Maide 56

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Ayet: Maide 55Maide SuresiMaide 57: Sonraki Ayet

Meali: 56- Kim Allah'ı, Resûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır.

Kur'an'daki Yeri: 6. Cüz, 116. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ

âyeti hem Risale-i Nur’a hem مَيْتًا kelimesiyle üç kuvvetli emare ve münasebetler ile Risale-i Nur’un bu bîçare şakirdine işareti Birinci Şuâ’da izah edilmiş. Şimdi bu hâdisede, o emarelerden birisi tam hükmediyor.

Çünkü bize zulmedenler, ellerinde hayat ve medeniyeti ve lezzeti tutup bizi o tarz-ı hayata ehemmiyet vermemekle ittiham edip mes’ul ederler, hattâ idam ve ağır ceza ile hapse sokmak isterler. Fakat kanunca sebep bulamıyorlar.

Biz dahi elimizde hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve perdesi olan mevti ve ölümü tutup onların başlarına vurup intibaha getirmek ve onların hakiki mes’uliyet ve mahkûmiyetten ve idam-ı ebedî ve daimî haps-i münferidden kurtulmalarına bütün kuvvetimizle çalışıyoruz. Hattâ Ankara’ya giden şiddetli risaleler sebebiyle en ağır ceza nefsime verilse fakat ceza verenler o risaleler ile ölümün idamından kurtulsalar hem kalbim hem nefsim razı olurlar.

Demek, biz onların iki cihanda yaşamalarını istiyoruz, arıyoruz. Onlar bizim ölmemizi istiyorlar, bahaneler arıyorlar. Fakat güneş gibi zahir ve göz ile görünür gündüz gibi bir hakikat-i mevtiye ve her gün insanlarda otuz bin cenaze, ehl-i dalalet hakkında otuz bin idam-ı ebedî, otuz bin haps-i münferid fermanlarını, i’lamnamelerini gösterdiklerinden, biz onlara karşı mağlup değiliz. Ne yaparlarsa yapsınlar. اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ âyeti on iki seneden beri en acınacak mağlubiyetimiz zamanında dahi cifir ve ebced hesabıyla galibiyetimize aynı tarihiyle müjde ediyor. Madem hakikat budur, biz şimdiden sonra hem mahkemeye hem halka diyeceğiz ki:

“Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün idam-ı ebedîsinden ve karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kat’î ile çağıran kabrin daimî karanlık haps-i münferidinden kurtulmaya çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve çaresiz musibetten kurtulmanıza yardım ediyoruz. Sizin nazarınızda en büyük bir mesele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara malayani ve ehemmiyetsizdir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal ettiğimiz vazife-i zaruriye-i insaniye ise herkese her zaman ciddi alâkası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!”

İkinci ve üçüncü noktalar şimdilik geri kaldı.

(13. Şua)


On Sekizinci Âyet

اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ dir. Bu âyet mealiyle hizbullahın zahirî mağlubiyetinden gelen meyusiyeti izale için kudsî bir teselli verir ve hizbullah olan hizb-i Kur’anînin hakikatte ve âkıbette galebesini haber verir. Ve bu asırda hizb-i Kur’anînin hadsiz efradından Resaili’n-Nur şakirdleri tezahür ettiklerinden bu âyetin küllî manasında hususi dâhil olmalarına bir emare olarak makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz elli (1350) adedi ile Resaili’n-Nur şakirdlerinin zahirî mağlubiyetleri ve bir sene sonra mahpusiyetleri içinde manevî galebeleri ve metanetleri ve haklarında yapılan müthiş imha planını akîm bırakan ihlasları ve kuvve-i maneviyeleri tezahür etmesinin Rumî tarihi olan bin üç yüz elli ve elli bir ve elli iki (1350-1351-1352) adedine tam tamına tevafuku elbette şefkatkârane, teselliyettarane bir remz-i Kur’anîdir.

(1. Şua)


İşte Risale-i Nur şakirdlerinden en gayr-ı nâfi’ bir uzva, misal olarak zikredilen bu kadar açık himaye ve sıyanet-i İlahî vaki olursa diğer münevver unsurlara ne derece ikram ve inayet olacağı kıyas olunabilir.

Allah’ın inayetine, Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi vesellem Efendimiz hazretlerinin imdad ve ruhaniyetlerine istinad ederek Allah rızası için hizmete koşan, yekdiğerini manevî ve uhrevî kardeş tanıyan, başta müşfik Üstad, yani Risale-i Nur nâşiri ile onun şakirdlerini

فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ

وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقٖينَ âyetlerinin sırlarının tezahürü inşâallah karşılayacaktır.

(Barla Lahikası)


Kur’an’dan tereşşuh eden o Sözler ve risaleler, Kur’an-ı Hakîm’in bir nevi müstakim tefsiri ve hakaik-i imaniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan; o risaleler ve Sözler’e gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’an’a ve hakaik-i imana aittir. Madem öyledir, bilâ-perva derim ki:

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ sırrıyla, Kur’an’da elbette bu istikametli tefsirinin istikametine işaret var. Evet, var. Kur’an o tefsirine hususi bakıyor. Çünkü âyât-ı mühimmeden Sure-i Hud’daki (Hâşiye[1]) فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ âyeti bulunan sahifenin karşısında فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ âyeti, fâ-yı atıf hariç olarak اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ makam-ı ebcedîsi bin üç yüz ikidir (1302). Demek اِستَقِمْ deki emr-i has içinde bulunan hitab-ı âmmın hadsiz müstakim efradları içinde, o bin üç yüz iki (1302) tarihinde bir ferdin bir cihette istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek, on dördüncü asırda Kur’an’dan iktibas edip istikametsiz sakîm yollar içinde sırat-ı müstakimi gösterecek âsârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dâhil ediyor. Hem o istikametin bir hususiyeti var ki tarihiyle işaret ediyor.

Halbuki o asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet değil. Öyle ise o adamın teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur’aniye, o asırda istikamette imtiyaz kesbedecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine idhali, o imtiyaza remzeder.

Madem hakikat budur, ben kat’î bir surette itiraf ediyorum ki hayatım istikametsiz gitmiş, kalbim sekametten kurtulmamış, o kudsî emrin imtisalinden belki yüz derece uzağım. Fakat وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ sırrıyla o nimete bir şükür olarak derim ki: O bin üç yüz iki (1302) tarihi ise –Arabî tarih itibarıyla olsa– Kur’an okumaya başladığım aynı tarihe tevafuk eder. Ve Rumî tarihi hesabıyla, ilme başladığım tarihe tevafuk eder. Öyle ise o îma edilen fert olabiliriz. Halbuki şahsen bütün hayatı sakîm ve istikametsiz olan bir ferde istikametle îma edilse ve gayr-ı müstakim iken müstakimler içine idhal edilse elbette o ferdin mazhar olacağı âsârın istikametine îmadır. Ve o âsârın istikameti, o tarihte başlayıp dalalet yolları ve zulümat tarîkleri içinde sırat-ı müstakimi gösterecek اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ emrini imtisal edecek demektir. Evet, lillahi’l-hamd Risale-i Nur eczaları; Kur’an’ın bu mu’cizane îma-i gaybîsini bilfiil göstermiş, meydandadır.

Şu âyetin gizli îmasını اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ âyeti teyid ediyor. Çünkü اِنَّ deki şeddeli nun bir sayılsa tam evvelki âyete tevafuk ile hizbü’l-Kur’an’ın faaliyetine vasıta olan bir hâdiminin Kur’an okumaya başladığı bin üç yüz iki (1302) tarihine, iki fark ile tevafuk etmekle beraber, şeddeli nun iki nun sayılsa bin üç yüz elli (1350) eder ki bu tarihte Kur’an’dan muktebes olan Risale-i Nur etrafında toplanan, bütün kuvvetleriyle Kur’an’ın hizmetlerine çalışan hizbü’l-Kur’an’ın faaliyeti ve dalalet ve zındıkaya manen galebe ettikleri bir zamana tevafuku ise istikbalde tam galebelerine bir îma-i gaybîdir.

(8. Lem'a)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  1. Hattâ Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) ferman etmiş ki: شَيَّبَتْنٖى سُورَةُ هُودٍ Yani Sure-i Hud’daki فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ âyeti beni ihtiyarlattırdı. Çünkü ehemmiyeti azîmdir. İstikamet-i tammeyi emrediyor.