Eşref Edib Fergan

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Eşref Edib Fergan İslami neşriyat yapan Sebilürreşad mecmuasını neşretmiş, fikri mücadeleleri ile Milli Mücadele yıllarında hizmet etmiş, modernlik ve batılaşmayla mücadele etmiş ve Üstad'a dost dindar bir mütefekkir zattır. İstanbul'un işgalinde Üstad'ın neşrettiği Hutuvat-ı Sitte adlı eser Eşref Edib'in gayretleriyle basılıp neşredilmiştir. Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal'in ısrarlı davetleri sonucu Ankara'ya gelen Üstad'la Ankara'da görüşmüşlerdir. Cumhuriyet döneminde bir ara Halk Partisinde siyasetle meşgul olmuştur. Cevad Rıfat Atilhan liderliğinde 1 Ağustos 1951 tarihinde kurulan İslam Demokrat Partisini Eşref Edip’in sahibi olduğu Sebilürreşad dergisi ile Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su destekler tarzda yazılar yayınlamaya başlar. Üstad bu konuyla ilgili Emirdağ Lahikasında aşağıda da derc edilen bir mektup neşretmiştir.[1]

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri:

Doğum Yeri ve Tarihi: Serez, Orta Makedonya, Yunanistan, 1882[1]

Vefat Yeri ve Tarihi: 10 Aralık 1971[1]

Kabrinin Yeri: İstanbul Edirnekapı Şehitliği, 1. Ada, 254 nolu mezar[1]

Eserleri[değiştir]

Sebilürreşad dergisinde çok yazıları yayınlandı. Üstad'ı ve Risale-i Nuru tanıtan ve müdafaa eden "Risale-i Nur Müellifi Bediüzzâman Said Nur Hayatı Eserleri Mesleği", "Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk" adlı eserleri neşretti. İslâm-Türk Ansiklopedisi ve İslâm-Türk Ansiklopedisi Mecmuası’nı çıkardı.[1]

Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı[değiştir]

Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri[değiştir]

Üstadın İstanbul yıllarında ve Milli Mücadele yıllarında görüşmüşlerdir. Üstad'ı 27-28 sene sonra 1952'de de ziyaret etmiştir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Ben de bu otuz-kırk senelik hayatımı bilenleri ve Nur'un binler has şakirdlerini işhad ederek derim: İstanbul'u işgal eden İngilizlerin baş kumandanı, İslâm içinde ihtilaf atıp hattâ şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilafçı, ittihadcı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunan'ın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde "Hutuvat-ı Sitte" eserimi Eşref Edib'in gayretiyle tab' ve neşretmek ile o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun i'dam tehdidine karşı geri çekilmeyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankara'ya kaçmayan ve esarette Rus'un baş kumandanının i'dam kararına ehemmiyet vermeyen ...

(Tarihçe-i Hayat, Afyon hayatı)


Aziz, sıddık kardeşlerimiz Ziya ve Abdülmuhsin!

Üstadımız diyor ki:

Eşref Edib, kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakiki İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir ve Nur’un bir hâmisidir. Ben vefat etsem de Eşref Edib, Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum.

Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok ve Risale-i Nur, rıza-i İlahîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlerini ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz fakat siyaset noktasında değil.

Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler. İhlas kırılır. Onun içindir ki Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.

Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi siyasete teması var tevehhüm edilmiş. Halbuki Nur’un tercümanı, bir tek mesele-i imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini mahkemelerde dava edip yirmi beş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşleriniz Sadık, İbrahim, Zübeyr

(Emirdağ Lahikası 2)


Hâşiye: Başvekilin Konya’daki ehemmiyetli nutku için umum Nur talebeleri ve mektepli masum çocuklar namına bir tebrik yazacaktım. Şimdi kalbime geldi: Risale-i Nur’un serbestiyetine dair müdafaatlarımızın ve ehemmiyetli bir avukatımızın ehl-i vukufa cevabının arkasında o nutku, Risale-i Nur’un serbestiyetine dair bir sebep ve senet göstermekle Anadolu’daki Müslümanları ve Nur’un bütün talebelerini ona bir manevî kuvvet ve duacı yapmak, ezan-ı Muhammedînin ilanı onlara nasıl bir manevî kuvvet hükmüne geçti; bu nutukla Risale-i Nur’un serbestiyeti dahi ona bir manevî kuvvet hükmüne geçmesi için ona tebrik yerine, dava vekilimizin haklı müdafaasında bir hâşiye yaptık. (*)

Rehber’in müsaderesine bahaneleri reddeden avukat Mihri’nin müdafaatı gibi Konya’da Başvekilin bu nutku da o bahaneleri reddeden bir hakikattir.

(*) Bu müdafaa, Eşref Edib’in neşrettiği küçük Tarihçe-i Hayattadır.

(Emirdağ Lahikası 2)


Vasiyetnamenin Bir Zeyli

Eşref Edib’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat’ın otuzuncu sahifesindeki Said’in hususiyetlerinden altı numunesinden yedinci numunesi ki mukabelesiz hediyeyi ömründe kabul etmemek, kanaat ve iktisada istinaden, şiddet-i fakrıyla beraber altmış yetmiş sene evvelki kendi talebelerinin tayinatını da kendisi verdiği acib vaziyetin şimdiki bir misali ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye vasiyetnamenin âhirinde bunu yazmanın zamanı geldi.

(Emirdağ Lahikası 2)


Eşref Edib

Uzun bir ayrılıktan sonra

Belki yirmi yedi yirmi sekiz sene oldu Üstadı görmeyeli. Onu görmek, mübarek simasını doya doya seyretmek için her zaman gidip ziyaret etmek istediğim halde, meşguliyetten bir türlü vakit bulamadım. Fakat o, kalplerde yaşadığı için manevî varlığı ile daima beraberdik. Bu, gönüllerdeki iştiyakı bir dereceye kadar tatmin etmez miydi? Kendisini görüp kucaklaştığımız zaman, onun nurani simasının verdiği zevk, maddî hasretin de ne kadar büyük olduğunu gösterdi.

Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Âkifler, Naimler, Ferîdler, İzmirlilerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur; onun konuşmasındaki celadet ve şehamet, bizi de heyecanlandırırdı. Hârikulâde fıtrî bir zekâ, İlahî bir mevhibe. En mu’dil meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’an. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar, doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi, bir sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda, Ömer’in şehameti var. Yirminci asırda devr-i saadeti nefsinde yaşatan bir mü’min, bütün hedefi iman ve Kur’an.

İslâm’ın gayetü’l-gayesi olan “Tevhid” ve “Allah’a İman” esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir. Devr-i saadette, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı Hazret-i Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini ona verirdi. Şirke ve putperestliğe o derece düşmandır.

Mücahede ile gönüllerde iman ve Kur’an hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür. Fazilet ve şehametle geçen bir ömür. Harp meydanlarında, mücahidlerin önünde, kılınç elinde, dimdik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. Esarette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. İdam sehpasında, düşman kumandanını düşündüren, insafa getiren bir kahraman…

Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedai. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara ancak salah ve iman temenni eder. Gaye uğrunda ölüm, onun için basit bir şeydir.

Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle tagaddi eder. Elbisesi pek basit ve fakiranedir. Beyaz Amerikan bezinden pamuklu bir hırka. Çamaşırını kirlenmeden değiştirir ve temizletir. Temizliğe fevkalâde itina eder. Kâğıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mâmelek namına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cemiyet için yaşar.

Yapısı ufak tefektir fakat heybetlidir, haşmetlidir. Gözleri birer şems-i tâbân gibi nur saçar. Bakışları şahanedir. Maddeten belki dünyanın en fakir adamıdır fakat maneviyat âleminin sultanıdır.

Seksen küsur senenin âlâmı yüzünde bir buruşuk yapamamış, yalnız saçlarını ağartmıştır. Rengi, pembe beyazdır. Sakalı yoktur. Bir delikanlı kadar zindedir. Halîm ve selimdir. Fakat heyecana geldiği zaman bir arslan tavrı alır, iki dizinin üstüne doğrulur, bir şâhenşâh gibi konuşur.

En sevmediği şey siyasettir. Otuz beş senedir bir gazeteyi eline almış değildir. Dünya şuunu ile alâkasını kesmiştir. Akşam namazından sonra ferdası öğleye kadar kimseyi kabul etmez, ibadetle meşgul olur. Pek az uyur.

Talebelerini de siyasetten şiddetle men’eder. Memleketin her tarafında altı yüz bini mütecaviz belki bir milyonu bulan talebeleri, memleketin en faziletli evlatlarıdır. Üniversitenin muhtelif fakültelerinde müsbet ilimler tahsil eden şakirdleri pek çoktur, yüzlercedir, binlercedir. Hiçbir Nur talebesi yoktur ki sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risale-i Nur talebesinden hiçbirinin, hiçbir yerde asayişi muhill hiçbir hareketi, hiçbir vak’ası yoktur. Her Nur talebesi hükûmetin, nizam ve intizamın tabiî birer muhafızıdır; asayişin manevî bekçisidir.

İstanbul seyahatinden muzdarip olup olmadığını sordum.

— Bana ızdırap veren, dedi, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!

— Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âti için ümit ve teselli vermiyor mu?

— Evet, büsbütün ümitsiz değilim.

Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı, İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garb’ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.

Risale-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’an’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

Bana “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’etmeseydi belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men’eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehpasına götürür, hiç ehemmiyeti yoktur. –Nitekim öyle oldu– Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi Said, bugün asılmış ve masumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin yahut birkaç milyon kişinin –Adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade– imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamdolsun.

Sonra ben, cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var ne cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.

Hazret coşmuştu. Bir yanardağ gibi lavlar saçıyordu. Bir fırtına gibi gönül denizini dalgalandırıyordu. Bir şelale gibi haşmetli zemzemelerle ruhun en derin noktalarına çarpıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Millet kürsüsünde coşmuş bir hatip gibi devam ediyor, sözünün kesilmesini istemiyordu. Yorulduğunu hissettim. Bu heyecanlı bahsi değiştireyim, dedim.

— Mahkemede sıkıldınız mı? diye sordum.

Dinî tedrisata kadınlarımızın, muhterem hemşirelerimizin terbiye-i İslâmiye dairesinde iffet ve şereflerini muhafaza etmelerine taraftar olmanın bir suç olduğuna dair kanunlarda bir madde var mı? “Kalbe gelen hakikat” gibi tabirleri de şahsî nüfuz temini maksadına delil göstermelerinin manasını da bu ilimle, hukukla meşgul doçentlerden sorarım.

Üstadla görüşmemiz çok uzamıştı. Müsaade alıp ayrıldığım zaman vakit hayli geçmişti.

1952

Eşref Edib

(Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

1958 senesinde Sebilürreşad'ın 50. yıldönümü vesilesiyle Bediüzzaman Eşref Edip'e şu tebriği göndermişti:

"Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü,

"Aziz, muhterem, sıddık, envâr-ı İslâmiyeyi elli seneden beri neşreden, hakaik-i İslâmiyeyi ehl-i dalâlete karşı müdafaa eden ve elli seneden beri benim maddî manevî bir hakikî kardeşim ve meslektaşım, Eşref Edip!"

"Sebilürreşad'ın ellinci sene-i devriyesi münasebetiyle gayet samimî ve uzun bir mektup yazacaktım. Fakat pek şiddetli hasta olduğumdan, hattâ konuşmaya da iktidarım olmadığından, Risale-i Nur'a havale ediyorum. Onda Sebilürreşad'ın mahiyetini, hizmetini gösteren mektuplar vardır. Zaten Sebilürreşad, Nur'ların mühim parçalarını neşretmiştir. Tarihçe-i Hayat Sebilürreşad'ın elinci sene-i devriyesine tam bir tebriknâme hükmündedir."

Duanıza muhtaç gayet hasta

Said Nursî

(Sebilürreşad, XII/277) [2]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]