Risale:28. Mektubun 7. Meselesinden: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
(Sayfa içeriği "Kategori:Rumuzat-ı Semaniye ''Önceki Risale: 29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)Rumuzat-ı SemaniyeRumuzat-ı Semaniye Fihristi: Sonraki Risale'' ''Önceki Risale: 29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye) ← Risale:Rumuzat-..." ile değiştirildi)
Etiket: İçerik değiştirildi
 
(Aynı kullanıcının aradaki diğer 2 değişikliği gösterilmiyor)
2. satır: 2. satır:
''Önceki Risale: [[Risale:29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)|29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)]] ← [[Risale:Rumuzat-ı Semaniye|Rumuzat-ı Semaniye]] → [[Risale:Rumuzat-ı Semaniye Fihristi|Rumuzat-ı Semaniye Fihristi]]: Sonraki Risale''
''Önceki Risale: [[Risale:29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)|29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)]] ← [[Risale:Rumuzat-ı Semaniye|Rumuzat-ı Semaniye]] → [[Risale:Rumuzat-ı Semaniye Fihristi|Rumuzat-ı Semaniye Fihristi]]: Sonraki Risale''


=Yirmi Sekizinci Mektub'un Yedinci Meselesindeki Mahremce Bir Suale Cevap=


(Makam münasebetiyle buraya alınmıştır.)


Şu sırr-ı inayet eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Söz'ün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burası imiş ki gizli kalmış.


Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'an'dan yazdığın Sözler'de bir kuvvet, bir tesir var ki müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitap kadar tesir bulunuyor?"


Elcevap: -Güzel bir cevaptır- Şeref, i'caz-ı Kur'an'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâ-perva derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir, teslim değil imandır, marifet değil şehadettir şuhuddur, taklit değil tahkiktir, iltizam değil iz'andır, tasavvuf değil hakikattir, dava değil dava içinde bürhandır.
Şu sırrın hikmeti budur ki: Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zat-ı Zülcelal, Kur'an-ı Kerîm'in en parlak mazhar-ı i'cazından olan temsilatından bir şulesini; acz ve zaafıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur'an'a ait yazılarıma ihsan etti.
Felillahi'l-hamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi.
Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı.
Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.
Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehm ü hayal, hattâ nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu.
Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-ı Kur'aniyenin lemaatındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur'an'ındır.
==Yedinci Mesele'nin Hâtimesidir==
Sekiz inayet-i İlahiye suretinde gelen işarat-ı gaybiyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı izale etmek ve bir sırr-ı azîm-i inayeti beyan etmeye dairdir.
Şu Hâtime dört nüktedir:
===Birinci Nükte===
Yirmi Sekizinci Mektub'un Yedinci Mesele'sinde yedi sekiz küllî ve manevî inayat-ı İlahiyeden hissettiğimiz bir işaret-i gaybiyeyi "Sekizinci İnayet" namıyla "tevafukat" tabiri altındaki nakışta o işaratın cilvesini gördüğümüzü iddia etmiştik. Ve iddia ediyoruz ki: Bu yedi sekiz küllî inayatlar, o derece kuvvetli ve kat'îdirler ki her birisi tek başıyla o işarat-ı gaybiyeyi ispat eder. Farz-ı muhal olarak bir kısmı zayıf görülse hattâ inkâr edilse o işarat-ı gaybiyenin kat'iyetine halel vermez. O sekiz inayatı inkâr edemeyen, o işaratı inkâr edemez.
Fakat tabakat-ı nâs muhtelif olduğu hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam gözüne daha ziyade itimat ettiği için; o sekiz inayatın içinde en kuvvetlisi değil belki en zahirîsi tevafukat olduğundan -çendan ötekiler daha kuvvetli fakat bu daha umumî olduğu için- ona gelen evhamı def'etmek maksadıyla bir muvazene nevinden, bir hakikati beyan etmeye mecbur kaldım. Şöyle ki:
O zahirî inayet hakkında demiştik: Yazdığımız risalelerde, "Kur'an" kelimesi ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor; hiçbir şüphe bırakmıyor ki bir kasd ile tanzim edilip muvazi bir vaziyet verilir. Kasd ve irade ise bizlerin olmadığına delilimiz, üç dört sene sonra muttali olduğumuzdur. Öyle ise bu kasd ve irade, bir inayet eseri olarak gaybîdir. Sırf i'caz-ı Kur'an ve i'caz-ı Ahmediyeyi teyid suretinde o iki kelimede tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmiştir.
Bu iki kelimenin mübarekiyeti, i'caz-ı Kur'an ve i'caz-ı Ahmediyeye bir hâtem-i tasdik olmakla beraber; sair misil kelimeleri dahi ekseriyet-i azîme ile tevafuka mazhar etmişler. Fakat onlar, birer sahifeye mahsus. Şu iki kelime, bir iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demişiz: Bu tevafukun aslı, sair kitaplarda da çok bulunabilir; amma kasd ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garabette değildir.
Şimdi bu davamızı çürütmek kabil olmadığı halde, zahir nazarlarda çürümüş gibi görmekte bir iki cihet olabilir:
Birisi: "Sizler düşünüp öyle bir tevafuku rast getirmişsiniz." diyebilirler. "Böyle bir şey yapmak kasd ile olsa rahat ve kolay bir şeydir."
Buna karşı deriz ki: Bir davada iki şahid-i sadık kâfidir. Bu davamızdaki kasd ve irademiz taalluk etmeyerek, üç dört sene sonra muttali olduğumuza yüz şahid-i sadık bulunabilir.
Bu münasebetle bir nokta söyleyeceğim: Bu keramet-i i'caziye, Kur'an-ı Hakîm belâgat cihetinde derece-i i'cazda olduğu nevinden değildir. Çünkü i'caz-ı Kur'an'da, kudret-i beşer o yolda giderek o dereceye yetişemiyor. Şu keramet-i i'caziye ise kudret-i beşerle olamıyor; kudret, o işe karışamıyor. Karışsa sun'î olur, bozulur.
===İkinci Nükte===
Mübarek bir zatın kıymettar bir tefsir-i şerifinde bazı kardeşlerim o mübarek tefsiri görmüşler, güzel tevafukatı müşahede etmişler. Hatırlarına şu gelmiş: "Öyle ise Sözler'deki tevafuk bir işaret-i hâssayı göstermiyor. Madem tefsirlerde bulunuyor, elbette sair şerh nevinden de olan kitaplarda çok bulunabilir."
Elcevap: Sözler'i ona kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Beş farkı var.
O mübarek tefsirde tevafukatı, hulus-u niyete terettüp eden bir muvaffakıyet ve ilham-ı âmm nevinden olur. Sözler'de yani "Kur'an" ve Lafz-ı Resul-i Ekrem kelimesindeki tevafukat o neviden değildir.
====Birinci fark====
O mübarek tefsir, bir sahifeye mahsus olarak bazı mebahis tevafuk ediyor. Sözler'de ise Lafz-ı Kur'an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem bütün iki kitapta hattâ on altı sahife içinde yüz defa Lafz-ı Kur'an zikredilmiş, yalnız üç adet müstesna kalmış. Hattâ On Sekizinci İşaret'in bir yaprağında on dört "Kur'an" kelimesi var. Yedisi bir sahifenin ortasında bir sırada dizilmiş. Diğer yedisi arkasında aynı mevzû'da bir istikamette görünüyor. Bunun gibi garib ve kasdı ve iradeyi gösteren çok sahifeler var. Halbuki o mübarek tefsirde Lafz-ı Resulullah yine hâssasını gösterir, nısf-ı ekser tevafuk ediyor, fakat nısf-ı ekall müstesna kalıyor. Risalelerin sair tevafukatı ise ekseriyet-i mutlaka ile emsali birbirine bakıyor. Tefsirde Lafzullah ile Lafz-ı Kur'an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem'den (asm) başka kesretli emsalde nısf-ı ekall tevafuk ediyor.
====İkinci fark====
O mübarek tefsirin sahibi, şu zamanın hakikat-i dini himaye eden ricallerden olduğunu tahminimle beraber, tefsiriyle de dine büyük hizmeti var. Fakat mesmuatıma ve tahkikatıma nazaran on beş sene kemal-i dikkat ile o tefsirin telifine çalışmış. Hem benim gibi ümmi değil, hattı güzel, kendi yazıyor. Kur'an-ı Hakîm'in kelimatında Lafzullah'ta gayet güzel ve şirin tevafukat elbette nazarından kaçmamış. Nazarından kaçsa da istihsan-ı fikrîden hariç kalmamış. Madem göz gördüğü latîf bir tevafuku ve fikren istihsan ettiği Kur'anî vaziyeti elbette yazdığı vakit onu bozmamış, bozmamaya gayr-ı şuurî olarak meyletmiş. Bununla beraber kemal-i dikkatle tab'ı başında bulunarak gayet güzel bir surette satırlar da kayıt altında olmayarak kemal-i ihtimamla tab' edilmiş. Bunda Lafzullah, Lafz-ı Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hâsiyetlerine binaen ekseriyetle tevafukları güzel, fakat müstesnaları da çoktur. Bazen yarısından ziyade müstesna kalır. Sair tevafukat bazen yedi sekizde bir iki bulunur. Bazen onda bir bulunur. Sekiz satırda<ref>Evet işte ben, Süleyman, Tevfik, Hüseyin, Abdullah Çavuş gözümüzle gördük ki: Bir kitabın küçük sahifesinde kısa satırlarında on {{Arabi|يَشَاءُ}} kelimesi bulunduğu halde hiçbirisi birine muvazi gelmemiş. Hem yine diğer bir kitapta kısa yedi satırlarda beş {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} bulunduğu halde hiçbirisi birisine Sözler'deki muvazenet nevinden muvazi gelmiyor. Demek Sözler'deki tevafukat tek bir sahifede dikkat edilse bir işaret-i gaybiyeyi işmam ediyor.<br />
Haydi sahifeyi bıraksak bütün bir risalede o nevi tevafukatın vücudu o işareti ihsas ediyor.<br />
Haydi bunu da bıraksak Lafz-ı Resul-i Ekrem (asm) ve Lafz-ı Kur'an iki risalenin umumunda nadir olarak müstensihin dikkatsizliğiyle müstesna kalandan başka bütün birbirine muvazi gelmesi, işaret-i gaybiyeyi pek zahir gösterir.<br />
Haydi bu da görülmezse, Yirmi Sekizinci Mektub'un Yedinci Meselesi'ndeki yedi inayet-i külliye öyle kat'î bir işaret-i gaybiyeyi gösterir ki zerre kadar insafı olan kabulünde tereddüt etmez.<br />
Elhasıl: Nasıl ki ince iplerin birleştirilmesiyle kalın bir ip olur, çabuk kopmaz. O ipler dahi çoğu birleştirilse kalın bir halat olur, kimse eliyle koparamadığı gibi... Sözler'in sahifelerinde görünen ince işaretler hatları, bütün risalelerdeki tevafukata iltihak edip kuvvetleşmiş. Hususan Resul-i Ekrem (asm) kelimesinde ve Lafz-ı Kur'an ibaresinde parlayan zahir işarata istinad edip teeyyüd etmiş. Bilhassa o mezkûr yedi inayet-i külliyeden feveran eden işarata iltihak ettikten sonra bütün bütün kör olmayan görür. Demek bir sahifedeki işaratı inkâr etmek, istinad ettiği bütün öteki işaretleri inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü bir sahife, bir tereşşuhtur. Bir büyük menbaa işaret eder. Vesselâm.</ref> bir kelime on defa tekerrür ettiği halde tevafuk etmemiştir ve hâkeza... Şu âciz, müflis, fakirin hizmet ettiği risaleler ise, bütün arkadaşlarım ve kardeşlerim şahittirler ki ben kendim yazmıyorum. Hem bir cilt tefsir kadar tetkikata muhtaç ve iki yüz sahifeden ibaret olan i'caz-ı Kur'an namındaki risale, mühim bir sebebe binaen günde iki üç saatte kırk sahife yazmak suretiyle birkaç günde telif edildi. Demek yirmi saat zarfında yazılmıştır. Halbuki o tefsirin bir cildi bir senede yazılmıştır. Mu'cizat-ı Ahmediye'ye (asm) dair risale ise bütün arkadaşlarımın şehadetiyle telif vaktinin mecmuu on iki saatten ibarettir. Hem telif vaktinde sair kitaplara nakil için müracaat edilmemiştir.
Şu halde o iki risalede ayrı ayrı sekiz müstensihin risalelerinde Lafz-ı Kur'an ile Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yirmi dörtten biri ya iki, nihayet üç dört müstesna kalıp sairleri kasd ve iradeyi gösterecek bir derece tevafuk etmesi kudretimizle ve sun'umuzla ve kendi kendine tesadüfle olmadığını insafı olan belki şuuru bulunan kabul etmek gerektir.
====Üçüncü fark====
O mübarek tefsir, şerhtir. Âyâtın manalarını ve terkibat-ı nahviyelerini tahlil ve tefsir eder. Bir kelimeyi bir makamda çok tekrar etmeye mecbur olur. Kesretli kelimat her halde bir sahifede tevafuk eder. Fakat tevafuk eğer tam ise ilhamî bir muvaffakıyettir. Noksan ise yalnız müstahsen bir muvaffakıyettir.
Sözler ve risaleler ise metindirler, şerh ve tefsir değil ki bir makamda bir kelimeyi çok tekrara mecbur olsun. Hem tevafuk geldiği vakit, ekseriyet-i mutlaka ile tevafuk ediyor. Bundan hissettik ki Lafz-ı Kur'an ile Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm'daki tevafukatın şuâıdır. O iki risaleye ve bir kısım Sözler'e in'ikas etmiş.<ref>On Dokuzuncu Mektub'un On Sekizinci İşareti'nde bir nüshada, bir sahifede dokuz {{Arabi|قرآن}} tevafuk suretinde bulunduğu halde birbirine hat çektik, mecmuunda {{Arabi|محمّد}} lafzı çıktı. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz {{Arabi|قرآن}} tevafukla beraber, hat çektik, mecmuunda Lafz-ı {{Arabi|اللّٰه}} çıktı. Tevafukta böyle bedî' şeyler çok var.<br />
Bu hâşiyenin mealini gözümüzle gördük.<br />
Bekir, Galib, Tevfik, Süleyman, Said Nursî</ref>
====Dördüncü fark====
O tefsir-i mübarekin sahifeleri uzundur. Yirmi, yirmi beş satır var. Bazen olur bir kelimeyi yirmi defa tekrar etmiş. Uzun sahifelerde kesretli emsalin içinde nâkıs tevafuku zahir nazara göre tesadüf edilebilir. Halbuki risaleler on iki, on üç satırlı olduğu halde bir kelime kesretli değil, birkaç defa tekrar ediyor. Ekseriyet-i mutlaka ile beşte dördü tevafuk eder. Yalnız bir saatte yazılan bir risalede bir sahifede "şükür" kelimesi on beş defa mukteza-yı makam olarak yerinde tekrar etmiş. Fakat umumu bilâ-istisna üç kısma inkısam edip beşer beşer, birer sırada kemal-i tevafukla sıralanmış. Diğer cihette<ref>Sonra yedi beşe indi, çünkü iki kelime ayrı tevafuk eder. Beraber bulunsa çok seyrek görünür, sun'î zannedilir. Baktık beş kere beş tevafuk oluyor. Beş adedi, benim indimde ehemmiyetli sırrı var.</ref> yedi defa tam bir sırada muvazi gelip bazı nüshada ortasında, diğer nüshada satır başlarında dizilmiş. İşte bu vaziyet bizde şüphe bırakmadı ki bir işaret-i hâssa var.
====Beşinci fark====
O tefsir-i şerifte Lafzullah ve Resulullah kelimesinde başka bir ıttırad altında değil, bir neskle gitmiyor, manidar görünmüyor. Bazı yedi, sekiz, dokuz emsal varken birbirine bakmıyor. Halbuki risalelerde manidar bir surette, tevafukta bir ıttırad görünüyor. Demek Sözler'deki tevafukatın başka bir hususiyeti var ki öyle oluyor.
===Üçüncü Nükte===
İşaret-i hâssa, işaret-i âmme münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i rububiyet ve Rahmaniyete işaret edeceğiz:
Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü, bu meseleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki: Bir gün güzel bir tevafukatı ona gösterdim, dedi: Güzel! Zaten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözler'deki tevafukat ve muvaffakıyet daha güzeldir.
Ben de dedim: Evet, her şey hakikaten güzeldir ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir. Ve bu güzellik, rububiyet-i âmmeye ve şümul-ü rahmete ve tecelli-i âmmeye bakar. Dediğin gibi bu muvaffakıyetteki işaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünkü bu, rahmet-i hâssaya ve rububiyet-i hâssaya ve tecelli-i hâssaya bakar bir surettedir. Bunu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:
Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunu ile merhamet-i şahanesi umum efrad-ı millete teşmil edilebilir. Her fert, doğrudan doğruya o padişahın lütfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede, efradın çok münasebat-ı hususiyesi vardır.
İkinci cihet, padişahın ihsanat-ı hususiyesidir ve evamir-i hâssasıdır ki umumî kanunun fevkinde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir.
İşte bu temsil gibi Zat-ı Vâcibü'l-vücud ve Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm'in umumî rububiyet ve şümul-ü rahmeti noktasında her şey hissedardır. Her şeyin hissesine isabet eden cihette, hususi onunla münasebettardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhitiyle her şeye tasarrufatı, her şeyin en cüz'î işlerine müdahalesi, rububiyeti vardır. Her şey, her şe'ninde ona muhtaçtır. Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki o daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin ve ne de tesadüfün hakkı var ki o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde yirmi yerde kat'î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz ve Kur'an kılıncıyla idam etmişiz, müdahalelerini muhal göstermişiz.
Fakat rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zahiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı ef'al-i İlahiyenin kanunlarını -tabiat perdesi altında gizlenmiş- görememişler, tabiata müracaat etmişler.
İkincisi, hususi rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmanîsidir ki umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına Rahmanu'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler. Hususi bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için her zîhayat, hususan insan, her anda ondan istimdad eder ve meded alabilir. İşte bu hususi rububiyetindeki ihsanatı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.
İşte bu sırra binaendir ki İ'caz-ı Kur'an ve Mu'cizat-ı Ahmediye'deki işarat-ı gaybiyeyi, hususi bir işaret telakki ve itikad etmişiz. Ve bir imdad-ı hususi ve muannidlere karşı kendini gösterecek bir inayet-i hâssa olduğunu yakîn ettik. Ve sırf lillah için ilan ettik. Kusur etmişsek Allah affetsin, âmin!
{{Arabi|رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا}}


''Önceki Risale: [[Risale:29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)|29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)]] &larr; [[Risale:Rumuzat-ı Semaniye|Rumuzat-ı Semaniye]] &rarr; [[Risale:Rumuzat-ı Semaniye Fihristi|Rumuzat-ı Semaniye Fihristi]]: Sonraki Risale''
''Önceki Risale: [[Risale:29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)|29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)]] &larr; [[Risale:Rumuzat-ı Semaniye|Rumuzat-ı Semaniye]] &rarr; [[Risale:Rumuzat-ı Semaniye Fihristi|Rumuzat-ı Semaniye Fihristi]]: Sonraki Risale''

17.34, 6 Temmuz 2024 itibarı ile sayfanın şu anki hâli

Önceki Risale: 29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)Rumuzat-ı SemaniyeRumuzat-ı Semaniye Fihristi: Sonraki Risale

Yirmi Sekizinci Mektub'un Yedinci Meselesindeki Mahremce Bir Suale Cevap[değiştir]

(Makam münasebetiyle buraya alınmıştır.)

Şu sırr-ı inayet eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Söz'ün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burası imiş ki gizli kalmış.

Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'an'dan yazdığın Sözler'de bir kuvvet, bir tesir var ki müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitap kadar tesir bulunuyor?"

Elcevap: -Güzel bir cevaptır- Şeref, i'caz-ı Kur'an'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâ-perva derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir, teslim değil imandır, marifet değil şehadettir şuhuddur, taklit değil tahkiktir, iltizam değil iz'andır, tasavvuf değil hakikattir, dava değil dava içinde bürhandır.

Şu sırrın hikmeti budur ki: Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zat-ı Zülcelal, Kur'an-ı Kerîm'in en parlak mazhar-ı i'cazından olan temsilatından bir şulesini; acz ve zaafıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur'an'a ait yazılarıma ihsan etti.

Felillahi'l-hamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi.

Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı.

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.

Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehm ü hayal, hattâ nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu.

Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-ı Kur'aniyenin lemaatındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur'an'ındır.

Yedinci Mesele'nin Hâtimesidir[değiştir]

Sekiz inayet-i İlahiye suretinde gelen işarat-ı gaybiyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı izale etmek ve bir sırr-ı azîm-i inayeti beyan etmeye dairdir.

Şu Hâtime dört nüktedir:

Birinci Nükte[değiştir]

Yirmi Sekizinci Mektub'un Yedinci Mesele'sinde yedi sekiz küllî ve manevî inayat-ı İlahiyeden hissettiğimiz bir işaret-i gaybiyeyi "Sekizinci İnayet" namıyla "tevafukat" tabiri altındaki nakışta o işaratın cilvesini gördüğümüzü iddia etmiştik. Ve iddia ediyoruz ki: Bu yedi sekiz küllî inayatlar, o derece kuvvetli ve kat'îdirler ki her birisi tek başıyla o işarat-ı gaybiyeyi ispat eder. Farz-ı muhal olarak bir kısmı zayıf görülse hattâ inkâr edilse o işarat-ı gaybiyenin kat'iyetine halel vermez. O sekiz inayatı inkâr edemeyen, o işaratı inkâr edemez.

Fakat tabakat-ı nâs muhtelif olduğu hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam gözüne daha ziyade itimat ettiği için; o sekiz inayatın içinde en kuvvetlisi değil belki en zahirîsi tevafukat olduğundan -çendan ötekiler daha kuvvetli fakat bu daha umumî olduğu için- ona gelen evhamı def'etmek maksadıyla bir muvazene nevinden, bir hakikati beyan etmeye mecbur kaldım. Şöyle ki:

O zahirî inayet hakkında demiştik: Yazdığımız risalelerde, "Kur'an" kelimesi ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor; hiçbir şüphe bırakmıyor ki bir kasd ile tanzim edilip muvazi bir vaziyet verilir. Kasd ve irade ise bizlerin olmadığına delilimiz, üç dört sene sonra muttali olduğumuzdur. Öyle ise bu kasd ve irade, bir inayet eseri olarak gaybîdir. Sırf i'caz-ı Kur'an ve i'caz-ı Ahmediyeyi teyid suretinde o iki kelimede tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmiştir.

Bu iki kelimenin mübarekiyeti, i'caz-ı Kur'an ve i'caz-ı Ahmediyeye bir hâtem-i tasdik olmakla beraber; sair misil kelimeleri dahi ekseriyet-i azîme ile tevafuka mazhar etmişler. Fakat onlar, birer sahifeye mahsus. Şu iki kelime, bir iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demişiz: Bu tevafukun aslı, sair kitaplarda da çok bulunabilir; amma kasd ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garabette değildir.

Şimdi bu davamızı çürütmek kabil olmadığı halde, zahir nazarlarda çürümüş gibi görmekte bir iki cihet olabilir:

Birisi: "Sizler düşünüp öyle bir tevafuku rast getirmişsiniz." diyebilirler. "Böyle bir şey yapmak kasd ile olsa rahat ve kolay bir şeydir."

Buna karşı deriz ki: Bir davada iki şahid-i sadık kâfidir. Bu davamızdaki kasd ve irademiz taalluk etmeyerek, üç dört sene sonra muttali olduğumuza yüz şahid-i sadık bulunabilir.

Bu münasebetle bir nokta söyleyeceğim: Bu keramet-i i'caziye, Kur'an-ı Hakîm belâgat cihetinde derece-i i'cazda olduğu nevinden değildir. Çünkü i'caz-ı Kur'an'da, kudret-i beşer o yolda giderek o dereceye yetişemiyor. Şu keramet-i i'caziye ise kudret-i beşerle olamıyor; kudret, o işe karışamıyor. Karışsa sun'î olur, bozulur.

İkinci Nükte[değiştir]

Mübarek bir zatın kıymettar bir tefsir-i şerifinde bazı kardeşlerim o mübarek tefsiri görmüşler, güzel tevafukatı müşahede etmişler. Hatırlarına şu gelmiş: "Öyle ise Sözler'deki tevafuk bir işaret-i hâssayı göstermiyor. Madem tefsirlerde bulunuyor, elbette sair şerh nevinden de olan kitaplarda çok bulunabilir."

Elcevap: Sözler'i ona kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Beş farkı var.

O mübarek tefsirde tevafukatı, hulus-u niyete terettüp eden bir muvaffakıyet ve ilham-ı âmm nevinden olur. Sözler'de yani "Kur'an" ve Lafz-ı Resul-i Ekrem kelimesindeki tevafukat o neviden değildir.

Birinci fark[değiştir]

O mübarek tefsir, bir sahifeye mahsus olarak bazı mebahis tevafuk ediyor. Sözler'de ise Lafz-ı Kur'an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem bütün iki kitapta hattâ on altı sahife içinde yüz defa Lafz-ı Kur'an zikredilmiş, yalnız üç adet müstesna kalmış. Hattâ On Sekizinci İşaret'in bir yaprağında on dört "Kur'an" kelimesi var. Yedisi bir sahifenin ortasında bir sırada dizilmiş. Diğer yedisi arkasında aynı mevzû'da bir istikamette görünüyor. Bunun gibi garib ve kasdı ve iradeyi gösteren çok sahifeler var. Halbuki o mübarek tefsirde Lafz-ı Resulullah yine hâssasını gösterir, nısf-ı ekser tevafuk ediyor, fakat nısf-ı ekall müstesna kalıyor. Risalelerin sair tevafukatı ise ekseriyet-i mutlaka ile emsali birbirine bakıyor. Tefsirde Lafzullah ile Lafz-ı Kur'an ve Lafz-ı Resul-i Ekrem'den (asm) başka kesretli emsalde nısf-ı ekall tevafuk ediyor.

İkinci fark[değiştir]

O mübarek tefsirin sahibi, şu zamanın hakikat-i dini himaye eden ricallerden olduğunu tahminimle beraber, tefsiriyle de dine büyük hizmeti var. Fakat mesmuatıma ve tahkikatıma nazaran on beş sene kemal-i dikkat ile o tefsirin telifine çalışmış. Hem benim gibi ümmi değil, hattı güzel, kendi yazıyor. Kur'an-ı Hakîm'in kelimatında Lafzullah'ta gayet güzel ve şirin tevafukat elbette nazarından kaçmamış. Nazarından kaçsa da istihsan-ı fikrîden hariç kalmamış. Madem göz gördüğü latîf bir tevafuku ve fikren istihsan ettiği Kur'anî vaziyeti elbette yazdığı vakit onu bozmamış, bozmamaya gayr-ı şuurî olarak meyletmiş. Bununla beraber kemal-i dikkatle tab'ı başında bulunarak gayet güzel bir surette satırlar da kayıt altında olmayarak kemal-i ihtimamla tab' edilmiş. Bunda Lafzullah, Lafz-ı Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hâsiyetlerine binaen ekseriyetle tevafukları güzel, fakat müstesnaları da çoktur. Bazen yarısından ziyade müstesna kalır. Sair tevafukat bazen yedi sekizde bir iki bulunur. Bazen onda bir bulunur. Sekiz satırda[1] bir kelime on defa tekerrür ettiği halde tevafuk etmemiştir ve hâkeza... Şu âciz, müflis, fakirin hizmet ettiği risaleler ise, bütün arkadaşlarım ve kardeşlerim şahittirler ki ben kendim yazmıyorum. Hem bir cilt tefsir kadar tetkikata muhtaç ve iki yüz sahifeden ibaret olan i'caz-ı Kur'an namındaki risale, mühim bir sebebe binaen günde iki üç saatte kırk sahife yazmak suretiyle birkaç günde telif edildi. Demek yirmi saat zarfında yazılmıştır. Halbuki o tefsirin bir cildi bir senede yazılmıştır. Mu'cizat-ı Ahmediye'ye (asm) dair risale ise bütün arkadaşlarımın şehadetiyle telif vaktinin mecmuu on iki saatten ibarettir. Hem telif vaktinde sair kitaplara nakil için müracaat edilmemiştir.

Şu halde o iki risalede ayrı ayrı sekiz müstensihin risalelerinde Lafz-ı Kur'an ile Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yirmi dörtten biri ya iki, nihayet üç dört müstesna kalıp sairleri kasd ve iradeyi gösterecek bir derece tevafuk etmesi kudretimizle ve sun'umuzla ve kendi kendine tesadüfle olmadığını insafı olan belki şuuru bulunan kabul etmek gerektir.

Üçüncü fark[değiştir]

O mübarek tefsir, şerhtir. Âyâtın manalarını ve terkibat-ı nahviyelerini tahlil ve tefsir eder. Bir kelimeyi bir makamda çok tekrar etmeye mecbur olur. Kesretli kelimat her halde bir sahifede tevafuk eder. Fakat tevafuk eğer tam ise ilhamî bir muvaffakıyettir. Noksan ise yalnız müstahsen bir muvaffakıyettir.

Sözler ve risaleler ise metindirler, şerh ve tefsir değil ki bir makamda bir kelimeyi çok tekrara mecbur olsun. Hem tevafuk geldiği vakit, ekseriyet-i mutlaka ile tevafuk ediyor. Bundan hissettik ki Lafz-ı Kur'an ile Lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm'daki tevafukatın şuâıdır. O iki risaleye ve bir kısım Sözler'e in'ikas etmiş.[2]

Dördüncü fark[değiştir]

O tefsir-i mübarekin sahifeleri uzundur. Yirmi, yirmi beş satır var. Bazen olur bir kelimeyi yirmi defa tekrar etmiş. Uzun sahifelerde kesretli emsalin içinde nâkıs tevafuku zahir nazara göre tesadüf edilebilir. Halbuki risaleler on iki, on üç satırlı olduğu halde bir kelime kesretli değil, birkaç defa tekrar ediyor. Ekseriyet-i mutlaka ile beşte dördü tevafuk eder. Yalnız bir saatte yazılan bir risalede bir sahifede "şükür" kelimesi on beş defa mukteza-yı makam olarak yerinde tekrar etmiş. Fakat umumu bilâ-istisna üç kısma inkısam edip beşer beşer, birer sırada kemal-i tevafukla sıralanmış. Diğer cihette[3] yedi defa tam bir sırada muvazi gelip bazı nüshada ortasında, diğer nüshada satır başlarında dizilmiş. İşte bu vaziyet bizde şüphe bırakmadı ki bir işaret-i hâssa var.

Beşinci fark[değiştir]

O tefsir-i şerifte Lafzullah ve Resulullah kelimesinde başka bir ıttırad altında değil, bir neskle gitmiyor, manidar görünmüyor. Bazı yedi, sekiz, dokuz emsal varken birbirine bakmıyor. Halbuki risalelerde manidar bir surette, tevafukta bir ıttırad görünüyor. Demek Sözler'deki tevafukatın başka bir hususiyeti var ki öyle oluyor.

Üçüncü Nükte[değiştir]

İşaret-i hâssa, işaret-i âmme münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i rububiyet ve Rahmaniyete işaret edeceğiz:

Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü, bu meseleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki: Bir gün güzel bir tevafukatı ona gösterdim, dedi: Güzel! Zaten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözler'deki tevafukat ve muvaffakıyet daha güzeldir.

Ben de dedim: Evet, her şey hakikaten güzeldir ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir. Ve bu güzellik, rububiyet-i âmmeye ve şümul-ü rahmete ve tecelli-i âmmeye bakar. Dediğin gibi bu muvaffakıyetteki işaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünkü bu, rahmet-i hâssaya ve rububiyet-i hâssaya ve tecelli-i hâssaya bakar bir surettedir. Bunu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:

Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunu ile merhamet-i şahanesi umum efrad-ı millete teşmil edilebilir. Her fert, doğrudan doğruya o padişahın lütfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede, efradın çok münasebat-ı hususiyesi vardır.

İkinci cihet, padişahın ihsanat-ı hususiyesidir ve evamir-i hâssasıdır ki umumî kanunun fevkinde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir.

İşte bu temsil gibi Zat-ı Vâcibü'l-vücud ve Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm'in umumî rububiyet ve şümul-ü rahmeti noktasında her şey hissedardır. Her şeyin hissesine isabet eden cihette, hususi onunla münasebettardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhitiyle her şeye tasarrufatı, her şeyin en cüz'î işlerine müdahalesi, rububiyeti vardır. Her şey, her şe'ninde ona muhtaçtır. Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki o daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin ve ne de tesadüfün hakkı var ki o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde yirmi yerde kat'î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz ve Kur'an kılıncıyla idam etmişiz, müdahalelerini muhal göstermişiz.

Fakat rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zahiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı ef'al-i İlahiyenin kanunlarını -tabiat perdesi altında gizlenmiş- görememişler, tabiata müracaat etmişler.

İkincisi, hususi rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmanîsidir ki umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına Rahmanu'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler. Hususi bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için her zîhayat, hususan insan, her anda ondan istimdad eder ve meded alabilir. İşte bu hususi rububiyetindeki ihsanatı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.

İşte bu sırra binaendir ki İ'caz-ı Kur'an ve Mu'cizat-ı Ahmediye'deki işarat-ı gaybiyeyi, hususi bir işaret telakki ve itikad etmişiz. Ve bir imdad-ı hususi ve muannidlere karşı kendini gösterecek bir inayet-i hâssa olduğunu yakîn ettik. Ve sırf lillah için ilan ettik. Kusur etmişsek Allah affetsin, âmin!

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

Önceki Risale: 29. Mektubun 8. Kısmı (Rumuzat-ı Semaniye)Rumuzat-ı SemaniyeRumuzat-ı Semaniye Fihristi: Sonraki Risale

  1. Evet işte ben, Süleyman, Tevfik, Hüseyin, Abdullah Çavuş gözümüzle gördük ki: Bir kitabın küçük sahifesinde kısa satırlarında on يَشَاءُ kelimesi bulunduğu halde hiçbirisi birine muvazi gelmemiş. Hem yine diğer bir kitapta kısa yedi satırlarda beş لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ bulunduğu halde hiçbirisi birisine Sözler'deki muvazenet nevinden muvazi gelmiyor. Demek Sözler'deki tevafukat tek bir sahifede dikkat edilse bir işaret-i gaybiyeyi işmam ediyor.
    Haydi sahifeyi bıraksak bütün bir risalede o nevi tevafukatın vücudu o işareti ihsas ediyor.
    Haydi bunu da bıraksak Lafz-ı Resul-i Ekrem (asm) ve Lafz-ı Kur'an iki risalenin umumunda nadir olarak müstensihin dikkatsizliğiyle müstesna kalandan başka bütün birbirine muvazi gelmesi, işaret-i gaybiyeyi pek zahir gösterir.
    Haydi bu da görülmezse, Yirmi Sekizinci Mektub'un Yedinci Meselesi'ndeki yedi inayet-i külliye öyle kat'î bir işaret-i gaybiyeyi gösterir ki zerre kadar insafı olan kabulünde tereddüt etmez.
    Elhasıl: Nasıl ki ince iplerin birleştirilmesiyle kalın bir ip olur, çabuk kopmaz. O ipler dahi çoğu birleştirilse kalın bir halat olur, kimse eliyle koparamadığı gibi... Sözler'in sahifelerinde görünen ince işaretler hatları, bütün risalelerdeki tevafukata iltihak edip kuvvetleşmiş. Hususan Resul-i Ekrem (asm) kelimesinde ve Lafz-ı Kur'an ibaresinde parlayan zahir işarata istinad edip teeyyüd etmiş. Bilhassa o mezkûr yedi inayet-i külliyeden feveran eden işarata iltihak ettikten sonra bütün bütün kör olmayan görür. Demek bir sahifedeki işaratı inkâr etmek, istinad ettiği bütün öteki işaretleri inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü bir sahife, bir tereşşuhtur. Bir büyük menbaa işaret eder. Vesselâm.
  2. On Dokuzuncu Mektub'un On Sekizinci İşareti'nde bir nüshada, bir sahifede dokuz قرآن tevafuk suretinde bulunduğu halde birbirine hat çektik, mecmuunda محمّد lafzı çıktı. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz قرآن tevafukla beraber, hat çektik, mecmuunda Lafz-ı اللّٰه çıktı. Tevafukta böyle bedî' şeyler çok var.
    Bu hâşiyenin mealini gözümüzle gördük.
    Bekir, Galib, Tevfik, Süleyman, Said Nursî
  3. Sonra yedi beşe indi, çünkü iki kelime ayrı tevafuk eder. Beraber bulunsa çok seyrek görünür, sun'î zannedilir. Baktık beş kere beş tevafuk oluyor. Beş adedi, benim indimde ehemmiyetli sırrı var.