Güneş

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Şems ve Güneş ile ilgili maddelerin listesi için Şems (Tavzih) sayfasına bakın

Güneş sekiz ism-i a’zamın bir sahife-i nuranisi, şu kâinatın halka lambası ve bir sobamız, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan, kâinat Sâni’inin vücuduna ve vahdaniyetine güneş gibi parlak ve nurani bir pencere, sanat-ı Rabbaniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbaniyenin nizamına bir merkez, Nur isminin bir kesif âyinesi, Güneş sistemiyle beraber Herkül burcuna veya Vega yıldızına istikametine seyahat eden, dünyadan yarıçap olarak 109, ağırlık olarak 330.000 ve hacim olarak 1 milyon katı büyüklükte, yaklaşık dörtte üçü hidrojen ve dörtte biri helyumdan oluşan, dünyaya ışığı yaklaşık 8,5 dakikada ulaşan, yüzeyinde şimdilik küçük ama büyümeye yüz tutan lekeler bulunan gökyüzünün en parlak cismidir. Bediüzzaman birçok hakikatı anlatırken misal olarak Güneş'i kullanmıştır. Cenab-ı Allah dünyamız dahil güneş sistemindeki diğer cisimleri Güneş'ten ayırarak yaratmıştır.[1]

Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri: Şems (Arapça), Afitab, Hurşid (Farsça)

Türü: Gök Cismi

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْدٖيرُ الْعَزٖيزِ الْعَلٖيمِ

Şu kâinatın lambası olan güneş, kâinat Sâni’inin vücuduna ve vahdaniyetine güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir.

Evet, manzume-i şemsiye denilen küremizle beraber on iki seyyare; cirmleri küçüklük büyüklük itibarıyla pek çok muhtelif ve mevkileri uzaklık yakınlık noktasında pek çok mütefavit ve sürat-i hareketleri çok mütenevvi olduğu halde kemal-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmayarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile cazibe kanunu tabir edilen bir kanun-u İlahî ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidaları; büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlahiyeyi ve vahdaniyet-i Rabbaniyeyi gösterir.

Çünkü o camid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri, nihayet derecede intizam ve mizan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa öyle bir patlayış verecek ki kâinatı dağıtacak. Çünkü bir dakika, tesadüf birisini tevkif etse mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i arzdan bin defa büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.

Manzume-i şemsiyenin yani şemsin me’mumları ve meyveleri olan on iki seyyarenin acayibini ilm-i muhit-i İlahîye havale edip yalnız gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz, görüyoruz ki bu seyyaremiz, bir azamet-i şevket-i rububiyeti ve haşmet-i saltanat-ı uluhiyeti ve kemal-i rahmet ve hikmeti gösterir bir surette güneşin etrafında, emr-i Rabbanî ile (Birinci Mektup’ta beyan edildiği gibi) pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ü seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbaniye olarak acayib-i masnuat-ı İlahiye ile doldurulmuş ve zîşuur ibadullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi kamer dahi dakik hesaplarla, azîm hikmetlerle ona takılmış ve o kamere başka menzillerde ayrı seyr ü seyahat verilmiş.

İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehadetle, bir Kadîr-i Mutlak’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini ispat eder. Madem şu seyyaremiz böyledir, manzume-i şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.

Hem şemse kendi mihveri üstünde cazibe denilen manevî ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadîr-i Zülcelal’in emriyle döndürüp, o seyyaratı o manevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratıyla saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir süratle, bir tahmine göre “Herkül Burcu” tarafına veya Şemsü’ş-şümus canibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed sultanı olan Zat-ı Zülcelal’in kudretiyle ve emriyledir. Güya haşmet-i rububiyetini göstermek için bu emirber neferleri hükmünde olan manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır.

Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir? Hangi esbabın eli buna ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi sen söyle. Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelal, aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı? Bâhusus kâinatın meyvesi, neticesi, gayesi, hülâsası olan zîhayatları, başka ellere verir mi? Başkasını müdahale ettirir mi? Bâhusus o meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halifesi ve o sultanın âyinedar bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı? Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi, kemal-i hikmetini sukut ettirir mi?

(Sözler, 33. Söz, 21. Pencere)


Mesela, güneşe der: “Döner bir siracdır, bir lambadır.” Zira güneşten, güneş için mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâni’in âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor. Evet, der: اَلشَّمْسُ تَجْرٖىGüneş döner.” Bu döner tabiriyle kış yaz, gece gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sâni’i ifham eder. İşte bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc hem meşhud olan intizama tesir etmez.

Hem der: وَجَعَلْنَا (الشَّمْسَ) سِرَاجًا Şu sirac tabiriyle âlemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlık’ı ifham eder.

Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki:

Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir şöyledir.” Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’an gibi etmiyor. Buna kıyasen bâtınen kof, zahiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surîsine aldanıp Kur’an’ın gayet mu’ciz-nüma beyanına karşı hürmetsizlik etme!

(Sözler, 19. Söz, 14. Reşha)


Sonra o müddeî, yerde yer bulamadığı için gider güneşe. Kalbinden der ki: “Bu çok büyük bir şeydir, belki içinde bir delik bulup bir yol açarım. Yeri de musahhar ederim.” güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisanıyla, Mecusilerin dedikleri gibi der ki: “Sen bir sultansın, kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin.”

Güneş ise Hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye diliyle ona der: “Hâşâ yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Ben musahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdarım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakiki mâlik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle manevî cevherler ve göz, kulak gibi antika sanatlar var ki benim dükkânımda yok. Daire-i iktidarımın haricindedir.” der, müddeîyi tekdir eder.

Sonra o müddeî döner, firavunlaşmış felsefe lisanıyla der ki: “Madem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın; esbab namına benimsin.” der.

O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubudiyet lisanıyla der ki: “Ben öyle birinin olabilirim ki bütün emsalim olan ulvi yıldızları icad eden ve semavatında kemal-i hikmetle yerleştiren ve kemal-i haşmetle döndüren ve kemal-i ziynetle süslendiren bir zat olabilir.”

(Sözler, 32. Söz, 1. Mevkıf)


Mesela, biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i a’zamın bir sahife-i nuranisi olan güneşi böyle utandırıyorsun?

(Mektubat, 8. Mektup)


Mesela, On Dokuzuncu Söz’ün âhirinde ispat edildiği gibi وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki تَجْرٖى kelimesi şöyle bir üslub-u âlîye pencere açar. Şöyle ki: تَجْرٖى lafzıyla yani “Güneş döner.” tabiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudret-i İlahiyeyi ihtar ile Sâni’in azametini ifham eder. Ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedaniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelal’in hikmetini i’lam eder.

وَ جَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yani, lamba tabiriyle şöyle bir üsluba pencere açar ki: Şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile Sâni’in haşmetini ve Hâlık’ın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri güneş, musahhar bir lamba, camid bir mahluktur. Demek “sirac” tabirinde Hâlık’ın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder. Ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder. Ve bu ihsasta vahdaniyeti i’lam eder ve manen der: “Camid bir sirac-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”

Hem cereyan-ı تَجْرٖى tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufat-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâni’in azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisatın satırlarına nazar-ı dikkati celbeder. Evet Kur’an, güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki onu ışıklandıran zat için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki sanat-ı Rabbaniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbaniyenin nizamına bir merkez hem Nakkaş-ı Ezelî’nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki sanat-ı Rabbaniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.

(Sözler, 25. Söz, 1. Şule, 1. Şua, 2. Suret, 3. Nokta)


Mesela اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا daki رَتْقًا kelimesi, tetkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifham eder ki: Sema berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-ı kabil bir halde iken semayı yağmurla, zemini hadravatla fethedip bir nevi izdivaç ve telkîh suretinde bütün zîhayatları o sudan halk etmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelal’in işidir ki rûy-i zemin, onun küçük bir bostanı ve semanın yüz örtüsü olan bulutlar, onun bostanında bir süngerdir, anlar; azamet-i kudretine secde eder.

Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidayet-i hilkatte sema ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz mahlukatsız toplu birer madde iken Fâtır-ı Hakîm, onları fetih ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer suret, ziynetli ve kesretli mahlukata menşe etmiştir, anlar. Vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur.

Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidayette güneşle mümtezic olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken Kādir-i Kayyum, o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, sema canibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur, anlar; başını tabiat bataklığından çıkarır, اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ الْوَاحِدِ الْاَحَدِ der.

Mesela وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا daki “lâm” hem kendi manasını hem “fî” manasını hem “ilâ” manasını ifade eder. İşte لِمُسْتَقَرٍّ in “lâm”ı, avam o “lâm”ı “ilâ” manasında görüp fehmeder ki size nisbeten ışık verici, ısındırıcı müteharrik bir lamba olan güneş, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faydası dokunmayacak bir suret alacaktır, anlar. O da Hâlık-ı Zülcelal’in güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek “Sübhanallah, Elhamdülillah” der.

Ve âlime dahi o “lâm”ı “ilâ” manasında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lamba değil belki bahar ve yaz tezgâhında dokunan mensucat-ı Rabbaniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedaniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek güneşin cereyan-ı surîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizamat-ı âlemi düşündürerek Sâni’-i Hakîm’in sanatına “Mâşâallah” ve hikmetine “Bârekellah” diyerek secdeye kapanır.

Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa “lâm”ı “fî” manasında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zemberekvari bir cereyan ile manzumesini emr-i İlahî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrayı halk edip tanzim eden Sâni’-i Zülcelal’ine karşı kemal-i hayret ve istihsan ile اَلْعَظَمَةُ لِلّٰهِ وَ الْقُدْرَةُ لِلّٰهِ der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur’aniyeye girer.

Ve dikkatli bir hakîme şu “lâm”ı hem illet manasında hem zarfiyet manasında tutturup şöyle ifham eder ki: “Sâni’-i Hakîm, işlerine esbab-ı zahiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlahîsiyle sapan taşları gibi seyyareleri güneşle bağlamış ve o cazibe ile muhtelif fakat muntazam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor ve o cazibeyi tevlid için güneşin kendi merkezinde hareketini zahirî bir sebep etmiş. Demek لِمُسْتَقَرٍّ manası: فٖى مُسْتَقَرٍّ لَهَا لِاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا yani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünkü hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlahiye, bir kanun-u Rabbanîdir.” İşte şu hakîm, böyle bir hikmeti, Kur’an’ın bir harfinden fehmettiği zaman, “Elhamdülillah Kur’an’dadır hak hikmet, felsefeyi beş paraya saymam.” der.

Ve şairane bir fikir ve kalp sahibine şu “lâm”dan ve istikrardan şöyle bir mana fehmine gelir ki: “Güneş, nurani bir ağaçtır. Seyyareler onun müteharrik meyveleri. Ağaçların hilafına olarak güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar.” Hem tahayyül edebilir ki: “Şems meczup bir serzâkirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir.” Bir risalede şu manaya dair şöyle demiştim:

“Evet güneş, bir meyvedardır; silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri.

Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.”

(Sözler, 25. Söz, 1. Şule, 2. Şua, 1. Lem'a)


Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmaniyede bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için her gün küre-i arzın denizleri kadar gaz yağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin.

(Şualar, 11. Şua, 6. Mesele)


Kâinatta tasarruf eden haşmet-i rububiyet, o koca güneşi şu zemin yüzündeki zîhayatlara bir hizmetkâr, bir lamba, bir ocak; ve koca Küre-i zemini onlara bir beşik, bir menzil, bir ticaretgâh; ve ateşi, her yerde hazır bir aşçı ve dost; ve bulutu, süzgeç ve murdia; ve dağları, mahzen ve ambar; ve havayı, zîhayata enfas ve nüfusa yelpaze; ve suyu, yeniden hayata girenlere süt emziren dâye ve hayvanata âb-ı hayat veren bir şerbetçi hükmüne getiren rububiyet-i İlahiye, gayet vâzıh bir surette vahdaniyet-i İlahiyeyi gösterir.

Evet, Hâlık-ı Vâhid’den başka kim güneşi arzlılara musahhar bir hizmetkâr eder?

(Mektubat, 20. Mektup, 2. Makam, 4. Kelime, 6. Fıkra)


5- Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.

(Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)


Mesela, bu kâinatın lambası olan güneşin bir olması, umum kâinat birinin olmasına işaret ettiği gibi; zîhayatların çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olması ve aşçıları olan ateş bir olması ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması ve umum zîhayatın imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin her birisi umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i neviyeleri ve meskenleri bir bulunması; gayet kat’î bir surette işaretler, şehadetlerdir ki meskenleri ile beraber umum o mevcudat, bir tek zatın malı olduğuna delâlet ederler.

(Lem'alar, 30. Lem'a, 4. Nükte, 2. İşaret)

Güneş Lekeleri[değiştir]

Güneş Lekesi maddesine bakın

Risalerde Güneş ile İlgili Bazı Misalleri[değiştir]

İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır; o nisbetle güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.

Diğeri ise hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakiki güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnettarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise âsârı mahduddur. O kayda göredir.

(Sözler, 12. Söz, 4. Esas)


Mesela وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى Sâni’-i Zülcelal’in esma-i hüsnasından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin emr-i Rabbanî ve teshir-i İlahî ile mazhar olduğu vazifeler, şu hakikati fehme takrib eder. Şöyle ki:

Güneş, ulviyetiyle beraber bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zatlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde; o şeffaf şeyler ise binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler, kurbiyet dava edemezler.

Hem o güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyası nereye girmiş ise orada hazır ve nâzır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre güneşin aksi ve bir nevi timsali görünmesiyle anlaşılır.

Hem güneşin azamet-i nuraniyeti derecesinde ihatası, nüfuzu ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki en küçük ufak şeyler, ondan gizlenip kaçamazlar. Demek azamet-i kibriyası, cüz’î ve ufak şeyleri, nuraniyet sırrıyla harice atmak değil; bilakis daire-i ihatasına alıyor.

Hem güneşi, mazhar olduğu cilvelerde ve vazifelerde farz-ı muhal olarak fâil-i muhtar farz etsek o derece suhulet ve sürat ve vüs’at içinde, zerreden katreden deniz yüzünden seyyarata kadar izn-i İlahî ile öyle işliyor ki şu tasarrufat-ı azîmeyi yalnız bir mahz-ı emir ile yapar, tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyare, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemal-i intizam ile verir.

İşte, sema denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlak’ın Nur isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede şu hakikatin üç esasının numunelerine mazhar olduğunu görüyoruz. Elbette güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, “Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Mukaddiru’n-Nur” olan Zat-ı Zülcelal her şeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nâzır ve eşya ondan gayet uzak olduğuna hem o derece külfetsiz, mualecesiz, suhuletle işleri yapar ki yalnız mahz-ı emrin sürat ve suhuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına hem hiçbir şey; cüz’î küllî, küçük büyük, daire-i kudretinden harice çıkmadığına ve kibriyası ihata ettiğine şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.

(Sözler, 14. Söz, 4. Mesele)


Nasıl ki güneş, kayıtsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle sana, senin ruhun penceresi ve onun âyinesi olan göz bebeğinden daha yakın olduğu halde; sen, mukayyed ve maddede mahpus olduğun için ondan gayet uzaksın. Onun yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz’î tecellileriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir taife isimleri hükmünde olan şuâlarına ve mazharlarına yanaşabilirsin.

Eğer, güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzat doğrudan doğruya güneşin zatı ile görüşmek istersen o vakit pek çok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok meratib-i külliyetten geçmekliğin lâzım gelir. Âdeta sen, manen tecerrüd cihetiyle küre-i arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve kamer kadar yükselip, bedir gibi mukabil geldikten sonra bizzat perdesiz onunla görüşüp bir derece yanaşmak dava edebilirsin.

Öyle de o Celil-i pür-kemal, o Cemil-i bîmisal, o Vâcibü’l-vücud, o Mûcid-i külli mevcud, o Şems-i sermed, o Sultan-ı ezel ve ebed, sana senden yakındır. Sen, ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa temsildeki dekaikı tatbik et.

(Sözler, 16. Söz, 3. Şua)


Evet, mesela وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى nasıl ki güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları ve zemin yüzünün mütelemmi’ şeffafatı, güneşin aksini ve ışığını göstermek suretiyle güneşe şehadet ettikleri gibi o kataratın ve şeffafatın gurûbuyla, gitmeleriyle beraber arkalarından yeni gelen katarat taifeleri ve şeffafat kabileleri üstünde yine güneşin cilveleri haşmetle devamı ve ışığının tecellisi ve noksansız istimrarı kat’iyen şehadet eder ki: Sönüp yanan, değişip tazelenen, gelip parlayan misalî güneşçikler ve ışıklar ve nurlar; bir bâki, daimî, âlî, tecellisi zevalsiz bir tek güneşin cilveleridir. Demek, o parlayan kataratlar, zuhuruyla ve gelmeleriyle güneşin vücudunu gösterdikleri gibi; gurûblarıyla, zevalleriyle, güneşin bekasını ve devamını ve birliğini gösteriyorlar.

Aynen öyle de şu mevcudat-ı seyyale, vücudlarıyla ve hayatlarıyla Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevalleriyle, ölümleriyle o Vâcibü’l-vücud’un ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

(Sözler, 22. Söz, 2. Makam, 10. Lema)


Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlukatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak için daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, mesela nasıl ki güneş, ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zatını mülahaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan; güneşin zatını unutturmamak için her bir parlak şeyde güneşin zatını aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey, kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zatîsiyle beraber ziyası, harareti gibi hâssalarını gösteriyor. Ve her parlak şey güneşi bütün sıfâtıyla kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvan-ı seb’a gibi keyfiyatlarının her birisi dahi umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor.

Öyle de وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى –temsilde hata olmasın– ehadiyet ve samediyet-i İlahiye, her bir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmasıyla bir cilvesi olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi mevcudat ile alâkadar her bir ismi bütün mevcudatı ihata ediyor.

İşte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalpler Zat-ı Akdes’i unutmamak için daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki o sikkenin üç mühim ukdesini irae eden Bismillahirrahmanirrahîm’dir.

(Lem'alar, 14. Lem'a, 2. Makam, 2. Sır)


Mesela güneş, müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ her bir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, birer misalî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zatının bir nevi misali, her bir parlak cisimde bulunur. Faraza güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi; her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup her şeyle bizzat temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ göz bebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Bir şey, bir şeye mani olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye set çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı.

Acaba bir zatın bin bir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve camid bir âyinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusu ile beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa o Zat-ı Zülcelal, ehadiyet-i zatiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?

(Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf, 2. Maksat)


Mesela, şeffaf parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla kalsa bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez ve ona masdar olamaz. Kendi cirmi kadar ve mahiyeti miktarınca bi’l-asale cüz’î zerre gibi bir nuru olabilir. Fakat o zerrecik, güneşe intisap edip ona karşı gözünü açıp baksa o vakit o koca güneşi ziyasıyla, elvan-ı seb’asıyla, hararetiyle hattâ mesafesiyle içine alabilir ve bir nevi tecelli-i a’zamına mazhar olur. Demek, o zerre kendi kendine kalsa bir zerre kadar ancak iş görebilir. Eğer güneşe memur ve mensup ve mir’at sayılsa güneş gibi, güneşin icraatındaki bir kısım cüz’î numunelerini gösterebilir.

İşte وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى her bir mevcud, hattâ her bir zerre, eğer kesrete ve şirke ve esbaba ve tabiata ve kendi kendine isnad edilse o vakit her bir zerre, her bir mevcud, ya bir ilm-i muhit ve kudret-i mutlaka sahibi olmalı veyahut hadsiz manevî makine ve matbaalar, içinde teşekkül etmeli tâ ona tevdi edilen acib vazifeleri yapabilsin.

Eğer o zerreler Vâhid-i Ehad’e isnad edilse o vakit her bir masnû, her bir zerre ona mensup olur, onun memuru hükmüne geçer. Şu intisabı onu tecelliye mazhar eder. Bu mazhariyet ve intisapla, nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder. Hâlık’ının kuvvetiyle, milyonlar defa kuvvet-i zatîsinden fazla işleri, vazifeleri; o intisap ve istinad sırrıyla yapar.

(Mektubat, 20. Mektup, 10. Kelimeye Zeyl)


Bazı eblehler var ki güneşi tanımadıkları için bir âyinede güneşi görse âyineyi sevmeye başlar. Şedit bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fena bulmadığını derk etse bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki âyinede görülen güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil belki güneştir ki o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil belki âyinenin hayattar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tabidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedit bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil, belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelal’in cilvesine karşı muhabbetindir ki belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir. يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى de. Yani madem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!

(Lem'alar, 17. Lem'a, 14. Nota, 2. Remiz)

Güneş ve Peygamberimiz (SAV)[değiştir]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm küçüklüğünde Halîme-i Sa’diye’nin yanında iken, Halîme ve Halîme’nin zevcinin şehadetleriyle; güneşten rahatsız olmamak için çok defa üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş.

Hem Şam tarafına on iki yaşında iken gittiği vakit, Buheyra-yı Rahip’in şehadetiyle, bir parça bulut, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş.

Hem yine bi’setten evvel Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, bir defa Hatice-i Kübra’nın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübra, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş. Kendi hizmetkârı olan Meysere’ye demiş. Meysere dahi Hatice-i Kübra’ya demiş: “Bütün seferimizde ben öyle görüyordum.”

(Mektubat, 19. Mektup, 16. İşaret, 3. Kısım, 6. Misal)


Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Kureyş’e demiş ki: “Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm, kafileniz yarın filan vakitte gelecek.” Sonra o vakit, kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ihbarı doğru çıkmak için ehl-i tahkikin tasdikiyle, güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani arz, onun sözünü doğru çıkarmak için vazifesini, seyahatini bir saat tatil etmiştir ve o tatili, güneşin sükûnetiyle göstermiştir.

(Mektubat, 19. Mektup, 17. İşaret)


Büyük bir nur lambası Güneştir ki Arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden Güneşin görünmesi, kucağında Peygamber’in (asm) yatmasıyla ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (ra) o mu’cizeye binaen ikindi namazını edaen kılmış.

(Sözler, 22. Söz, 1. Makam, 11. Bürhan)

Güneş ve Tesbihatı[değiştir]

Yani güneş ve arş gibi büyük cirmler, haşmet lisanıyla “Yâ Celil, yâ Kebir, yâ Azîm” dedikleri vakit; sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla “Yâ Cemil, yâ Rahîm, yâ Kerîm” diyerek o musika-i kübraya latîf nağamatlarını katıyorlar, tatlılaştırıyorlar.

(Mektubat, 20. Mektup, 2. Makam, 4. Kelime, 5. Fıkra)


Evet, bir bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi; güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfaz-ı tahmidiyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır.

(Sözler, 14. Söz, Üçüncü Mesele)


Evet, nasıl ki sema güneşler, yıldızlar denilen nur-efşan kelimatıyla, hikmet ve intizamıyla, onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor ve cevv-i hava dahi bulutların sesiyle, berk ve ra’d ve katrelerin kelimatıyla onu tesbih ve takdis ve vahdaniyetine şehadet eder.

(Sözler, 25. Söz,2. Şule, 2. Nur, 10. Nükte)


Nasıl bir ağaç yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimatı ile bir tesbihatı var. Öyle de koca semavat denizi dahi kelimatı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve ayları ile Fâtır-ı Zülcelal’ine tesbihat yapar ve Sâni’-i Zülcelal’ine hamdeder ve hâkeza…

(Sözler, 29. Söz, 1. Maksat, 4. Esas)

Güneş ve Zülkarneyn[değiştir]

حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ âyetinin ifade ettiği zahir manasına göre: Güneşin, hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurûb ettiğini görmüş, diyor.

İkincisi: Sedd-i Zülkarneyn nerededir?

Üçüncüsü: Âhir zamanda Hazret-i İsa’nın (as) geleceğine ve Deccal’ı öldüreceğine dairdir.

Bu suallerin cevapları uzundur. Yalnız muhtasar bir işaretle deriz ki:

Âyât-ı Kur’aniye, üslub-u Arabiye üzerine ve zahir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor.

İşte تَغْرُبُ فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ yani güneşin, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbî’nin sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurûb ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yani zahir nazarda Bahr-i Muhit-i Garbî’nin sevahilinde, yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş, tebahhur ettiği bir zamanda o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn’e görünen Bahr-i Muhit’in bir kısmında güneşin zahirî gurûbunu görmüş. Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında yeni açılmış ateşli gözünde, semavatın gözü olan güneşin gizlendiğini görmüş.

Evet, Kur’an-ı Hakîm’in mu’cizane belâgat-ı ifadesi bu cümle ile çok mesaili ders veriyor. Evvela: Zülkarneyn’in mağrib tarafına seyahati, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve güneşin gurûb âvânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan etmekle, Afrika’nın tamam istilası gibi çok ibretli meselelere işaret eder.

Malûmdur ki görünen hareket-i şems, zahirîdir ve küre-i arzın mahfî hareketine delildir; onu haber veriyor. Hakikat-i gurûb murad değildir. Hem çeşme, teşbihtir. Uzaktan büyük bir deniz, küçük bir havuz gibi görünür. Hararetten çıkan sis ve buharlar ve bataklıklar arkasında görünen bir denizi, çamur içinde bir çeşmeye teşbihi ve Arapça hem çeşme, hem güneş hem göz manasında olan عَيْنٍ kelimesi, esrar-ı belâgatça gayet manidar ve münasiptir. (Hâşiye[2])

Zülkarneyn’in nazarında uzaklık cihetiyle öyle göründüğü gibi arş-ı a’zamdan gelen ve ecram-ı semaviyeye kumanda eden semavî hitab-ı Kur’anî, bir misafirhane-i Rahmaniyede sirac vazifesini gören musahhar güneşi Bahr-i Muhit-i Garbî gibi bir çeşme-i Rabbanîde gizleniyor demesi, azametine ve ulviyetine yakışıyor ve mu’cizane üslubu ile denizi hararetli bir çeşme ve dumanlı bir göz gösterir. Ve semavî gözlere öyle görünür.

Elhasıl: Bahr-i Muhit-i Garbî’yi çamurlu bir çeşme tabiri, Zülkarneyn’e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur’an’ın nazarı ise her şeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn’in galat-ı his nevindeki nazarına göre bakamaz, belki Kur’an semavata bakarak geldiğinden küre-i arzı kâh bir meydan kâh bir saray bazen bir beşik bazen bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbî’yi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.

(Lem'alar, 16. Lem'a, Üç Sual)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Güneş Lekesi: Güneş'in en dış katmanında siyah lekeler halinde görünen bölgeler
  • Manzume-i Şemsiye: Güneş ve yörüngesindeki tüm cisimler
  • Güneş Fırtınası (1921): Havayı aydınlatan ve bazı makineleri etkileyen 20. yüzyılın en büyük güneş patlaması
  • Burç: Eskiden Güneş'in her 30 derecesi için tabir edilen kısım

Kaynakça[değiştir]

  1. https://en.wikipedia.org/wiki/Sun
  2. فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ deki عَيْنٍ tabiri, esrar-ı belâgatça latîf bir manayı remzen ihtar ediyor. Şöyle ki: “Sema ve yüzü, Güneş gözüyle zeminin yüzündeki cemal-i rahmeti seyirden sonra, zemin dahi deniz gözüyle yukarıdaki azamet-i İlahiyeyi temaşayı müteakip; o iki göz birbiri içine kapanırken rûy-i zemindeki gözleri kapıyor.” diye mu’cizane bir kelime ile hatırlatıyor ve gözler vazifesine paydos işaretine işaret ediyor.