İslam: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
(Yeni sayfa: "Kategori:Mefhum left|thumb '''İslam''', Cenab-ı Allah'ın (cc) son semavi kitap olan Kur'an-ı Kerim'i vahyettiği Hz. Muhammed (sav) aracılığıyla ken...")
(Fark yok)

11.17, 27 Mart 2017 tarihindeki hâli

İslam, Cenab-ı Allah'ın (cc) son semavi kitap olan Kur'an-ı Kerim'i vahyettiği Hz. Muhammed (sav) aracılığıyla kendisinden önceki tüm dinlerin hükmünü kaldırarak kıyamete kadar geçerli olmak üzere insanlığa bildirdiği son ilahi dindir. İslâm'ın kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan-ı şerif orucunu tutmaktan ibaret olan beş şartı vardır.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Râbian: Ulema-i İslâm ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahis olmuş. Bir kısmı “İkisi birdir.”, diğer kısmı “İkisi bir değil fakat biri birisiz olmaz.” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:

İslâmiyet iltizamdır, iman iz’andır. Tabir-i diğerle İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki ahkâm-ı Kur’aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyet’e mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki ahkâm-ı Kur’aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar “gayr-ı müslim bir mü’min” tabirine mazhar oluyorlar.

Acaba, İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?

Elcevap: İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. Felillahi’l-hamdü ve’l-minnetü, Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinin feyziyle Risale-i Nur mizanları, din-i İslâm’ın ve hakaik-i Kur’aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki dinsiz dahi onları anlasa taraftar olmamak kabil değil. Hem iman ve İslâm’ın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki gayr-ı müslim dahi anlasa herhalde tasdik edecektir. Gayr-ı müslim kaldığı halde, iman eder.

Evet Sözler, Tûba-i cennetin meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyet’in meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslâm’ın bürhanlarını göstermişler ki nihayetsiz bir iz’an ve kuvvet-i iman verirler.

Hattâ bazı defa Evrad-ı Şah-ı Nakşibendî’de şehadet getirdiğim vakit عَلٰى ذٰلِكَ نَحْيٰى وَ عَلَيْهِ نَمُوتُ وَ عَلَيْهِ نُبْعَثُ غَدًا dediğim zaman, nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek, bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa bir tek hakaik-i imaniyenin vücud bulmasına bilâ-tereddüt vermesine, nefsim itaat ediyor. وَ اٰمَنَّا بِمَا اَرْسَلْتَ مِنْ رَسُولٍ وَ اٰمَنَّا بِمَا اَنْزَلْتَ مِنْ كِتَابٍ وَ صَدَّقْنَا dediğim vakit nihayetsiz bir kuvvet-i iman hissediyorum. Hakaik-i imaniyenin her birisinin aksini aklen muhal telakki ediyorum, ehl-i dalaleti nihayetsiz ebleh ve divane görüyorum.

(Mektubat, 9. Mektup, Rabian)


21- Nasraniyet, ya intıfa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silah edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfa bulup sönecek veya hakiki Nasraniyet’in esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.

İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm işaret etmiştir ki: “Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”

(Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)


Mahrem Bir Suale Cevaptır

Şu sırr-ı inayet eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Söz’ün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burası imiş ki gizli kalmış.

Benden sual ediyorsun: “Neden senin Kur’an’dan yazdığın Sözler’de bir kuvvet, bir tesir var ki müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitap kadar tesir bulunuyor?”

Elcevap: –Güzel bir cevaptır– Şeref, i’caz-ı Kur’an’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâ-perva derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir, teslim değil imandır, marifet değil şehadettir şuhuddur, taklit değil tahkiktir, iltizam değil iz’andır, tasavvuf değil hakikattir, dava değil dava içinde bürhandır.

Şu sırrın hikmeti budur ki: Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zat-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerîm’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilatından bir şulesini; acz ve zaafıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’an’a ait yazılarıma ihsan etti.

Felillahi’l-hamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi.

Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı.

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.

Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehm ü hayal, hattâ nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu.

Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur’an’ındır.

(Mektubat, 28. Mektup, 7. Risale, Mahrem Bir Suale Cevap)


Âhir zamanda Hazret-i İsa aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.” Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?

Elcevap: Hadîs-i sahihte rivayet edilen “Hazret-i İsa aleyhisselâmın geleceğini ve şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal’ı öldüreceğini” imanı zayıf olanlar istib’ad ediyorlar. Onun hakikati izah edilse hiç istib’ad yeri kalmaz. Şöyle ki:

O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhir zamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi: Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr edecek Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranisine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir zat-ı nurani, o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhir zamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zabitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşi bir adam, herkese her askere bir nevi padişahlık ve bir gûna hâkimiyet verir.

Öyle de Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrut hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nevinden müthiş hârikalara mazhar olan Deccal ise daha ileri gidip cebbarane surî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilan eder. Bir sineğe mağlup olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın uluhiyet dava etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa aleyhisselâmın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakiki İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hal-i hazır Hristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyet’e inkılab edecektir. Ve Kur’an’a iktida ederek o İsevîlik şahs-ı manevîsi tabi ve İslâmiyet metbu makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.

Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlup olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihat neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i külli şey’in vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kādir-i külli şey’ vaad etmiş, elbette yapacaktır.

(Mektubat, 15. Mektup, 4. Sual)


Biliniz! Hakiki vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir. İşte tarih bize gösteriyor. Hattâ Rus’u mağlup eden Japon Başkumandanının İslâmiyet’in hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

Hakikat-i İslâmiyet’in kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm’ın hakikat-i İslâmiye’de zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir. Yani salabet ve taassuplarının zafiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi dinlerine salabet ve taassuplarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilallere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.

Hem asr-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki bir Müslüman’ın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakînî ile ve İslâmiyet’e tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka meseledir. Halbuki bütün dinlerin etbaları ise –hattâ en ziyade dinine taassup gösteren İngilizlerin ve eski Rusların– muhakeme-i akliye ile İslâmiyet’e dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat’î bürhan ile İslâmiyet’e girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar (Hâşiye[1]).

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.

Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. Ve en dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinad noktası ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata müptela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni’-i âlem’i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..

Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa beşerin başında maddî manevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.

Hasıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi’ istidadını hissetmiş. Ve insan, acib cem’iyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış belki ebede mebustur ki ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya; insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.

Hattâ insaniyetin bir kuvası ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir idam senin başına gelecek.” Elbette hakiki insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali; sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.

İşte bu nükte içindir ki herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Her şeyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet eder.

Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedidini dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıtaları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlar. Hem âyât-ı Kur’aniye, başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder “Aklına bak.” der “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin.” diyor.

Mesela bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki hakikati bilesiniz.” “Biliniz!” ve “Bil!” hakikatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki istikamet yolunu bulsun. Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalalete düşüyorlar. Ey insanlar ibret alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek manevî belalardan kurtulmaya çalışınız!” manasında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen çok âyetlerde beşeri aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.

Ey bu Cami-i Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm’ın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler!

Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emareleri göründü. 71’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa otuz kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak.

(Hutbe-i Şamiye)




























İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. İşte bu mezkûr davaya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya kırk beş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur’an’ı mekteplerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı set olmak için kabul etmeleri ve İngiliz’in mühim hatiplerinin bir kısmı Kur’an’ı İngiliz’e kabul ettirmeye taraftar çıkmaları ve küre-i arzın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslâmiyet’le Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan bu müddeayı ispat ediyor, kuvvetli bir şahit olur.