İnfitar 13
Önceki Ayet: İnfitar 12 ← İnfitar Suresi → İnfitar 14: Sonraki Ayet
Meali: 13-14-15-16- İyiler muhakkak cennette, kötüler de cehennemdedirler. Ceza gününde oraya girerler. Onlar (kâfirler) oradan bir daha da ayrılmazlar.
Kur'an'daki Yeri: 30. Cüz, 586. Sayfa
Tilavet Notları:
Diğer Notlar:
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
Geçen on iki hakikat, birbirini teyid eder, birbirini tekmil eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihat ederek neticeyi gösterir. Hangi vehmin haddi var, şu demir gibi belki elmas gibi on iki muhkem surları delip geçebilsin tâ hısn-ı hasînde olan haşr-i imanîyi sarssın?
مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyet-i kerîmesi ifade ediyor ki bütün insanların halk olunması ve haşredilmesi, kudret-i İlahiyeye nisbeten bir tek insanın halkı ve haşri gibi âsandır. Evet, öyledir. “Nokta” namında bir risalede haşir bahsinde şu âyetin ifade ettiği hakikati tafsilen yazmışım. Burada yalnız bir kısım temsilatıyla hülâsasına bir işaret edeceğiz. Eğer istersen o “Nokta”ya müracaat et.
Mesela وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى –temsilde kusur yok– nasıl ki “nuraniyet” sırrıyla, güneşin cilvesi kendi ihtiyarıyla olsa da bir zerreye suhuletle verdiği cilveyi, aynı suhuletle hadsiz şeffafata da verir.
Hem “şeffafiyet” sırrıyla, bir zerre-i şeffafenin küçük göz bebeği güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsavidir.
Hem “intizam” sırrıyla, bir çocuk parmağıyla gemi suretindeki oyuncağını çevirdiği gibi kocaman bir dritnotu da çevirir.
Hem “imtisal” sırrıyla, bir kumandan bir tek neferi bir “Arş!” emriyle tahrik ettiği gibi bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder.
Hem “muvazene” sırrıyla, cevv-i fezada bir terazi ki öyle hakiki hassas ve o derece büyük farz edelim ki iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder ve iki güneşi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semavata, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.
Madem şu âdi, nâkıs, fâni mümkinatta nuraniyet ve şeffafiyet ve intizam ve imtisal ve muvazene sırlarıyla, en büyük şey en küçük şeye müsavi olur. Hadsiz hesapsız şeyler, bir tek şeye müsavi görünür. Elbette Kadîr-i Mutlak’ın zatî ve nihayetsiz ve gayet kemalde olan kudretinin nurani tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyanın şeffafiyeti ve hikmet ve kaderin intizamatı ve eşyanın evamir-i tekviniyesine kemal-i imtisali ve mümkinatın vücud ve ademinin müsavatından ibaret olan imkânındaki muvazenesi sırlarıyla; az çok, büyük küçük ona müsavi olduğu gibi bütün insanları bir tek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilir.
Hem bir şeyin kuvvet ve zaafça meratibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir. Mesela, hararetin derecatı, soğuğun müdahalesidir. Güzelliğin meratibi, çirkinliğin müdahalesidir. Ziyanın tabakatı, karanlığın müdahalesidir. Fakat bir şey zatî olsa, ârızî olmazsa onun zıddı ona müdahale edemez. Çünkü cem’-i zıddeyn lâzım gelir. Bu ise muhaldir. Demek asıl, zatî olan bir şeyde meratib yoktur. Madem Kadîr-i Mutlak’ın kudreti zatîdir, mümkinat gibi ârızî değildir ve kemal-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise muhaldir ki tedahül etsin.
Demek, bir baharı halk etmek, Zat-ı Zülcelal’ine bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbaba isnad edilse bir çiçek bir bahar kadar ağır olur. Hem bütün insanları ihya edip haşretmek, bir nefsin ihyası gibi kolaydır.
Mesele-i haşrin başından buraya kadar olan temsil suretlerine ve hakikatlerine dair olan beyanatımız, Kur’an-ı Hakîm’in feyzindendir. Nefsi teslime, kalbi kabule ihzardan ibarettir. Asıl söz ise Kur’an’ındır. Zira söz odur ve söz onundur. Dinleyelim:
فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ
قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمٖيمٌ
قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلٖيمٌ
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظٖيمٌ
اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفٖى نَعٖيمٍ
وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفٖى جَحٖيمٍ
اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ زِلْزَالَهَا
وَاَخْرَجَتِ الْاَرْضُ اَثْقَالَهَا
وَ قَالَ الْاِنْسَانُ مَالَهَا
يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا
يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ
وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا الْقَارِعَةُ
يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ
وَ تَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ
فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازٖينُهُ
وَ اَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازٖينُهُ
Daha bunlar gibi âyât-ı beyyinat-ı Kur’aniyeyi dinleyip “Âmennâ ve saddaknâ” diyelim.
اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
Ey şu risaleyi insaf ile mütalaa eden kardeş!
Deme, niçin bu Onuncu Söz’ü birden tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma! Çünkü İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi hikmet, اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلٰى مَقَايٖيسَ عَقْلِيَّةٍ demiş. “İman ederiz fakat akıl bu yolda gidemez.” diye hükmetmiştir. Hem bütün ulema-i İslâm “Haşir, bir mesele-i nakliyedir, delili nakildir, akıl ile ona gidilmez.” diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez.
Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm’in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz. Çünkü imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız.
Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i a’zam, ism-i a’zamın tecellisiyle olduğundan Cenab-ı Hakk’ın ism-i a’zamının ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a’zam bahar gibi kolay ispat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.
O seyyah, küre-i arz gemisinden çıkıp hayvanat ve insanlar âlemine girdi. Dinden ruh almayan hikmet-i tabiiye gözlüğü ile o âleme baktı, gördü ki:
O hadsiz zîhayatların hadsiz ihtiyaçları ve onları inciten ve hırpalayan hadsiz muzır düşmanları ve merhametsiz hâdiseleri var iken, o ihtiyaçlara karşı sermayeleri binden, belki yüz binden ancak bir olabilir. Ve o muzır şeylere mukabil iktidarları, milyondan ancak birdir. Bu çok dehşetli ve acınacak vaziyette, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye ve akıl alâkadarlığı ile onların haline o derece acıdı ve mahzun ve meyus ve cehennem azabı gibi elemler alırken ve o perişan âleme girdiğine bin pişman olurken, birden hikmet-i Kur’aniye imdadına yetişti اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dürbününü verdi “Bak!” dedi. Baktı, gördü ki:
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ tecellisiyle Rahman, Rahîm, Rezzak, Mün’im, Kerîm, Hafîz gibi çok esma-i İlahiyenin her biri, birer güneş gibi
مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖٓى اٰدَمَ
اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفٖى نَعٖيمٍ
gibi âyetlerin burçlarında tulû ettiler. O insan ve hayvan dünyasını rahmetle, ihsanla doldurup bir nevi muvakkat cennete çevirdiler. Ve bu şâyan-ı temaşa, güzel ibretli misafirhanenin mihmandar-ı kerîmini tam bildirdiklerini bildi. Bin kere اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ dedi.
(15. Şua)
اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفٖى نَعٖيمٍ
وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفٖى جَحٖيمٍ
İ’lem eyyühe’l-aziz! Her bir insan için hayat seferinde iki yol vardır. Bu iki yolun uzunluğu kısalığı birdir. Amma birisinde ehl-i şuhud ve ehl-i vukufun şehadet ve tasdikleriyle onda dokuz menfaat ihtimali var. İkinci yolda mesele makûsedir. Onda dokuz zarar ihtimali vardır. İkinci yol ile gidenin ne silahı var, ne zahîresi. Tabiî yolda pek çok korkulara maruz kalacağı gibi ihtiyaçlarını def’ için çoklara minnet altında kalır. Fakat birinci yola sülûk edenin hem silahı hem erzakı beraberdir. Pek serbestane gider. Birinci yol Kur’an yoludur, ikinci yol ise dalalet yoludur.
Evet ehl-i şuhudun, ehl-i vukufun tasdik ve şehadetleriyle sabittir ki iman yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir. Ve bilâhare merkez-i hükûmete ulaştığında onda dokuzu büyük mükâfatlara mazhar olacaklardır. Fakat dalalet zulümatı içinde yürüyenler; esna-yı seferde korkudan, açlıktan her şeye ve herkese tezellül ettikten sonra, mahall-i hükûmete vâsıl olduğunda onda dokuzu ya idam veya ebedî hapse mahkûm olacaklardır. Binaenaleyh aklı olan, zararlı bir şeyi dünyevî, edna bir hiffet için tercih etmez.
Ehl-i şuhud dediğimizden maksat, evliyaullahtır. Zira velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. Kur’an yolu ile gidenlerin silah ve zahîreleri ise Kadîr-i Mutlak’a, Ganiyy-i Kerîm’e olan tevekkül onları temin eder. Zira tevekkül, istinad ve istimdad noktalarını tazammun ediyor. Bu noktalar da kelime-i tevhidi istilzam ediyor. Kelime-i tevhid de namazı iktiza ediyor. Namaz dahi ubudiyetin esas bir rüknüdür.
Ubudiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini îfa edenin, mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libasları ve sair hayat lâzımeleri hazine-i Rahman’dan verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.
(Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye)
اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i nazmı
Arkadaş! Cenab-ı Hakk’ın sıfât-ı ezeliye âleminde biri celalî, diğeri cemalî iki türlü tecellisi vardır.
Celal ile Cemal’in sıfât-ı ef’al âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezahür eder.
Ef’al âlemine tecelli edince tahliye (تَحْلِيَه) ile tahliye (تَخْلِيَه) (tezyin ile tenzih) doğar.
Âsâr ve a’mal âleminden âlem-i âhirete intıba edince lütuf, cennet ve nur olarak; kahr da cehennem ve nâr olarak tecelli eder.
Sonra âlem-i zikre in’ikas edince biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır.
Sonra âlem-i kelâmda tecelli edince kelâmın emir ve nehye taksimine sebep olur.
Sonra âlem-i irşada intikal edince irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder.
Sonra vicdana tecelli edince reca ve havf husule gelir.
Sonra irşadın iktizasındandır ki havf ile reca arasındaki muvazene devamla muhafaza edilsin ki reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah’ın rahmetinden meyus ne de azabından emin olunsun.
İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı Kur’an-ı Kerîm, ale’d-devam tergibden sonra terhib ve ebrarı medhettikten sonra füccarı zemmetmiştir.
1. Sual
Sual: Bu cümle ile
اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفٖى نَعٖيمٍ
وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفٖى جَحٖيمٍ
cümlesi arasında ne gibi bir fark vardır ki orada atıf var, burada yoktur?
Cevap: Atfın hüsnü, münasebetin hüsnüne bakar. Hüsn-ü münasebet, her iki cümleden takip edilen garaz ve maksadın bir olmasına mütevakkıftır. Halbuki oradaki maksat, burada yoktur. Burada birinci cümledeki maksat, Kur’an’ın medhine incirar eden mü’minlerin medhidir. İkinci cümleden maksat, yalnız tahvif ve terhib için kâfirlerin zemmidir. Bu ise Kur’an’ın medhiyle alâkadar değildir.
(Bakara 6. Ayet, İşarat-ül İ'caz)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ
وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ
اِعْلَمْ Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.
(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
İlgili Maddeler[değiştir]
- İnfitar Suresi
- Şemme'de (Mesnevi N.) Geçen Ayetler
- İşarat-ül İ'caz'da Geçen Ayetler
- Onuncu Risale'de (Mesnevi N.) Geçen Ayetler
- Mesnevi-i Nuriye'de Geçen Ayetler
- Risale-i Nur'da Geçen Ayetler
- Şualar'da Geçen Ayetler
- 15. Şua'da Geçen Ayetler
- Sözler'de Geçen Ayetler
- 10. Söz'de Geçen Ayetler
- Hizb-ül Kur'an Ayetleri
- İnfitar Suresindeki Hizb-ül Kur'an Ayetleri
- Tekrarlanan Ayetler: İnfitar 13; Mutaffifin 22