lezzet olduğu için, nefisler ona hep meyildar olduğunu bildirmektir.. Ve {{Arabi|اَنْعَمْتَ}} yi mazî fiiliyle zikretmesindeki mânâ da, işarettir ki; Kerim-i Mutlak olan Cenab-ı Hakk'ın i'ta edip bahşeylediğ bir ni'meti, geri alıpta götürmeyecek bir şana sahiptir.
Hem yine bunun mazi fiili sigasıyla olan zikrinde; Cenab-ı Mun'im-i hakikînin ni'metleri verme, lâkin geri almama adetini izhar eylemek suretiyle; istenilen şey'in vesilesine remzetmek içindir. Yani ki fatihayı okuyan kimse, sanki diyor: "Ya Rabb, in'am etme senin şanın olduğu için; geçmişte de hep bu in'amı yapmışsın, ne olur bana da o in'amdan lutfeyle!"
İkinci Fıkra Sıfatının Akîbeti
{{Arabi|غَيْرِ الْمَغْضُوبِ}} den mûrad, şu olsa gerektir ki: "Onlar ki madem Kuvve-i Gadabiyenin ifratıyla hududu aşarak, tecavüz ile zulmettiler.. Ve Yahûdiler'in inad ve temerrüdleri nev'inden, akidenin ahkamını terketmekle fıska girdiler.. Ve madem fısk ve zulmün özünde menhûs bir lezzetin ve habis bir izzet'in mevcudiyeti yüzünden, nefisler nefret edip onu terkedemiyor. İşte Kur'an-ı Hakîm dahi bu noktada, bütün nefisler'in nefret edip kaçacağı olan müthiş akibetlerini zikreyledi, ki o da: Allah'ın gazabının nüzûlüdür.
Hem {{Arabi|اَلْمَغْضُوبِ}} de, devam ve istimrar şanında olan ism-i mef'ûlu ihtiyar etmiş olmasında, şöyle bir işaret vardır ki; tevbe ve afv ile inkıta' ederek son bulup kesilmeyen isyan ve şerler, artık bütün bütün silinmez bir damga, bir alamet olmuş olurlar.
Üçüncü Fıkranın Bahsi ve Mevzûu
{{Arabi|وَلَاالضَّالّ۪ينْ}} den murad ise; onlar ki vehm u hevaları, akl ve vicdanlarına galebe etmesi sebebiyle Tarik-i haktan saptılar; ve Nasara safsataları gibi, batıl itikadlarla nifak'ın içine düştüler. Kur'an-ı Hakîm dahi bu noktada, onların sıfatlarının mahiyetini dile getirmeyi ihtiyar eyledi. Zira ki, dalaletin mahiyeti ve özü öyle bir elemdir ki- Neticeyi görmeseler de- kalbleri nefret ettirilip, ruhları da ondan kaçarlar.
Ve {{Arabi|ضَالِّينَ}} i ism-i fail ile zikretmesi ile, îma eder ki; Dalalet, o zaman gerçek dalalet olur ki; kesilmeyip devam ede... Evet, Kat'iyyen bil ki: Bütün elemler ve azaplar dalalette; ve umum lezzetler, safalar ve sevinçler ise imandadır.
Eğer bu hakikatı tam görmek<ref>Bu hakikatın daha şirin ve daha parlak izahatını görmek ve almak istiyorsan; "Lemaat" eserinin sözlerdeki sh: 740, ve Asar-ı Bediiyyedeki -2. baskı- sh: 951'e bak. Mütercim</ref> istiyorsan; şöyle bir şahsın halını farazî olarak gözönüne getir ki: Kudret-i İlahiyenin eli o şahsı hiçlik ve adem zûlûmatından çıkarıp, şu korkunç bir sahra gibi olan dünyaya bıraktı. O şahıs, gözlerini açarak, etraftan şefkat görme talebiyle baktığında, görür ki: Belalar, musibetler ve hastalıklar, her taraftan düşmanlar gibi ona hücûm etmektedirler. Sonra bu şahıs, merhamet bulma ümidiyle unsurlara ve tabiatlara nazar eyler, görür ki; katı kalpli, merhametsiz şeylerdir, aleyhinde dişlerini biliyorlar. Sonra, bu şahıs, başını kaldırdı, yardım alma ümidiyle ecram-ı ulviyeye baktı, gördü ki: Pek heybetli ve müthiştirler. Adeta her birisi korkunç, büyük toplar'ın ağzından fırlayıp çıkan ve onun etrafından geçen ve onu tehdit eden ateşten mermilerdir.
İşte bu şahıs, bunları böyle görünce, hayret ve çaresizlik içine düştü. Bu halleri görmemek ve onlardan kaçıp gizlenmek için başını eğdi, nefsini ve kalbini mutala'a etmeye başladı. Baktı ki, ne görsün; nefis ve ruhunun binler hâcetlerinin feryadları ve fakr u ihtiyaçlarının pek çok enin ve iniltileri işitilmektedir. Sonra da; bu hal ve vaziyetlerden tevahhuş edip ürkerek, bir iltica ve bir sığınma yeri olan kendi vicdanına baktı, gördü ki; uzayıp giden binlerce heyecanlı emelleri var ki, dünya onları doyuramıyor.
Şimdi, Ey arkadaş! Gel, Allah için söyle! Eğer bu şahıs; (Hilkatin, kâinat ve mevcudat'ın ilk ve evvel yaradıcısı Cenab-ı Hak olduğu gibi; Ahireti de halk eden ve edecek ancak O' dur olan ma'nasıyle) Mebde' ve meada, Sani' ve haşre itikad etmezse, hali ne olur? Cehennem'in ateşi, onun başındaki haletten daha şiddetli ve ruhunu yakan vaziyetten daha yandırıcı olur mu sanırsın?!..
Evet, böylesi bir şahsın başında hiç çaresi yok; korku ve heybet, acz ve ra'şet (titretici havf) ızdırap ve vahşet, kimsesizlik ve yeisten terekküb etmiş bir hal vardır. Zira, bu şahıs, bu itikad ve şu vaziyette iken, kendi iktidarına müracaat ettiği zaman, onu acz ve zaa'f içersinde çırpınan bir halde görüyor. Hem hacetlerini teskin eylemek ve feryatlarını susturmak üzere ona yöneldiğinde, hiç susmadıklarını, belki sayhalar vurarak bağırdıklarını müşahede ediyor. Yine bu şahıs, feryad ederek imdad istese de, sesini işitecek ve kendisine yardım edecek kimseyi bulamıyor; her şeyi düşman zannediyor.. Ve her şeyi garip, kimsesiz tehayyül ediyor. Ve hiçbir şeyle ünsiyet edip eğlenemiyor. Şayet yıldızların deveran ve hareketlerine baksa; vicdanı parçalayan korku ve dehşet içinde ürküntü ve müz'iç bir nazarla bakıyor. (Şimdi bu şahsı bu halde bırak, dön ve gel.)
Sırat-ı müstakim'in caddesi üzerinde olan ve nur-u imanla vicdanını ve ruhunu ziyalandırmış, ışıldatmış olarak tesavvur ettiğimiz aynı o şahs'ın, şimdi buradaki halini teemmül edip bak! Nasıl da görürsün ki; bu zat, ayağını dünya içine bastığı ve gözlerini açıp baktığı zaman; hücum eden bütün haricî âdiyâtın, yani musibet ve belaların karşısında bir "nokta-ı istinad" bularak, ona dayanıp istirahat ediyor. İşte, o nokta-i istinad ise, Marifet-i Sani'dir. (yani kâinatın Saniini tanıyıp, bilip, iman ederek itaat etmektir.)
Sonra, aynı bu insan; ebede uzanmış giden isti'dadlarını ve emel ve arzularını teftiş ettiğinde bakar, görür ki; binlercedir. Ve bütün bunların temini hususunda, nefsinde gayet büyük bir acz ve fakr hissettiği zaman; bir nokta-ı istimdad olarak Saâdet-i ebediyeye olan imanı ve onun ma'rifetini buluyor ve ona dayanıyor. İşte bu nokta-i istimdattan emelleri imdat almaya ve o istimdad noktasının ab-ı hayatından da içmeye başlarlar.
Hem sonra, bu şahs-ı mü'min, başını kaldırıp kâinat'ın mevcudatına baktığında, her şeyle ünsiyet etmeye başlıyor ve gözleri her bir çiçeğinden ünsiyet ve tehabbüb topluyor. Aynı zamanda kâinat'ın ecram ve kürelerinin harekâtında, Halıklarının hikmetini müşahede ederek, onlar'ın temaşasıyla tenezzüh edip, ibret ve tefekkür nazarıyla bakıp seyrediyor. Adeta güneş, lisan-ı haliyle ona seslenerek diyor. "Ey kardeş! Benden tevahhuş edip ürkme! Sen hoş geldin, safa geldin. Ben ve sen beraber ve yanyana Zat-ı Vahid-i Ehad'in hizmetçileriyiz. Onun emirlerine muti'leriz. Hem ay ve yıldızlar, denizler ve karalar ve sair mevcûdat, hususî dilleriyle, her birisi ona sesleniyor ve ona remzen gözkırparak: "Ehlen ve sehlen hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız." diyorlar. Hem "bak, hepimiz senin mâlikinin hizmetiyle meşgulleriz, bizden sıkılıp da tevahhüş etme! Hem dış görünüşüyle na'reler savuran belaların tehditlerinden de korkma; çünki her şey'in dizgini senin Halıkının elindedir."
İşte bu şahıs, evvel ki haletinde, vicdanının derinliklerinden gelen şedid bir elem ve korkuyu hissediyor ve bundan kurtulamak için, ya da onu biraz gevşetmek ve azıcık bir tesellî bulmak için de, hissinin iptaline (duygularını körletmeye) medar olmak üzere, kendini gaflet içine atmaya, ya da dünyanın malayanî işlerinin ayrıntılarıyla meşgul olmaya muztar kalıyor, ta ki vicdanını aldatsın ve ruhunu uyutsun. Yoksa, içinde bulunduğu haletini -eğer inceleyerek düşünse- vicdanının ka'rını, dibini yakan derin bir elemi, bir azabı hissedecektir. İşte bundan anlaşılıyor ki; kişinin tarik-i haktan uzaklığı nisbetinde, elem ve azabın te'siri de ona göre oluyor ve tezahür ediyor.


Amma ikinci halette ise, ruhunun dibinden âli bir lezzeti ve âcil bir saadeti hissetmektedir. Kalbini ne kadar îkaz eyliyebilmişse, vicdanını tahrik eylemişse, ruhunu duyarlandırmışsa; o nisbette saadeti, mutluluğu da artacak ve ona ruhanî Cennetler'in kapılarının açılış müjdeleri gelecektir.


{{Arabi|اَللّٰهُمَّ بِحُرْمَةِ هٰذِهِ السُّورَةِ اِجْعَلْنَا مِنْ اَصْحَابِ الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ آمِين}}


''Önceki Risale: [[Risale:Mukaddeme (İ.İ. Badıllı)|Mukaddeme]] &larr; [[Risale:İşarat-ül İ'caz (Badıllı)|İşarat-ül İ'caz (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:Bakara 1: Huruf-u Mukattaa (İ.İ. Badıllı)|Bakara 1: Huruf-u Mukattaa]]: Sonraki Risale''
''Önceki Risale: [[Risale:Mukaddeme (İ.İ. Badıllı)|Mukaddeme]] &larr; [[Risale:İşarat-ül İ'caz (Badıllı)|İşarat-ül İ'caz (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:Bakara 1: Huruf-u Mukattaa (İ.İ. Badıllı)|Bakara 1: Huruf-u Mukattaa]]: Sonraki Risale''

19.18, 13 Haziran 2024 tarihindeki hâli

Önceki Risale: Mukaddemeİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 1: Huruf-u Mukattaa: Sonraki Risale

اشارات اللإعجاز في مظان اللإيجاز

İşarat-ül İ'caz

Fî Mazan-il Îcaz

(Türkçe Tercümesi)

Kur'ân'ın Îcaz Yerlerinde İ'caz İşaretleri

Fatiha Suresi Tefsiri[değiştir]

İKİ HUSUSİYETLİ MÜHİM BİR NOT[değiştir]

Birinci Husus: Siyah yazılmış kısım[1] Hz. Üstad tarafından1951 yıllarında Emirdağında Barlalı Sıddık Süleyman ve Bedreli merhum Santral Sabri hocaya verilmiş olan takrirli, tefsirli ders tarzındaki tercüme kısmıdır. Cenab-ı Üstad bu dersi verirken, önce eserin Arapça metninden bir bölüm okuyup Türkçeye çevirerek söylemiştir. Dinleyen talebeleri de o dersi not almışlardır. Biz de bu mübarek takrirli tercümeyi -Arabî metniyle birlikte- tercümemizin başında teberrüken aynen alıyor ve onu tercümemize bir kılavuz ittihaz ediyoruz. Ancak, Arabî metnin aslına göre, bazı yerlerinde azıcık rekaketleri hasebiyle, düzelterek aldık.

Bizim tercümemizin de, bu takrirli ders tarzında olmasına canibimizce mümkün olmamaktadır. Zira, Cenab-ı Müellif Hz.leri kendi te'lifinde yaptığı bu gibi tasarrufa ve bir nevi tefsirli tercümeye, başkasının da aynı şeyi yapmağa -bence- salahiyeti yoktur.

İkinci Husus: Hz. Üstadın mezkûr takrirli tercümeyi söyleyip yazdırırken, onun üst tarafına tercüme edilenin Arabi metninden aynı miktarı da koymuştur. Ve bu ders, Emirdağ Lâhikasında aynen neşredilmiştir. Biz de aynen o tarzda tercümemizi yürütmek istiyorsak da okuyucuların birçoğu Arapçayı bilmediğinden hatta okuyamadığından, Arapça metnini müdakkik âlimlere harekelttirerek, kitabın arkasına ilave eyledik.

ومن اللّٰه التوفيق

Abdülkadir Badıllı

Hazreti Üstadın not tarzında kaleme alınmış takrirli tercümesi[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلرَّحْمٰنُ

عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ

خَلَقَ الْاِنْسَانَ

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

فنحمده مصلّيا علي نبيه محمّد الّذي ارسله رحمة للعالمين و جعل معجزته الكبري الجامعة برموزها و اشاراتها لحقاءق الكاءنات باقية علي مر الدهور الي يوم الدين و علي آله عامة و اصحابه كافة

أما بعد: فاعلم اولًا ان مقصدنا من هذه الاشارات تفسير جملة من رموز نظم القرآن. لاءن الاعجاز يتجلي من نظمه. وما الاعجاز الزاهر الاّ نقش النظم.

و ثانيًا: إن المقاصد الاءساسية من لقرآن و عناصره الاءصليةاربعة:

التوحيد و النبوة و الحشر و العدالة.

لأنه لمّا كان بنو آدم كركب و قافلة متسلسلة راحلة من اودية الماضي و بلاده، سافرة في صحراء الوجود والحياة، ذاهبة اليشواهق الاستقبال، متوجهة الي جنّاته فتهتزّ بهم المناسبات و تتوجهاليهم الكاءنا كاءنه ارسلت حكومة الخلقة فن الحكمة مستنطق و سائلا منهم

بيا بني آدم: من أين؟ الي أين؟ ما تصنعون؟ مَنْ سلطانكم؟ مَنْ خطيبكم؟ فبينم المحاورة اذ قام من بين بني آدم ‌ـ(كأمثاله الاءماثل من الرسل اوليالعزائم‌ـ) سيّد نوع البشر محمّد الهاشمي صلّي اللّٰه عليه و سلم و قال بلسان القرآن:

"يها الحكمة! نحن معاشر الموجودات نجيء بارزين من ظلمات العدم بقدرة سلطان الازل الي ضيء الوجود، و نحن معاشر بني آدم بعثن بصفة الماءمورية ممتازين من بين اخوانن الموجودات بحمل الاءمانة، و نحن علي جناح السفر من طريق الحشر الي السعادة الاءبدية، و نشتغل الآن بتدارك تلك السعادة و تنمية الاستعدادات التي هي راءس مالن، و ان سيّدهم و خطيبهم. فه دونكم منشوري وهو كلام ذلك السلطان الازلي يتلاءلاء عليه سكّة الاعجاز" و المجيب عن هذه الاءس لة الجواب الصواب ليس الا القرآن و المجيب عن هذه الاءس لة الجواب الصواب ليس الا القرآن ذلك الكتاب. كان هذه الاءربعة عناصره الاءساسية.

Takrirli Tercüme[değiştir]

İnsanı halkedip, ona mantık ve beyanı öğreten ve Kur'anı talim eden Zat-ı Zülcelalin "Rahman" ismiyle tecelli-i kübrasına rahmetin tecelliyatı adedince ona hamd-u sena ederek; Seyyid-ül beşer olan Muhammed Aleyhisselatü Vesselamı Rahmetenlilalemin olarak gönderdiği onun o Resul-ü Ekremine Risaletin semereleri adedince ona, al ve ashabına salat-u selam getirip; ve hadsiz şükrediyoruz ki: Onun mu'cize-i Kübrası olan ve hakaik-i kâinatın remizleri ve işaretlerinin tamamı ile cem' edilmiş bulunan Kur'an-ı Azimüşşanı, asırların geçmesi ile, daim ve baki bırakarak; ve nev-i beşere mürşid olarak ta kıyamete kadar beka vermiş... Ve Resul-i Ekremi de onlara Üstad-ı Azam eylemiş.

Amma ba'd: (Bundan sonra) Biliniz ki:

EVVELA: Bu işaret ve nükteleri yazmaktaki maksadımız, Kur'an'ın nazmındaki bir kısım remizlerini tefsir etmektir. Çünkü: Yedi[2] nev'i icaz'ın en incesi ve en kuvvetlisi ve lafzî, fakat en hakikatlisi Kur'anın nazmından tecelli ediyor. Evet parlak olan i'caz, elbette nazmından çıkıyor.

SANİYEN: Kur'an'daki esasî maksadları ve anasır-ı asliyesi "dört" hakikattir. Bunlar ise: Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve adalettir.

Çünkü: Vakta, kâinat sahrasında beni âdem, acip ve büyük bir kafile (vesair taifeler beraber ve birbiri arkasında) asırlar üstünde, geçmiş zamanın derelerinden, şehir ve meşherlerinden seferedip; vücut ve hayat sahasında yürüyüşüyle; istikbâlin yüksek dağlarına doğru giderlerken, oradaki bağlara gözleri dikildiği cihetle, zemin halifeliğine mazhariyeti noktasında ve sair zihayata tasarrufatı cihetinde, ruy-i zeminde ekser eşyanın nev-i beşerle münasebetleri iktizasıyla; mevcudatın heyecana gelmesinden, kâinat dahi benî-adem kafilesine yüzlerini çevirip, nev-i beşerle ciddî bir şekilde alâkadar oldu. Beni adem bir tek tâife iken, yüzbinler taifelerde tasarruf etmesi haysiyetiyle kâinat, Zemin gibi -netice-i hilkat-i alem noktasında- onlara bakmakla; güya hilkat-i kâinat hükümetinin zabıta memuru hükmünde olan "FENN-İ HİKMET"i bir müstantık ve sorgulayıcı olarak o misafir kafileye gönderip, ondan sual edip soruyor ki: "Ey beni adem! Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Ve ne yapacaksınız? Ve böyle neden her şeye karışıyor ve bazen de karıştırıyorsunuz.?. Sultanınız, hatibiniz ve reisiniz kimdir? Ta bana cevap versin!.."

İşte o muhavereler içinde, birden kafile-i beni-âdemden MUHAMMED-ÜL HAŞİMÎ (S.A.V) emsalleri olan ulul-azm peygamberler gibi, fenn-i hikmete mukabil ayağa kalktı ve Kur'anın lisanıyla cevap vererek dedi ki:

"Ey müstantık hikmet! Biz mevcudat kafilesi adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelinin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücûda girdik. Biz ben-i âdem tâifesi ise, bir "Emanet-i Kübra" rütbesi ve Hilafet-i ruy-i zemin vazifesiyle, sair mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı bir memuriyet sıfatıyla bu meşhergâh-ı kâinata gönderilmişiz. Ve her zaman da yola çıkmağa müheyya bir vaziyette olup Haşr yoluyla saadet-i ebediyenin kazanılmasının tedarükiyle meşğulüz. Ve bizim re'sülmalımız (sermayemiz) olan istidatlarımızın çekirdeklerini sünbüllendirmekle ve iman ve Kur'an'la inkişaf ettirmekle iştiğal ediyoruz... Ve o kafilenin reis ve hatibi de benim. İşte menşur ferman, bak elimdedir.. Ve ezel ve ebed Sultânının kelâmıdır. Bu ferman, Sultan-ı Ezel'in emirleri ve konuşmaları olduğuna en kat'î delil, üstünde parlayan şu sikke-i şahanesine ve turra-i sermediyesine bak, gör.. ve git, söyle!"

Evet, en müşkil, en umumî ve bütün mevcudata sorulan bu "üç-dört sual"e tam ve doğru ve mükemmel cevap veren yalnız ve yalnız Kur'an'ı mu'cizül-beyandır ki, başında

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ

fermanıyla ilan edilmiş. İşte bu hakikatten anlaşılıyor ki; Kur'an'ın anasır-ı esasîyesi ise; fenn-i Hikmetin sorduğu dört suale Peygamber'in (s.a.v) verdiği cevaplardaki hakikatlerdir.

Yani TEVHİD, NÜBÜVVET, HAŞR ve ADALET dir. İşte bu dört hakîkat, nasıl ki mecmu-u Kur'an'da dört rükündür... Öyle de: O dört maksadlar çok surelerin her birisinde bulunup, her bir sûre birer küçük Kur'an olur. Belki o dört maksadlar, birçok cümle, kelam ve kelimelerde telmih ile işaretleri bulunmaktadır. Çünkü Kur'an'ın eczaları ve kelime ve ayetleri, Kur'an'ın tamamına bir ayine hükmünde olup, birbirine inikas ederler. Öyle ki, adeta Kur'an müteselsilen ayet, cümle ve kelimelerine o maksadların nurunu veriyor. Âyinede güneş misali; bazen bir kelime, bir cümle, bir küçük Kur'an'ı gösterir.

İşte, Kur'an'a mahsus bu nükte, yani cüz', küll gibi aynı maksadı göstermesi haysiyetiyle; Kur'an, müşahhas bir ferd olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi -ilm-i mantıkca- tarif edilir. Demek ki Kur'an'da bin Kur'an'lar var ki; bir şahs-ı külli olmuş. Hem öyle de olması lazımdır. Zira, hadsiz ve gayet muhtelif tâifelere ders olduğu için, ayni derste hadsiz o tâifeler adedince dersler bulunmak lazım gelir.

1- Eğer desen: Bu dört maksad-ı asliyeyi bize بِسْمِ اللّٰهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ da göster?

Cevaben derim: Mademki بِسْمِ اللّٰهِ Allah'ın abdlerine bir ders olarak nâzil olmuş. Elbette içinde "Söyle!" emri mânâsında قُلْ kelimesi mukadder olarak vardır. İşte, بِسْمِ اللّٰهِ daki قُلْ mukadderliği bütün Kur'an'daki mukadder قُلْ lerin esası ve anası bu بِسْمِ اللّٰهِ daki قُلْ dür. Buna binaen, قُلْ kelimesinde RİSALET'e işaret olduğu gibi; بِسْمِ اللّٰهِ da da ULUHİYETe remiz vardır.

Hem بِسْمِ اللّٰهِ ın başındaki ب nin takdimi (Başa alınması) ve sonunda قُلْ ün mukadder olarak bulunması da, münhasırlığı ifade ettiği için, TEVHİDe işaret eder. Yani "Yalnız onun ismiyle başla ve meded al!"

اَلرَّحْمٰنِ de ise, ADALET ve ihsan'ın nizamına ve Rahmet'in cilvelerine telmih vardır. Çünkü muhtelif ve karmakarışık mevcudat, "Rahmet" cilvelerinin intizamı ile güzelleşmiş ve mazhar olmuşlardır.

الرَّحِيمِ de ise, HAŞR'e işaret vardır. Çünki, الرَّحِيمِ in mânâsında hem afvetmek, hem rahmet ve şefkat etmek; ve bu fani dünyada o "Dört mânâ hakikatiyle umumî bir surette görünmediğinden, elbette bir diyar-ı aherde o mânâlar tamamiyle tezahür edebilirler. Hem RAHMET ve şefkat'in hakikati "dirilmemek üzere ölmek"le kabil-i tevfik değildir. Demek, الرَّحِيمْ deki şefkat, parmağını CENNET'e uzatmış gösteriyor.

Şimdi اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ deki اَلْحَمْدُ لِلّٰه a bak! İşte burada Uluhiyetin zahir işareti vardır. Çünkü: "Bütün hamdler Allah'a mahsustur" Uluhiyeti gösterdiği gibi; tevhidi de irae ediyor. Evet, لِلّٰهِ deki ل ilm-i sarfça bir mânâsı ihtisas ve istihkaktır. (Yani mahsusluk mustahaklık) اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ daki ال (eliflam) ise, bir mânâsı istiğraktır. Demek "Bütün hamdler Allah'a mahsustur." Öyle ise, Tevhidi kat'î ifade ediyor.

رَبِّ الْعَالَمٖينَ‌ lafzında, hem ADALET'e, hem de NÜBÜVVET'e işaret var. Çünkü, on sekiz bin alemin zerreden ve zerrelerden ve sineklerden tut, ta bin defa zeminden büyük seyyareler ve yıldızlara kadar gayet mükemmel bir muvazene, bir intizam, bir mükemmel terbiye vardır. Öyle ise, elbette gayet mükemmel bir adalet-i kübrayı gösteriyor.

NÜBÜVVETe işaret ise: Madem nev'i beşerin fıtrî kuvvelerine -sair hayvanat gibi- hadd konulmamış; ondan tecavüzler çıkmış. Hem insan, maddî cihette olduğu gibi; maneviyat cihetinde de bütün kâinatla alakadar olmasından, hilkat-i kâinattaki hikmet-i âliye-i beşeriyeyi, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmündeki istidatları inkişâf ettirmekle; Emanet-i Kübra vazifesini yapmak cihetiyle, Nübüvvetin olması zarurîdir. Ta ki beşer, رَبِّ الْعَالَمِينَ deki عَالَم۪ينْ (Yani alemler) içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemin olup melaikeye karşı olan rüçhaniyeti gösterebilsin.

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ cümlesi ise, HAŞR'i tasrih ediyor. Çünkü يَوْمِ الدِّينِ "Din günü" ve "ceza günü" ve "maneviyat günü" demektir. Evet, nasıl ki dünya, maddiyat ve maddî harekât'ın ve amellerin günüdür.. Elbette o harekât'ın neticelerini ve hizmetlerinin ücretlerini ve o mâneviyâtın semeratlarını, belki o faniyat ve zaîlâtın bakî ve daimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o faniyat ve zaillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir diye ifade ediyor.

İşte buna göre: بِسْمِ اللّٰهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ cümleleri gibi, Kur'anın ekser yerlerinde böyle "DÖRT UNSUR-U ESASİYE" içinde görünebilir.

Hatta

اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ

in sadefinde de bu dört cevher mevcuttur, dikkat etsen görürsün... Ve bu minval üzere, sairlerini nescedebilirsin.

اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ

in mânâsı: "Biz sana verdik Kevseri" Yani Zât-ı Zülcelâl' in seni nübüvvetle ve maddî ve manevî te'min-i adaletle müşerref ettiği gibi; Cennette de Kevseri sana ihsan ediyor.

Fatiha 1[değiştir]

Ey sail! Pek uzun hakikatı kısa kesip, bu üç misali minval ve mekik yap, üstünde o münasebat ve işaratı dokumaya başla! Biz de başa dönüp, بِسْمِ اللّٰهِ dan başlayıp devam edeceğiz. İzahı, tafsili Risale-i Nur ve "Birinci Söz" ve "Besmele" Lem'asına vesair Risale-i Nurdaki بِسْمِ اللّٰهِ hakîkatlarına dair hüccetlerine havale edip, yalnız nazm ve diziliş itibariyle küçük bir ima edeceğiz, Şöyle ki:

بِسْمِ اللّٰهِ Güneş gibidir; başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona -hava ve su gibi- muhtaç olduğundan; onun hakikatini her kesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de, ehemmiyeti yok.. Onun için beyan ve tarifden müstağnidir. Besmelenin harfleri ve cüz'lerinde olan ب nin fenn-i sarfça bir mânâsı "İSTİANE" dir. Bir mânâ-yı örfisi de "Teberrük olmasından Bu ب nin merci-i müteallıkı kendi mânâsından çıkan اَسْتَعِينُ ve اَتَيَمَّنُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut بِسْمِ اللّٰهِ in perdesine sarılı قُلْ in istilzam ettiği اَقْرَاُ (okuyacağım) fiiline bakar. Yani:

"YA RABB, BEN SENİN İSMİNİN YARDIMIYLA VE ONUN BEREKETİYLE OKUYACAĞIM. HERŞEY SENİN KUDRETİNLE VE İCADINLA VE TEVFİKİNLE, OLDUĞU İÇİN, YALNIZ VE YALNIZ SENİN İSMİNLE BAŞLIYORUM."

Demek بِسْمِ اللّٰهِ nin ahirinde اَقْرَاُ lafzı mukadder olduğundan, hem ihlas, hem de tevhidi ifade eder.

Amma بِسْمِ اللّٰهِ daki اِسْم (ism) kelimesi ise, biliniz ki: Zat-ı Vacib-ül Vücudun binbir esmasından bir kısmına "Esma-i Zatiyye" denilir ki; her cihetle Zat-ı Akdes'i gösteren adı ve ünvanıdırlar; "ALLAH, EHAD, SAMED, VACİB-ÜL VUCÛD" gibi çok esma var. Bu isimlerden bir kısmı da "Esma-i fi'iliye" tabir edilir ki çok nevileri var. Mesela: "GAFFAR, REZZAK, MUHYİ, MÜMİT, MÜN'İM, MUHSİN" gibi... ve bu isimlerin tenevvü etmeleri ve çoğalmaları ise, Kudret-i Ezeliyenin enva'-i kâinatla olan münasebetlerinin teaddüdünden ileri gelmiştir.

(Üstadın takrirli tercümesi burada sona erdi)

(Buradan itibaren fakir'in tercümesidir)

Buna göre, بِسْمِ اللّٰهِ kelamı, adeta kudret'in te'sir ve taallukunu celbe medar bir istinzaldir, nüzulunu istemedir. Tâ ki, o te'sir ve taalluk abdin kesbine imdad eden bir ruh olsun.

بِسْمِ اللّٰهِ daki اَللّٰهُ lafza-i celâli ise, bütün sıfat-ı kemaliyeyi câmi' bir nüsha olmakla, Hak Teâlanın bu zatî olan ismi, kendi sıfatlarını istilzam etmesi sırrı ile (sair a'lamin, yani has isimlerin hilâfına olarak) bütün kemâlî sıfatlar اَللّٰهُ ismine delâlet-i iltizamiye ile delalet ederler. Başka isimlerde bu iltizamî delalet bulunmamaktadır.

اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ isimleri lafza-i celâl ile beraber zikredilmesindeki nazm vechi (beraber diziliş yönü) budur ki: Lafza-i celâl olan اَللّٰهُ isminden silsilesiyle birlikte celal tecelli ettiği gibi; اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ isimlerinden de -silsilesiyle beraber- cemal tecelli etmektedir. Zira, Celâl ve Cemâl, kâinatta iki kök ve asıldırlar ki, her bir âlemde tecelliye başladıklarında, onlardan teselsül eden fer'ler (ayrıntılar) meydana gelir. Meselâ: Emir ve nehy.. Sevap ve azap... Terğip ve terhib.. Tesbih ve tahmid.. Havf ve reca gibi ayrıntılar.

Hem yine lafza-i Celal, (Ayniyye[3] ve tenzihiyye) sıfatlarına işareti olduğu gibi, الرَّحِيمِ ismi de "gayriyye-i[4] fiiliye" ye îma etmektedir. اَلرَّحْمٰن ise, ne ayn, ne de gayr olan "Sıfat-ı[5] Seb'a"ya remzetmektedir.

Evet, اَلرَّحْمٰن ismi, "Rezzak" mânâsındadır. "REZZAK" ise, bekayı ita etmekten ibarettir. Beka ise, vücûdun tekerrür etmesi (tekrarlanması ve yenilenmesidir.) Vücûd dahi "mümeyyize, muhassisa ve müessire" olmak üzere "üç" sıfatı istilzam eder ki bunlar: "İlim, İrade ve kudret"tirler.

Hem "Beka" ki, rızk'ın bahşedilmesinin semeresi olduğundan, örfen "Basar, Sem' ve Kelam"ı iktiza eylerler. Evet, çünki rızkı verenin basar'ı (görme hassesi) olması lazımdır ki, merzûk'un (Rızıklandırılanın) hacetini -talep edip istemese de- görmesi lazımdır. Hem yine, rızkı veren Zat'ın, muhtaç olanların -bir şey istediği zaman- kelâmını (sesini) işitmesi gerektir. Keza, eğer varsa, olursa, (Yani, peygamberler hayatta ise, ya da melaike veya ilhama mazhar velînin varlığı mevzu-u bahis ise) vasıta ile konuşması için, kelâmının olması zaruridir. İşte, bu altı sıfatlar" ise; (İlim, İrade, Kudret, Basar, Sem' ve kelam) dırlar ki, yedincisi olan "Hayat"ı istilzam ederler.

2- Eğer desen: Azîm nimetlere delalet eden "Rahman" isminin, ince ve dakik ni'metlere bakan "RAHİM" ismine -mânâca- zeyl kılınması, yukarıdan aşağıya inme san'atı olan "tedellî" olmuş olur. Halbuki belagat ise, terakki san'atında aşağıdan yukarıya çıkmadır?

Cevaben derim ki: O vaziyet, mânâyı tamamlamak için bir zeyillendirmedir. Göze kaş, at'a gem gibi bir tamamlama ve bir tekmildir. Hem çünki büyüğün ince ve küçüğe tevakkufu lazım oluyor, (Yani ekseriya küçük, ince olanlar olmadan büyüklerden faydalanılmamaktadır.) Kilitli kapıya anahtar, ruh'a lisan gibi.... Bu vaziyette, bazen ince ve küçük nimetler, büyükler'in üstüne çıkarlar.

Ve keza, bu makam nimetler'in yer ve mevki'lerine karşı tenbih ve îkaz makamı olduğu için, nimetlerin en gizlisine daha çok dikkat çekilip tenbihe (uyarmaya) uygun oluyor. O halde burada, ni'metleri yâd ve ta'dat etme makamında bir tedellî (yukarıdan aşağıya inme) san'atı olsa da tenbih makamında terakkî san'atı olur.

3- Eğer desen: Rahman ve Rahim ve emsalleri gibi sıfatlar -akla ilk gelen ma'nalarıyla- kalb rikkatı ve onun şefkati gibi hal ve mânâları hatırlatır. Oysa bunlar, Cenab-ı Hak hakkında muhal şeylerdir. Bundan, nihayet ve neticelerde verilecek ni'metler murad olmuş olsa dahi, buradaki "mecaz"ın hikmeti nedir?

Cevaben derim ki: O mecazın hikmeti, müteşabihât'ın hikmetidir. Yâni: İnsan aklının anlayabileceği bir üslupla konuşmadır ki

اَلتَّنَزُّلَاتُ الْاِلٰهِيَّةُ اِلَي عُقُولِ الْبَشَرِ

diye ta'rif edilmiş. Mânâsı: Zihinleri ünsiyetlendirip ona göre hakikatleri anlatmak ve akıllarına yerleştirmek için İlahî tenezzülattır, beşer'in fehim seviyesine inmedir. Bir çocukla konuşulduğu zaman, ülfet ve ünsiyet ettiği kelimelerle konuşulduğu gibi...

Evet, insanlardan "Cumhûr-ü nâs" diye ta'rif edilen (halk kitleleri) ekseriya gördükleri, işittikleri ve ya bildikleri şeylerden ma'lumatlarını toplar, alırlar. "Hakaik-ı mahzaya" (çıplak hakikatlara) pek bakmazlar. Baksalar da, ancak hayallerindeki ayine içinde ve ya ülfet etmiş oldukları şeylerin cânibinden bakarlar.

Hem kelamdan istenilen şey ise, mânâyı ifade etmesidir. Ma'na ise, kalpte ve histe te'siri olmaksızın tamamlanmaz. Te'sir ise, muhatab'ın ülfet eylediği bir üslûbu hakikata giydirerek sunmakladır ki, kalb onu kabul etmeye isti'dad göstersin ve ona hazırlansın.

Fatiha 2[değiştir]

FATİHA SÛRESİ

Mühim not:

Fatiha sûresinin iman noktasında kelimâtının ma'na tercümeleri için "Onbeşinci Şuâ" olan "ELHÜCCET-ÜZ ZEHRA" risalesinin birinci makamının ikinci kısmına dikkatle bakılsa, çok daha nuranî faidelere medar olabilir.

Mütercim

اَلْحَمْدُ Kelimesi.. Bu kelimenin kendi makabliyle (yani besmeledeki اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ isimleriyle münasebeti bağlantısı ve diziliş vechi şöyledir ki: Vakta, "Rahman" ve "Rahim" isimleri ayrı ayrı ve çeşit çeşit ni'metlere delalet edip gösterdiler. Elbette arkalarında hamd ve şükr'ün takip eylemesi vacip olmuş oldu. Hem sonra, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ kelamı, Kur'an'ın dört sûresinin başında[6] tekrarlanması ile, bu kelimelerin her birisi bulunduğu makama göre, asıl ve kök olan ni'metlerden birisine -daha- çok bakmaktadırlar. O asıl nimetler[7] اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ise: "Neşe-i Ulaya" (Halk ve icadla dünyaya gönderiliş) ve içindeki bakiliğe (Dünyada kaldığı müddet... hayatın levazımatını i'ta eylemek) ve "Neşe-i uhra"ya (öldükten sonra, yeniden diriltilip haşr oluş) ve ondan sonraki bekaya (Ebed-ül âbad olan AHİRET hayatıyla bakîlik içinde ömür sürmek) ni'metlerine de nâzırdırlar.

Sonra, HAMD'in bu makamdaki nazmı, yani Kur'an'ın fatihasına fatiha yapılmasının vechi ve hikmeti ise, zihinde ille-i gaiyenin önceliğinin tasavvuru gibidir, zira HAMD ünvanı, netice-i hilkat olan ibadetin; ve kâinat ve mevcûdat'ın yaradılış hikmeti ve gayesi olan Ma'rifet-i İlahiye'nin icmalî bir suretidir. Öyle ise, HAMD in en önde zikredilmesi, adeta ille-i gaiyye denilen yaradılış hikmetinin peşinen (Hamd ile) tesavvuru gibidir. Evet, Cenab-ı Hak (Azze ve Cell) azamet ve celali ile ferman buyurmuştur ki:

وَ مَا خَلَقْتُ الْجِنَّ والْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

[8] (Yani ancak bana kulluk yapsınlar diye ins ve cinni yarattım.)

Sonra "Hamd" in birçok ma'nalarından en meşhur olanı, Cenab-ı Allah'ın kemalî sıfatlarını izhar eylemektir.

Bu meselenin tahkiki şöyledir ki: Cenab-ı Hak taâla ve tekaddes, insanı halk etmeyi irade buyurduğunda; Onu, kâinatı içinde cem'eden câmi bir nüsha kılmış, onsekizbin âlemi müştemil olan âlem kitabına da bir fihriste etmiştir. Ve insanın ruh cevherinde Cenâb-ı Hak taâlanın ayrı ayrı isim ve ünvanlarla tecelli eylediği bütün âlemlerin nümûnelerini tevdî buyurmuştur. İşte, böyle bir hilkat tarzıyla yaradılmış olan şu insan, kendisine in'am edilmiş bütün bu nimetleri, yaradılış hikmet ve gayelerine göre "HAMD" unvanı altında şükr-ü örfiyi (Yani Göz, kulak, ağız gibi nimetleri i'tiraf ederek bu ni'mete, bu iyiliğe karşı teşekkürü) îfa etmek için sarfeylese; ve tabiatın paslarını gideren ve o a'zâları cilalandıran Şeriât-ı Mutahhereyi imtisal eylese, işte o zaman insanın cevher-i ruhunda tevdi' edilmiş olan âlemlerin enmûzeçlerinin her birisi, ait olduğu âlemine bir mişkât, bir pencere açarak, o alemde mütecelli olan ve ona ait sıfata; ve bundan da tezahür eden İSMe bir âyine olmuş olur. İşte o zaman bu haldeki bir insan, ruhuyla ve cismiyle gayb ve şehadet âlemlerinin bir hülâsası olarak; o iki aleme tecelli eden bütün esma ve sıfat kendisine de tecellide bulunduklarını bilebilecektir. Demek ki, "HAMD" ile insan, Allah'ın kemalî sıfatlarına mazhar olmuş oluyor.

Bu hakikata delalet eden Muhyiddin-i Arabî (K. S) nun, bir Hadis-i Şerif'in beyanında:[9]

كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِي

olan meşhur sözüdür. Yani "Mahlukatı yarattım ki, bir ayine olsun; ta onda cemalimi müşahede edeyim.

لِلّٰهِ Yani hamd ve şükür, ancak Vâcib-ul Vucûd mefhumiyle mülahaza edilebilen müşahhas Zat-ı Akdese hâstır ve müstehaktır. Evet, şahsiyetinin mevcudiyeti ma'lum ve ma'ruf, fakat künh-ü zatının keyfiyeti meçhûl olan müşahhas bir zat, bazen umumî bir emir ile (bir bilinen unvan ile) mülahaza edilebilir. İşte, لِلّٰهِ deki ل (lam), kendi özünün mânası olan ihtisas ve münhasırlığa teallukundan dolayı, âdeta bu bağlılık ve müteallıklığın mânâsını içine çekmiş, almıştır. Ayn-ı zamanda ihtisas lam'ı, ihlas ve tevhide de işaret etmektedir ki, "Hamd ve şükür yalnız ve sadece Allah'a mahsustur" ma'nasıyla, ihlas ve tevhidi de ifade eder.

رَبِّ Yani: O ki alemi cemî-i eczasıyla birlikte terbiye eder, besler ve rızıklandırır. O alem'in eczaları da, her birisi umumî alem gibi birer alem olup, zerreleri de büyük âlemin yıldızları misillü intizam içerisinde hareketlerle müteharriktirler.

Ey aziz bilmiş olasın ki: Cenab-ı Hak- azze ve celle- her şey için bir "kemal noktası tayin eylemiş. O şeyin içine de, o nokta-i kemale ulaşmak için bir "meyl" tevdi' buyurmuştur. Güya ki -her şeye- manevi bir emir vererek, ondaki o meyl ile hareketlenip o kemal noktasına doğru gitsin. İşte, eşyanın her birisi, kendi nokta-ı kemaline doğru seyr-u seferinde, ona yardım edip yol gösterecek ve engelleri def edecek bir şeye, (bir yardımcıya) muhtaç bulunmaktadır. İşte o şey ise, ancak Allah -Azze ve Celle- nin terbiyesi ve yardımı olabilir.

Evet, kâinata dikkatle bakıp teemmül edebilsen; Benî âdem taifeleri gibi bir çok mahlûkat taife ve kabilelerinin var olduğunu göreceksin.. Ve bunların her birisi tek başına ve ya toplu olarak, Sani'lerinin kendilerine ta'yin etmiş olduğu vazifelerinde son derece ciddiyet içersinde sa'y ve hareket ile yürümekte olduklarını ve Halıklarının kanunlarına itaat ettiklerini bilecek ve anlayacaksın. Amma ne kadar aciptir ki; insanlar kâinatın bu umumî kanun ve nizamı dairesinden serkeşlik edip çıkabilmektedirler.

الْعَالَمِينَ Bu kelimenin son iki harfi olan ن ve ي (nun ve ye), ya ثَلَاثِينَ خم عِشْرِينَ (işrin ve selasin) gibi i'rabın sadece bir alametidir, (Yani Arapça sayının yirmiden itibaren çokluğunu ifade eden ve sayan bir alametidir.) Ya da, cem'iyyeti ifade etmek içindir. Yani: Kâinat ve mahlûkat'ın cem'iyyet ve cemaatlarını ifade etmektir. Zira âlemin eczaları, herbirisi birer âlem olduğu için, mecmu'u "Âlemler" demektir. Yahutta, mevcûd olan şu âlem, Manzûme-i Şemsiyeye münhasır olmadığının ifade ve işaretidir.

Bu mevzu'u bir derece ifade eden bir şâir'in şöyle bir sözü vardır:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ كَمْ مِنْ فَلَكٍ، تَجْرِي النُّجُومُ بِهِ وَ الشَّمْسُ وَ الْقَمَرُ

Yani: Allaha Hamd u sena olsun ki, onun bir çok felekleri, gök tabakaları vardır. Bu feleklerde; yıldızlar, şems ve kamer hareket ve cereyan halindedirler.

Hem

رَاَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ

[10] ayetinde olduğu gibi; secde edenlerin müfredini değil, âkillerin cem'ini tercih ederek kullanmasında bir işârettir ki; Belagat nazarı âlemin eczâsından her bir cüz'ünü "lisan-ı hal ile konuşan, diri ve akıllı" tesavvur eder.

Evet, mevcudatı'ın "ALEM" ile tesmiyesi, Sâniinin onunla bilinmesine, tanınmasına bir isim olup ona şahitlik ediyor ve ona işaret ediyor demektir. Öyle ise

رَاَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ

âyetinde, yıldızların secde etmeleri gibi, رَبِّ deki terbiye ve i'lam, (Yani terbiye etme, hacetlerini vakt-i münasipte tedarik eyleme ve hayatlarına lâzım olacak şeyleri öğretme ve bildirme gibi şeylerle) îma ediyor ki; o âlemler eczalarıyla birlikte secdeleri gibi akıllı, şuur sahibidirler.

Fatiha 3[değiştir]

اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ Bunun üstteki cümle ile nazm ve dizilişi şöyledir ki: "Rahman" ve "Rahim" isimleri, terbiye sisteminin iki temel esasına işaret ediyorlar. Evet, Çünki "Rahman" ismi, "Rezzak" mânâsında olduğu, "Rezzak" da menfaatlerin celbine mülayim ve muvafık olduğu gibi; "Rahim" ismi de, "Gaffar" mânâsını taşıdığından, zararlı işlerin def'i gibi işlere münâsip gelmektedir. Bu iki hal ise, terbiyenin iki esasını teşkil ederler. (Yani menfaatleri celpetmek ve bunun da vesile ve vasıtalarını halk edip hazırlamak ve mazarratları (zararlı şeyleri) def'etmek için lazım gelen müdafaa vasıta ve cihazlarını i'ta eylemektir.)

Fatiha 4[değiştir]

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ Yani haşr ve ceza günü...

Bunun اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ile irtibat ve nazm vechi ise; bu, yani "ceza günü" اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ in adeta neticesi ve semeresidir. Evet, RAHMET, tek başıyla kıyametin kopması ve saadet-i ebediyenin gelmesinin delilllerindendir. Çünki Rahmet ve ni'met, ancak kıyametin gelmesi ve saadet-i ebediyenin husûl bulması ile Rahmet ve ni'met olabilirler. Eğer kıyamet kopmayıp, saadet-i ebediyye gelmezse; ni'metlerin en büyüğünden olan "AKIL" insan için bir musibet olmuş olur. Hem enva'-i rahmet' in en latiflerinden olan muhabbet ve şefkat dahi, ebedi ayrılığın mülahazası ve düşünülmesi sebebiyle, şiddetli bir eleme ve musibetli bir üzüntüye tahavvül ederler.

4- Eğer desen: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Tealâ her şeyin her zaman mâlikidir.

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ

"din gününün mâliki" diye olan haslığın sebebi nedir?

Cevaben derim ki: Cenab-ı Hakk'ın kevn ve fesad aleminde va'z eylemiş olduğu, zahirî sebeplerin hikmeti, kendi azametini izhar etmek içindir. Yani tâ ki, aklın zahiri nazarında kudret eli, eşyanın "mülk" cihetindeki nâpak ve hasis gibi görünen şeyleri ile mübaşereti, karışması görülmesin. Lâkin DİN GÜNÜ olan kıyamet ve haşirde ise, bu gibi şeyler ortadan kalkarlar; her şey'in safi ve şeffaf olan "melekûtiyet" yani tecellasâz olur. Öyle ki o gün, her şey ve her kes kendi seyyid ve saniini vasıtasız ve perdesiz bir tarzda görecek ve bulacaktır.

Hem,

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ

deki يَوْم lafzıyla ibarelendirilmiş olması, Haşr'in hadsî emarelerinden birisine işaret etmek içindir. Şöyle ki: يَوْم kelimesi, gün ve sene arasında ve ömr-ü beşer ve deveran-ı dünya mabeyninde açık ve zahir olan tenasüp, uygunluluk ve münasebete bakmaktadır.. Ki adeta, saat'in saniye, dakika, saat ve günlerini sayan mevcut ibre ve milleri arasındaki tenasüp ve münasebeti andırmaktadır.

Evet, nasıl ki birisi görse ki; saatin bir mili kendi devrini bitirip tamamladı. Elbette kalbinde hadsen intikal eder ki, bunun arkasında gelen mil'inde -biraz daha zaman ve mehil alsa da- veya devirlerini tamamlayacaktır. Zira birbirine bağlıdırlar.

Aynen bunun gibi; dünyanın "yevm" ve "sene" gibi olan mil ve ibrelerinde vuku' bulan mükerrer nev'î kıyametleri müşahede eden adam; bir şahsı sairlerin bir nev'i gibi olan İNSAN için dahi, Haşr günü sabahında, Saadet-i Ebediye baharının doğacağına intikal etmesi lazımdır.

Amma مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ daki الدِّينِ den mûrad ise: Ya "ceza günü" dür ki, ameller'in (Hayır, sevap.. Günah ve şer amellerin mükâfat ve ya cezalarının verileceği) günü olan "Yevm-i Ceza" demektir. Ya da: Din hakikatlerinin zuhûr'a çıktığı gün, Yani o hakikatlerin tulu' ve zuhûrlarının ve i'tikad dairesinin sebepler dairesine galebe etmesinin günü demektir.

Evet, Cenab-ı Hak -Celle Celâlühu- kendi meşiet-i sübhaniyesiyle kâinatta öyle bir nizam tevdi' etmiştir ki; (zahire göre) müsebbebâtı sebeplere bağlamış. İnsanı da -tabiatı, vehmi ve hayaliyle o nizama müraât etmeye ve onunla bağlanmaya düçar kılmış, her şeyi de, mezkûr nizama doğru yönlendirerek sevketmiştir. Kendi Zat-ı Sübhanîsi ise, esbabın tesiratından tenezzüh ederek tekaddüs eylemiştir. Hem insanı i'tikad ve imanca, bu daire-i itikada -vicdanıyle, ruhuyla- muraât edip bağlanmasını teklif eylemiştir.

Evet, dünya hayatında, sebepler dairesi itikad dairesine gâlip ise de, Ahirette akaid'in hakikatleri perdesiz tecelli edecek ve esbab dairesine galebe çalacaktır. Evet, bilmiş olasın ki; sebepler dairesiyle, itikad dairesinin, her birisinin kendine mahsus muayyen makamları ve mahsus hükümleri vardır. Öyle ise, her birisinin kendine ait olan haklarının verilmesi gerekir.

Buna göre, daire-i esbabda iken; tabiatı, vehmi ve hayali ile ve sebepler dünyasının ölçüleri ile itikad dairesine bakan adam, i'tizale girmeye muztar kaldığı gibi; itikad makamı ve düstûrları içinde iken de, ruhuyla ve kalbiyle esbab dairesine nazar eden adam da, her şeyi taht-ı nizamına almış olan Meşiet-i İlahiyeye karşı tenbelane bir tevekküle ve temerrüdü netice veren bir atâlete girmeye namzettir.

Fatiha 5[değiştir]

اِيَّاكَ نَعْبُدُ[11] Bilmiş ol ki, اِيَّاكَ nin "Kâf"ında iki nükte bulunmaktadır.

BİRİNCİ NÜKTE: ك (İyyakenin "ke"si) ile yapılan hitabın içindeki iltifat'ın sırrıyla, (Yani, gaybi mükalemeden geçip, hazırane olan hitaba terakkî etme sırrıyla) -yukarda "Hamd" kelimesinde zikri geçmiş olan- evsaf-ı kemaliyeyi tazammun etmiş olmasıdır. Evet, o kemalî evsaf'ın peyderpey zikredilmesinde, zihni tahrik ile, kabule müheyya eder hale getirir ve onu şevkle doldurur.. Ve o sıfatların mevsufu olan Zat-ı Kibriyanın nuruna teveccüh etmeye hareketlenir. Buna göre, اِيَّاكَ nin mânâsı: "Ey şu sıfatlarla mevsuf olan zat-ı Zülcelal!" demek olur.

İKİNCİ NÜKTE: Bu hitap, yani اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabı; belagat mezhebinde, mânâların mülahazası zaruretine işaret eder. (Yani hitabın makamı, hitap edilenin azamet ve celalini ve namaz'ın mahiyetini ve onda okunan fatihanın ma'nalarının nereye baktığını ve sairleri mulahaza ve tefekkür eylemek lâzımdır diye işaret eder demektir.) ta ki, okunan şey'in şimdi taze nâzil oluyor gibi olsun ki, tabiatça ve zevkçe hitaba incirar etmiş olsun ve ona bağlansın.

Demek ki, اِيَّاكَ nin hitabı اُعْبُدْ رَبَّكَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ [12] (Rabbine karşı onu görüyor gibi ibadet et!) hadisindeki imtisalin emrini tazammun ediyor.

Amma نَعْبُدُ deki mütekellim-i maalgayr "nûn"u (Kendiyle beraber başkaları adına talep içinde hitap etme "nun"u üç vecih içindir.

Birinci Vecih: Yani, biz âlem-i sağir olan "Ene" nin, yani vucûd'un ve şahsiyyet'in a'zası ve zerrelerinin cemaatları olarak şükr-ü örfi[13] ile sana ibadet ederiz. Her bir a'za ve zerrelerinin şükr-ü örfîyi yerine getirmeye (mânevi) emrolunmuş olmakla, fıtri olarak bu emr-i maneviye uymak, o a'zanın itaatidir.

İkinci Vecih: Biz muvahhidîn cemaâtları, (ins, cinn ve melekten müteşekkil ehl-i tevhid toplulukları) senin şeriatına itaat etmekle, sana kulluk yapıyor ve ibadet ediyoruz.

Üçüncü Vecih: Biz kâinat topluluğu ve cemaatleri olarak (Kâinatın nizamı için va'z eylemiş olduğun) Senin Şeriât-ı Kübra-yı fıtriyyene itaatle serfurû ederek, sana ibadet ediyor ve azamet ve kudretinin Arş'ı altında, hayret ve muhabbetle secde ediyoruz.

Şimdi اِيَّاكَ kelimesinin üstteki مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ cümlesiyle ve ya daha üstteki sair cümlelerle nazm, irtibat ve dizilişinin vechi ise, budur ki: نَعْبُدُ lafzı, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ nın bir beyanı ve bir tefsiri olduğu gibi; مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ nin de bir neticesi ve lazımıdır.

Ve keza bilmiş ol ki: اِيَّاكَ nin takdimi, yani, نَعْبُدُ kelimesinden önce zikredilmesinin hikmeti; ibadetin ruhu olan İHLAS içindir. (Yani: Biz ancak ve yalnız sana ibadet ederiz gibi...)

Amma اِيَّاكَ deki ك hitabında ise; ibadetin illetine, (Yani asıl hakiki sebebine) bir remiz vardır. Şöyle ki: اِيَّاكَ hitabı ma'nasıyla der: "Sizi kendisine hitabetmeye davet eden ve -üst tarafta vasıfları zikredilen- o vasflarla muttasıf olan Zat-ı Celil-i Zülcemal elbetteki ibadete layık ve müstehaktır, ondan başka ibadete layık kimse yoktur.

اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Bu hitap dahi mezkûr "üç cemâatlar" itibariyle اِيَّاكَ نَعْبُدُ gibidir. Yani: Biz ceseddeki a'zaların cemaatı; ve muvahhîdinler cemaatı; ve kâinat topluluğu cemaâtı olarak umum hacetlerimiz ve maksadlarımız için ve bunlardan en ehemmiyetlisi olan senin ibadetin için, senden tevfik ve yardım taleb ediyoruz.) Hem اِيَّاكَ hitabını iki defa tekrarlamış olması ise; ta ki, hitab ve huzûr'un lezzetini arttırsın içindir. Evet, "âyan makamı" (görünmeklik) "Burhan makamın"dan daha çok üstün ve daha çok celil ve âzim olduğu için

Hem çünkü huzûr ise; sıdkın, hâlisiyyetin daha çok davetçisi olup, yalandan, riyadan uzaklaştırdığından, hitap tekrarlanmıştır. Aynı zamanda o tekrarların hikmeti, te'kid için olup tekzib edilmemesi ve her iki maksad'ın (ibadet ve istiane maksadlarının) müstakil birer iş, birer vazife olduklarını göstermek içindir.

Hem yine bil ki: نَسْتَعِينُ nün نَعْبُدُ ile yan-yana nazmediliş ve dizilişinin bir hikmeti de; ücret'in hizmetle beraber diziliş ve bulunuşu gibidir. Zira ki ibadet, Allah'ın kendi kulu üzerindeki hakkıdır. Fakat iâne ve yardım ise, kullarına Allah'ın ihsanıdır.

Amma اِيَّاكَ nin hasrındaki hikmet ise, (Yani: "Ancak, yalnız ve münhasıran sana ibadet ederiz." deki münhasırlık) şu nisbet-i şerife olan ibadet ve hizmet ile, abdin esbab ve vasıtalara karşı tezellül göstermekten kurtulup yüceldiğine işarettir. Belki o vesait ve esbab denilen şeyler -o vaziyette- o abd'a hizmetkâr olurlar da; ve abd ise, yalnız Vahid-i Ehadı ma'bud ve maksud olarak tanıyan ve bilen olur. Ve işte o zaman -üst tarafta bahsi geçtiği üzere- itikad ve vicdan dairesi tecelli etmiş oluyor.

Lâkin eğer insan Allah-ü Teâla'ya hakkiyle hizmetkâr ve abd olmazsa; sebeblere hizmetçi, vasıtalara da zillet içinde perestiş eder bir halde kalmış olur. Buna göre, abdin üzerine hak ve lâzımdır ki; daire-i esbabada iken, bütün bütün sebebleri ihmal etmesin. Tâ ki, Cenab-ı Hakîm-i Mutlakın hikmet ve meşietiyle kâinatta tevdi' edilmiş olan umumî nizama karşı mütemerrid, isyancı durumuna düşmüş olmasın. Zira esbab dairesinde iken teşebbüssüzlükle olan bir tevekkül, -az üstte geçtiği üzere- bir atalet ve tenbellikten başka bir şey değildir.

Fatiha 6[değiştir]

اِهْدِنَا Bundaki nazm vechi budur ki: اِهْدِنَا kelimesi, Allah'ın kendi kuluna ettiği sualine karşı abdin cevabıdır. Güya ki; Cenab-ı Mabud-u Mutlak, kuluna soruyor: "Senin hangi maksad ve muradın daha çok kalbini alakadar ediyor?"Abd ise, اِهْدِنَا diyor. (yani: Doğru yola hidayet buyur.) diye cevap veriyor.

Hem bilmiş ol ki: اِهْدِنَا kelimesi; hidayete ermişler.. Hidayeti talep edenler.. ve hidayeti arttırmak isteyenler ve saireler gibi mef'ullerinin tenevvüüne binaen, mânâ mertebelerinin birkaç çeşide ayrılması sebebiyle; adeta اِهْدِنَا kelimesi, hidayet fiilinin dört tane masdarı'ndan iştikak etmiş, çıkmıştır.

İşte bu hale göre; اِهْدِنَا duası, isteği; bir gurup insanlara göre ثَبِّتْنَ olur. Yani bizi hak ve doğru "Sırat-ı müstakim" üzere sabit-kadem kıl. Başka bir grup cemaata göre, زِدْنَا، اِهْدِنَا}} dır. Yani: Hidayetimizin nurunu arttır. Diğer bir taifeye göre وَفِّقْنَا، اِهْدِنَا olur. Yani: Bizi Sırat-ı Müstakim'de yürümeye muvaffak eyle! Bir başka fırkaya göre: اَعْطِنَا، اِهْدِنَا dır. Yani: Bize hidayeti ve doğru yolu bahşeyle!..

Evet, Cenab-ı Halık-ı Kadîr خَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَ هَدَي [14] hükmünce Yani: Cenab-ı Hak bütün her şeyi yarattığı gibi hayatları için lazım olan işleri öğretme, ona riayet etme gibi işlerine de hidayet etmiştir. Bizlere de zahir ve batın duyguları ita etmekle, hidayete erdirmiştir. Sonra afâkî ve enfüsî delilleri önümüze koymakla, kendi ma'budiyyet ve vahdaniyetine hidayet etmiştir.

Sonra, peygamberleri göndermekle ve kitapları indirmekle, bize hak dinine ve doğru yoluna hidayet vermiş ve bahşeylemiştir.

Sonra, Kıyamet gününde hakkın ve hakikatın üstünde ki perde ve hicab'ın keşfedilip kaldırılmasıyla; Hakkın hak olarak, batılın da batıl olarak zahire çıkmasıyla, bizi en büyük hidayete erdirmiş ve erdirecektir inşallah, Amin.

اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَ ارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ وَ اَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَ ارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ آمِينَ

الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Azizim bilmiş ol ki: "Sırat-ı müstakim" ise: Hikmet, iffet ve şecaat'ın özü ve hülasası olan "ADL" dir. (Ahenkli, müvazeneli, dengeli harekettir.) Bu üç şeyde, insandaki üç kuvvenin, her birisinin üçer mertebesinin vasatıdırlar. Yani orta derecelisidirler.

Bu mânânın izahı şöyledir:

Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, vaktaki ruhu, değişken ve çok şeylere muhtaç ve tehlikelere mar'uz olan insan bedeninde iskan eyledi. O bedenin veya içindeki Ruh'un idamesi için "ÜÇ KUVVE" yi onun içine tevdi buyurdu.

BİRİNCİ KUVVE: Menfaatları, yararlı şeyleri cezbeden Behimî (hayvanî) olan "Şeheviyye" kuvvesi...

İKİNCİ KUVVE: Zararlı şeyleri ve tahribci işleri def' edip iten Sebü'î (yırtıcı) olan "Gadabiyye" kuvvesidir.

ÜÇÜNCÜ KUVVE: Menfaat ve zararların arasını fark edip ayıran Melekî (Melaikeye mahsus) "Akliye" kuvvesidir.

Lâkin Cenab-ı Hâkim-i Hakîm, sair hayvanat'ın kuvvelerini bir tahdit altında bulundurduğu halde, müsabaka ile terakki edebilmesi sırrıyla, beşer'in tekemmülünü iktiza eden hikmetiyle; insanın bu kuvvelerine amelî sahada -din ve şeriatla bir hudut tayin etmiş ise de- amma fıtratça, yani yaradılışça bir hadd, bir sınır tayin etmiş değildir.

Evet, amelî saha'da din ve Şeriat, bu kuvvelerin ifrat ve tefritlere girmelerini yasaklayıp, Hadd-ı Vasat çizgisi üzerinde bulunmalarını emretmiştir. Bu husustaki açık emir, فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ ayetidir. (Mânâsı: Sana emrolunduğu gibi dosdoğru istikamet çizgisi üzerinde bulun!)

İşte, bu üç Kuvvelerin önünde fıtri bir tahdid, bir engel bulunmadığından, herbirisinde bu üç çeşit mertebeler hasıl olmaktadır. Bu mertebelerden "TEFRİT" mertebesi, eksiklik ve noksanlıktır. İFRAT mertebesi ise, ziyadelik ve aşırılıktır. Amma "ADL" mertebesi, bunların vasatı, Yani, ikisinin ortasıdır.

İşte, Kuvve-i akliyenin mertebeleri:

1- Tefrit mertebesi: Gabavet ve geri zekalılıktır.

2- İfrat mertebesi: Şaşırtıcı cerbezekârlık ve demogojidir ki; akı kara, karayı ak göstermek gibi işlerin mantık dışı ve mânâsızlarıyla uğraşan ve bulaşan bir zekadır.

3- Adl olan vasat mertebesi: Bu mertebe Hikmettir ki;

وَ مَنْ يُوءْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا

ayeti, onun mahiyetini beyan ve tefsir eyler.

Bu taksimattan sonra, şunu da bil ki: Bu "Üç kuvve"lerin asılları i'tibarıyla, nasıl ki her birisi mezkûr mertebelere ayrılıp çeşitleniyor.. Öyle de, bu çeşitlerin fer'lerinden her bir dalı dahi, o üç mertebelere ayrılıp tenevvu' edebiliyor.

Mesela: "halk-ı ef'al" meselesinde; (Yani insanın ve hayvanın fiil ve hareketlerinin kimin icad ve yaratmasıdır" diye olan, kader ve cüz'-i ihtiyarî meselesinde) Ehl-i Sünnet mezhebi, cebr ile i'tizalin vasatıdır, ortasıdır.

Keza, "İtikad" da; "Tevhid" mezhebi, "Ta'til" ve" Teşbih"in[15] vasatıdır.

İşte buna göre, ehl-i Tevhid ve ehl-i hak mezhebi, itikadda "Sırat-ı mustakîm" olan vasat mezhebidir. Daha bu kıyas üzerinde misaller çoğaltılabilir.

KUVVE-İ ŞEHEVİYENİN MERTEBELERİ:

Bu kuvvenin "tefrit" mertebesi, "HUMÛD" dur. Yani, sönüştür ki, hiçbir şeye iştiha ve iştiyakı olmaz. "İfrat mertebesi ise, "FÜCÛR" dür ki, helal haram demeden neye rast gelse, iştihası kabarır.

Amma bu kuvvenin "Vasat"ı ise, "İFFET" dir ki, helale rağbet edip, haramdan kaçar... Ve daha bu asıl ve köke göre; Yemek, içmek, giymek ve saire gibi bütün fer' ve ayrıntılarını kıyasla.

KUVVE-İ GADABİYENİN MERTEBELERİ

1- Tefrit mertebesi: "Cebanet"tir ki, hiç korkulmayacak şeylerden de korkar, evham'a kapılır.

2- İfrat mertebesi: "Tehevvür"dür ki; istibdad, tehakkûm ve zulm'ün menşei ve babasıdır.

3- Vasat mertebesi: "Şecaattır ki; aşk u şevk ile İslâmiyet namusunun himayesi (izzet ve şerefinin korunması) ve Kelime-i Tevhid'in yüceltilmesi uğrunda ruh u canını bezledip feda eyler. Ve daha sair teferruatlarını bu misallere kıyas eyle!

İşte, -görüldüğü üzere- her "üç kuvve" nin ifrat ve tefrit mertebeleri olan "Altı yan"ları zulüm; "üç vasat" mertebeleri de, Adl ve âdalettir ki, sırat-ı müstakimdir. Yani

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

ayetine tabi' olarak âmeldir.. Ve bu Sırat-ı Müstakim köprüsü üstünden geçen adam, Cehennem'in üstüne uzatılıp konulmuş olan "Sırat Köprüsü"nden de geçmiş olur.

Fatiha 7[değiştir]

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

Ey aziz bilmiş ol ki, Kur'anın inci ve lü'lüleri tek bir ipliğe dizilmiş değillerdir. Belki (o harika) nazm ve diziliş, bir çok nakışların içersinde; -yakınlık ve uzaklıkça, zuhûr ve hafaca- mütefavit olan münasebetler ipliklerinin nescinden, dokunuşundan hasıl olmaktadır. Zira, İ'cazın esası, îcazdan sonra bu gibi nakışlardır.

Evet, mesela:

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

deki اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cümlesi اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ile münasebetdardır. Çünkü nimet, hamd'ın yakın arkadaşı ve bitişiğidir. Keza bu cümle, رَبِّ الْعَالَمِينَ ile de münasebetlidir. Çünki terbiyenin tammı ve kemali ise, giden nimetin ardından, yeni gelenlerin olmasıyladır. Hem yine aynı cümle, الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ile de münasebet içerisindedir. Çünkü peygamberler, şehitler, salihler ve âlimler; alemlere ve hususiyle insanlığa in'am edilmiş rahmettirler ve rahmet'in zahir misalidirler. Keza, ayn-i cümle; yani اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cümlesi, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ile de bağlantılı ve münasebetlidir. Zira, en hakiki ve en kâmil nimet "Din"dir. Yine ayn-i cümle نَعْبُدُ ye de bakmaktadır. Allah'a karşı ubudiyeti ve şekil ve adabını getiren, öğreten ve koyan Enbiya ve

Evliyalar bu işin pişdarı, imamıdırlar. Hem aynı cümle نَسْتَعِينُ ile de alakalıdır. Zira, Ma'bud-u Zülcelallerinden istianede bulunanlar (yardım dileğinde bulunanlar) muvaffak olmuş kimselerdir. (Yani: Cenab-ı Allah onlara ibadetin nurlarına mazhariyeti ihsan buyurmuştur. Keza ayni cümle, ياِهْدِنَا ile de münasebetlidir. Çünki hidayete ermiş olan o zatlar, فَبِهُدَاهُمْ اِقْتَدِهْ ayeti sırrıyle, (Meal-i Şerifi: "... O halde o geçmiş peygamberler'in hidayetli olan yollarına gir.. Ve onların nuranî cemaatlerine uy!..) Sırat-ı Müstakimin bilinmesi görünmesi, ancak o büyük nimetlere mazhar olmuş zatların mesleklerine münhasırdır. Onların yolları dışındaki yollar zulümatlıdır. İşte,

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

cümlesinin pek çok ve pek büyük ma'na mertebelerinden şu getirdiğimiz izah, ancak nûmunecik bir misaldir. Daha sair noktaları buna kıyas eyle!

Şimdi, tekrar aynı cümlenin kelimatının tahliline dönüyoruz:

Evet,

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

deki صِرَاطَ lafzında şöyle bir işaret vardır ki: "(Ey Rabbimiz, büyük ni'metlerine mazhar etmiş olduğun" Enbiya, Şüheda ve Sulehaların yolu, tariki; tecrübesi yapılmış bir yoldur. Bu yolun etrafı da ihata çemberiyle çevrilidir. Bu yola sıdk ile girip sülûk edenler -Biiznillah- bir daha çıkmaz ve yolunu kaybedip sapmazlar, sahil-i selamete ulaşır, çıkarlar.

الَّذِينَ lafzında ise, -bu kelime mevsûl olduğuna binaen, - mevsûlün şe'ni de dinleyici için gözönünde hazır ve ahdedilmiş bir şey olmalıdır.

İşte bu mânâ ile, şu الَّذِينَ olan "Mevsûl"[16] edatı işarettir ki; Beşer'in karanlıklı yolları içersinde (Yani vahye ve semavî dinlere ittiba etmeden kendi akıl ve vehimlerine göre felsefice yollarını ta'yin edip çizenler ma'nasıyla) Allah'ın "Sırat-ı müstekim" gibi aydın, nurlu bir yol ni'metine mazhar olmuş o Enbiya, Şüheda ve Sülehaların yüce şanlarına; ve hadsiz karanlık yollar içersinde yıldızlar gibi parlayıp yollarını aydınlattıklarına işarettir. Hal böyle olunca; bu kafile-i nûraniye, her bir dinleyicinin -araştırmasa da- gözü önünde adeta ahd edilmiş, ma'lum ve belli imamlar olarak görünmektedirler.

Amma الَّذِينَ nin Cem'iyetinde ise, (Yani: الَّذِي ile müfred olarak değil, الَّذِينَ yi Cemiyet ve Cemaat ile, Yani: "Cem" siğasıyla zikretmesi) O büyük hidayet ve iman nimetlerine mazhar olmuş zatlara ve onların "Sırat-ı Müstakim" olan yollarına ve ayrıca mesleklerinin hakkaniyetine "Tevatür" sırrıyla uymak ve tabi' olmak imkanının mevcut olduğuna remzetmek içindir. Evet, يَدُاللّٰهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ [17] Hadis-i şerifi de bu mânâyı, (yani, Hak yolunun cemaat-i kübrasına tabi' olmanın lüzumluluğunu) te'yid etmektedir.

Amma اَنْعَمْتَ kelimesi ve bunun mazî siğasıyla zikredilmesindeki ma'na ise; ni'meti taleb edip istemenin yoluna ve onun vesilesine işaret etmek içindir... Ve اَنْعَمْتَ deki ت nin Allah'a olan hitabı içerisindeki ona nisbet edilmesinde; kendisine de (yani, Fatihayı okuyana da) şefaatçi olduğunu bildirir. Gûya ki, Fatihayı -namazda- okuyan kimse der ki: "Ya İlahî! İn'am etmek senin şanındandır. Hem de fazl-u ihsanınla o in'amı -geçmişte- yapmışsın. Layık ve müstehak olmadığım halde, bana da o inamdan nasip buyur!" (Amin!)

Amma عَلَيْهِمْ kelimesindeki ma'na ise, Risalet'in ağır ve şiddetli yüküne ve Teklif'in pek büyük olan hamline işarettir. Aynı zamanda bu kelime îma ediyor ki: Onlar, (Yani: Peygamberler, şehitler ve salihlerle beraber, varisleri olan büyük müctehidler, müceddidler ve kutuplar) yüksek dağlar gibidirler ki; Risaletin yükünü ve teklifin (İlahi şeriatlerdeki emir ve nehiylerin teklifi) hamlini omuzlamışlardır. Aynı zamanda, bu kelime îma etmektedir ki: O büyük zatlar; -sahraları sulamak, feyizlendirmek için- yüksek dağlar gibi, Yağmur'un, fırtınanın şiddetli hal ve vaziyetlerine tahammül etmişlerdir. Yani: İlahî tecellilerin ve pek ağır ve ciddî hitabat-ı Sübhaniyenin ve çok şiddetli emir ve nehiylerin pek ağır yükleri altına, ümmetlerinin salah, necat ve tefeyyüzleri için girmişlerdir.

Amma, الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ de yapılan icmal ve ihtisarı

فَاُولٰئِكَ مَعَ الَّذِين اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ

[18] ayeti tefsir etmektedir. Zira ki Kur'an, birbirini tefsir eyler.

5- Eğer desen: Peygamberlerin meslekleri mütefavit (birbirinden farklı) ibadetleri de muhteliftir, neden!?.

Cevaben sana denilir ki: Onlara tabi' olmak ve cemaatlerine uymak meselesi ise, âkaid ve ahkamın asılları itibariyledir. Çünkü, akaid ve ahkâmın asılları, devamlı kalan ve değişmeyen sabit hakikatler olup, furûat gibi değişmeye kabil değillerdir. Zira furûât, zamanın değişmesiyle tagayyür ve değişim[19] gösterebiliyor.

Evet, nasıl ki dört mevsimler'in ve insan ömrünün mertebeleri vardır. (İnsanın ömrü; çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık mertebeleri gibi) ve keza, ilaçlar ve elbiselerin, mizaçlara ve mevsimlere göre ayrı ayrı tarzda olmasında tesirleri olmaktadır. Evet, bazı ilaçlar bir vakitte vücûda deva olduğu halde, başka bir vakitte zararlı düşebiliyor. Öyle de: Nev-i beşerin ömür mertebeleri (asırlar ve çağlar itibariyle) ahkamın furû'atında, (Yani: Ümmet ve milletlerin vaziyet, yaşayış ve hallerine göre) değişim göstermesinde te'sir ve rolleri vardır. Yani: Allah'ın vahyi ve emri ile değişen o teferruatlı hükümler, gelir ruhların devası kalplerin gıdası olurlar.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ önceki cümle ile olan nazm ve diziliş vechi:

Ey aziz bilmiş ol ki: Bu makam, "Havf ve Tahliye" makamı olması hasebiyle, (Yani, Korkulan yeri; ve dalalet ve sairenin kir, paslarını kalb ve ruhtan çıkarıp atma makamı olduğundan) sabık makamla münasip düşmektedir. Evet bu makam, (dinleyiciyi) hayret ve dehşet nazarı ile, - celal ve cemal ile tavsifi yapılmış olan Rububiyetin makamına baktırıyor ve bakıyor.

Sonra, iltica ve sığınma nazarıyla نَعْبُدُ deki ubudiyet makamına baktırmaktadır.

Sonra, Acz nazarıyla ينَسْتَعِينُ deki tevekkül makamına nazarı çevirtiyor.

Sonra, tesellî nazarı ile de, "Şu tahliye تخليه makamının daimî arkadaşı olan "Revac ve tahliye تحليه makamına (ümit ve süsleme makamı) baktırmaktadır.

Evet, Korkunç bir hadiseyi veya dehşetli bir emri görenin kalbinde en evvel doğan şey, "Hayret" hissidir. Sonra, ondan kaçma ve uzaklaşma meyli doğar. Sonra da, kaçmak ve uzaklaşmaktan çaresiz kalıp âciz kalınca, tevekkül meyli doğar. Bu tevekkül meylinden sonra da, bir ümid ve tesellî doğmaya başlar.

6- Eğer desen: Cenab-ı Hak -Azze ve Cell- Hakîm'dir, Ganîdir; acaba şerri, çirkinliği, dalaleti alemde halketmesindeki hikmet nedir?..

Cevaben sana şöyle denilir: Ey arkadaş! Şunu iyice bilesin ki: Kâinatta kemal, hayır ve hüsün maksud-u bizzattırlar. Hem bunlar kâinatın külliyatı ve erkânıdırlar. Şerr, kubuh ve noksan ise, o büyük rükünlere nisbeten cüz'iyât ve küçük şeyler olup; hilkatte azınlık, teba'î ve dağınıktırlar. Bu cüz'î şer ve noksanlıklar'ın Halıkı; bunları Hüsün, güzellik ve kemal arasında dağınık bir tarzda halkeylemiş olması; bunların zatiyetleri i'tibarıyla değil, belki hayır, hüsün ve kemal'in hakaik-i nisbiyelerinin[20] zuhûrlarına, belki de vücûda gelmelerine bir mukaddime ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar diye yaratılmışlardır.

7- Eğer desen: Hakaik-i nisbiyenin ne kıymetleri vardır ki, vücûda gelmeleri yolunda cüz'i şerler istihsan edilip yaratılsın?..

Cevaben sana denilir: "Hakaik-i nisbiyye" dediğin şeyler, kâinat arasında bağlar ve rabıtalardır. Hem Kâinatın nizamı, bunların iplerinden dokunmuş ve örülmüştür. Ve enva'-i Kâinat'ın ayrı ayrı nev'ler halinde birer birlik ve ayrı birer teşahhus kesbetmesinin vücûdu da, onlardan in'ikâs etmiş şualardır. Ayrıca, hakaik-i nisbiyeler, hakaik-i hakikiyeden binler defa daha fazladırlar. Evet, bir Zat'ın hakikî sıfatları şayet yedi dane olsa; nisbî hakikatleri yediyüz olabilir. Öyle ise, hayr-ı kesir'in hatırı için, şerr-i kalil bağışlanır, belki de hayr-ı kesire vasıta olduğu için, beğenilerek alınır. Zira ki, içerisinde az bir şerr vardır diye, hayr-ı kesiri terketmek, şerr-i kesir olur. Hem "hikmet" in ve kâinat ve beşeriyetin maslahatı nokta-i nazarında; az olan bir şerr, çok olan bir şerr ile mukabeleye gelmesi takdirinde; o az olan şer, bil-gayr ile hasen olur diye ilm-i usul-u[21] Şeriatta, zekat ve cihad gibi meselelerinde takarrur etmiş kaidelerindendir. [22]

Amma meşhur olan

اِنَّمَا الْاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا

nin, Yani: "Eşya, ancak zıddlarıyla bilinir, tanılır"ın mânâsı ise: Bir şey'in zıddının bulunması, o şey'in hakaik-i nisbiyesinin zuhuruna sebeptir. Mesela: Eğer çirkinlik olmamış ve güzelliğin arasına karışmamış olsaydı; o zaman hüsnün, güzelliğin, iyiliğin ğayr-ı mütenahî mertebeleri tezahür etmeyecekti.

8- Eğer desen: Şu gelen üç kelime اَنْعَمْتَ ve مَغْضُوبِ ve ضَالِّينَ de fiil, ism-i mef'ûl ve ism-i fâilin yanyana ve beraberce kullanılmasındaki tefavütün vech-i hikmeti nedir? Hem aynı kelimelerde -mealleri itibariyle- ضَالِّينَ ile üçüncü fırka sıfatının الْمَغْضُوبِ ile ikinci fırka sıfatının akibetinin ve اَنْعَمْتَ ile birinci fırka sıfatının ünvanını dile getirerek zikretmelerindeki tevafütün (birbirinden uzak vasıflarının zikri) hikmeti nedir?

Cevaben sana denilir: اَنْعَمْتَ de sadece ni'met'in ünvanını, adresini seçip zikretmiştir. Yani: Vasfını ve şeklini bildirmeden adresini vermiştir. Bunun hikmeti de; ni'metin kendisi bir lezzet olduğu için, nefisler ona hep meyildar olduğunu bildirmektir.. Ve اَنْعَمْتَ yi mazî fiiliyle zikretmesindeki mânâ da, işarettir ki; Kerim-i Mutlak olan Cenab-ı Hakk'ın i'ta edip bahşeylediğ bir ni'meti, geri alıpta götürmeyecek bir şana sahiptir.

Hem yine bunun mazi fiili sigasıyla olan zikrinde; Cenab-ı Mun'im-i hakikînin ni'metleri verme, lâkin geri almama adetini izhar eylemek suretiyle; istenilen şey'in vesilesine remzetmek içindir. Yani ki fatihayı okuyan kimse, sanki diyor: "Ya Rabb, in'am etme senin şanın olduğu için; geçmişte de hep bu in'amı yapmışsın, ne olur bana da o in'amdan lutfeyle!"

İkinci Fıkra Sıfatının Akîbeti

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ den mûrad, şu olsa gerektir ki: "Onlar ki madem Kuvve-i Gadabiyenin ifratıyla hududu aşarak, tecavüz ile zulmettiler.. Ve Yahûdiler'in inad ve temerrüdleri nev'inden, akidenin ahkamını terketmekle fıska girdiler.. Ve madem fısk ve zulmün özünde menhûs bir lezzetin ve habis bir izzet'in mevcudiyeti yüzünden, nefisler nefret edip onu terkedemiyor. İşte Kur'an-ı Hakîm dahi bu noktada, bütün nefisler'in nefret edip kaçacağı olan müthiş akibetlerini zikreyledi, ki o da: Allah'ın gazabının nüzûlüdür.

Hem اَلْمَغْضُوبِ de, devam ve istimrar şanında olan ism-i mef'ûlu ihtiyar etmiş olmasında, şöyle bir işaret vardır ki; tevbe ve afv ile inkıta' ederek son bulup kesilmeyen isyan ve şerler, artık bütün bütün silinmez bir damga, bir alamet olmuş olurlar.

Üçüncü Fıkranın Bahsi ve Mevzûu

وَلَاالضَّالّ۪ينْ den murad ise; onlar ki vehm u hevaları, akl ve vicdanlarına galebe etmesi sebebiyle Tarik-i haktan saptılar; ve Nasara safsataları gibi, batıl itikadlarla nifak'ın içine düştüler. Kur'an-ı Hakîm dahi bu noktada, onların sıfatlarının mahiyetini dile getirmeyi ihtiyar eyledi. Zira ki, dalaletin mahiyeti ve özü öyle bir elemdir ki- Neticeyi görmeseler de- kalbleri nefret ettirilip, ruhları da ondan kaçarlar.

Ve ضَالِّينَ i ism-i fail ile zikretmesi ile, îma eder ki; Dalalet, o zaman gerçek dalalet olur ki; kesilmeyip devam ede... Evet, Kat'iyyen bil ki: Bütün elemler ve azaplar dalalette; ve umum lezzetler, safalar ve sevinçler ise imandadır.

Eğer bu hakikatı tam görmek[23] istiyorsan; şöyle bir şahsın halını farazî olarak gözönüne getir ki: Kudret-i İlahiyenin eli o şahsı hiçlik ve adem zûlûmatından çıkarıp, şu korkunç bir sahra gibi olan dünyaya bıraktı. O şahıs, gözlerini açarak, etraftan şefkat görme talebiyle baktığında, görür ki: Belalar, musibetler ve hastalıklar, her taraftan düşmanlar gibi ona hücûm etmektedirler. Sonra bu şahıs, merhamet bulma ümidiyle unsurlara ve tabiatlara nazar eyler, görür ki; katı kalpli, merhametsiz şeylerdir, aleyhinde dişlerini biliyorlar. Sonra, bu şahıs, başını kaldırdı, yardım alma ümidiyle ecram-ı ulviyeye baktı, gördü ki: Pek heybetli ve müthiştirler. Adeta her birisi korkunç, büyük toplar'ın ağzından fırlayıp çıkan ve onun etrafından geçen ve onu tehdit eden ateşten mermilerdir.

İşte bu şahıs, bunları böyle görünce, hayret ve çaresizlik içine düştü. Bu halleri görmemek ve onlardan kaçıp gizlenmek için başını eğdi, nefsini ve kalbini mutala'a etmeye başladı. Baktı ki, ne görsün; nefis ve ruhunun binler hâcetlerinin feryadları ve fakr u ihtiyaçlarının pek çok enin ve iniltileri işitilmektedir. Sonra da; bu hal ve vaziyetlerden tevahhuş edip ürkerek, bir iltica ve bir sığınma yeri olan kendi vicdanına baktı, gördü ki; uzayıp giden binlerce heyecanlı emelleri var ki, dünya onları doyuramıyor.

Şimdi, Ey arkadaş! Gel, Allah için söyle! Eğer bu şahıs; (Hilkatin, kâinat ve mevcudat'ın ilk ve evvel yaradıcısı Cenab-ı Hak olduğu gibi; Ahireti de halk eden ve edecek ancak O' dur olan ma'nasıyle) Mebde' ve meada, Sani' ve haşre itikad etmezse, hali ne olur? Cehennem'in ateşi, onun başındaki haletten daha şiddetli ve ruhunu yakan vaziyetten daha yandırıcı olur mu sanırsın?!..

Evet, böylesi bir şahsın başında hiç çaresi yok; korku ve heybet, acz ve ra'şet (titretici havf) ızdırap ve vahşet, kimsesizlik ve yeisten terekküb etmiş bir hal vardır. Zira, bu şahıs, bu itikad ve şu vaziyette iken, kendi iktidarına müracaat ettiği zaman, onu acz ve zaa'f içersinde çırpınan bir halde görüyor. Hem hacetlerini teskin eylemek ve feryatlarını susturmak üzere ona yöneldiğinde, hiç susmadıklarını, belki sayhalar vurarak bağırdıklarını müşahede ediyor. Yine bu şahıs, feryad ederek imdad istese de, sesini işitecek ve kendisine yardım edecek kimseyi bulamıyor; her şeyi düşman zannediyor.. Ve her şeyi garip, kimsesiz tehayyül ediyor. Ve hiçbir şeyle ünsiyet edip eğlenemiyor. Şayet yıldızların deveran ve hareketlerine baksa; vicdanı parçalayan korku ve dehşet içinde ürküntü ve müz'iç bir nazarla bakıyor. (Şimdi bu şahsı bu halde bırak, dön ve gel.)

Sırat-ı müstakim'in caddesi üzerinde olan ve nur-u imanla vicdanını ve ruhunu ziyalandırmış, ışıldatmış olarak tesavvur ettiğimiz aynı o şahs'ın, şimdi buradaki halini teemmül edip bak! Nasıl da görürsün ki; bu zat, ayağını dünya içine bastığı ve gözlerini açıp baktığı zaman; hücum eden bütün haricî âdiyâtın, yani musibet ve belaların karşısında bir "nokta-ı istinad" bularak, ona dayanıp istirahat ediyor. İşte, o nokta-i istinad ise, Marifet-i Sani'dir. (yani kâinatın Saniini tanıyıp, bilip, iman ederek itaat etmektir.)

Sonra, aynı bu insan; ebede uzanmış giden isti'dadlarını ve emel ve arzularını teftiş ettiğinde bakar, görür ki; binlercedir. Ve bütün bunların temini hususunda, nefsinde gayet büyük bir acz ve fakr hissettiği zaman; bir nokta-ı istimdad olarak Saâdet-i ebediyeye olan imanı ve onun ma'rifetini buluyor ve ona dayanıyor. İşte bu nokta-i istimdattan emelleri imdat almaya ve o istimdad noktasının ab-ı hayatından da içmeye başlarlar.

Hem sonra, bu şahs-ı mü'min, başını kaldırıp kâinat'ın mevcudatına baktığında, her şeyle ünsiyet etmeye başlıyor ve gözleri her bir çiçeğinden ünsiyet ve tehabbüb topluyor. Aynı zamanda kâinat'ın ecram ve kürelerinin harekâtında, Halıklarının hikmetini müşahede ederek, onlar'ın temaşasıyla tenezzüh edip, ibret ve tefekkür nazarıyla bakıp seyrediyor. Adeta güneş, lisan-ı haliyle ona seslenerek diyor. "Ey kardeş! Benden tevahhuş edip ürkme! Sen hoş geldin, safa geldin. Ben ve sen beraber ve yanyana Zat-ı Vahid-i Ehad'in hizmetçileriyiz. Onun emirlerine muti'leriz. Hem ay ve yıldızlar, denizler ve karalar ve sair mevcûdat, hususî dilleriyle, her birisi ona sesleniyor ve ona remzen gözkırparak: "Ehlen ve sehlen hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız." diyorlar. Hem "bak, hepimiz senin mâlikinin hizmetiyle meşgulleriz, bizden sıkılıp da tevahhüş etme! Hem dış görünüşüyle na'reler savuran belaların tehditlerinden de korkma; çünki her şey'in dizgini senin Halıkının elindedir."

İşte bu şahıs, evvel ki haletinde, vicdanının derinliklerinden gelen şedid bir elem ve korkuyu hissediyor ve bundan kurtulamak için, ya da onu biraz gevşetmek ve azıcık bir tesellî bulmak için de, hissinin iptaline (duygularını körletmeye) medar olmak üzere, kendini gaflet içine atmaya, ya da dünyanın malayanî işlerinin ayrıntılarıyla meşgul olmaya muztar kalıyor, ta ki vicdanını aldatsın ve ruhunu uyutsun. Yoksa, içinde bulunduğu haletini -eğer inceleyerek düşünse- vicdanının ka'rını, dibini yakan derin bir elemi, bir azabı hissedecektir. İşte bundan anlaşılıyor ki; kişinin tarik-i haktan uzaklığı nisbetinde, elem ve azabın te'siri de ona göre oluyor ve tezahür ediyor.

Amma ikinci halette ise, ruhunun dibinden âli bir lezzeti ve âcil bir saadeti hissetmektedir. Kalbini ne kadar îkaz eyliyebilmişse, vicdanını tahrik eylemişse, ruhunu duyarlandırmışsa; o nisbette saadeti, mutluluğu da artacak ve ona ruhanî Cennetler'in kapılarının açılış müjdeleri gelecektir.

اَللّٰهُمَّ بِحُرْمَةِ هٰذِهِ السُّورَةِ اِجْعَلْنَا مِنْ اَصْحَابِ الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ آمِين

Önceki Risale: Mukaddemeİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 1: Huruf-u Mukattaa: Sonraki Risale

  1. Siyah olarak yazılmış kısmın, Arapçasıyla birlikte, Hz. Üstad tarafından takrirli ders tarzında Türkçe söylenmiş, Arapçasını da beraber dercedilmiştir. Arkasında gelen, normal harflerle olanı fakirindir. Abdülkadir Badıllı
  2. Yedi nev'i i'caz, küllî i'caz unsurlarıdır ki; en kısaca tarifi Asar-ı Bediiyye kitabının "Rumûz" adlı risalesindedir. Mütercim
  3. Sıfat-ı ayniyye veya tenzihiye veya sıfat-ı Zatiyye veya selbiyye ise (Vahdaniyyet, Kıdem, Beka, Muhalefetünlil havadis, Kıyamün binefsihi ve Vücûddur.) Mütercim
  4. Sıfat-ı gayriyye-i fiiliye: (GAFFAR. REZZAK, MUHYİ, MÜMÎT) ve emsali gibi sıfatlardır. Mütercim-
  5. Sıfat-ı Seb'a ve ya Sıfat-ı Sübûtiyye ise: (HAYAT, İLİM, İRADE, KUDRET, SEM', BASAR, KELAM) ve İmam-ı Matüridiye göre, sekizincisi Tekvin) dir. Mütercim
  6. Bu sûreler: (Enâm, Kehf, Sebe' ve Fatır) sûreleridir. Mütercim
  7. Meşhur İmam Ebu İshak-ı İsferayinî "Hâşiyet-üş Şihab âla Suret-il En'am" adlı eserinde bu sûrelerin başlarındaki اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ın her birisi ayrı ayrı büyük ve temel nimetlere baktığını kaydetmiştir. (Bk.: Aynı eser C. 4, Sh. 2) S. Yüksel
  8. Ayetten iktibasen alındığı için, bu tarzda kaydedilmiştir.. Âyeti, Zariyat sûresi 56. numaradadır. -Mütercim
  9. Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları, A. Badıllı 2. baskı, sh: 808 sıra no: 830. Bu hadisin bir çok me'hazleri ve bu mânanın tahkikatı vardır. Mütercim
  10. Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları, A. Badıllı 2. baskı, sh: 808 sıra no: 830. Bu hadisin bir çok me'hazleri ve bu mânanın tahkikatı vardır. Mütercim
  11. Yirmidokuzuncu Mektub'un Birinci Kısmının Altıncı Nüktesi olan "Nûn-u Na'büdü"ye dair parçaya da bakmakla çok faideler elde edilebilir. Mütercim
  12. Bu Hadis-i Şerif mütevatir hadislerdendir. Bir çok kaynaklarının tesbiti, "Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları 2. baskı -A. B. - sh.: 809, sıra no: 831 dedir. Mütercim
  13. Şükr-ü Örfinin tarifi şöyledir: Cenab-ı Hakk'ın kendi abdine in'am eylediği kulak, burun ve göz gibi bütün a'zaları yaratıldıkları hikmet ve gayesine göre sarf eylemektir. Yani: İbadet cihetinde herbirisini Allah'ın emreylediği tarzda çalıştırmaktır. -El muhit-ül Mühît B. Bistam sh: 476- Mütercim
  14. Taha Sûresi 50. ayetten, ya da A'la suresi 3. ayetten iktibasen alınmış olmakla beraber, Arabî metinde "ayettir" dememiştir. Mütercim
  15. Ta'til ve Muattıla mezhebi: Yirmibeşinci Söz'ün, Birinci Şulesinin, Birinci Şuanın, Beşinci noktasının ikinci misalinde izahı yapıldığı üzere, şöyledir:
    Allah'ın bütün fiil ve işlerini sebeplere isnad edip; kâinatta her iş ve emr'in Allahü taalanın irade ve kudretiyle olan icad ve idaresini inkâr eden ve bunu sebeplere ve tabiatlara bağlayan kör ve sağır bir kısım felsefecilerin mesleği) Mütercim
    ("Teşbih" ise, Allaha ait sıfatları, mahlukatınkine benzeten ve ona göre batıl yorumlarla izahlarda bulunan bir diğer anlayışsız, idraksız felsefeci gurubunun mezhebidir.) Mütercim
  16. Esma-i mevsule diye isimlendirilmiş olanlardan الَّذِينَ ve الَّذِي kelimesi, lûgatça "bitiştirilmiş, ulaştırılmış manasıyla; bir cümlenin ifade ettiği manalar, arkasında gelen cümle onu tamamlıyorsa, bu iki cümle arasına الَّذِي ile bitiştirmeye "mevsûl" denilir. Mütercim
  17. Hadisin mehazı için bak: Risale-i Nur'un Kudsî Kayn. 2. baskı, sh: 843 Sıra no: 905 Mütercim
  18. Bu ayetin geniş tefsir, izah ve tam meâlini arzu edenler, "Yedinci Lem'a"nın tetimmesi kısmına baksınlar. Ayet, Nisa' suresi 69. sırasındadır. Mütercim
  19. İçtihad Risalesi olan 27. Sözün hatimesi buradaki icmalin bir şerhi mesabesindedir. İstersen oraya müracaat et, bu meselenin tam halli yapılmış olduğunu göreceksin. Evet, şeriatın furuatında olan tegayyür ise ancak vahy ile ve peygamberlerin emriyledir. Yoksa, şunun bunun kafası değil. Mütercim
  20. "Hakaik-i nisbiye" meselesi Risale-i Nur'un bazı yerlerinde, hususan "Pencereler" Risalesinin 26. penceresinde izahı vardır. Hülasası şudur: Mesela, şu adam cesurdur, elbetteki birilerine göre cesurdur. Sonra bu adam daha cesur birisiyle karşılaşınca, bu defa buna göre o adam cesurdur... Ve hakeza, cesaret gibi güzellik, ilim, sanat ve sairedede bu hal yürütülebilir. -Mütercim
  21. İlm-i usul-u şeriattan olan bu mesele: "Ehvenişşerreyn ihtiyar edilir" ile ta'rif edilmiştir. Mütercim
  22. NOT: Risale-i Nur da bu mesele, çok yerlerinde izah edilmiş, hülasası şudur: Düşman gelmiş, memleketin hududuna dayanmış, istila etmek üzeredir ki büyük şerdir. Buna karşı "cihad" için asker ve ordu hazırlamakta bazı zahmetler, meşakkatler de olacaktır ki, az şerdir. Eğer bu az şerli işi yapmazsak; düşman gelir, memleketi istila eder; İslâmın izzet, şeref ve namusu payımal olur ve hakeza! Mütercim
  23. Bu hakikatın daha şirin ve daha parlak izahatını görmek ve almak istiyorsan; "Lemaat" eserinin sözlerdeki sh: 740, ve Asar-ı Bediiyyedeki -2. baskı- sh: 951'e bak. Mütercim