Risale:Divan-ı Harb-i Örfi (Asar-ı Bediiyye): Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
Değişiklik özeti yok
2. satır: 2. satır:
''Önceki Risale: [[Risale:Teşhis-ül İllet (Asar-ı Bediiyye)|Teşhis-ül İllet]] ← [[Risale:Asar-ı Bediiyye|Âsâr-ı Bediiyye]] → [[Risale:Nutuklar (Asar-ı Bediiyye)|Nutuklar]]: Sonraki Risale''
''Önceki Risale: [[Risale:Teşhis-ül İllet (Asar-ı Bediiyye)|Teşhis-ül İllet]] ← [[Risale:Asar-ı Bediiyye|Âsâr-ı Bediiyye]] → [[Risale:Nutuklar (Asar-ı Bediiyye)|Nutuklar]]: Sonraki Risale''


ﺍﻟﺨﻄﺒﺔ ﺍﻟﺸﺎﻣﻴﻪ
ﺍﻳﻜﻰ ﻣﻜﺘﺐ ﻣﺼﻴﺒﺘﻚ ﺷﻬﺎﺩﺗﻨﺎﻣﻪ ﺳﻰ
   Hutbe-i Şâmiye
ﻳﺎﺧﻮﺩ ﺩﻳﻮﺍﻥ ﺣﺮﺏ ﻋﺮﻓﻰ
 
   İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi
  Yahud
  Divan-ı Harb-i Örfî
  Ve
  Said-i Kürdî
ﺳﻌﻴﺪ ﻛﺮﺩﻯ
 
   Müellifi  
   Müellifi  
   Bediüzzaman Said-i Nursî
   Bediüzzaman Said-i Kürdî    BİR İ'TİZAR
   Bu eserin Arapça aslının ikinci tab'ı Rumi 1329 Miladi 1913 de gerçekleşmiştir. Bizde, eserin ikinci tab'ından ve müellifinin tashihinden geçmiş orijinal bir nüshası mevcuddur.
  Şu "İki Mekteb-i Musibetin şehâdetnamesi" kitabını tab' ederken elimizde dört nüshası vardı.
   Not: Hutbe-i Şâmiye'nin aslî Arapçası, Osmanlıca AsarBediiyye'deki diğer Arapça Risalelerle birlikte neşredilmiştir. -Naşir-    Bu Hutbe-i Şâmiye eseri, 1911 yılı baharında Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri otuzbeş yaşlarında iken Şam'da, Şam ülemasının ısrarı üzerine Câmi-i Emevî'de irad ettiği bir hutbedir. Aynı sene içinde İstanbul'da 1. baskısı, 2. tabda 1912'de yapılmıştır. Bilâhere müellifi Bediüzzaman Said-i Nursî tarafından 1951'de Türkçeye tercüme edilerek neşredilmiştir.
  Eski harf ile matbu' ilk iki nüsha..
  ARABÎ'DEN TÜRKÇEYE TERCÜME EDİLEN HUTBE-İ ŞAMİYE'NİN MUKADDİMESİDİR
  İbrahim Fakazlı'nın el yazısıyla ve merhum Üstadımız Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri tarafından tashih ve tetkik edilmiş bir nüsha..
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ ﻭَﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ
  Yeni yazı ile matbu' bir nüsha..
  Merhum Emirdağlı Ceylan'ın eliyle yazılmış ve Üstad Hazretleri tarafından tashih görmüş elyazma bir nüsha..
  Biz bunların içinden merhum Üstad Hazretlerinin tashih etmiş oldukları iki nüshayı esas aldık. Her dört nüshayı dikkat ve titizlik içinde karşılaştırarak tashih ettik.
  -Naşir-   ÖNSÖZ
{(*) Not: Bu eser, 1911 ve 1912 yıllarında iki defa tab'edilmiş, her iki tab'ı da Kürdîzâde Ahmet Ramiz tarafından gerçekleştirilmiştir. 1912'deki ikinci tabında, eserin nâşiri Ahmet Ramiz'in bu önsözü baştarafında neşredilmiştir. Bu önsözün ehemmiyetinden olsa gerektir ki, Bediüzzaman Hazretleri bilahare eseri bazı tasarruf ve tashihlerden sonra neşrettirdiğinde ondan mühim kısımlarını beraberce neşrettirmiştir.. Biz ise onun tamamını derc ediyoruz. -Naşir-}
  İFADE-İ NAŞİR
   323 senesi (1907) zarfında idi ki; Kürdistan'ın yalçın, sarp ve âhenîn mavera-i şevahik-ı cibalinde tulû' etmiş Said-i Kürdî isminde nevadir-i hilkatten ma'dud bir ateşpare-i zekânın İstanbul âfâkında rü'yet edildiği haberi etrafa aksetmiş; ve fıtraten mütecessis olan bazı kimseler o hârika-i fıtratı peyapey gördükçe, mâder-i hilkatin hazain-i lâ-tefnasındaki sehaveti bir türlü hazmedemeyenleri, şu Kürd kıyafetinde, o şal ve şalvar altında, öyle bir kânun-u dehânın ihtifa edebileceğini bir türlü anlamıyarak; âtıl ve müzevver olan ekseriyet-i hasise, zelil olan hissiyatumumiyesini bir kelime-i tezyifin manâ-yı intikamında telhis etmişlerdi: Mecnun!..
  Said-i Kürdî filvaki' ifrat-ı zekâ itibariyle hudud-u cünûnda idi. Fakat öyle bir cünûn ki; onun ulvî ruh, kemâl ve aklına bir şairin şu mısralarında tercüman-ı zîşanı olmuştur:
  Cünûn başımda yanar, ateş-i maâlîdir
   Cünûn başımda benim bir zekâ-i âlîdir.
  Benim cünûnuma rehber ziya-yı ulviyet,
  Benim cünûnumu bekler azîm bir niyet...
  Evet Said-i Kürdî İstanbul'a, şûrezâr Kürdistan'ın maarifsizlikle öldürülmek istenilen kâinat idrakinde yapamadığı kâşanelere bedel, Yıldız siyasetlerini zelzelelere vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbul'a gelmeden Van'dan, Bitlis'ten, Siirt'ten, Mardin'den, Erzurum'dan defaatle nefy olundu. İstanbul'a gelmesiyle beraber, Merhum Sultan Abdülhamid tarafından da suret-i ciddiyede tarassud altına aldırıldı ve tevkif edildi.    Nihayet bir gün geldi ki, Said-i Kürdî'yi Üsküdar'a Toptaşı'na (Toptaşı Hastahanesi) yolladılar. Çünki hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tımarhaneden (Eserin ilk matbu' nüshalarında "Bimarhaneden" şeklindedir) iki de bir de çıkartılır; maaş, rütbe tebşir edilirdi. Hazret-i Said: "Ben Kürdistan'da mekteb (üniversite) açmak üzere geldim, başka bir dileğim yoktur.. Bunu isterim ve başka bir şey istemem" derdi. Tabir-i âherle Bediüzzaman iki şey istiyordu: Kürdistan'ın her tarafında mektebler açtırmak istiyor, başka bir şey almamak istiyordu...
  Arş-ı kanaat oldu behişt-i gına bize,
  Biz etmeyiz zemin-i müdaraya ol emin.
  Mensabların, makamların en bülendidir,
  Vicdanımızca mensab tahkir-i zâlimin.
  Şehzadebaşı'nda şematetle bir konferans verildiği gece, kemâl-i mehabetle sahneye çıkıp irad ettiği nutk-u belîg-i bîtarafane, Said'in ihata-i ilmiyesi kadar hamaset ve fedakârlıkta da bîmenend olduğunu teyid eder.
  Gerek o gece, gerek menhus 31 Mart'ta cihan-değer nasihatlarıyla ortaya atılan hoca-i dânâya; "böyle tehlikeli avanda vücûd-u kıymetdarının sıyaneti, nef'an lil-umum elzem olduğu" ihtar edildiği zaman: "En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar dersi vermektir..."
  "Yerinde ölmek için bu hayat lâzımdır" fikrine karşı:
  Aşinayız, bize bîganedir endişe-i mevt.
  Adl ü Hak uğruna nezreylemişiz cânımızı.
mısraı ile mukabele ederdi.
  Said-i hüşyarın safvet-i ruhunu, besâlet ve şecaatini, fedakârlığındaki nihayetsizliğini anlamak ve ona ebedî bir rabıta-i aşkla bağlanmak için lisan-ı hamasetinden meşhur Kahriyat'ın ezcümle şöyle bir parçasını dinlemek kifayet eder.
  Saray-ı zindanı yık, taşlarını başlara vur!
  Yere indir Güneşi, yıldızı eflâka savur.
  Ser-i bîdadı kopar, kalb-ı ta'dayı kavur,
  Ol bize ab-ı hayat, ateş-i seyyal-ı memat.   Bediüzzaman'a zurafadan biri, bir gün: İrfanıyla mütenasib bir esvab iktisası lüzumundan bahseder. Müşarün-ileyh: "Siz Avusturya'ya güya boykot yapıyorsunuz.. Yine onun yolladığı kalpakları giyiyorsunuz! Ben ise, bütün Avrupa'ya boykot yapıp, yalnız memleketimin mamûlâtını giyerim" buyurmuştur.
  Elyevm, Said-i Kürdî Kürdistan'a döndü. İstanbul'un heva-yı gıll ü gışşından ve tezviratından; bedraka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin -bazılarının- bütün fenalıklara bâdî, bütün felâketlerin müvellidi olduklarını görerek, bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek me'yus ve müteessir (olarak) vahşetzâr fakat munis, fakat vefakâr ve nâmusperver olan dağlarına döndü. İsabet etti. Kimbilir, belki en büyük icraatından biri de budur.
  Ahmed Râmiz  ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ


ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ ﺍَﺑَﺪًﺍ ﺩَٓﺍﺋِﻤًﺎ
ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ ﻭَ ﺍﻟﺼَّﻠﺎَﺓُ ﻭَ ﺍﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻰ ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَ ﺻَﺤْﺒِﻪِ ﺍَﺟْﻤَﻌِﻴﻦَ


   Aziz sıddık kardeşlerim!
  MUKADDİME
   Kırk sene evvel Şam'daki Câmi-i Emevî'de Şam ülemasının ısrarıyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatları bir hiss-i kablel vuku' ile Eski Said hissetmiş, kemâl-i kat'iyyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatlar görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmibeş sene bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kabl-el vuku'un kırk elli sene te'hirine sebeb olmuş ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyette başlamış. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327'ye bedel, 1371'de ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.
  Vakta ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zayıf istibdad tımarhaneyi mekteb eyledi. Vakta ki i'tidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; meşrutiyette şiddetli istibdad, hapishaneyi mekteb yaptı.
  Said-i Nursî
   Ey şu şehâdetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir Kürd talebesinin hâl-i ihtilâlde olan cesed ve dimağına gönderiniz. Tâ tahtie ile hataya düşmeyesiniz.
  * * *   (Şimdi Hutbe-i Şamiyenin tercümesine başlıyoruz.)  
   31 Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfî'de dedim ki:
  -Said-i Nursî-
  Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı Şeriatla müvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.
   Not: İnebolu'lu merhum Nazif Çelebi'nin 1951'de eski harfle yazıp teksir makinesiyle çoğalttığı nüshaya göre düzenlenmiştir.
  Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cem'iyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkid ederek; değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî-beşere irad ettiğim bir nutuktur.
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
  Onun için  ﻳَﻮْﻡَ ﺗُﺒْﻠَﻰ ﺍﻟﺴَّﺮَٓﺍﺋِﺮُsırrınca kabr-i kalbden hakâik çıplak çıktı. Nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemâl-i iştiyak ile müheyyayım, bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasılki bir bedevî garaibperest, İstanbul'un acaib ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş iken; nasıl kemâl-i hâhişle görmeyi arzu eder! Ben de ma'rez-i acaib ve garaib olan âlem-i âhireti o hâhişle görmek istiyordum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, ceza değil; sizin elinizden gelirse, beni vicdanen muazzeb ediniz! Ve illâ başka suretle azab, azab değil, benim için bir şandır!    Bu haydut hükûmet, zaman-ı istibdadda akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünûn, yaşasın mevt!.. Zalimler için de yaşasın Cehennem!..
  Ben zâten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi Divan-ı Harb iyi bir zemin oldu. İleride gelen sözler Harbiye Nezaretinde feveran etti. Müteferrik zamanlarda (yani nutkun iki sülüsü) mukadder suallere cevaben ikinci Divan-ı Harbde birden söyledim. Ve sualler kısmı, tahliyemin ikinci gününde birinci Divan-ı Harb reisi Hurşit Paşaya bir defa ve başkasına mükerreren mâsum mahbusları müdafaa için irad ettim.. Ve bir parçasını da başka yerlerde münakaşa suretinde söyledim.
  Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, bana da sual ettiler: "Sen de şeriatı istemişsin?"
  Dedim: Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zîrâ şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.
   Hem de dediler: İttihad-ı Muhammedîye (A.S.M.) dâhil misin?
  Dedim: Maal'iftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vecihle... Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir? Bana gösteriniz.
  İşte o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki, Meşrutiyeti lekeden ve ehl-i şeriatı me'yusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünûndan ve hakikatı evham ve şükûkdan kurtarayım. İşte başlıyorum:
   Dedim: Ey Paşalar, Zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmali:
ﺍِﺫًﺍ ﻣَﺤَﺎﺳِﻨِﻰ ﺍﻟﻠﺎَّﺗِﻰ ﺍَﺩِﻝُّ ﺑِﻬَﺎ ﻛَﺎﻧَﺖْ ﺫُﻧُﻮﺑِﻰ ﻓَﻘُﻞْ ﻟِﻰ ﻛَﻴْﻒَ ﺍَﻋْﺘَﺬِﺭُ


   Bütün zîhayatlar hayatlarının lisanhalleriyle Hâlıklarına takdim ettikleri manevî hediyelerini ve lisanhalle hamd ve şükürlerini, o ZâtVâcib-ül Vücud'a biz de takdim ediyoruz ki, demiş:
   Yani: Medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl itizar edeyim, mütehayyirim.
ﻟﺎَ ﺗَﻘْﻨَﻄُﻮﺍ ﻣِﻦْ ﺭَﺣْﻤَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِ
  Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yerde i'dam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Zîrâ başka şehid, yarı mükafatını dünyada nam ve şöhretle mübadele eder. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.
  Bunu da derim ki: Bazı kabahatli adam kabahatini setr için başkasını jurnal veya buranın hali gibi müdahene eder.
{(*) Nüsha farkında: "Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar kabahatini setr için başkasını irtica' ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler."}
Şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatına nasıl itimad olunur? Adalet onların sözüne nasıl bina edilir? Hem de cerbeze ile insan, adalet yaparken zulme düşüyor. Zîrâ insan kusursuz olmaz. Fakat zaman-ı medid ve efrad-i kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle ta'dil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem'edip, bir zaman-ı vâhidde bir şahs-ı vâhidden sudûrunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şediddir. Şimdi gelelim o onbir buçuk cinayetlerimin ta'dadına!...
{(**) İhtar: Bu cinayetlerin herbiri Divan-ı Harbdeki kırk tane evrak-ı perişanımda ve sair şayiatda hatıra gelen sual-i mukadderlere birer cevab-ı icmalidir. -Müellif-}
  BİRİNCİ CİNAYET:
  Geçen sene bidayet-i hürriyette ellialtmış telgraf umum aşâir-i ekrada sadaret vasıtasıyla çektim.
  Meali şu idi:
  "Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz emr, hakikî adalet ve meşveret-i şer'iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız!.. Zîrâ, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. İstibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz."
  Her yerden bu telgrafların cevabı, suret-i hasenede geldi. Demek Kürdleri tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ ki yeni bir istibdad onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet
{(*) Nüsha farkında: "Cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim..."}
ettim.    İKİNCİ CİNAYET:
  Ayasofya ve Bayezid ve Fatih'te ve Süleymaniye'de umum ülema ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile, Şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini şerh ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim.
  Şöyle ki:  ﺳَﻴِّﺪُ ﺍﻟْﻘَﻮْﻡِ ﺧَﺎﺩِﻣُﻬُﻢْhadîsinin sırrıyla; şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zâlimane tahakkümü mahvetsin.. Eğer temessül etse, istibdad bir "dev", dürründe meşrutiyet-i Süleyman, şeriat hatem-i Süleyman suretine girer idi. Bu hasiyyet-i teshire malik olan hatem-i şeriat idi; taht-ı medeniyette oturan ve efkâr-ı umumiye denilen Süleyman-ı meşrutiyetin engüştüne layık iken, ifrit-i istibdat gasb etmiş idi.
  Herhangi bir nutuk irad ettimse; herbir kelimesini kimsenin bir itirazı varsa, bürhan-ı kat'î ile isbata hazırım diye umuma meydan okudum.. Ve dedim ki: "Asıl şeriatın mülk-ü hakikîsi,
{(**) Nüsha farkı: "Meslek-i hakikîsi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşruadır."}
hakikat-ı meşrutiyetdir." Demek meşrutiyeti, delail-i şer'iye ile kabul ettim. Başka müzebzibler gibi, taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ülema ve Şeriatı, Avrupa'nın zunûn-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmağa çalıştığımdan cinayet ettim.
  ÜÇÜNCÜ CİNAYET:
  İstanbul'da yirmi bine yakın Kürdler, -hamal ve gafil ve safdil olduklarından- müstebidlerin onları iğfal ile Kürd kavmini lekedar etmelerinden korktum. Kürdlerin umum yerlerini ve kahvelerini gezdim; Geçen sene anlayacakları bir tarikle meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde: "İstibdad, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah ne vakit Peygamberimizin emrine itaât etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaât edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet ve zarûret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı cihad edeceğiz. San'at, mârifet, ittifak silâhıyla!.. Ama komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevkeden Ermenilerle kemâl-i memnuniyetle dost olup hakikî kardeşlerimiz olan Türklerle el ele vereceğiz. Zîrâ husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zîrâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz..."    İşte o hammalların, Avusturya'ya karşı -benim gibi Avrupa'ya karşı- boykotajları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılane hareketleri bu nasihatın tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını ta'dil etmek ve boykotajla Avusturya'ya karşı harb-i iktisadî açmağa sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belaya düştüm...
  DÖRDÜNCÜ CİNAYET:
  Avrupa, bizdeki cehalet ve taassub müsaadesiyle, şeriatı -hâşâ ve kellâ- müsaid-i istibdad zannettiklerinden, nihayet derecede kalben dağdar idim. Onların zannını tekzib etmek için, meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki; başka bir istibdad tekrar o zannı tasdik etsin! ne kadar kuvvetim varsa, Ayasofya Câmiinde meb'usana hitaben feryad ettim ve söyledim ki:
  Meşrutiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telakki ve telkin ediniz! Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdad, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zîrâ cahil efrad ve avam; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaâtsız olur. Adalet namazında kıble mezahib-i erbaa olsun... Tâ ki namaz sahih ola!.. Zîrâ hakâik-i meşrutiyet, sarahaten ve zımnen ve iznen mezahib-i erbaadan istihracı mümkin olduğunu dava ettim.
  Ben ki, bir âdi Kürdüm; Ulemaya farz-ı ayn olan bir vazifeyi omuzuma aldım.. Demek cinayet ettim ki, bu tokadı yedim.
  BEŞİNCİ CİNAYET:
  Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve neşriyat-ı haysiyet-şikenâne ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi perişan ettiler. Ben de onları redden ceridelerde makaleler neşrettim. Dedim ki:
  Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuât nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyas-ı hâdi' ile, yani taşrayı İstanbul'a ve İstanbul'u Avrupa'ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve ağraz-ı şahsiye ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zîrâ elifbâ okumayan çocuğa, felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe, karı libası yakışmaz. Ve Avrupa'nın hissiyatı, İstanbul'da tatbik olunmaz. İhtilâf-ı milel ve akvam, tehâlüf-ü emkine ve aktar; ihtilaf-ı ezmine ve a'sâr gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelemez.
  Demek Fransızın İhtilâl-i Kebiri bize tamamen düstur-ul hareket olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat, mukteza-yı hâli düşünmemekten çıkar.
  Ben ki ümmî ve bedevî bir Kürd'üm, böyle cerbezeli ve mugâlatalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim!..
  ALTINCI CİNAYET:
  Kaç defa büyük içtimalarda, heyecanları hissettim. Korktum ki, avamnâs siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Bir Kürd talebesinin lisanına yakışacak lafızlar ile heyecanı teskin ettim.
  Ezcümle: Bayezid'de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosu'ndaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin eyledim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı. Ben ki, bedevî bir adamım. Medenîlerin entrikalarını bildiğim halde işlerine karıştım. Demek cinayet ettim!..
  YEDİNCİ CİNAYET:
  İşittim; İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) namıyla bir cem'iyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki; bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi vücûda gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevat, -Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi zâtlar- daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o cem'iyetten kat'alâka ettiler ve siyasete karışmayacaklar! Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdid kabul etmez. Ben nasıl ki, dindar yedi cemiyete bir cihette mensubum. Zîrâ maksadlarını bir gördüm. Kezâlik o ism-i mübareke intisab ettim. Lâkin tarif ettiğim vecihle ki; işte bu tarifi ceridelerde neşretmiş idim. Benim murad ettiğim ve dahil olduğum İttihadMuhammedînin (A.S.M.) tarifi budur ki:
  Şark ve garba ve cenubdan şimale mümted bir silsile-i nûranî ile merbut bir dairedir. Dâhil olanlar, bu zamanda üçyüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihet-ül vahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlahîdir. Ve peyman ve yemini, imandır. Müntesibleri, Kalû Belâ'dan dâhil umum mü'minlerdir. Defter-i esmaları da, Levh-i Mahfuz'dur. Bu ittihadın naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Ve yevmiye cerideleri de, i'lâ-i Kelimetullahı hedef-i maksad eden umum ceraid-i diniye.... Kulüp ve encümenleri, mesacid ve medaris ve zevâyadır... Merkezi de, Haremeyn-i Şerifeyn'dir. Böyle cem'iyetin reisi, Fahr-i Âlem'dir (A.S.M.). Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle cihad-ekber, yani ahlâk-ı Ahmediye (A.S.M.) ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ve başkalara da muhabbet ve kavl-i leyin ile -eğer ızrarı intac etmezse- nasihat...
  Bu ittihadın nizamnamesi Sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevahi-i şer'iyedir. Ve kılınçları da, berâhin-i katıadır. Zîrâ medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değil... Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Zaten medeniyet onları tokatlıyor. Hedef-i maksadları da, i'lâ-i Kelimetullah'tır. Şeriatta yüzde doksandokuzu ahlâk ve ibadet ve fazilete aittir.
  Yüzde bir nisbetinde siyasiyata mütealliktir; onu da ulü-l emirlerimiz düşünsünler.
  Şimdiki maksadımız: O silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, herkesi bir şevk ve hâhiş-i vicdanî ile tarîk-i terakkide kâ'be-i kemâlâta sevketmektir. Zîrâ i'lâ-i Kelimetullahın bu zamanda en büyük bir sebebi, maddeten terakki etmektir.
  Ben bu ittihadın efradındanım.. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan değilim.
  Elhasıl:
  Sultan Selim'e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zîrâ o Kürd'leri ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Kürd'ler, o zamandaki Kürd'lerdir.
  Bu mes'elede seleflerim: Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemâl Bey ve Sultan Selim'dir.
  "Kıta"
  İhtilaf u tefrika endişesi
  Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
  İttihadken savlet-i a'dayı def'e çaremiz
  İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni...
  Sultan Selim
  Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için...
  Birincisi:
  O ismi tahdid ve tahsisten halâs etmek... ve umum mü'minine şümûlünü ilân etmek... Tâ ki, tefrika düşmesin ve evham çıkmasın!..    İkincisi:
  Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakını, tevhid ile önüne sed olmak idi. Vâ esefa ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı.
  Hem derdim: Eğer bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat elbisem de yandı... Ve uhdesinden gelmediğim şöhret-i kâzibem de maalmemnuniye ref' oldu. Ben ki, âdi bir adamım. Böyle meclis-i meb'usan ve a'yan ve vükelanın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri, uhdeme aldım. Demek cinayet ettim...
  SEKİZİNCİ CİNAYET:
  Ben işittim; Askerler bazı cem'iyetlere intisab ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telaş ettim. Bir gazetede yazdım ki:
  En mukaddes cem'iyet, askerin cem'iyetleridir ki; umum asker silkine girenler, neferden ser-askere kadar dâhildir. Zîrâ ittihad, uhuvvet, itaât, muhabbet ve i'lâ-i Kelimetullah ki, dünyanın en mukaddes cem'iyetinin maksadıdır. Umum askerler tamamıyla mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cem'iyet onlara intisab etmek lâzımdır. Sair cem'iyetler, milleti asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir. Amma ittihad-ı Muhammedî (A.S.M.) -ki, umum mü'minlere şamildir- cem'iyet ve fırka değil!.. Merkezi ve saff-ı evveli guzât ve şüheda, ulema ve sulehâ teşkil ediyor. Hiçbir ferd, zabit olsun, nefer olsun hariç değil ki, tâ intisaba lüzum kalsın.. Lâkin bazı cem'iyet-i hayriye, kendine İttihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.
  Ben ki, âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasbettim. Demek cinayet ettim...
  DOKUZUNCU CİNAYET:
  Mart'ın 31'inci günündeki dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddid metalibi işittim. Fakat elvân-ı seba sür'atle çevrilse, yalnız beyaz göründüğü gibi; sair metalipdeki fesadatı binden bire indiren ve avamı anarşistlikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyasâtı, mu'cize gibi muhafaza eden lafz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım; iş fena, itaât muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa her vakit gibi, yine o ateşin itfâsına teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim Kürdler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyordum. Üç dakikadan sonra çekildim. Makri Köyü'ne gittim, tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre mikdar dahlim olsa idi, zâten elbisem beni ilân ediyor. Şöhret de beni büyük gösteriyor; bu işde pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos'a kadar tek başıma olsun mukabele ederek isbat-ı vücûd edecektim, merdane ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu. Tahkike lüzum kalmazdı.
  İkinci günde ukde-i hayatımız olan itaât-ı askeriyeden sual ettim. Dediler ki: "Askerin zabitleri asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamıştır."
  Tekrar sual ettim: "Kaç zabit vurulmuş?" Beni aldattılar, dediler: "Yalnız dört tane. Onlar da müstebid imişler.. Hem de Şeriatın âdâb ve hududu icra olunacak!" Ben de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşrû gibi tasvir ediyorlar idi. Ben de bir cihetten sevindim. Zîrâ en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaât-ı askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede me'yus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:
  "Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefsine zulmediyorlarsa, siz o itaâtsızlıkla otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon nüfus-u İslâmiyenin birer birer haklarında zulmediyorsunuz. Zîrâ umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet ve saadet ve bayrak-ı tevhidi sizin itaâtınız ile kaimdir. Hem de şeriat istiyorsunuz, fakat itaâtsızlıkla Şeriata şiddetli muhalefet ediyorsunuz."
  Ben onların hareketini ve şecaatlarını okşadım. Zîrâ efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan cerideler, nazarımıza hareketlerini meşrû göstermiştiler. Ben de takdirle beraber, nasihatı bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı. Ben ki bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım, "Böyle işler neme lâzım, akıllılar düşünsün" demediğimden cinayet ettim...
  ONUNCU CİNAYET:
  Harbiye nezaretindeki asakir içine Cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaâta getirdim. Nasihatımın tesirini sonradan gösterdiler. İşte nutkun sureti:
  Ey asakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon İslâmın nâmus ve haysiyeti ve saâdeti ve bayrak-ı tevhidi, sizin itaâtınızla vâbestedir. Sizin bir zabitiniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaâtsizlikle üçyüz milyon İslâma zulüm ediyorsunuz. Zîrâ bu itaâtsizlikle hayat-ı İslâmı tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki: Asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaâtsizlik etse, bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahiddir. Siz Şeriat dersiniz, halbuki Şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur'ân ile, hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulü-l emre itaât farzdır. Sizin ulü-l emriniz ve üstadınız; zabitlerinizdir. Nasılki mahir mühendis ve hâzık tabib günahkâr olursa; tıb ve hendeselerine halel vermez. Kezalik münevver-ül efkâr ve fenn-i harbe aşina, mektebli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin -ki herbiri binlere mukabildir- bir cüz'î nâmeşrû hareketi için itaâta halel vermekle umum Osmanlı ve İslâmlara zulmetmeyiniz! Zîrâ itaâtsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bayrak-ı tevhid-i İlahî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yed'in kuvveti de itaâttır ve intizamdır. Zîrâ bin muntazam ve mutî asker, yüzbin başı-bozuğa mukabildir. Ne hacet!.. yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun vücûda getiremediği böyle inkılabları itaâtle siz yaptınız. Bunu da söylüyorum ki: Bir mektepli ve münevver-ül fikir zabitini zayi' etmek, meydan-ı harbde binlerce adamı zayi' etmektir. Zîrâ şimdi hüküm-ferma, şecaat-i akliye ve fenniyedir. Bir münevver-ül fikir, binlere mukabildir. Ecnebiler size bu şecaatle galebe çaldılar. Yalnız şecaat-i kalbi kâfi değil!..
  Elhasıl:
  Fahr-i Âlem'in fermanını size tebliğ ediyorum ki: İtaât farzdır. Yaşasın asker!.. Yaşasın meşrutiyet-i meşruâ!..
  Demek ben, bu kadar âlim varken, böyle mühim vazifeleri deruhde ettiğimden cinayet ettim!..
  ONBİRİNCİ CİNAYET:
  Ben Kürdistanda Kürdlerin hal-i perişanını görüyordum. Anladım ki: Dünyevî saadetimiz, bir cihetle fünûn-u cedide-i medeniye ile olacaktır. O fünûnun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulema ve bir menba'ı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ülema-i din, fünûn ile ünsiyet peyda etsinler.
  Zira, Kürdlerin zimam-ı ihtiyarı, ulema elindedir. O vesaik (yeni yazılarda "ve o saik ile" şeklindedir) ile devr-i istibdadda Dersaadet'e geldim. Saadet tevehhümüyle?!. O vakitte şimdi münkasım olmuş ve şiddetlenmiş olan istibdadlar, umumen Sultan-ı Mahlu'a isnad edildiği halde; onun Zabtiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükûtu kabul etmedim, reddettim. Milletimin namını lekedâr etmedim. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim. Başka sivrisinekler
{(*) İttihadçılara bakıyor. -Müellif-}
beni cebr ile değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada Kürdistanda neşr-i maarif için çalışıyorum. Ekser İstanbul bunu bilir.
  Ben ki bir hammalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım. Ve dünya ile gönülleşemediğim halde; ve en sevdiğim mevki olan Kürdistanın yüksek dağlarını terketmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düştüğüme sebebiyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki; bu dehşetli mahkemeye girdim!..
  YARI CİNAYET:
  Şöyle ki: Daire-i İslâm'ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafet elinden kaçırmamak fikriyle ve sultan-ı sâbık, sâbık kusuratını derk ile, nedamet ederek kabul-ü nasihata isti'dad kesbetmiş zannıyla ve "Aslah tarîk, musalahadır" mülahazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infialâta mebde ve tohum olan suret-i garazı daha ahsen suretle düşündüğümden, Sultan-ı Sâbık'a, ceride lisanıyla söyledim ki:
  "Münhasif Yıldız'ı dâr-ül fünûn et, tâ Süreyya kadar i'lâ olsun!.. Ve oraya seyyahlar ve eski zebaniler yerine, melâike-i rahmeti yerleştir! Tâ cennet gibi olsun!.. Ve Yıldız'daki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti tedavi için millete iade et! Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et! Zîrâ senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden, sen dünyayı terket! Zekat-ül ömrü, Ömer-i Sâni yolunda sarfeyle!..
  Şimdi müvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfünûn.? Ve içinde seyyahîn gezmeli veyahud ulema tedris etmeli? Ve mağsub olmalı veyahut mevhub olmalı?! Hangisi daha iyidir? Eshab-ı insaf hükmetsin."
  Ben ki bir gedayım, padişaha nasihat ettim, demek yarı cinayet ettim.
  Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi.
{(HAŞİYE) O yarının zamanı; onbeş sene sonra, yirmisekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan, Siracünnur'un âhirindeki Risaleye bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz. -Müellif-}    Diriğa! maden-i saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrû'a ve menba-ı hayatımız ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar meşrutiyete ağraz karıştırmakla; ve münevver-ül fikirler de harekât-ı lâübaliyane ile rağabat-i millete karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref'etmelidirler. Vatan namına rica olunur.
  Ey paşalar, zabitler! Bu onbir buçuk cinayetin şahidleri binlerce adamdır. Belki bazılarına İstanbul'un yarısı şahiddir. Ben bu onbir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, onbir buçuk sualime de cevab isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:
  Herkesin şevkini kıran ve neş'esini kaçıran ve ağraz ve hiss-i taraftarlığı uyandıran ve sebeb-i tefrika olan cem'iyat-ı avamiyenin teşkiline sebebiyet veren meşrutiyet-ül isim ve müstebid-ül mânâ olan ve "İttihad ve Terakki" ismini de lekedar eden buradaki şube-i hafiyeye muhalefet ettim.
  Herkesin bir fikri var. Ben de hürrüm... Selamet-i millet için bir fikrim var. İşte: Sulh-u umumî ve aff-ı umumî ve ref'-i imtiyaz lâzım. Tâ ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın, derim: Biz ki Kürdüz (nüsha farkında: Biz ki, hakikî müslümanız) aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz. Zîra biliriz ki:
ﺍِﻧَّﻤَﺎ ﺍﻟْﺤِﻴﻠَﺔُ ﻓِﻰ ﺗَﺮْﻙِ ﺍﻟْﺤِﻴَﻞِ


Yani, rahmet-i İlahiyeden ümidinizi kesmeyiniz. Hem hadsiz salât ve selâm ol Peygamberimiz (A.S.M.) üzerine olsun ki, demiş:
  Fakat meşrutiyet-i hakikiyenin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdad ne şekilde olursa olsun, isterse meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.
ﺟِﺌْﺖُ ِﻟﺎُﺗَﻤِّﻢَ ﻣَﻜَﺎﺭِﻡَ ﺍﻟْﺎَﺧْﻠﺎَﻕِ
  Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat göstermekle meşveretin düşmanlarını çok edenlerdir. "Tebeddül-ü esma ile hakâik tebeddül etmez."
  En büyük hata, insan kendini hatasız zannetmek olduğundan, hatamı itiraf ederim ki; nâsın nasihatını kabul etmeden, nâsa nasihatımı kabul ettirmek istedim. Ve nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmârufu tesirsiz etmekle tenzil ettim. Hem de tecrübe ile sabittir ki: Ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bâzan o kusur, işlenilmemiş, başka kusurun suretinde kendini gösterir. O adam masum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, adalet eder. Fakat hâkim ceza verir, zulmeder.
  Ey ulü-l emr! Bir haysiyetim vardı, onunla milletime (yani: İslâm milletine) hizmet edecektim; kırdınız. Bir şöhret-i kâzibem vardı; onunla avama nasihatımı tesir ettirirdim, maal-memnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfem var. Kahrolayım eğer i'dama esirger isem. Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem. Sureten mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intac edecektir. Bu hal bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zîrâ nasihatımdaki tesiri kırdınız.
  Saniyen: Kendinize zarardır. Zîra hasmınızın elinde bir hüccet-i katıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsa, kaç tane sağlam çıkacaktır.
  Eğer meşrutiyet, bir şubenin istibdadından ibaret ise ve yalnız ona isim ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise:
ﻓَﻠْﻴَﺸْﻬَﺪِ ﺍﻟﺜَّﻘَﻠﺎَﻥِ ﺍَﻧِّﻰ ﻣُﺮْﺗَﺠِﻊٌ


Yani; benim insanlara (beşere) CenabHak tarafından bi'setim ve gelmem, ehemmiyetli bir hikmeti; ahlâkhaseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.
  Zira yalanlarla ittihad yalandır.. Ve ifsadât üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fâsiddir. Müsemma-yı meşrutiyet; "hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.
   Hamd ve salâttan sonra: Ey bu Câmi-i Emevî'de bu dersi dinleyen Arab kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde bu minbere, bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünki size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ülema bulunan cemaata karşı benim misalim: Medreseye giden bir çocuğun misalidir ki; o sabî çocuk sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşamda babasına gelip, okuduğu dersini babasına arzeder. Tâ doğru ders almış mı? Almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet biz Kürdler size nisbeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte ben de aldığım dersimin bir kısmını siz gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum:
  Maatteessüf bunu kemâl-i telaş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Meselâ bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men'etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücûda gelen (fesad ve fenalığın zikri vaktinde,) onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ki ilme husumet ve adaveti îma eder.
   Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayatiçtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da budur:    Birincisi:  
  Kezalik; şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki, fırkaların ağraz-ı şahsiye ve hilafŞeriat ile ektikleri tohum-u fesadı, bir milyon fişenk havaya atıldığı ve umum siyasât ve asayiş efrad elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müdhiş fırtına mu'cize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek namlar, o müdhiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber; daima o ismi sahib-i ağraza siper göstermek, pek büyük ve hatarlı bir noktaya, belki ukde-i hayatiyeye ilişmektir ki; dehşetinden her bir vicdanselim titriyor ve dağdar-ı teessüf oluyor.    Süreyya'yı süpürge yapmağa ve üfürmekle Şems'i söndürmeğe ihtimal veren; belâhetini ilân eder. Meselâ: Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir mizan ile müvazenelerini, cevv-i semada Zühal'de duran bir melaike de o mizanin ucunu tutsa, Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa; Sübhan Dağı âsumana, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden kasır-ün nazar olan, kıymet ve sıkletini, tamamen o dirhemden bilecektir. İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyeti İslâmiye ve Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) o cesim dağlara benzer. Esbab-ı hariciye bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyetin kıymetini bilmemek ve tenzil etmektir.
   Ye'sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
  Hakkın hatırını kırmayacağım! Hakikatı söyleyeceğim! Zîrâ hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez! Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun!...
   Şöyle ki: 31 Mart hâdisesi denilen o sâika ve müdhiş fırtına, esbab-ı adîde tahtında öyle bir isti'dadtabiîyi müheyya etmişti ki; neticesi herc ü merc olduğu halde, min-indillah ehl-i kıyamın lisanına daima mu'cizesini gösteren ism-i Şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden; Nisan'ın nısfından sonraki umum cerideleri indallah mahkûm ediyor. Zîrâ o hâdiseye sebebiyet veren yedi mes'ele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütalaaya alınsa, hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:
   Birincisi:  
   Yüzde doksan İttihad ve Terakki'nin tahakkümü aleyhinde bir hareket idi.
   İkincisi:  
   İkincisi:  
   Sıdkın hayatiçtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
   Fırkaların meydanmünakaşatı olan vükelayı tebdil idi.
   Üçüncüsü:  
   Üçüncüsü:  
   Adavete muhabbet.
   Sultan-ı mahlû'u (nüsha farkında: Sultan-ı mazlumû) sukut-u musammemden kurtarmaktı.
   Dördüncüsü:  
   Dördüncüsü:  
   Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.
   Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatın önüne sed çekmekti.
   Beşincisi:  
   Beşincisi:  
   Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.
   Pekçok i'zâm edilen Hasan Fehmî Bey'in katilini meydana çıkarmaktı.
   Altıncısı:  
   Altıncısı:  
   Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.
   Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.    Yedincisi:  
   Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde, eczahane-i Kur'âni-yeden ders aldığım "altı kelime" ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.
   Hürriyeti, sefahete şümulünü men'.. ve âdâbşeriatla tahdid.. ve avamların siyaset-i şer'î bildikleri yalnız kısas ve kat'-ı yed haddini icra idi.
  BİRİNCİ KELİME: "El-emel".
   Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmiş idi.. Ve en mukaddes olan itaât-ı askeri feda edildi.
   Yani rahmet-i İlahiyeye kuvvetli ümid beslemek. Evet ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen: Ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm'ın saadet-i dünyeviyesi, bahusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm'ın terakkisi onların intibahıyla olan Arab'ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin burnunun rağmına olarak
   Üss-ul-esas esbab: Fırkaların taraftarâne ve garazkârane münakaşatı ve ceridelerinin belağat yerine mübalağât ve yalan ve ifratperverane keşmekeşleri idi.
{(HAŞİYE) Eski Said, hiss-i kabl-el vuku' ile 1371'de -başta Arab Devletleri- Âlem-i İslâm'ın ecnebî esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini kırkbeş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdadmutlakı düşünmemiş. Bin üçyüz yetmiş'te olan vaziyeti, bin üçyüz yirmi yedi'de olacak gibi müjde vermiş, te'hirinin sebebini nazara almamış. -Müellif-}
   Bu metalib-i seb'ada nasıl ki elvân-ı seb'a çevrilse, yalnız beyaz görünür.. Bunda da yalnız ziya-yı Şeriat-ı beyza tecellî etti. Zîrâ fesadın önüne sed çekti. Hem de yedi mukaddeme düşünülse, her birinde Şeriatın ism-i mübarekinin mu'cizesini gösterir.
ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-ı kat'iyyemle derim: İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet'in olacak. Ve hâkim, hakâik-i Kur'âniye ve imaniye olacak. Öyle ise şimdiki kader-i İlahî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mazî düşmüş. Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz:
  Elhasıl:  
   İşte İslâmiyetin hakâikı hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir isti'dadı var.   Birinci cihet olan manen terakki ise:
  Sekiz-dokuz ayda ceridelerin neşriyatmüheyyicâneleriyle; ve fırkaların cem'iyetlere fedaî yazmakla; ve inkılabı vücûda getiren zevatın tahakkümatıyla; ve itaâtaskeriyeye münafî olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle; ve âdâb-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyler, bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla; ve itaât bozulduktan sonra müstebidler, mürteciler, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar iyilik zannı ile o bataklık zeminde tohum ekmeğe başlamasıyla; ve devletin umum siyasâtı cahil efradın elinde kalmakla; ve bir milyona yakın fişenk havaya atmakla; ve dâhil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden, bu hâdisenin isti'dadtabiîsi, herc ü merc ve müdahale-i ecnebî iken; -min-indillah- ism-i şeriat, o esbabmüteaddideden çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca' ile onüç asırdan sonra bir mu'cize daha gösterdi. Hem de geçen inkılabazîmde ordu ve ülemanın sadası ki; "Meşrutiyet, şeriata müsteniddir" diye umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılabların kaide-i tabiiyesini hark ile, Şeriatın tesir-i mu'cizanesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir.
  Biliniz; Hakikî vukuâtı kaydeden tarih, hakikata en doğru şahiddir. İşte tarih bize gösteriyor; hattâ Rus'u mağlub eden Japon başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehâdeti aynen şu ki:
   Nisan'ın nısf-ı âhirindeki ceridelerin esasfikirlerine mu'terizim. Şöyle ki:
   [Hakikat-ı İslâmiyetin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm'ın hakikat-ı İslâmiye'de za'fiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir. Yani salabet ve taassublarının za'fiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salabet ve taassublarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilallere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.]
   Hayat onun yoluna daima feda edilen; ve hayattan bin derece daha mukaddes ve daha âlî olan haysiyet ve itaât-ı askeriyeyi, -hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan- malnâmeşruaya feda etmeğe ihtimal verdiler. Hem de hakâik ve ahval onun cazibesine tâbi ve o merkeze merbut olan şems-i Şeriat, saltanata veya hilafete veya başka siyasete tâbi ve âlet; şems-i müniri bir menhus ve münkesif yıldıza peyk ve cazibesine tâbi itikad etmek gibi göstermekle, tarîk-i narefteye sülûk ettiler.
   Hem Asr-ı Saadet'ten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki; bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakînî ile başka dini İslâmiyete tercih etmekle, eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu mes'elede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka mes'eledir. Halbuki, bütün dinlerin etba'ları ise -hattâ en ziyade dinine taassub gösteren İngiliz ve eski Rus-, muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dahil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat'î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.
   Cemî'-i kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milletimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakâik-i şeriatın tecellîsiyledir. Yoksa "Yürüyüşünü terk ile, başkasının yürüyüşünü öğrenmedi"ye mâsadak olacağız.
{(HAŞİYE) İşte bu mezkûr davaya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdadmutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya kırkbeş sene sonra, İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur'anı mekteblerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz'in mühim hatibleri, (bir kısmı) Kur'an'ı İngiliz'e kabul ettirmeye taraftar çıkmaları ve Küre-i Arz'ın şimdiki en büyük devleti Amerika'nın bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar çıkması; ve İslâmiyetle Asya ve Afrika'nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermesi; ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli bir şahid olur. -Müellif-}
   Evet hem şan ve şeref, hem sevab-ı âhiret, hem hamiyet-i millî, hem hamiyet-i İslâmî, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Zîrâ müsenna daha muhkemdir!
  Eğer biz ahlâkİslâmiyenin ve hakâik-i imaniyenin kemâlâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz'ın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler.    Hem nev'-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış; elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. Dinsizi de, dine iltica etmeğe mecburdur. Çünki acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni'-i Âlem'i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..
   Ey paşalar, zabitler! Cinayetlerime ceza.. ve şimdi suallerime de
  Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî-manevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak!..
{(HAŞİYE) Bu sualler, kırk-elli masum mahpusun tahliyelerine sebeb oldu. -Müellif-} cevab isterim. İslâmiyet insaniyet-i kübra ve şeriat medeniyet-i fuzla olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmağa sezâdır.
  Hasılkelâm:
   Birinci Sual:
  Beşer bu asırda harblerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi' isti'dadını hissetmiş; ve insan, acib cem'iyetli isti'dadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış; belki ebede meb'ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış.
   Ceridelerin tesvilâtıyla meşru bilerek, burada görenek ve âdetine binaen cereyan-ı umumiye kapılan safdillerin cezası nedir?
  Hattâ insaniyetin bir kuvvesi ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: "Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir i'dam senin başına gelecek." Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali; sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.
   İkinci Sual:  
  İşte bu nükte içindir ki; herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm i'damına karşı din-i haktaki bir hakikatı arıyor ki, kendini kurtarsın. Şimdiki hâl-i âlem bu hakikata şehâdet eder.
  Bir insan yılan suretine girse; veyahut bir veli haydut kıyafetine, yahut meşrutiyet istibdad şekline girse, ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki hakikaten yılan ve haydut ve istibdaddır.
  Kırkbeş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyacşedidini dinsizliğin zuhûruyla; küre-i arzın kıt'aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeğe başlamışlar. Hem âyâtKur'âniye, başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, "Aklına bak" der, "Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikatı bilesin" diyor.   Meselâ: Bakınız! O âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: "Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikatı bilesiniz." "Biliniz" ve "Bil, hakikatına dikkat et!" "Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun. Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalalete düşüyorlar?. Ey insanlar ibret alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek manevî belalardan kurtulmağa çalışınız!" mânasında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde beşeri aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.
   Üçüncü Sual:  
   Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm'ın câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler!
   Acaba müstebid yalnız bir şahıs olur? Veyahut eşhas-ı müteaddide müstebid olurlar? Bence, kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.
  Hasılkelâm:  
   Dördüncü Sual:  
   Biz Kur'ân şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakâik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fenn, hükmettiği istikbalde, elbette bürhanaklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'ân hükmedecek!..
   Bir masumu i'dam... yoksa on câniyi afv, daha zarardır?!
  Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına; inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin emareleri göründü. Yetmişbir'de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak.
   Beşinci Sual:  
   Evet hakâik-i İslâmiyet'in mazî kıt'asını tamamen istilasına sekiz dehşetli manialar mümanaat ettiler:
   Tazyikatmaddiye, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği için, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?
  Birinci, İkinci, Üçüncü Maniler:
   Altıncı Sual:  
  Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassublarıdır. Bu üç mani, mârifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmağa başlıyor.
   Bir maden-i hayatımız olan ittihad-ı millet, ref'-i imtiyazdan başka ne ile olur?!
   Dördüncü, Beşinci Maniler:
   Yedinci Sual:  
  Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebîlerin körükörüne onları taklid etmeleridir. Bu iki mani dahi, fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat nev'-i beşerde başlamasıyla zeval bulmağa başlıyor.    Altıncı, Yedinci Maniler:
   Müsâvâtı ihlâl, yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsâvâtsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser mahbusînin, belki yüzde sekseni masum iken; acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hüküm-ferma olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? DivanHarb'e diyeceğim yok!.. İhbar edenler düşünsünler.
  Bizdeki istibdad ve şeriatın muhalefetinden gelen sû'-i ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdad kuvveti şimdi zeval bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdadlarının otuz-kırk sene sonra zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile ve sû'-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle, bu iki mani' de zeval buluyor ve bulmağa başlamış. İnşâallah tam zeval bulacak.
   Sekizinci Sual:  
   Sekizinci Mani:
   Bir fırka kendine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nikat-i asabiyesine daima dokundura dokundura, zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse; ve herkes de onlar kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan manâ-yı istibdada ilişse, acaba kabahat kimdedir?
  Fünûn-u cedidenin bazı müsbet mesaili, hakâik-i İslâmiyenin zahirî mânâlarına muhalif ve muârız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mazîdeki istilasına bir derece sed çekmiş. Meselâ: Küre-i Arz'da emr-i İlahî ile nezarete memur "Sevr ve Hut" namlarında iki ruhanî melâikeyi, dehşetli cismanî bir öküz, bir balık tevehhüm edip ehl-i fen ve felsefe hakikatı bilmediklerinden İslâmiyete muârız çıkmışlar.
   Dokuzuncu Sual:  
  Bu misal gibi yüz misal var ki, hakikatı bildikten sonra, en muannid feylesof da teslim olmağa mecbur oluyor. Hattâ Risale-i Nur, Mu'cizat-ı Kur'âniye Risalesi'nde fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur'ânın bir lem'a-i i'cazını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkid zannettikleri Kur'ân-ı Kerim'in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatları izhar edip, en muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın. Bu mani, kırkbeş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.
   Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zayiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?
   Evet bazı muhakkikîn-i İslâmiyenin bu yolda te'lifatları; bu sekizinci dehşetli maniânın zîr ü zeber olacağına emareler görünüyor.
   Onuncu Sual:  
   Evet şimdi olmasa da, otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî mârifet ve medeniyetin mehasini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o sekiz manileri mağlub edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanı ve insaf ve muhabbet-i insaniyet, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmağa başlamış. İnşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.
   Hürriyet-i kelâm ve fikir verilse, sonra da muahaze olunsa; acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasa idi, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi?
   Evet meşhurdur ki: "En kat'î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehâdet etsin."
    Onbirinci Sual:  
   İşte yüzer misallerinden iki misal:
   Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalefet.. veya edenlere karşı sükût etse; acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve masum olan efkârumumiye yalancı, ma'tuh ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
   Birincisi:
   Elhasıl:  
  Ondokuzuncu Asr'ın Amerika Kıt'asının en meşhur feylesofu Mister Karlayl, en yüksek bir sadâsıyla çekinmeyerek feylesoflara ve Hristiyan âlimlerine neşriyatıyla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış:
   İstibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdad ve hafiyelik tenasüh etmiş.. Ve Sultan Abdülhamid'den de istirdad-ı hürriyet değilmiş.. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış! Zîrâ hürriyetle alışverişi yoktur.
  "İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak, İslâmiyetin hakkı imiş. Çünki sair dinler -fakat Kur'ân'ın tasdikine mazhar olmayan kısmı- hiç hükmündedir."
  Yarım Sual:
   Hem Mister Karlayl yine diyor: "En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı, Muhammed'in (A.S.M.) sözüdür. Çünki hakikî söz onun sözleridir." Hem yine diyor ki:
  Nazik ve zayıf bir vücûd ki, sivrisinek ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telaş ve zahmetle def'ine çalışırken; biri çıksa, dese ki: Maksadı bu sivrisinekleri ve arıları def' değil, belki arkasında yarı mürde büyük ejderhayı ihya ile kendine musallat etmek ister. Acaba hangi ahmağı kandıracaktır?
   "Eğer hakikat-ı İslâmiyette şübhe etsen; bedihiyât, zaruriyât-ı kat'iyyede iştibah edersin. Çünki en bedihî ve zarurî bir hakikat ise, İslâmiyettir."
   Sualin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur.
  İşte bu meşhur feylesofun, İslâmiyet hakkında bu şehâdeti, eserinde müteferrik yerde yazmış.
   Ey paşalar, zabitler! Cemî'-i kuvvetimle derim ki:
   İkinci Misal:  
   Ceridelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakâika nihayet derecede musırrım. Şayet zamanmazî canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i Şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakâikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaâtının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafına, üçyüz sene sonra tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü' ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.
   Avrupa'nın asrâhirde en meşhur bir feylesofu Prens Bismark diyor ki:
   Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır.
  "Ben bütün Kütüb-ü Semaviyeyi tedkik ettim. Tahrif olmalarına binaen, beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammedîlerin (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur'ânı umum kütüblerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur.
ﺍَﻟْﺤَﻖُّ ﻳَﻌْﻠُﻮ ﻭَﻟﺎَ ﻳُﻌْﻠَﻰ ﻋَﻠَﻴْﻪِ
  Böyle bir eser beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed'in (Aleyhissalâtü Vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmek demektir. Yani Kur'ân Allah kelâmı olduğu bedihîdir."
   İşte Amerika ve Avrupa zekâ tarlaları böyle dâhî muhakkikleri Mister Karlayl ve Bismark gibi mahsulât vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim ki:
   Avrupa ve Amerika, İslamiyetle hâmiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasılki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.
  Ey Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki; istikbalin kıt'alarında hakikî ve manevî hâkim; ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevkedecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur'ân'a tâbi olur, ittifak eder.
   İkinci Cihet:  
   Yani maddeten İslâmiyet'in terakkisinin kuvvetli sebebleri gösteriyor ki; İslâmiyet maddeten dahi istikbale hükmedecek. Birinci Cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı isbat ettiği gibi; bu İkinci Cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünki Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz beş kuvvet içtimâ ve imtizac edip yerleşmiş.
{(HAŞİYE) Evet Kur'anın üstadiyetinden ve dersinin işaratından fehmediyoruz ki: Kur'an mu'cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle; beşerin istikbalde o mu'cizatın nazirelerini terakki ile vücûda gelmesine beşere ders verip teşvik ediyor: "Haydi çalış, bu mu'cizatın nümunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git! İsa Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış! Hazret-i Musa'nın asâsı gibi taştan âbhayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar! İbrahim Aleyhisselâm gibi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy! Bazı enbiyalar gibi şark ve garbda en uzak sesleri, suretleri işit, gör! Davud Aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san'atına medar olmak için demiri balmumu gibi yap! Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâm'ın birer mu'cizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ettiğiniz gibi, sair enbiyanın size ders verdiği mu'cizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklidlerini yapınız." İşte buna kıyasen Kur'anın, her cihetle beşeri maddî-manevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu isbat ediyor. -Müellif-}
   Birincisi:  
   Bütün kemâlâtın üstadı ve üçyüz yetmiş milyon nefisleri birtek nefis hükmüne getirebilen hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiç bir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-ı İslâmiyettir.
   İkinci Kuvvet:  
   Medeniyet ve san'atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebadîlerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.
   Üçüncü Kuvvet:  
   Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksadları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdadatı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıbta ve hased ve kıskançlık ve rekabet ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyli ile ve temeddün meyelanı ile teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemâlâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış...
  Dördüncü Kuvvet:
  Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer'iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.
  Beşinci Kuvvet:  
   İzzet-i İslâmiyettir ki, i'lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i'lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i'lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye'tin iman ile kat'î verdiği emri, (elbette âlem-i İslâmın şahsmanevîsi o kat'î emri) istikbalde tam yerine getireceğine şübhe edilmez.
  Evet, nasılki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ile ve maddî terakki ile ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları ile düşmanları mağlub edip dağıtacak.
   Biliniz ki:  
   Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına racih gelmekle; beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki; yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
  Evet Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğine bedel, heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip, ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.    Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl me'yus olup ye'se düşüyorsunuz? Ve âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümidsizlikle zannediyorsunuz ki; "dünya herkese ve ecnebîlere terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu" diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.
   Madem meyl-ül istikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm'da nev'-i beşerin eski hatiatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah...
   Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde' ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bâzan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bâzan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir.
   Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi; nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikatİslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekliyebilirsiniz!..
  Dersin başında, bir buçuk bürhanı davamıza şahid göstereceğiz demiştik. Bürhan mücmelen bitti. O davanın yarı bürhanı da şudur ki:
  Fenlerin casus gibi tedkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki: Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzât ve Sâni'-i Zülcelal'in hakikî maksadları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünki kâinata ait fenlerden herbir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev' ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel akıl bulamıyor.
   Meselâ: Tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve Kozmoğrafyaya tâbi Manzume-i Şemsiye fenni; nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni'-i Zülcelal'in o nev'deki nizamında mu'cizat-ı kudretini ve hikmetini ve
ﺍَﺣْﺴَﻦَ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺧَﻠَﻘَﻪُ


hakikatını gösteriyor.
   Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveranefkâr-ı umumî ile, o tesvilat ve mugalatât dağılacak ve hakikat meydana çıkacaktır.
   Hem istikrâ-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz'îdir. Maksud değil, tebaîdir ve dolayısıyladır. Yani meselâ çirkinlik, çirkinlik için girmemiş kâinata.. Belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkata girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş gibi cüz'î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halkedilmiş.
ﺑَﺲْ ﻛُﻨَﻢْ ﭼُﻮﻥْ ﺯِﻳﺮَﻛَﺎﻧْﺮَﺍ ﺍِﻳﻦْ ﺑَﺲ ﺍﺳْﺖ
  İşte kâinatta hakikî maksad ve netice-i hilkat istikrâ-i tâmme ile isbat ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır, hakikî maksud onlardır. Elbette beşer bu kadar zulmü, küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan, dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak. Belki Cehennem hapsine girecek.
  Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki; mahlukat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünki beşer, hilkat-ı kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeblerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san'at-ı İlahiyeyi ve muntazam hikmetli îcadat-ı Rabbâniyenin taklidini san'atçığıyla yapmak ve ef'al-i İlahiyeyi anlamak için ve san'at-ı İlahiyeyi bilmek ve cüz'î ilmiyle ve san'atlarıyla anlamak için; bir mizan, bir mikyas, kendi cüz'-ü ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Hâlık-ı Zülcelal'in küllî, muhit ef'al ve sıfatlarını bilerek; kâinatın en eşref, en ekrem mahluku beşer olduğunu isbat ediyor.
  Hem İslâmiyet'in kâinata ve beşere ait hakikatlarının şehâdetiyle mükerrem beşer içinde en eşref ve en a'lâsı ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet; hem istikrâ-i tâmme ile, tarihlerin şehâdetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi, bin mu'cizatı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur'ân hakikatlarının şehâdetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.
  Madem bu yarı bürhanın üç hakikatı böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkin müdür ki; nev'-i beşer şekavetiyle bu kadar fenlerin şehâdetini cerhedip, bu istikrâ-i tâmmeyi kırıp; ve meşiet-i İlahiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi, o zalimane vahşetinde ve mütemerridane küfründe ve dehşetli tahribatında devam edebilsin?. Ve İslâmiyet aleyhinde bu hâlin devam etmesi hiç mümkin müdür?!
  Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki; âlemi bu nizam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halkeden Hakîm-i Zülcelal'e ve Sâni'-i Zülcemal'e o hadsiz lisanlarla kasem ediyorum ki; beşer hiçbir cihetle bütün enva'-ı kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri olan sair taifelere zıd olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet edip nev'-i beşerde şerrin hayra galebesini binler senede sebeb olan o zakkumları yiyip hazmetmek mümkin değil...
  Bunun imkânı ancak ve ancak bu farzmuhal ile olabilir ki; beşer bu âleme emanet-i kübra mertebesinde ve halife-i rûy-i zemin makamında sair enva'-ı kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde; en edna, en berbad, en perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine girmiş, karıştırmış... Bu farzmuhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz.
  Bu hakikat için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki; âhirette Cennet ve Cehennem'in zarurî vücûdları gibi, hayır ve hak din istikbalde galebe-i mutlak edecektir. Tâ ki, nev'-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak olacak... Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsâvî olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev'-i beşerde dahi takarrur etti denilebilsin.
  Elhasıl:
  Madem mezkûr kat'î hakikatlarla bu kâinatta en müntehab netice ve Hâlık'ın nazarında en ehemmiyetli mahluk beşerdir. Elbette ve elbette hayat-ı bâkiyede Cennet ve Cehennem'i, bilbedahe beşerdeki şimdiye kadar zalimane vaziyetler Cehennem'in vücûdunu ve fıtratındaki küllî isti'dadat-ı kemâliyesi ve kâinatı alâkadar eden hakâik-i imaniyesi, Cennet'i bedahetle istilzam ettiği gibi; her halde iki harb-i umumî ile ve kâinatı ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum şerlerini hazmetmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü pislettirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbad bir dereceye düşürüp bin senelik terakkiyatını zîr ü zeber etmek cinayetini beşer hazmetmeyecek!..
  Her halde; çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakâik-i İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rûy-i zemini temizlemeğe ve sulh-u umumîyi temin etmeğe vesile olmasını Rahman-ı Rahîm'in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.    İKİNCİ KELİME ki; müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:
  Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm'ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş.
  Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş.
  Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış; az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile, şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebîler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip: "Neme lâzım" der, "Herkes benim gibi berbaddır" diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.
ﻟﺎَ ﺗَﻘْﻨَﻄُﻮﺍ ﻣِﻦْ ﺭَﺣْﻤَﺔِ ﺍﻟﻠَّﻪِ


kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız.
ﺑَﺎﻧْﮓِ ﺩِﻩْ ﻛَﺮْﺩَﻡْ ﺍَﮔَﺮْ ﺩَﺭْ ﺩِﻩْ ﻛَﺲ ﺍﺳْﺖ
ﻣَﺎ ﻟﺎَ ﻳُﺪْﺭَﻙُ ﻛُﻠُّﻪُ ﻟﺎَ ﻳُﺘْﺮَﻙُ ﻛُﻠُّﻪُ


hadîsinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah!...
  Sizin işkenceli hapishanenin hâli: zaman müdhiş, mekân muvahhiş, mahbusîn mütevahhiş, cerideler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazîn, vicdanlar müteessir ve me'yus. Bidayet-i halde zabitler şematetli, nöbetçiler müz'iç olmakla beraber, vicdanım beni ta'zib etmediği için o hâl bana eğlence gibi idi. Ve musibetlerin tenevvü'ü, musikînin tenevvü-ü nağamatı gibi bana gelirdi. Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmam ettim. Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat, gadre şiddet-i nefreti istifade eyledim. Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden Ây! Vây! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir.
   Yeis; ümmetlerin, milletlerin  SERETAN" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve
{(*) Âlem-i İslâm'da yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır. -Müellif-}
ﺍَﻧَﺎ ﻋِﻨْﺪَ ﺣُﺴْﻦِ ﻇَﻦِّ ﻋَﺒْﺪِﻯ ﺑِﻰ
  İstitrad olarak bir latife söyleyeceğim: (Böyle ciddiyât esnasında latife söylemekten maksadım; Dünyaya bir mel'abe nazarıyla baktığımı imâ ve işarettir. Zaten şuûnat-ı dünya santranc oyununa benzer.) Ben geçen sene Garibüzzaman idim... Sonra Bediüzzaman oldum.. Şimdi de Bid'at-üz zaman oldum. İstanbula da şeamet oldum. O da bana şeametli oldu. Beni sathında kabul etmez, batnına geçirmek istiyor. Bahusus Mart ve Mayıs müstebid aylardır.
   Mart'ı kadro haricine çıkarmalı.. Mayısı da tekaüd etmeli, tâ müvazene-i malî husule gelsin.. Çıkılmayacak yola sapılmış bir işarettir.
  Elhasıl:
  Ya ben İstanbul'da kalacağım.. Yahud bu "iki ay" gitmeyecekse, ben veda' edeceğim!..
  * * *    İSTANBUL'DAN VEDANÂME
  Ey koca İstanbul!. Müsâvât ve uhuvveti sende devr-i istibdadda, yalnız tımarhanede.. meşrutiyeti, yalnız tevkifhanede gördüm. Elveda ey gelin libası giymiş acûze-i şemtâ!.. Usandım, sen zehirli bala benzersin. Belki medenî libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medenîliğin var; sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşîsin; tam dünyaya benzersin. Dünyaya geldiğime ben de pişman oldum. Riyanın sözünü, seni tasavvur ettikçe tahattur ediyorum.
  Eğer medeniyet böyle tecavüzat-ı haysiyetşikenâne; ve iftiraât-ı nifak-cuyane ve fikr-i intikam-ı bî insafane ve muğalatât-ı şeytanetkârane ve diyanette harekat-ı lâübaliyaneye müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan, akreb ve yılanların yuvaları olan böyle mahall-i ağraza; Kürdistanın, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedevîyet ve vahşet haymelerini tercih ediyorum. Zîrâ burada görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Kürdistanın dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.
  Bildiğime göre, edibler edebli olurlar ve ceridelerde terbiye-i efkâr ederler. Şimdi bazı edibleri edebsiz.. ve bazı cerideleri de naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumî böyle müzebzeb olsa; şahid olunuz, ondan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim!.. Ve Kürdistanın yüksek dağlarında, yani "Başit" başında ecsam ve elvah-ı âlemi, ceridelerine bedel mütalaa edeceğim.
  Muarradır feyzan-i feyzimiz şeyn-i temennadan
  Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğna
  Çekildik neşve-i ümidden, tul-ü emellerden
  O mecnunuz ki, ettik vuslat-ı leyladan istiğna...
ﻭَ ﻟَﻮْﻟﺎَ ﺗَﻜَﺎﻟِﻴﻒُ ﺍﻟْﻌُﻠَﻰ ﻭَ ﻣَﻘَﺎﺻِﺪُ ﻋَﻮَﺍﻝٍ ٭ ﻭَ ﺍَﻋْﻘَﺎﺏُ ﺍﻟْﺎَﺣَﺎﺩِﻳﺚِ ﻓِﻰ ﻏَﺪٍ


hakikatına muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arab gibi nev'-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab'ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Arablar ye'si bırakıp İslâmiyet'in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip, Kur'ân'ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.
ﻟﺎَﻋْﻄَﻴْﺖُ ﻧَﻔْﺴِﻰ ﻓِﻰ ﺍﻟﺘَّﺨَﻠِّﻰ ﻣُﺮَﺍﺩَﻫَﺎ ٭ ﻭَ ﺫَﺍﻙَ ﻣُﺮَﺍﺩِﻯ ﻣُﺬْ ﻧَﺸَﺌْﺖُ ﻭَ ﻣَﻘْﺼَﺪِﻯ
  ÜÇÜNCÜ KELİME  ki; bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.    Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu', alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni'-i Zülcelal'in kudretine iftira etmektir.
  Küfür, bütün enva'ıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen: Kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış.
{(HAŞİYE) Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki; O siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ! Belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim." Evet o zamanda, kırk-elli sene evvel hissetmiş ki: Bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine, fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti. (Haşiye-1) (Haşiye-2) Eski Said ona dedi: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin." Bunun için Eski Said "Euzü billahi mineşşeytani vessiyase" dedi ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti.
  (Haşiye-1) Siyaseti Yeni Said bütün bütün terkettiği için bakmadığından, Eski Said'in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı. -Said Nursî-
  (Haşiye-2) Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüzotuz parça kitabı ve mektubları, üç mahkeme (şimdi yüz mahkeme) ve hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ i'damı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat'î isbat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şakirdleri ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayız. -Nur Şakirdleri-}
  Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak... ve Asr-ı Saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın a'lâyı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakâik-i imaniye ve hakâik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş.
  Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzab'ın emsali, esfel-i safilîne sukut etmiş. Ve kizb o zamanda küfriyât ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılab-ı azîm gösterdiğinden; kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil; herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalan, elbette o inkılab-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medar-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan sahabeler; elbette şübhesiz bilerek ellerini yalana uzatmaz, kizb ile kendilerini mülevves etmez, Müseylime-i Kezzab'a kendilerini benzetemezler. Belki bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar meta' ve hakikatların anahtarı ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın a'lâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkin olduğu kadar sıdktan ayrılmamağa çalıştıklarından; ilm-i hadîsçe ve ülema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan "Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet tezkiyeye muhtaç değil. Hazret-i Peygamber'den (Aleyhissalâtü Vesselâm) rivayet ettikleri hadîsler, bütün sahihtir" diye ehl-i şeriat ve ehl-i hadîsin ittifakına kat'î hüccet, bu mezkûr hakikattır.
  İşte Asr-ı Saadetteki inkılab-ı azîm ile, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bâzan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, sahabelere kimse yetişemez. Yirmiyedinci Söz'ün zeyli olan sahabeler hakkındaki risaleye havale edip kısa kesiyoruz.
  Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. "Urvet-ül vüska" sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.
  Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zarûret için bazı âlimin "muvakkat" fetvası, bu zamanda o fetva verilmez. Çünki o kadar sû-i istimal edilmiş, yüz zararı içinde bir menfaatı olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.    Meselâ: Seferde namazı kasretmenin sebebi, meşakkattır. Fakat illet olamaz. Çünki muayyen bir haddi yok. Sû-i istimale düşebilir. Belki illet, yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de: Maslahat dahi yalan söylemeğe illet olamaz. Çünki muayyen bir haddi yok, sû-i istimale müsaid bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise:
ﺍِﻣَّﺎ ﺍﻟﺼِّﺪْﻕُ ﻭَﺍِﻣَّﺎ ﺍﻟﺴُّﻜُﻮﺕُ


Yani yol ikidir, üç değil. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.
ﻭَ ﺍَﻛْﺘُﻢُ ﺍَﺷْﻴَٓﺎﺀً ﻭَﻟَﻮْ ﺷِﺌْﺖُ ﻗُﻠْﺘُﻬَﺎ ٭ ﻭَﻟَﻮْ ﻗُﻠْﺘُﻬَﺎ ﻟَﻢْ ﺍُﺑْﻖِ ﻟِﻠﺼُّﻠْﺢِ ﻣَﻮْﺿِﻌًﺎ
  İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığının ve tezviratlarının; ve emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asayişlerinin zîr ü zeber olması kizble ve maslahatın sû-i istimali ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmağa beşeri mecbur ediyor ve kat'î emir veriyor. Yoksa bu yarım asırda gördükleri umumî harbler ve dehşetli inkılablar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.
  TENBİH
  Evet, her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bâzı zarar verse, sükût etmek... yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yok. Çünki hâlis olmazsa sû'-i tesir etmekle hakk, haksızlıkta sarfolur.
  Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet böyle istibdad ve sefahet ve zilletle memzuç medeniyete, bedevîyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet nev'-i insaniyetin terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev'iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet eder. Bu nokta-i nazardan medeniyeti istememek, insaniyeti istememektir.
   DÖRDÜNCÜ KELİME:
   Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtila ve muhabbetimin sebebi budur ki: Asya ve Âlem-i İslâmiyetin istikbalde firdevs-i terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet ve hürriyettir. Ve tali' ve taht ve baht-ı İslâm'ın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır. Zîrâ şimdiye kadar üçyüz milyon İslâm, ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i millet, âlemde bahusus bundan sonra Asya'da hükümferma olduğu halde herbir ferd-i müslüman, hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet, üçyüz milyon İslâmı esaretten halâs etmeğe bir çare-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak burada yirmi milyon nüfus, tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üçyüzü alırız.
  Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat'î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:
   Diriğa!. Bizdeki anasır, hava gibi muhtelittir. Su gibi mümteziç olmamış. İnşâallah elektrik-i hakâik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif ve hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mutedile-i adalet vücûda gelecektir.
  Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur'un "Yirmiikinci Mektub"unda izahıyla beyan edildiğinden, burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:
   Yaşasın meşrutiyet-i meşrua!.. Sağ olsun hakikatŞeriatın terbiyesinden çıkan neyyir-i hürriyet!..
  Husumet, adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî adavetin ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı, -tecavüz olmamak şartıyla- adavetinizi celbetmesin. Cehennem, azab-ı İlahî kâfidir onlara...
{(*) Senin bu siyasî ümidlerin şimdiye kadar boşa çıktı. İnşaallah başka surette zuhur eder. -Müellif-}
  Bâzan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeblerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.
  İstibdadın Garibüzzamanı...
   Madem muhabbet, adavet zıddır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galib ise, o hakikatıyla kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ: Muhabbet hakikatıyla bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımağa inkılab eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatıyla kalbde bulunursa, o vakit muhabbet mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalalete karşı olabilir.
  Meşrutiyetin Bediüzzamanı...
  Evet, muhabbetin sebebleri; iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kal'alardır. Adavetin sebebleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeblerdir. Öyle ise, bir müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbabları istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.
   Şimdikinin de Bid'atüzzamanı...
  Elhasıl:
   Said-i Kürdî  DEVR-İ İSTİBDÂD VE SAÎD-İ KÜRDÎ'NİN PENÇELEŞMESİ
  Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister, birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şeyi, ağlamasına bahane bulur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, sû'-i zan mümkin oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.
  Tımarhanede Tabible Vaki' Olan Maceram
  BEŞİNCİ KELİME:
  Ey tabib efendi! Sen dinle ben söyleyeceğim. Cinnetime bir delil daha senin eline vereceğim; sual olunmadan cevab!.. Antika bir divanenin sözünü dinlemeyi arzu edersiniz. Muayenemi muhakeme suretinde istiyorum. Senin vicdanın da hakem olsun. Tabibe ders-i tıb vermek fuzulilik, amma teşhis-i illete yardım edecek noktalar hastanın vazifesidir. Hem de istikbal sizi tekzib etmemek için dinlemenize lüzum görürsünüz, şu dört noktayı nazarmütaalaya alınız!
   Meşveret-i şer'iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor; bâzan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bâzan bir kalmıyor; belki bâzan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırrhikmeti şudur:
  (Ve sonra yine tımarhanede iken verdiğim bâzı izahatın suretidir.)
  Hürriyet-i şer'iye ile meşveret-i meşruâ, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet'tir. Ve hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal'ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.
  Birincisi:
  İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit, alâkadar olur. Birbirine manen, (lüzum olsa) maddeten yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. Nasılki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradları, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya herbir ferd o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Gûya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.
   Ben Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvalimi Kürdistan kapanıyla tartmalı. Hassas olan medenî İstanbul mizanıyla tartmamalısınız. Öyle yaparsanız, mâden-i saadetimiz olan Dersaadet'ten önümüze sed çekmiş olursunuz. Hem de ekser Kürdleri tımarhaneye sevketmek lâzım gelir. Zîra Kürdistan'da en revaçlı olan ahlâk; cesaret, izzet-i nefis, salabet-i diniye, muvafakat-ı kalb ve lisandır. Medeniyette, nezaket denilen emir, onlarca müdahenedir.
   İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra; seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.
İkincisi:
   Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî'deki kardeşler ve kırkelli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! Böyle özür beyan etmeyiniz ki: "Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mazuruz." Bu özrünüz makbul değil. Tenbelliğiniz ve "Neme lâzım" deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğinizden, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.
   Benim elbisem gibi, ahval ve ahlâkım da nâsa muhaliftir. Hak ve nefsül-emri mihenk-i itibar ittihaz ediniz. Zamanın veya âdetin revaç verdiği bazı ahlâkseyyieyi (görenek vasıtasıyla numûne-i imtisal olmuş) mikyas yapmayınız. "Nemelâzım başkası düşünsün" feryad-ı meyyitane-yi vermek gibi...
  İşte seyyie, böyle binlere çıktığı gibi; bu zamanda hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen faide verebilir. Hayatmaneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için "Neme lâzım" deyip kendi tenbellik döşeğine atılmak zamanı değil!..
   Müslümanım, İslâmiyet cihetiyle mânen memurum; ve sadakatle mükellefim. Millete, din ve devlete nafi' olan birşey düşüneceğim!
   Ey bu câmi'deki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım! Ben bu ders makamına çıkmadım ki, size nasihat edeyim. Belki buraya çıktım, sizden hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet'in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.
   Üçüncüsü:  
  Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.
   Şâz ve nâdir olarak isti'dadzamanın fevkınde çok kimseler gelip geçmiş. Nas ibtida onlara cünûn veya abes isnadından sonra, sihre veya hârikaya haml etmişler. Birinci ve ikinci noktanın mabeyninde olan tezad, cinnetime hükmeden zevatın delil ve müddealarında olan tezada îmâdır. Zîrâ ef'alleriyle demişler: "Divanedir. Çünkü her mesail-i müşkileye cevap veriyor. Böyle delil getiren delidir."
   Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikatİslâmiye bütün siyasâtın fevkinde... Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.
  Dördüncüsü:
   Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.
  Asabî adam, hususan benim gibi sinirli bir kimsenin telaş ve hiddet etmesi zarurîdir. Bâhusus bir fikr-i âliyi (Yani hürriyet-i şeriyyeyi) onbeş sene zihninde taşıyan ve bilfiil karîb olduğu zaman, (yâni bir inkılâb-ı azîm ile) kendini muhâtarada ve mehlekede görse; ve temaşasından mahrûm kalsa, nasıl telaş ve hiddet etmesin? Hem de benden daha divane zabtiye nâzırıdır. Zîrâ benden daha hadîddir. Hem de bu cinnet-i muvakkataya müptela olmayan binde birdir.
   Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler.
ﻭَ ﻛُﻞُّ ﺍﻟﻨَّﺎﺱِ ﻣَﺠْﻨُﻮﻥٌ ﻭَﻟَﻜِﻦْ ٭ ﻋَﻠَﻰ ﻗَﺪَﺭِ ﺍﻟْﻬَﻮَﻯ ﺍﺧْﺘَﻠَﻒَ ﺍﻟْﺠُﻨُﻮﻥُ
   Aynen öyle de: Yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan, hayatiçtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ:
  Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: "Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var." İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebîlerden içimize giren pis, fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: "Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun." İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünki bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.    Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes "nefsî! nefsî" demekle, milletin menfaatini düşünmemek, menfaat-ı şahsiyesini düşünmekle; bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.
ﻣَﻦْ ﻛَﺎﻥَ ﻫِﻤَّﺘُﻪُ ﻧَﻔْﺴُﻪُ ﻓَﻠَﻴْﺲَ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﺎِﻧْﺴَﺎﻥِ ِﻟﺎَﻧَّﻪُ ﻣَﺪَﻧِﻰٌّ ﺑِﺎﻟﻄَّﺒْﻊِ


   Yani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülahazaya mecburdur. Hayatiçtimaiye ile hayatşahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç.. ona mukabil o elleri musafaha edecek: Ve giydiği libasla kaç fabrikaya alakadar olmasına kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşıyamadığından, ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olmasından ve onlara manevî bir fiat vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyet-perverdir. Menfaatşahsiyesine hasrnazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa o müstesna!..
   Eğer müdahene, temelluk, tazarru-u sinnurî, menfaat-ı umumiyeyi, menfaat-ı şahsiyeye feda etmek aklın muktezasından addedilmek lâzım gelirse; şâhid olunuz! Ben o akıldan istifamı veriyorum. Divanelikle -ki bence bir mertebe-i masûmiyet gibidir- iftihar ediyorum.
   ALTINCI KELİME:  
  Dört nokta şüpheyi davet etmiş. Onları bilerek bazı hikmet-i hafîye için yapmışım.
   Müslümanların hayatiçtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer'iyedir.
  Birincisi:
ﻭَ ﺍَﻣْﺮُﻫُﻢْ ﺷُﻮﺭَﻯ ﺑَﻴْﻨَﻬُﻢْ
  Şekl-i garîbîm... Bu muhalif libasımla makasıddünyeviyeden istiğnamı; ve âdât-ı beldeye adem-i müraattan özrümü; ve ahval ve etvarımı nâsa muhalefetini; ve münasebet-i zâhir ve bâtın ile tabiîlik insaniyetimi; ve milletimin muhabbetini ilân etmek içindir. Hem de garîb mânâ, garîb bir lafz içinde olmalı. Tâ ki nazardikkati celbetsin. Hem de sanayi-i mahalliyeye revac vermek için bir nasihat-ı fiilî ediyorum. Hem de kendimde bir meyl-i teceddüdu göstermek; ve zamanın teceddüd edeceğine işâret ediyorum. Hem de Sultan Selim'e biat etmiştim.
  İkincisi:  
  Ulema ile olan münazaramdır. Onun sebebi İstanbul'a geldim, gördüm ki; sair şuabâta nisbeten medaris terakki etmemiştir. Bunun da sebebi; kitaba nazarla istinbat-ı mes'ele etmek olan isti'dadı, meleke-i ilim yerinde ikâme olunmuş. Ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap sebebiyle; şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş. Sâir müntic-i taaccüb ve hayret olan ulûm-u ekvân; veya eğlence ile vakit geçirmeyi müntic olan fünûn-u hevesat; ve lezzat-ı hakikiyeyi mutazammın olan ulûm-u maksûd-u bizzat gibi, ulûm- u ilâhiye tahsil olunmaz. Bunun da, ya bir himmet-i âli veya bir tevağğul-u tam veya müsabakayı müntic olan sual ve cevap gibi bir şevk-i kasrî ve haricî lâzımdır. Veyahud taksim-ül a'mal kaidesine tatbîkan herbir talebenin isti'dadına göre bazı fünûn ile tevağğul etmeli. Tâ mütehassıs olsun, sathî olmasın. Zîrâ her ilmin bir suret-i hakîkiyesi var. Meleke olmadığı vakit, bazı tarafı nakıs olan sûretlere benzer.
  Bunun da çaresi:
  Ona müstaid olan bir fenni esas tutmalı. Ve buna münasib fünûnu; her birinden birer fezleke alınmalı ve o fenn, esasın suret-i hakikîsini mütemmim ittihaz etmelidir.
  Zira herbir fezleke, bir sûret-i müstakilleyi teşkil etmiyor. Lâkin bir suret-i esasiyeyi tekmil edebilir.
  Ey sözümü işiten talebe-i ulûm! Mektepliler gibi -ki onlar nakıs olan seleflerine hayr-ul halef olmuşlar- çalışalım ki; evc-i kemâle vasıl olan seleflerimize hayr-ul halef olalım!..
  Ben münazara ile bilfiil iki noktadan ikâz etmek istiyordum.
  Üçüncüsü:
  Fuzûlilik olarak iki fikri beyan etmiştim.
  Birincisi:
  Şu zaman-ı terakkide medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eden İslâmiyet, medeniyet-i hâzıraya nisbetle terakki etmemiş. Bunun da en büyük sebebi; üç büyük şûbelerin ki, "cümlenin maksudu bir, amma rivayet muhtelif," masadıkına muvafık; ehl-i medrese, ehl-i mektep, ehl-i tekyenin tebayün-ü efkâr ve tehalûf-ü meşaribidir. Ehl-i medrese ehl-i mektebi bazı gayr-ı murad olan zevahirin te'viliyle za'f-ı akide ile ittiham ediyorlar. Bunlar ise, berikileri fünûn-u cedîdeye adem-i vukufları sebebiyle nâkıs ve gayrmutemed addediyorlar.
  Ehl-i medrese ehl-i tekyeyi; ibadet olan zikri, sebeb-i şevk vaz' olunmuş olan bâzı mübah a'mal ve harekât -ki, avam ve câhil hataen ibadet zannederler- halbuki bu zan batıldır. İbadet yalnız zikirdir. Harekât, mübah olmak şartıyla câizdir. Bu zannavama binaen; bunlara ehl-i bid'at nazarıyla bakıyorlar. Bunların tefritiyle ve ötekilerin ifratıyla müsamaha kapısı açıldı. Bâzı bide'at, zikir ile ihtilat eyledi. Bu tebayün-ü efkâr ve tehâlüf-ü meşarib ahlâk-ı İslâmiyeyi sarsmış ve terakkiyat-ı medeniyetten geri bırakmıştır.
  Bunun da çaresi:
  Mekatibde ulûm-u diniyeyi bihakkın okutmak.. ve medariste lüzumsuz kalan hikmet-i atîkaya bedel bazı fünûn-u lâzıme-i cedide tahsil olunmak... Ve tekyelerde mütebahhirîn ulemâ bulunmaktır. Bu takdirde şuabât-ı selase yekâhenk-i terakkî olarak kat'-ı meratib etmek kaviyyen me'mûldür.
  İkinci Fikir:
  Vâizlere aittir ki; Bunlar müderris-i umumîdir. Bunların nasayihinde kendimce bir te'sir hissetmedim. Düşündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum.
  Birisi:
  Asr-ı hâzırayı zaman-ı salifeye kıyasen yalnız tasvir-i müddea ve parlak göstermektir. Halbuki zaman-ı salifde safa-yı kalb ve taklid-i ulemâ hükümferma idi. Bunlara delil lâzım değil idi. Şimdi de herkeste bir meyl-i taharri-i hakikat peyda olmuş, bunlara karşı tasvîr-i müddeâ tesir etmez. Ancak tesir ettirmek için isbat-ı müddeâ ve ikna' lâzımdır.
  İkinci Sebep:
  Bir şeyi terğip veya terhib etmekle, ondan daha mühim şeyi tenzil etmekti. Meselâ. "Bir gece iki rekat namaz kılmak, haccı tavaf etmek; veya kim gıybet etse zina etmiş gibidir." derler.
   Üçüncüsü:  
   Belagatın muktezası olan mukteza-yı hâle mutabık ve ilcaâtzamana muvafık söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar. Sonra konuşuyorlar. Demek istiyorum ki; vâiz hem âlim-i muhakkik olmalı ki, tâ isbat-ı müddeâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik, tâ muvazene-yi şeriatı bozmasın. Hem de belîğ-i mukni' olması şarttır.
  Dördüncüsü:
  Zihnim perişandır demişim. Halbuki bu cümleden maksadım; kuvve-i hâfızama nisyan tareyanı ve zihnimdeki sıkıntı ve tabiatımdaki tevahhuş muraddır. Hiçbir divane, ben divaneyim demediği için, benim cinnetime nasıl delil olabilir. Hemde "izhar" dan sonra üç mâh ders gördüğümü söylemiştim. İki cihetle şu söz şüpheyi davet eder. Ya hilâftır... Halbuki ekser Kürdistan bunun sıdkını bilir. Ya doğru olduğu halde; sen ey doktor dediğin gibi: Temeddüh ve gurur mîsüllü bir unsur-u cinneti îma eder.    Buna cevap:
  Bir rical-i devletin sualine karşı cevab-ı sevap vermek istemekliğimdir. Eğerçi temeddühü istilzam etmiş... Şuûrumda şüpheniz kalmadığı vakit, fîkrimde şüpheniz vardır zannediyorum. Onu bir muhakeme ile bu şüphe de zâil olabilir.
  Zira gâyet serbest vahşi Kürtlerden olan bir adam, elmas gibi millete bir sadakat ve cevher gibi bir fikr-i âlî sahibi olmadığı halde, nasıl bu zamanda bu kadar alâmet-i fârika ile hîle ve fikr-i fâsidini saklayabilir? Bence hîle, terk-i hîledir. Demek herkese müreccah çünkü kimseyi millete sâdık bulmadım- ve sâfi bir sadakatı kalbden hissetmiş de, bu gûna ahvalde bulunmuş.
ﻭَ ﻛَﻢْ ﻣِﻦْ ﻋَٓﺎﺋِﺐٍ ﺍَﻣْﺮًﺍ ﺻَﺤِﻴﺤًﺎ  ٭ ﻭَ ﺍَﻓَﺘُﻪُ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻔَﻬْﻢِ ﺍﻟﺴَّﻘِﻴﻢِ


âyet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki nev'-i beşerdeki "telahuk-u efkâr" ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbirisiyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünûnunun esası olduğu gibi; en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasındaki bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.
  Demek bizim doktorların fehmi hasta. Ve kendi raporlarıyla mecnûn. Ve zabtiye nâzırı da hiddeti için divanedirler.
   Asya kıt'asının ve istikbalinin keşşâfı ve miftahı şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz-dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdları, zincirleri açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyedir ki; o hürriyet-i şer'iye, âdâbşer'iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatını atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer'iye, iki esası emreder:
  Ey doktor! Sen iyi doktorsan evvelâ o bîçareleri tedavi et. Sonra beni.
ﺍَﻥْ ﻟﺎَ ﻳُﺬَﻟِّﻞَ ﻭَ ﻟﺎَ ﻳَﺘَﺬَﻟَّﻞَ ﻣَﻦْ ﻛَﺎﻥَ ﻋَﺒْﺪًﺍ ﻟِﻠَّﻪِ ﻟﺎَ ﻳَﻜُﻮﻥُ ﻋَﺒْﺪًﺍ ﻟِﻠْﻌِﺒَﺎﺩِ
  Ey şu kelamıma nazar eden zevat! Eğer kelamımda dokunacak veya sizin zâif midenizde hazm olunmayacak sözler bulunursa, mazur tutunuz! Çünkü divanelik zamanında söylemişimdir. Muhitim o zaman timarhanenin duvarlarıydı.
  ﻟﺎَ ﻳَﺠْﻌَﻞْ ﺑَﻌْﻀُﻜُﻢْ ﺑَﻌْﻀًﺎ ﺍَﺭْﺑَﺎﺑًﺎ ﻣِﻦْ ﺩُﻭﻥِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻧَﻌَﻢْ ﺍَﻟْﺤُﺮِّﻳَّﺔُ ﺍﻟﺸَّﺮْﻋِﻴَّﺔُ ﻋَﻄِﻴَّﺔُ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ
  Muhitin tesiri müsellemdir. Zîrâ !  ﺩِﻳﻮَﺍﻧَﻪ ﺭَﺍ ﻗَﻠَﻢْ ﻧِﻴﺴْﺖümmî vahşî yâni hür, Türkçe iyi bilmez bir Kürd bu kadar îfade-i meram edebilir vesselâm...
  * * *    DEVR-İ İSTİBDADDA TIMARHANEDEN SONRA TEVKİFHÂNEDE İKEN ZABTİYE NÂZIRI ŞEFİK PAŞA İLE MUHAVEREMDİR
  Zaptiye Nâzırı: Padişah sana selâm etmiş. Bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da yirmi otuz lira yapacak, dedi.
  Cevaben: Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim. Milletim için geldim. Hemde bu bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakk-ı sükûttur.
  Nâzır:
  İradeyi reddediyorsun, irade red olunmaz.
  Cevaben dedim: Red ediyorum, tâki padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim.
  Nâzır: Neticesi vahimdir!...
  Cevaben: Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam, bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul'a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getirmişim, ne ederseniz ediniz!... Bunu da ciddi söylüyorum: "Ben isterim ki; ebna-yı cinsimi bilfiil ikâz edeyim ki, devlete intisab, hizmet etmek içindir. Maaş kapmak için değildir."
   Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü tesirledir. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menafi-i şahsiye iledir. Binaenaleyh ben maaşın kabulünde mazurum.    Nâzır: Senin Kürdistan'da neşr-i maarif olan maksadın, meclis-i vükelâda derdest-i tezekkürdür.
  Cevaben: Acaba maarifi te'hir, maaşı ta'cil edersiniz, ne kaide iledir? Menfaâtşahsiyemi menfaât-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz.
  Nâzır hiddet etti. ..
  Ben dedim:
  Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fayda vermez, nâfile yorulmayınız. Beni nefyedin, Fîzân olsun, Yemen olsun râzıyım. Siz de pîneduzluktan ve yamacılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekden kurtulurum.
  Nâzır:
  Ne demek istiyorsun?
  Cevaben dedim:
  Sigara kâğıdı kadar ince ve nizam namıyla bir perdeyi bu kadar feveran-ı efkâr ve hissiyata karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemi idim, altına girmedim. Üstüne düştüm. Suret-i telebbüsüm gibi ahlâkım da sakîl idi. Bir kere mabeynde yırtıldı. Şişli'de bir Ermeninin evine düştüm. Orada yırtıldı. Şekerci Hanına düştüm. Orada da yırtıldı. Tımarhaneye düştüm. Şimdi de tarassudhaneye düşmüşüm.
  Hâsılı: Siz de o kadar yamacılık yapamazsınız. Ben de incinirim...
ﻗَﺪْ ﺍﺗَّﺴَﻊَ ﺍﻟْﺨَﺮْﻕُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﺮَّﺍﻗِﻊِ


   Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek, zillete düşürmemek; ve zalimlere tezellül etmemek. Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinize -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız!... Yani Allahtanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer'iye; CenabHakk'ın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.
   Hem de Kürdistan'da iken sizi iyi bilirdim. Bu ahval, sizin serairinizi bana iyi öğretti. Bâhusûs tîmarhane bu metinleri bana iyi şerh etti. Hem de bu hallere teşekkür ederim. Zîrâ su-i zan makamında hüsn-ü zan eder idim.  HATİME
ﻓَﻠْﻴَﺤْﻴَﺎ ﺍﻟﺼِّﺪْﻕُ ﻭَﻟﺎَ ﻋَﺎﺵَ ﺍﻟْﻴَﺎْﺱُ ﻓَﻠْﺘَﺪُﻭﻡِ ﺍﻟْﻤُﺤَﺒَّﺔُ ﻭَﻟْﺘَﻘْﻮَﻯ ﺍﻟﺸُّﻮﺭَﻯ ﻭَﺍﻟْﻤَﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﻦِ ﺍﺗَّﺒَﻊَ ﺍﻟْﻬَﻮَﻯ ﻭَﺍﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﻦِ ﺍﺗَّﺒَﻊَ ﺍﻟْﻬُﺪَﻯ
  Ebna-yı cinsime de burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis nâtamam kalır. Ey Asurîler ve Kiyanîlerin cihangirlik zamanında pişdâr, kahraman askerleri olan arslan Kürdler! Beşyüz senedir yattınız yeter, artık uyanınız, sabahdır.. Yoksa sahra-yı vahşette vahşet ve gaflet sizi garat edecektir. Hikmet-i İlahî denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme mümted ve müteşâib kanun-u nuranî-yi İlahînin müessisi olan Hikmet-i İlâhî, ufk-u ezelden engüşt-i kaderi kaldırmış size emrediyor ki: Tefrika ile katre katre müteferrik su gibi, zayi' olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle tevhid ve mezc ederek zerratın câzibe-i cüz'iyeleri gibi bir câzibe-i umumi-i millî teşkili ile; Kürd gibi bir kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i İslâmiye ve Osmaniyenin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi cazibesine ittiba' ile müvazene ve aheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz.
  Hem de "hürriyet" denilen, Sübhan ve Ağrı dağları gibi istikbâlin cibal-i şahikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i nefs altına girmeyi yasak etmiş ve gayra tecavüzü tecviz etmeyerek Şeriat'a istinad etmiş olan sultan-ı hürriyet, yüksek sada ile sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve müteferrik bir kavme: "Cehalet ve fakra hücum için fen ve san'at ve silah başına, ileri arş!" emrini veriyor.
  Hem de "hakikat" denilen tabakat altında mestûr ve mahbus kalmış; ve tabaka-i istibdadın mahv ve ref'iyle omuzu üstünde olan tabaka-i cehil ve gafletin tahfifiyle ihtizaza gelmiş ve kıyama teşebbüs etmiş olan muhbîr-i hakâik size her cihetle haber veriyor ki: Mahiyetinizde dest-i kaderin ektiği isti'dadatı, ve mukadderatınızı fiile çıkaran ve mahiyet-i kavmiyenizde saklanmış olan secayanızı âb-ı hayat-ı maârifle iskâ etmek vaktidir. Yoksa kuruyacak, yâhud tefessüh edecektir.
  Hem de "ihtiyaç" denilen medeniyetin pederi ve terakkiyatın müessisi olan üstad-ı ihtiyaç, sillesini kaldırmış size hükmediyor ki: Ya hayat ve hürriyetinizi bu sahra-i vahşette gârete vereceksiniz... Veyahut meydan-ı medeniyette fen ve san'at balon ve şimendiferine binerek istikbâlı istikbâl ve o ahvâl-i müttefikayı istirdad ederek, ka'be-i kemâlata koşacaksınız.
  Hem de "milliyet" denilen, mâzi derelerinden ve hal sahralarından ve istikbâl dağlarından... hayme-nişîn olan Rüstem-i Zâl ve Selâhaddin-i Eyyubî (nüsha farkında: Celaleddin-i Harzemşah, Sultan Selim, Barbaros Hayri gibi ecdadınızdan dahî kahramanlarla...) gibi Kürd dâhi kahramanlarıyla bir çadırda oturan bir aile gibi herkesi başkasının haysiyet ve şerefi ile şereflendiren ve hissiyat-ı ulvîyenin enmuzeci ve İslâmiyet milliyeti içinde mezc olmuş olan fikr-i milliyetiniz size emr-i kat'î ile emrediyor ki: Tâ her biriniz umum bir milletin ma'kes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum milletin bir misal-i müşahhası olunuz.. şimdiki gibi bir şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zîrâ maksadın büyümesi ile himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiye ile (Türk, Kürd tam birleşmiş İslâmî ve dinî) o milliyetin galeyanıyla ahlâk da tekemmül ve teâli eder.
  Hem de "meşrutiyet" denilen sebeb-i saadet-i akvâm ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-i hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz'iyeyi istibdad ve tahakkümün itfâsından kurtaran ve meşveret-i Şeriyenin mayası ile mayalandıran meşrutiyet-i meşruâ, sizi meclis-i imtihana davet ediyor ki: Sinn-i rüşde büluğunuzu ve vasiyete adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve hamiyet-i millî ile fikir ve vicdan-i şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa sıfır çekecek, şehâdetname-i hürriyeti elinize vermeyecektir.
  Evet mazînin sahralarında keşmekeşinize sebebiyet veren her birinizdeki meyl-ül ağalık ve fikr-i hod-serâne ve enaniyet; şimdi ise istikbâlin saadet-saraymedeniyette, fikr-i îcada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâb edecektir. Hatta diyebilirim ki: Başkalarının sükûtî medreselerine nisbet, sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb'usan-ı ilmiyeyi gösteriyor. Ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semavî ve ruhanî vızıltılarınız, mezheben ve medreseten ve kavmiyeten mahiyetinizdeki isti'dad-ı meşrutiyet sırrına kaderin bir imâ ve nişanı vardır.
ﻭَ ﺍَﻥْ ﻟَﻴْﺲَ ﻟِﻠْﺎِﻧْﺴَﺎﻥِ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﺳَﻌَﻰ


   Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm, selâmet Hüda'ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn...
nın başka ünvanı olan teşebbüs-ü şahsîye müşevvik var.   Hem de her bir kemâlin müessis ve hâmisi olan "cesaret ve namus-u millî" emrediyor; nasıl ki şimdiye kadar dimağdan kalbe mecra açmakla aklı kuvvete mezc ederek, maârifinizi kılıncın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecâat-ı maddîde terakki ettiniz; şimdi ise kalbden fikre karşı menfez açınız. Kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz. Tâ ki, şecaât-ı akliye-i medeniyet meydanında nâmus-u millî pâyimal olmasın. Kılıncınız fen ve san'at cevherinden yapılmalı.
   Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun?. Ve Şark'ın, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyet'in hayatı, terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?
   Hem de "lisan-ı mâderzâd" denilen eşi'aa-i hissiyat-ı milliyenin ma'kesi; ve semerat-ı edebin şeceresi; ve âb-ı hayat-ı maârifin cedâvili; ve kıymet ve tekemmülünüzün mîzan-ı i'tidali; ve doğrudan doğruya herkesin vicdanına karşı menfez açmakla hayt-ı şuaî gibi tesiratı ilka' edici "ihmalinizle gayet müşevveş ve bazı dalları aşılanmış" olan lisanınız "şecere-i tûba" gibi bir şecerenin tecellîsine müstaid iken; böyle kurumuş ve perişan kalmış; ve medeniyet lisanı olan edebiyattan nakıs kalmış olduğundan, lisan-ı teessüfle lisanınız sizden hamiyet-i milliyeye arz-ı şikayet ediyor.
   Elcevab:
  İnsanda kaderin sikkesi lisandır. İnsaniyetin sureti ise, sahife-i lisanda nakş-ı beyan tersim ediyor. Lisan-ı mâderzâd ise; tabiî olduğundan elfaz -davet etmeksizin- zihne geliyor. Alışveriş yalnız mânâ ile kaldığından zihin çatallaşmaz.. Ve o lisana giren maarif "nakş-ı alelhacer" gibi bakî kalır. Ve o zeyy-i lisan-ı millî ile görünen her ne olursa me'nûs olur.
  Nur'un Yirmibirinci Lem'a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden; üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakikî ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile; bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuâttarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î, hususan dinsizlikle canavarlaşmış tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla; elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve nokta-i istimdad ile beraber, hayatşahsiyesi ve insaniyesi dayandığı gibi; hayatiçtimaiyesi de yine imanın hakâikından gelen şûra-yı şer'î ile yaşıyabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.
   İşte hamiyet-i millînin bir misalini size takdim ediyorum ki; o da Motki'li Halil Hayâlî Efendidir ki; hamiyet-i millînin her şûbesinde olduğu gibi; bu şube-i lisan meydanında kasabus-sebaki ihraz eylemiş.. Ve lisanımızın esası olan Elifba ve Sarf ve Nahvini vücûda getirmiş. Ve hatta diyebilirim ki; asrhamiyet ve gayret ve fedakârlık ve himayet-i zuafâ imtizac ederek, vücûd-u manevisini teşkil etmiştir. Hakikaten Kürdistan madeninden böyle bir cevher-i hamiyete rast geldiğinden bizim istikbalimizi, onun gibi (ümîdinden) birçok cevahir ışıklandıracaktır.
   * * *
  İşte bu zat şâyâniktida bir numune-i hamiyet göstermiş. Ve muhtactekemmül olan lisan-ı millimize dair bir temel atmış. Onun isrine gitmeyi ve temeli üzerine bina etmeyi ehl-i hamiyete tavsiye ediyorum.
   Said-i Kürdî


''Önceki Risale: [[Risale:Teşhis-ül İllet (Asar-ı Bediiyye)|Teşhis-ül İllet]] ← [[Risale:Asar-ı Bediiyye|Âsâr-ı Bediiyye]] → [[Risale:Nutuklar (Asar-ı Bediiyye)|Nutuklar]]: Sonraki Risale''
''Önceki Risale: [[Risale:Teşhis-ül İllet (Asar-ı Bediiyye)|Teşhis-ül İllet]] ← [[Risale:Asar-ı Bediiyye|Âsâr-ı Bediiyye]] → [[Risale:Nutuklar (Asar-ı Bediiyye)|Nutuklar]]: Sonraki Risale''

20.00, 28 Ekim 2016 tarihindeki hâli

Önceki Risale: Teşhis-ül İlletÂsâr-ı BediiyyeNutuklar: Sonraki Risale

ﺍﻳﻜﻰ ﻣﻜﺘﺐ ﻣﺼﻴﺒﺘﻚ ﺷﻬﺎﺩﺗﻨﺎﻣﻪ ﺳﻰ ﻳﺎﺧﻮﺩ ﺩﻳﻮﺍﻥ ﺣﺮﺏ ﻋﺮﻓﻰ

 İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi 
 Yahud 
 Divan-ı Harb-i Örfî 
 Ve 
 Said-i Kürdî 

ﺳﻌﻴﺪ ﻛﺮﺩﻯ

 Müellifi 
 Bediüzzaman Said-i Kürdî    BİR İ'TİZAR 
  Şu "İki Mekteb-i Musibetin şehâdetnamesi" kitabını tab' ederken elimizde dört nüshası vardı.
  Eski harf ile matbu' ilk iki nüsha..
  İbrahim Fakazlı'nın el yazısıyla ve merhum Üstadımız Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri tarafından tashih ve tetkik edilmiş bir nüsha..
  Yeni yazı ile matbu' bir nüsha..
  Merhum Emirdağlı Ceylan'ın eliyle yazılmış ve Üstad Hazretleri tarafından tashih görmüş elyazma bir nüsha..
  Biz bunların içinden merhum Üstad Hazretlerinin tashih etmiş oldukları iki nüshayı esas aldık. Her dört nüshayı dikkat ve titizlik içinde karşılaştırarak tashih ettik.
 -Naşir-    ÖNSÖZ 

{(*) Not: Bu eser, 1911 ve 1912 yıllarında iki defa tab'edilmiş, her iki tab'ı da Kürdîzâde Ahmet Ramiz tarafından gerçekleştirilmiştir. 1912'deki ikinci tabında, eserin nâşiri Ahmet Ramiz'in bu önsözü baştarafında neşredilmiştir. Bu önsözün ehemmiyetinden olsa gerektir ki, Bediüzzaman Hazretleri bilahare eseri bazı tasarruf ve tashihlerden sonra neşrettirdiğinde ondan mühim kısımlarını beraberce neşrettirmiştir.. Biz ise onun tamamını derc ediyoruz. -Naşir-}

 İFADE-İ NAŞİR 
  323 senesi (1907) zarfında idi ki; Kürdistan'ın yalçın, sarp ve âhenîn mavera-i şevahik-ı cibalinde tulû' etmiş Said-i Kürdî isminde nevadir-i hilkatten ma'dud bir ateşpare-i zekânın İstanbul âfâkında rü'yet edildiği haberi etrafa aksetmiş; ve fıtraten mütecessis olan bazı kimseler o hârika-i fıtratı peyapey gördükçe, mâder-i hilkatin hazain-i lâ-tefnasındaki sehaveti bir türlü hazmedemeyenleri, şu Kürd kıyafetinde, o şal ve şalvar altında, öyle bir kânun-u dehânın ihtifa edebileceğini bir türlü anlamıyarak; âtıl ve müzevver olan ekseriyet-i hasise, zelil olan hissiyat-ı umumiyesini bir kelime-i tezyifin manâ-yı intikamında telhis etmişlerdi: Mecnun!..
  Said-i Kürdî filvaki' ifrat-ı zekâ itibariyle hudud-u cünûnda idi. Fakat öyle bir cünûn ki; onun ulvî ruh, kemâl ve aklına bir şairin şu mısralarında tercüman-ı zîşanı olmuştur:
  Cünûn başımda yanar, ateş-i maâlîdir
  Cünûn başımda benim bir zekâ-i âlîdir.
  Benim cünûnuma rehber ziya-yı ulviyet,
  Benim cünûnumu bekler azîm bir niyet...
  Evet Said-i Kürdî İstanbul'a, şûrezâr Kürdistan'ın maarifsizlikle öldürülmek istenilen kâinat idrakinde yapamadığı kâşanelere bedel, Yıldız siyasetlerini zelzelelere vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbul'a gelmeden Van'dan, Bitlis'ten, Siirt'ten, Mardin'den, Erzurum'dan defaatle nefy olundu. İstanbul'a gelmesiyle beraber, Merhum Sultan Abdülhamid tarafından da suret-i ciddiyede tarassud altına aldırıldı ve tevkif edildi.    Nihayet bir gün geldi ki, Said-i Kürdî'yi Üsküdar'a Toptaşı'na (Toptaşı Hastahanesi) yolladılar. Çünki hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tımarhaneden (Eserin ilk matbu' nüshalarında "Bimarhaneden" şeklindedir) iki de bir de çıkartılır; maaş, rütbe tebşir edilirdi. Hazret-i Said: "Ben Kürdistan'da mekteb (üniversite) açmak üzere geldim, başka bir dileğim yoktur.. Bunu isterim ve başka bir şey istemem" derdi. Tabir-i âherle Bediüzzaman iki şey istiyordu: Kürdistan'ın her tarafında mektebler açtırmak istiyor, başka bir şey almamak istiyordu...
  Arş-ı kanaat oldu behişt-i gına bize,
  Biz etmeyiz zemin-i müdaraya ol emin.
  Mensabların, makamların en bülendidir,
  Vicdanımızca mensab tahkir-i zâlimin.
  Şehzadebaşı'nda şematetle bir konferans verildiği gece, kemâl-i mehabetle sahneye çıkıp irad ettiği nutk-u belîg-i bîtarafane, Said'in ihata-i ilmiyesi kadar hamaset ve fedakârlıkta da bîmenend olduğunu teyid eder.
  Gerek o gece, gerek menhus 31 Mart'ta cihan-değer nasihatlarıyla ortaya atılan hoca-i dânâya; "böyle tehlikeli avanda vücûd-u kıymetdarının sıyaneti, nef'an lil-umum elzem olduğu" ihtar edildiği zaman: "En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar dersi vermektir..."
  "Yerinde ölmek için bu hayat lâzımdır" fikrine karşı:
  Aşinayız, bize bîganedir endişe-i mevt.
  Adl ü Hak uğruna nezreylemişiz cânımızı.

mısraı ile mukabele ederdi.

  Said-i hüşyarın safvet-i ruhunu, besâlet ve şecaatini, fedakârlığındaki nihayetsizliğini anlamak ve ona ebedî bir rabıta-i aşkla bağlanmak için lisan-ı hamasetinden meşhur Kahriyat'ın ezcümle şöyle bir parçasını dinlemek kifayet eder.
  Saray-ı zindanı yık, taşlarını başlara vur!
  Yere indir Güneşi, yıldızı eflâka savur.
  Ser-i bîdadı kopar, kalb-ı ta'dayı kavur,
  Ol bize ab-ı hayat, ateş-i seyyal-ı memat.    Bediüzzaman'a zurafadan biri, bir gün: İrfanıyla mütenasib bir esvab iktisası lüzumundan bahseder. Müşarün-ileyh: "Siz Avusturya'ya güya boykot yapıyorsunuz.. Yine onun yolladığı kalpakları giyiyorsunuz! Ben ise, bütün Avrupa'ya boykot yapıp, yalnız memleketimin mamûlâtını giyerim" buyurmuştur.
  Elyevm, Said-i Kürdî Kürdistan'a döndü. İstanbul'un heva-yı gıll ü gışşından ve tezviratından; bedraka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin -bazılarının- bütün fenalıklara bâdî, bütün felâketlerin müvellidi olduklarını görerek, bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek me'yus ve müteessir (olarak) vahşetzâr fakat munis, fakat vefakâr ve nâmusperver olan dağlarına döndü. İsabet etti. Kimbilir, belki en büyük icraatından biri de budur.
 Ahmed Râmiz   ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ ﻭَ ﺍﻟﺼَّﻠﺎَﺓُ ﻭَ ﺍﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻰ ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَ ﺻَﺤْﺒِﻪِ ﺍَﺟْﻤَﻌِﻴﻦَ

 MUKADDİME 
  Vakta ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zayıf istibdad tımarhaneyi mekteb eyledi. Vakta ki i'tidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; meşrutiyette şiddetli istibdad, hapishaneyi mekteb yaptı.
  Ey şu şehâdetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir Kürd talebesinin hâl-i ihtilâlde olan cesed ve dimağına gönderiniz. Tâ tahtie ile hataya düşmeyesiniz.
  31 Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfî'de dedim ki:
  Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı Şeriatla müvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.
  Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cem'iyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkid ederek; değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî-beşere irad ettiğim bir nutuktur.
  Onun için  ﻳَﻮْﻡَ ﺗُﺒْﻠَﻰ ﺍﻟﺴَّﺮَٓﺍﺋِﺮُsırrınca kabr-i kalbden hakâik çıplak çıktı. Nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemâl-i iştiyak ile müheyyayım, bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasılki bir bedevî garaibperest, İstanbul'un acaib ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş iken; nasıl kemâl-i hâhişle görmeyi arzu eder! Ben de ma'rez-i acaib ve garaib olan âlem-i âhireti o hâhişle görmek istiyordum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, ceza değil; sizin elinizden gelirse, beni vicdanen muazzeb ediniz! Ve illâ başka suretle azab, azab değil, benim için bir şandır!    Bu haydut hükûmet, zaman-ı istibdadda akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünûn, yaşasın mevt!.. Zalimler için de yaşasın Cehennem!..
  Ben zâten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi Divan-ı Harb iyi bir zemin oldu. İleride gelen sözler Harbiye Nezaretinde feveran etti. Müteferrik zamanlarda (yani nutkun iki sülüsü) mukadder suallere cevaben ikinci Divan-ı Harbde birden söyledim. Ve sualler kısmı, tahliyemin ikinci gününde birinci Divan-ı Harb reisi Hurşit Paşaya bir defa ve başkasına mükerreren mâsum mahbusları müdafaa için irad ettim.. Ve bir parçasını da başka yerlerde münakaşa suretinde söyledim.
  Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, bana da sual ettiler: "Sen de şeriatı istemişsin?"
  Dedim: Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zîrâ şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.
  Hem de dediler: İttihad-ı Muhammedîye (A.S.M.) dâhil misin?
  Dedim: Maal'iftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vecihle... Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir? Bana gösteriniz.
  İşte o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki, Meşrutiyeti lekeden ve ehl-i şeriatı me'yusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünûndan ve hakikatı evham ve şükûkdan kurtarayım. İşte başlıyorum:
  Dedim: Ey Paşalar, Zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmali:

ﺍِﺫًﺍ ﻣَﺤَﺎﺳِﻨِﻰ ﺍﻟﻠﺎَّﺗِﻰ ﺍَﺩِﻝُّ ﺑِﻬَﺎ ﻛَﺎﻧَﺖْ ﺫُﻧُﻮﺑِﻰ ﻓَﻘُﻞْ ﻟِﻰ ﻛَﻴْﻒَ ﺍَﻋْﺘَﺬِﺭُ

  Yani: Medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl itizar edeyim, mütehayyirim.
  Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yerde i'dam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Zîrâ başka şehid, yarı mükafatını dünyada nam ve şöhretle mübadele eder. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.
  Bunu da derim ki: Bazı kabahatli adam kabahatini setr için başkasını jurnal veya buranın hali gibi müdahene eder.

{(*) Nüsha farkında: "Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar kabahatini setr için başkasını irtica' ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler."} Şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatına nasıl itimad olunur? Adalet onların sözüne nasıl bina edilir? Hem de cerbeze ile insan, adalet yaparken zulme düşüyor. Zîrâ insan kusursuz olmaz. Fakat zaman-ı medid ve efrad-i kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle ta'dil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem'edip, bir zaman-ı vâhidde bir şahs-ı vâhidden sudûrunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şediddir. Şimdi gelelim o onbir buçuk cinayetlerimin ta'dadına!... {(**) İhtar: Bu cinayetlerin herbiri Divan-ı Harbdeki kırk tane evrak-ı perişanımda ve sair şayiatda hatıra gelen sual-i mukadderlere birer cevab-ı icmalidir. -Müellif-}

  BİRİNCİ CİNAYET: 
  Geçen sene bidayet-i hürriyette ellialtmış telgraf umum aşâir-i ekrada sadaret vasıtasıyla çektim.
  Meali şu idi:
  "Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz emr, hakikî adalet ve meşveret-i şer'iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız!.. Zîrâ, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. İstibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz."
  Her yerden bu telgrafların cevabı, suret-i hasenede geldi. Demek Kürdleri tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ ki yeni bir istibdad onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet

{(*) Nüsha farkında: "Cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim..."} ettim. İKİNCİ CİNAYET:

  Ayasofya ve Bayezid ve Fatih'te ve Süleymaniye'de umum ülema ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile, Şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini şerh ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim.
  Şöyle ki:  ﺳَﻴِّﺪُ ﺍﻟْﻘَﻮْﻡِ ﺧَﺎﺩِﻣُﻬُﻢْhadîsinin sırrıyla; şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zâlimane tahakkümü mahvetsin.. Eğer temessül etse, istibdad bir "dev", dürründe meşrutiyet-i Süleyman, şeriat hatem-i Süleyman suretine girer idi. Bu hasiyyet-i teshire malik olan hatem-i şeriat idi; taht-ı medeniyette oturan ve efkâr-ı umumiye denilen Süleyman-ı meşrutiyetin engüştüne layık iken, ifrit-i istibdat gasb etmiş idi.
  Herhangi bir nutuk irad ettimse; herbir kelimesini kimsenin bir itirazı varsa, bürhan-ı kat'î ile isbata hazırım diye umuma meydan okudum.. Ve dedim ki: "Asıl şeriatın mülk-ü hakikîsi,

{(**) Nüsha farkı: "Meslek-i hakikîsi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşruadır."} hakikat-ı meşrutiyetdir." Demek meşrutiyeti, delail-i şer'iye ile kabul ettim. Başka müzebzibler gibi, taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ülema ve Şeriatı, Avrupa'nın zunûn-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmağa çalıştığımdan cinayet ettim.

  ÜÇÜNCÜ CİNAYET: 
  İstanbul'da yirmi bine yakın Kürdler, -hamal ve gafil ve safdil olduklarından- müstebidlerin onları iğfal ile Kürd kavmini lekedar etmelerinden korktum. Kürdlerin umum yerlerini ve kahvelerini gezdim; Geçen sene anlayacakları bir tarikle meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde: "İstibdad, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah ne vakit Peygamberimizin emrine itaât etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaât edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet ve zarûret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı cihad edeceğiz. San'at, mârifet, ittifak silâhıyla!.. Ama komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevkeden Ermenilerle kemâl-i memnuniyetle dost olup hakikî kardeşlerimiz olan Türklerle el ele vereceğiz. Zîrâ husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zîrâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz..."    İşte o hammalların, Avusturya'ya karşı -benim gibi Avrupa'ya karşı- boykotajları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılane hareketleri bu nasihatın tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını ta'dil etmek ve boykotajla Avusturya'ya karşı harb-i iktisadî açmağa sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belaya düştüm...
  DÖRDÜNCÜ CİNAYET: 
  Avrupa, bizdeki cehalet ve taassub müsaadesiyle, şeriatı -hâşâ ve kellâ- müsaid-i istibdad zannettiklerinden, nihayet derecede kalben dağdar idim. Onların zannını tekzib etmek için, meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki; başka bir istibdad tekrar o zannı tasdik etsin! ne kadar kuvvetim varsa, Ayasofya Câmiinde meb'usana hitaben feryad ettim ve söyledim ki:
  Meşrutiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telakki ve telkin ediniz! Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdad, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zîrâ cahil efrad ve avam; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaâtsız olur. Adalet namazında kıble mezahib-i erbaa olsun... Tâ ki namaz sahih ola!.. Zîrâ hakâik-i meşrutiyet, sarahaten ve zımnen ve iznen mezahib-i erbaadan istihracı mümkin olduğunu dava ettim.
  Ben ki, bir âdi Kürdüm; Ulemaya farz-ı ayn olan bir vazifeyi omuzuma aldım.. Demek cinayet ettim ki, bu tokadı yedim.
  BEŞİNCİ CİNAYET: 
  Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve neşriyat-ı haysiyet-şikenâne ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi perişan ettiler. Ben de onları redden ceridelerde makaleler neşrettim. Dedim ki:
  Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuât nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyas-ı hâdi' ile, yani taşrayı İstanbul'a ve İstanbul'u Avrupa'ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve ağraz-ı şahsiye ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zîrâ elifbâ okumayan çocuğa, felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe, karı libası yakışmaz. Ve Avrupa'nın hissiyatı, İstanbul'da tatbik olunmaz. İhtilâf-ı milel ve akvam, tehâlüf-ü emkine ve aktar; ihtilaf-ı ezmine ve a'sâr gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelemez.
  Demek Fransızın İhtilâl-i Kebiri bize tamamen düstur-ul hareket olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat, mukteza-yı hâli düşünmemekten çıkar.
  Ben ki ümmî ve bedevî bir Kürd'üm, böyle cerbezeli ve mugâlatalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim!..
  ALTINCI CİNAYET: 
  Kaç defa büyük içtimalarda, heyecanları hissettim. Korktum ki, avam-ı nâs siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Bir Kürd talebesinin lisanına yakışacak lafızlar ile heyecanı teskin ettim.
  Ezcümle: Bayezid'de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosu'ndaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin eyledim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı. Ben ki, bedevî bir adamım. Medenîlerin entrikalarını bildiğim halde işlerine karıştım. Demek cinayet ettim!..
  YEDİNCİ CİNAYET: 
  İşittim; İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) namıyla bir cem'iyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki; bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi vücûda gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevat, -Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi zâtlar- daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o cem'iyetten kat'-ı alâka ettiler ve siyasete karışmayacaklar! Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdid kabul etmez. Ben nasıl ki, dindar yedi cemiyete bir cihette mensubum. Zîrâ maksadlarını bir gördüm. Kezâlik o ism-i mübareke intisab ettim. Lâkin tarif ettiğim vecihle ki; işte bu tarifi ceridelerde neşretmiş idim. Benim murad ettiğim ve dahil olduğum İttihad-ı Muhammedînin (A.S.M.) tarifi budur ki:
  Şark ve garba ve cenubdan şimale mümted bir silsile-i nûranî ile merbut bir dairedir. Dâhil olanlar, bu zamanda üçyüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihet-ül vahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlahîdir. Ve peyman ve yemini, imandır. Müntesibleri, Kalû Belâ'dan dâhil umum mü'minlerdir. Defter-i esmaları da, Levh-i Mahfuz'dur. Bu ittihadın naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Ve yevmiye cerideleri de, i'lâ-i Kelimetullahı hedef-i maksad eden umum ceraid-i diniye.... Kulüp ve encümenleri, mesacid ve medaris ve zevâyadır... Merkezi de, Haremeyn-i Şerifeyn'dir. Böyle cem'iyetin reisi, Fahr-i Âlem'dir (A.S.M.). Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle cihad-ekber, yani ahlâk-ı Ahmediye (A.S.M.) ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ve başkalara da muhabbet ve kavl-i leyin ile -eğer ızrarı intac etmezse- nasihat...
  Bu ittihadın nizamnamesi Sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevahi-i şer'iyedir. Ve kılınçları da, berâhin-i katıadır. Zîrâ medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değil... Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Zaten medeniyet onları tokatlıyor. Hedef-i maksadları da, i'lâ-i Kelimetullah'tır. Şeriatta yüzde doksandokuzu ahlâk ve ibadet ve fazilete aittir.
  Yüzde bir nisbetinde siyasiyata mütealliktir; onu da ulü-l emirlerimiz düşünsünler.
  Şimdiki maksadımız: O silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, herkesi bir şevk ve hâhiş-i vicdanî ile tarîk-i terakkide kâ'be-i kemâlâta sevketmektir. Zîrâ i'lâ-i Kelimetullahın bu zamanda en büyük bir sebebi, maddeten terakki etmektir.
  Ben bu ittihadın efradındanım.. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan değilim.
  Elhasıl: 
  Sultan Selim'e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zîrâ o Kürd'leri ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Kürd'ler, o zamandaki Kürd'lerdir.
  Bu mes'elede seleflerim: Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemâl Bey ve Sultan Selim'dir.
  "Kıta"
  İhtilaf u tefrika endişesi
  Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
  İttihadken savlet-i a'dayı def'e çaremiz
  İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni...
 Sultan Selim 
  Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için...
  Birincisi: 
  O ismi tahdid ve tahsisten halâs etmek... ve umum mü'minine şümûlünü ilân etmek... Tâ ki, tefrika düşmesin ve evham çıkmasın!..    İkincisi: 
  Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakını, tevhid ile önüne sed olmak idi. Vâ esefa ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı.
  Hem derdim: Eğer bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat elbisem de yandı... Ve uhdesinden gelmediğim şöhret-i kâzibem de maalmemnuniye ref' oldu. Ben ki, âdi bir adamım. Böyle meclis-i meb'usan ve a'yan ve vükelanın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri, uhdeme aldım. Demek cinayet ettim...
  SEKİZİNCİ CİNAYET: 
  Ben işittim; Askerler bazı cem'iyetlere intisab ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telaş ettim. Bir gazetede yazdım ki:
  En mukaddes cem'iyet, askerin cem'iyetleridir ki; umum asker silkine girenler, neferden ser-askere kadar dâhildir. Zîrâ ittihad, uhuvvet, itaât, muhabbet ve i'lâ-i Kelimetullah ki, dünyanın en mukaddes cem'iyetinin maksadıdır. Umum askerler tamamıyla mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cem'iyet onlara intisab etmek lâzımdır. Sair cem'iyetler, milleti asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir. Amma ittihad-ı Muhammedî (A.S.M.) -ki, umum mü'minlere şamildir- cem'iyet ve fırka değil!.. Merkezi ve saff-ı evveli guzât ve şüheda, ulema ve sulehâ teşkil ediyor. Hiçbir ferd, zabit olsun, nefer olsun hariç değil ki, tâ intisaba lüzum kalsın.. Lâkin bazı cem'iyet-i hayriye, kendine İttihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.
  Ben ki, âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasbettim. Demek cinayet ettim...
  DOKUZUNCU CİNAYET: 
  Mart'ın 31'inci günündeki dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddid metalibi işittim. Fakat elvân-ı seba sür'atle çevrilse, yalnız beyaz göründüğü gibi; sair metalipdeki fesadatı binden bire indiren ve avamı anarşistlikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyasâtı, mu'cize gibi muhafaza eden lafz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım; iş fena, itaât muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa her vakit gibi, yine o ateşin itfâsına teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim Kürdler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyordum. Üç dakikadan sonra çekildim. Makri Köyü'ne gittim, tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre mikdar dahlim olsa idi, zâten elbisem beni ilân ediyor. Şöhret de beni büyük gösteriyor; bu işde pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos'a kadar tek başıma olsun mukabele ederek isbat-ı vücûd edecektim, merdane ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu. Tahkike lüzum kalmazdı.
  İkinci günde ukde-i hayatımız olan itaât-ı askeriyeden sual ettim. Dediler ki: "Askerin zabitleri asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamıştır."
  Tekrar sual ettim: "Kaç zabit vurulmuş?" Beni aldattılar, dediler: "Yalnız dört tane. Onlar da müstebid imişler.. Hem de Şeriatın âdâb ve hududu icra olunacak!" Ben de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşrû gibi tasvir ediyorlar idi. Ben de bir cihetten sevindim. Zîrâ en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaât-ı askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede me'yus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:
  "Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefsine zulmediyorlarsa, siz o itaâtsızlıkla otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon nüfus-u İslâmiyenin birer birer haklarında zulmediyorsunuz. Zîrâ umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet ve saadet ve bayrak-ı tevhidi sizin itaâtınız ile kaimdir. Hem de şeriat istiyorsunuz, fakat itaâtsızlıkla Şeriata şiddetli muhalefet ediyorsunuz."
  Ben onların hareketini ve şecaatlarını okşadım. Zîrâ efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan cerideler, nazarımıza hareketlerini meşrû göstermiştiler. Ben de takdirle beraber, nasihatı bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı. Ben ki bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım, "Böyle işler neme lâzım, akıllılar düşünsün" demediğimden cinayet ettim...
  ONUNCU CİNAYET: 
  Harbiye nezaretindeki asakir içine Cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaâta getirdim. Nasihatımın tesirini sonradan gösterdiler. İşte nutkun sureti:
  Ey asakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon İslâmın nâmus ve haysiyeti ve saâdeti ve bayrak-ı tevhidi, sizin itaâtınızla vâbestedir. Sizin bir zabitiniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaâtsizlikle üçyüz milyon İslâma zulüm ediyorsunuz. Zîrâ bu itaâtsizlikle hayat-ı İslâmı tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki: Asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaâtsizlik etse, bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahiddir. Siz Şeriat dersiniz, halbuki Şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur'ân ile, hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulü-l emre itaât farzdır. Sizin ulü-l emriniz ve üstadınız; zabitlerinizdir. Nasılki mahir mühendis ve hâzık tabib günahkâr olursa; tıb ve hendeselerine halel vermez. Kezalik münevver-ül efkâr ve fenn-i harbe aşina, mektebli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin -ki herbiri binlere mukabildir- bir cüz'î nâmeşrû hareketi için itaâta halel vermekle umum Osmanlı ve İslâmlara zulmetmeyiniz! Zîrâ itaâtsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bayrak-ı tevhid-i İlahî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yed'in kuvveti de itaâttır ve intizamdır. Zîrâ bin muntazam ve mutî asker, yüzbin başı-bozuğa mukabildir. Ne hacet!.. yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun vücûda getiremediği böyle inkılabları itaâtle siz yaptınız. Bunu da söylüyorum ki: Bir mektepli ve münevver-ül fikir zabitini zayi' etmek, meydan-ı harbde binlerce adamı zayi' etmektir. Zîrâ şimdi hüküm-ferma, şecaat-i akliye ve fenniyedir. Bir münevver-ül fikir, binlere mukabildir. Ecnebiler size bu şecaatle galebe çaldılar. Yalnız şecaat-i kalbi kâfi değil!..
  Elhasıl: 
  Fahr-i Âlem'in fermanını size tebliğ ediyorum ki: İtaât farzdır. Yaşasın asker!.. Yaşasın meşrutiyet-i meşruâ!..
  Demek ben, bu kadar âlim varken, böyle mühim vazifeleri deruhde ettiğimden cinayet ettim!..
  ONBİRİNCİ CİNAYET: 
  Ben Kürdistanda Kürdlerin hal-i perişanını görüyordum. Anladım ki: Dünyevî saadetimiz, bir cihetle fünûn-u cedide-i medeniye ile olacaktır. O fünûnun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulema ve bir menba'ı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ülema-i din, fünûn ile ünsiyet peyda etsinler.
  Zira, Kürdlerin zimam-ı ihtiyarı, ulema elindedir. O vesaik (yeni yazılarda "ve o saik ile" şeklindedir) ile devr-i istibdadda Dersaadet'e geldim. Saadet tevehhümüyle?!. O vakitte şimdi münkasım olmuş ve şiddetlenmiş olan istibdadlar, umumen Sultan-ı Mahlu'a isnad edildiği halde; onun Zabtiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükûtu kabul etmedim, reddettim. Milletimin namını lekedâr etmedim. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim. Başka sivrisinekler

{(*) İttihadçılara bakıyor. -Müellif-} beni cebr ile değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada Kürdistanda neşr-i maarif için çalışıyorum. Ekser İstanbul bunu bilir.

  Ben ki bir hammalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım. Ve dünya ile gönülleşemediğim halde; ve en sevdiğim mevki olan Kürdistanın yüksek dağlarını terketmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düştüğüme sebebiyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki; bu dehşetli mahkemeye girdim!..
  YARI CİNAYET: 
  Şöyle ki: Daire-i İslâm'ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafet elinden kaçırmamak fikriyle ve sultan-ı sâbık, sâbık kusuratını derk ile, nedamet ederek kabul-ü nasihata isti'dad kesbetmiş zannıyla ve "Aslah tarîk, musalahadır" mülahazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infialâta mebde ve tohum olan suret-i garazı daha ahsen suretle düşündüğümden, Sultan-ı Sâbık'a, ceride lisanıyla söyledim ki:
  "Münhasif Yıldız'ı dâr-ül fünûn et, tâ Süreyya kadar i'lâ olsun!.. Ve oraya seyyahlar ve eski zebaniler yerine, melâike-i rahmeti yerleştir! Tâ cennet gibi olsun!.. Ve Yıldız'daki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti tedavi için millete iade et! Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et! Zîrâ senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden, sen dünyayı terket! Zekat-ül ömrü, Ömer-i Sâni yolunda sarfeyle!..
  Şimdi müvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfünûn.? Ve içinde seyyahîn gezmeli veyahud ulema tedris etmeli? Ve mağsub olmalı veyahut mevhub olmalı?! Hangisi daha iyidir? Eshab-ı insaf hükmetsin."
  Ben ki bir gedayım, padişaha nasihat ettim, demek yarı cinayet ettim.
  Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi.

{(HAŞİYE) O yarının zamanı; onbeş sene sonra, yirmisekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan, Siracünnur'un âhirindeki Risaleye bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz. -Müellif-} Diriğa! maden-i saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrû'a ve menba-ı hayatımız ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar meşrutiyete ağraz karıştırmakla; ve münevver-ül fikirler de harekât-ı lâübaliyane ile rağabat-i millete karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref'etmelidirler. Vatan namına rica olunur.

  Ey paşalar, zabitler! Bu onbir buçuk cinayetin şahidleri binlerce adamdır. Belki bazılarına İstanbul'un yarısı şahiddir. Ben bu onbir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, onbir buçuk sualime de cevab isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:
  Herkesin şevkini kıran ve neş'esini kaçıran ve ağraz ve hiss-i taraftarlığı uyandıran ve sebeb-i tefrika olan cem'iyat-ı avamiyenin teşkiline sebebiyet veren meşrutiyet-ül isim ve müstebid-ül mânâ olan ve "İttihad ve Terakki" ismini de lekedar eden buradaki şube-i hafiyeye muhalefet ettim.
  Herkesin bir fikri var. Ben de hürrüm... Selamet-i millet için bir fikrim var. İşte: Sulh-u umumî ve aff-ı umumî ve ref'-i imtiyaz lâzım. Tâ ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın, derim: Biz ki Kürdüz (nüsha farkında: Biz ki, hakikî müslümanız) aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz. Zîra biliriz ki:

ﺍِﻧَّﻤَﺎ ﺍﻟْﺤِﻴﻠَﺔُ ﻓِﻰ ﺗَﺮْﻙِ ﺍﻟْﺤِﻴَﻞِ

  Fakat meşrutiyet-i hakikiyenin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdad ne şekilde olursa olsun, isterse meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.
  Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat göstermekle meşveretin düşmanlarını çok edenlerdir. "Tebeddül-ü esma ile hakâik tebeddül etmez."
  En büyük hata, insan kendini hatasız zannetmek olduğundan, hatamı itiraf ederim ki; nâsın nasihatını kabul etmeden, nâsa nasihatımı kabul ettirmek istedim. Ve nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmârufu tesirsiz etmekle tenzil ettim. Hem de tecrübe ile sabittir ki: Ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bâzan o kusur, işlenilmemiş, başka kusurun suretinde kendini gösterir. O adam masum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, adalet eder. Fakat hâkim ceza verir, zulmeder.
  Ey ulü-l emr! Bir haysiyetim vardı, onunla milletime (yani: İslâm milletine) hizmet edecektim; kırdınız. Bir şöhret-i kâzibem vardı; onunla avama nasihatımı tesir ettirirdim, maal-memnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfem var. Kahrolayım eğer i'dama esirger isem. Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem. Sureten mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intac edecektir. Bu hal bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zîrâ nasihatımdaki tesiri kırdınız.
  Saniyen: Kendinize zarardır. Zîra hasmınızın elinde bir hüccet-i katıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsa, kaç tane sağlam çıkacaktır.
  Eğer meşrutiyet, bir şubenin istibdadından ibaret ise ve yalnız ona isim ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise:

ﻓَﻠْﻴَﺸْﻬَﺪِ ﺍﻟﺜَّﻘَﻠﺎَﻥِ ﺍَﻧِّﻰ ﻣُﺮْﺗَﺠِﻊٌ

  Zira yalanlarla ittihad yalandır.. Ve ifsadât üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fâsiddir. Müsemma-yı meşrutiyet; "hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.
  Maatteessüf bunu kemâl-i telaş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Meselâ bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men'etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücûda gelen (fesad ve fenalığın zikri vaktinde,) onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ki ilme husumet ve adaveti îma eder.
  Kezalik; şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki, fırkaların ağraz-ı şahsiye ve hilaf-ı Şeriat ile ektikleri tohum-u fesadı, bir milyon fişenk havaya atıldığı ve umum siyasât ve asayiş efrad elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müdhiş fırtına mu'cize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek namlar, o müdhiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber; daima o ismi sahib-i ağraza siper göstermek, pek büyük ve hatarlı bir noktaya, belki ukde-i hayatiyeye ilişmektir ki; dehşetinden her bir vicdan-ı selim titriyor ve dağdar-ı teessüf oluyor.    Süreyya'yı süpürge yapmağa ve üfürmekle Şems'i söndürmeğe ihtimal veren; belâhetini ilân eder. Meselâ: Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir mizan ile müvazenelerini, cevv-i semada Zühal'de duran bir melaike de o mizanin ucunu tutsa, Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa; Sübhan Dağı âsumana, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden kasır-ün nazar olan, kıymet ve sıkletini, tamamen o dirhemden bilecektir. İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyeti İslâmiye ve Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) o cesim dağlara benzer. Esbab-ı hariciye bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyetin kıymetini bilmemek ve tenzil etmektir.
  Hakkın hatırını kırmayacağım! Hakikatı söyleyeceğim! Zîrâ hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez! Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun!...
  Şöyle ki: 31 Mart hâdisesi denilen o sâika ve müdhiş fırtına, esbab-ı adîde tahtında öyle bir isti'dad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki; neticesi herc ü merc olduğu halde, min-indillah ehl-i kıyamın lisanına daima mu'cizesini gösteren ism-i Şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden; Nisan'ın nısfından sonraki umum cerideleri indallah mahkûm ediyor. Zîrâ o hâdiseye sebebiyet veren yedi mes'ele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütalaaya alınsa, hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:
  Birincisi: 
  Yüzde doksan İttihad ve Terakki'nin tahakkümü aleyhinde bir hareket idi.
  İkincisi: 
  Fırkaların meydan-ı münakaşatı olan vükelayı tebdil idi.
  Üçüncüsü: 
  Sultan-ı mahlû'u (nüsha farkında: Sultan-ı mazlumû) sukut-u musammemden kurtarmaktı.
  Dördüncüsü: 
  Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatın önüne sed çekmekti.
  Beşincisi: 
  Pekçok i'zâm edilen Hasan Fehmî Bey'in katilini meydana çıkarmaktı.
  Altıncısı: 
  Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.    Yedincisi: 
  Hürriyeti, sefahete şümulünü men'.. ve âdâb-ı şeriatla tahdid.. ve avamların siyaset-i şer'î bildikleri yalnız kısas ve kat'-ı yed haddini icra idi.
  Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmiş idi.. Ve en mukaddes olan itaât-ı askeri feda edildi.
  Üss-ul-esas esbab: Fırkaların taraftarâne ve garazkârane münakaşatı ve ceridelerinin belağat yerine mübalağât ve yalan ve ifratperverane keşmekeşleri idi.
  Bu metalib-i seb'ada nasıl ki elvân-ı seb'a çevrilse, yalnız beyaz görünür.. Bunda da yalnız ziya-yı Şeriat-ı beyza tecellî etti. Zîrâ fesadın önüne sed çekti. Hem de yedi mukaddeme düşünülse, her birinde Şeriatın ism-i mübarekinin mu'cizesini gösterir.
  Elhasıl: 
  Sekiz-dokuz ayda ceridelerin neşriyat-ı müheyyicâneleriyle; ve fırkaların cem'iyetlere fedaî yazmakla; ve inkılabı vücûda getiren zevatın tahakkümatıyla; ve itaât-ı askeriyeye münafî olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle; ve âdâb-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyler, bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla; ve itaât bozulduktan sonra müstebidler, mürteciler, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar iyilik zannı ile o bataklık zeminde tohum ekmeğe başlamasıyla; ve devletin umum siyasâtı cahil efradın elinde kalmakla; ve bir milyona yakın fişenk havaya atmakla; ve dâhil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden, bu hâdisenin isti'dad-ı tabiîsi, herc ü merc ve müdahale-i ecnebî iken; -min-indillah- ism-i şeriat, o esbab-ı müteaddideden çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca' ile onüç asırdan sonra bir mu'cize daha gösterdi. Hem de geçen inkılab-ı azîmde ordu ve ülemanın sadası ki; "Meşrutiyet, şeriata müsteniddir" diye umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılabların kaide-i tabiiyesini hark ile, Şeriatın tesir-i mu'cizanesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir.
  Nisan'ın nısf-ı âhirindeki ceridelerin esas-ı fikirlerine mu'terizim. Şöyle ki:
  Hayat onun yoluna daima feda edilen; ve hayattan bin derece daha mukaddes ve daha âlî olan haysiyet ve itaât-ı askeriyeyi, -hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan- mal-ı nâmeşruaya feda etmeğe ihtimal verdiler. Hem de hakâik ve ahval onun cazibesine tâbi ve o merkeze merbut olan şems-i Şeriat, saltanata veya hilafete veya başka siyasete tâbi ve âlet; şems-i müniri bir menhus ve münkesif yıldıza peyk ve cazibesine tâbi itikad etmek gibi göstermekle, tarîk-i narefteye sülûk ettiler.
  Cemî'-i kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milletimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakâik-i şeriatın tecellîsiyledir. Yoksa "Yürüyüşünü terk ile, başkasının yürüyüşünü öğrenmedi"ye mâsadak olacağız.
  Evet hem şan ve şeref, hem sevab-ı âhiret, hem hamiyet-i millî, hem hamiyet-i İslâmî, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Zîrâ müsenna daha muhkemdir!
  Ey paşalar, zabitler! Cinayetlerime ceza.. ve şimdi suallerime de

{(HAŞİYE) Bu sualler, kırk-elli masum mahpusun tahliyelerine sebeb oldu. -Müellif-} cevab isterim. İslâmiyet insaniyet-i kübra ve şeriat medeniyet-i fuzla olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmağa sezâdır.

  Birinci Sual: 
  Ceridelerin tesvilâtıyla meşru bilerek, burada görenek ve âdetine binaen cereyan-ı umumiye kapılan safdillerin cezası nedir?
  İkinci Sual: 
  Bir insan yılan suretine girse; veyahut bir veli haydut kıyafetine, yahut meşrutiyet istibdad şekline girse, ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki hakikaten yılan ve haydut ve istibdaddır.
  Üçüncü Sual: 
  Acaba müstebid yalnız bir şahıs olur? Veyahut eşhas-ı müteaddide müstebid olurlar? Bence, kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.
  Dördüncü Sual: 
  Bir masumu i'dam... yoksa on câniyi afv, daha zarardır?!
  Beşinci Sual: 
  Tazyikat-ı maddiye, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği için, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?
  Altıncı Sual: 
  Bir maden-i hayatımız olan ittihad-ı millet, ref'-i imtiyazdan başka ne ile olur?!
  Yedinci Sual: 
  Müsâvâtı ihlâl, yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsâvâtsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser mahbusînin, belki yüzde sekseni masum iken; acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hüküm-ferma olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı Harb'e diyeceğim yok!.. İhbar edenler düşünsünler.
  Sekizinci Sual: 
  Bir fırka kendine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nikat-i asabiyesine daima dokundura dokundura, zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse; ve herkes de onlar kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan manâ-yı istibdada ilişse, acaba kabahat kimdedir?
  Dokuzuncu Sual: 
  Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zayiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?
  Onuncu Sual: 
  Hürriyet-i kelâm ve fikir verilse, sonra da muahaze olunsa; acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasa idi, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi?
   Onbirinci Sual: 
  Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalefet.. veya edenlere karşı sükût etse; acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve masum olan efkâr-ı umumiye yalancı, ma'tuh ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
  Elhasıl: 
  İstibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdad ve hafiyelik tenasüh etmiş.. Ve Sultan Abdülhamid'den de istirdad-ı hürriyet değilmiş.. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış! Zîrâ hürriyetle alışverişi yoktur.
  Yarım Sual: 
  Nazik ve zayıf bir vücûd ki, sivrisinek ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telaş ve zahmetle def'ine çalışırken; biri çıksa, dese ki: Maksadı bu sivrisinekleri ve arıları def' değil, belki arkasında yarı mürde büyük ejderhayı ihya ile kendine musallat etmek ister. Acaba hangi ahmağı kandıracaktır?
  Sualin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur.
  Ey paşalar, zabitler! Cemî'-i kuvvetimle derim ki:
  Ceridelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakâika nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazî canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i Şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakâikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaâtının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafına, üçyüz sene sonra tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü' ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.
  Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır.

ﺍَﻟْﺤَﻖُّ ﻳَﻌْﻠُﻮ ﻭَﻟﺎَ ﻳُﻌْﻠَﻰ ﻋَﻠَﻴْﻪِ

  Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran-ı efkâr-ı umumî ile, o tesvilat ve mugalatât dağılacak ve hakikat meydana çıkacaktır.

ﺑَﺲْ ﻛُﻨَﻢْ ﭼُﻮﻥْ ﺯِﻳﺮَﻛَﺎﻧْﺮَﺍ ﺍِﻳﻦْ ﺑَﺲ ﺍﺳْﺖ

ﺑَﺎﻧْﮓِ ﺩِﻩْ ﻛَﺮْﺩَﻡْ ﺍَﮔَﺮْ ﺩَﺭْ ﺩِﻩْ ﻛَﺲ ﺍﺳْﺖ

  Sizin işkenceli hapishanenin hâli: zaman müdhiş, mekân muvahhiş, mahbusîn mütevahhiş, cerideler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazîn, vicdanlar müteessir ve me'yus. Bidayet-i halde zabitler şematetli, nöbetçiler müz'iç olmakla beraber, vicdanım beni ta'zib etmediği için o hâl bana eğlence gibi idi. Ve musibetlerin tenevvü'ü, musikînin tenevvü-ü nağamatı gibi bana gelirdi. Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmam ettim. Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat, gadre şiddet-i nefreti istifade eyledim. Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden Ây! Vây! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir.

{(*) Âlem-i İslâm'da yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır. -Müellif-}

  İstitrad olarak bir latife söyleyeceğim: (Böyle ciddiyât esnasında latife söylemekten maksadım; Dünyaya bir mel'abe nazarıyla baktığımı imâ ve işarettir. Zaten şuûnat-ı dünya santranc oyununa benzer.) Ben geçen sene Garibüzzaman idim... Sonra Bediüzzaman oldum.. Şimdi de Bid'at-üz zaman oldum. İstanbula da şeamet oldum. O da bana şeametli oldu. Beni sathında kabul etmez, batnına geçirmek istiyor. Bahusus Mart ve Mayıs müstebid aylardır.
  Mart'ı kadro haricine çıkarmalı.. Mayısı da tekaüd etmeli, tâ müvazene-i malî husule gelsin.. Çıkılmayacak yola sapılmış bir işarettir.
  Elhasıl: 
  Ya ben İstanbul'da kalacağım.. Yahud bu "iki ay" gitmeyecekse, ben veda' edeceğim!..
 * * *    İSTANBUL'DAN VEDANÂME 
  Ey koca İstanbul!. Müsâvât ve uhuvveti sende devr-i istibdadda, yalnız tımarhanede.. meşrutiyeti, yalnız tevkifhanede gördüm. Elveda ey gelin libası giymiş acûze-i şemtâ!.. Usandım, sen zehirli bala benzersin. Belki medenî libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medenîliğin var; sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşîsin; tam dünyaya benzersin. Dünyaya geldiğime ben de pişman oldum. Riyanın sözünü, seni tasavvur ettikçe tahattur ediyorum.
  Eğer medeniyet böyle tecavüzat-ı haysiyetşikenâne; ve iftiraât-ı nifak-cuyane ve fikr-i intikam-ı bî insafane ve muğalatât-ı şeytanetkârane ve diyanette harekat-ı lâübaliyaneye müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan, akreb ve yılanların yuvaları olan böyle mahall-i ağraza; Kürdistanın, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedevîyet ve vahşet haymelerini tercih ediyorum. Zîrâ burada görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Kürdistanın dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.
  Bildiğime göre, edibler edebli olurlar ve ceridelerde terbiye-i efkâr ederler. Şimdi bazı edibleri edebsiz.. ve bazı cerideleri de naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumî böyle müzebzeb olsa; şahid olunuz, ondan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim!.. Ve Kürdistanın yüksek dağlarında, yani "Başit" başında ecsam ve elvah-ı âlemi, ceridelerine bedel mütalaa edeceğim.
  Muarradır feyzan-i feyzimiz şeyn-i temennadan
  Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğna
  Çekildik neşve-i ümidden, tul-ü emellerden
  O mecnunuz ki, ettik vuslat-ı leyladan istiğna...

ﻭَ ﻟَﻮْﻟﺎَ ﺗَﻜَﺎﻟِﻴﻒُ ﺍﻟْﻌُﻠَﻰ ﻭَ ﻣَﻘَﺎﺻِﺪُ ﻋَﻮَﺍﻝٍ ٭ ﻭَ ﺍَﻋْﻘَﺎﺏُ ﺍﻟْﺎَﺣَﺎﺩِﻳﺚِ ﻓِﻰ ﻏَﺪٍ

ﻟﺎَﻋْﻄَﻴْﺖُ ﻧَﻔْﺴِﻰ ﻓِﻰ ﺍﻟﺘَّﺨَﻠِّﻰ ﻣُﺮَﺍﺩَﻫَﺎ ٭ ﻭَ ﺫَﺍﻙَ ﻣُﺮَﺍﺩِﻯ ﻣُﺬْ ﻧَﺸَﺌْﺖُ ﻭَ ﻣَﻘْﺼَﺪِﻯ

ﻭَ ﺍَﻛْﺘُﻢُ ﺍَﺷْﻴَٓﺎﺀً ﻭَﻟَﻮْ ﺷِﺌْﺖُ ﻗُﻠْﺘُﻬَﺎ ٭ ﻭَﻟَﻮْ ﻗُﻠْﺘُﻬَﺎ ﻟَﻢْ ﺍُﺑْﻖِ ﻟِﻠﺼُّﻠْﺢِ ﻣَﻮْﺿِﻌًﺎ

  TENBİH 
  Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet böyle istibdad ve sefahet ve zilletle memzuç medeniyete, bedevîyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet nev'-i insaniyetin terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev'iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet eder. Bu nokta-i nazardan medeniyeti istememek, insaniyeti istememektir.
  Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtila ve muhabbetimin sebebi budur ki: Asya ve Âlem-i İslâmiyetin istikbalde firdevs-i terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet ve hürriyettir. Ve tali' ve taht ve baht-ı İslâm'ın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır. Zîrâ şimdiye kadar üçyüz milyon İslâm, ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i millet, âlemde bahusus bundan sonra Asya'da hükümferma olduğu halde herbir ferd-i müslüman, hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet, üçyüz milyon İslâmı esaretten halâs etmeğe bir çare-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak burada yirmi milyon nüfus, tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üçyüzü alırız.
  Diriğa!. Bizdeki anasır, hava gibi muhtelittir. Su gibi mümteziç olmamış. İnşâallah elektrik-i hakâik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif ve hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mutedile-i adalet vücûda gelecektir.
  Yaşasın meşrutiyet-i meşrua!.. Sağ olsun hakikat-ı Şeriatın terbiyesinden çıkan neyyir-i hürriyet!..

{(*) Senin bu siyasî ümidlerin şimdiye kadar boşa çıktı. İnşaallah başka surette zuhur eder. -Müellif-}

  İstibdadın Garibüzzamanı...
  Meşrutiyetin Bediüzzamanı...
  Şimdikinin de Bid'atüzzamanı...
  Said-i Kürdî   DEVR-İ İSTİBDÂD VE SAÎD-İ KÜRDÎ'NİN PENÇELEŞMESİ 
  Tımarhanede Tabible Vaki' Olan Maceram 
  Ey tabib efendi! Sen dinle ben söyleyeceğim. Cinnetime bir delil daha senin eline vereceğim; sual olunmadan cevab!.. Antika bir divanenin sözünü dinlemeyi arzu edersiniz. Muayenemi muhakeme suretinde istiyorum. Senin vicdanın da hakem olsun. Tabibe ders-i tıb vermek fuzulilik, amma teşhis-i illete yardım edecek noktalar hastanın vazifesidir. Hem de istikbal sizi tekzib etmemek için dinlemenize lüzum görürsünüz, şu dört noktayı nazar-ı mütaalaya alınız!
  (Ve sonra yine tımarhanede iken verdiğim bâzı izahatın suretidir.)
  Birincisi: 
  Ben Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvalimi Kürdistan kapanıyla tartmalı. Hassas olan medenî İstanbul mizanıyla tartmamalısınız. Öyle yaparsanız, mâden-i saadetimiz olan Dersaadet'ten önümüze sed çekmiş olursunuz. Hem de ekser Kürdleri tımarhaneye sevketmek lâzım gelir. Zîra Kürdistan'da en revaçlı olan ahlâk; cesaret, izzet-i nefis, salabet-i diniye, muvafakat-ı kalb ve lisandır. Medeniyette, nezaket denilen emir, onlarca müdahenedir.

İkincisi:

  Benim elbisem gibi, ahval ve ahlâkım da nâsa muhaliftir. Hak ve nefsül-emri mihenk-i itibar ittihaz ediniz. Zamanın veya âdetin revaç verdiği bazı ahlâk-ı seyyieyi (görenek vasıtasıyla numûne-i imtisal olmuş) mikyas yapmayınız. "Nemelâzım başkası düşünsün" feryad-ı meyyitane-yi vermek gibi...
  Müslümanım, İslâmiyet cihetiyle mânen memurum; ve sadakatle mükellefim. Millete, din ve devlete nafi' olan birşey düşüneceğim!
  Üçüncüsü: 
  Şâz ve nâdir olarak isti'dad-ı zamanın fevkınde çok kimseler gelip geçmiş. Nas ibtida onlara cünûn veya abes isnadından sonra, sihre veya hârikaya haml etmişler. Birinci ve ikinci noktanın mabeyninde olan tezad, cinnetime hükmeden zevatın delil ve müddealarında olan tezada îmâdır. Zîrâ ef'alleriyle demişler: "Divanedir. Çünkü her mesail-i müşkileye cevap veriyor. Böyle delil getiren delidir."
  Dördüncüsü: 
  Asabî adam, hususan benim gibi sinirli bir kimsenin telaş ve hiddet etmesi zarurîdir. Bâhusus bir fikr-i âliyi (Yani hürriyet-i şeriyyeyi) onbeş sene zihninde taşıyan ve bilfiil karîb olduğu zaman, (yâni bir inkılâb-ı azîm ile) kendini muhâtarada ve mehlekede görse; ve temaşasından mahrûm kalsa, nasıl telaş ve hiddet etmesin? Hem de benden daha divane zabtiye nâzırıdır. Zîrâ benden daha hadîddir. Hem de bu cinnet-i muvakkataya müptela olmayan binde birdir.

ﻭَ ﻛُﻞُّ ﺍﻟﻨَّﺎﺱِ ﻣَﺠْﻨُﻮﻥٌ ﻭَﻟَﻜِﻦْ ٭ ﻋَﻠَﻰ ﻗَﺪَﺭِ ﺍﻟْﻬَﻮَﻯ ﺍﺧْﺘَﻠَﻒَ ﺍﻟْﺠُﻨُﻮﻥُ

  Eğer müdahene, temelluk, tazarru-u sinnurî, menfaat-ı umumiyeyi, menfaat-ı şahsiyeye feda etmek aklın muktezasından addedilmek lâzım gelirse; şâhid olunuz! Ben o akıldan istifamı veriyorum. Divanelikle -ki bence bir mertebe-i masûmiyet gibidir- iftihar ediyorum.
  Dört nokta şüpheyi davet etmiş. Onları bilerek bazı hikmet-i hafîye için yapmışım.
  Birincisi: 
  Şekl-i garîbîm... Bu muhalif libasımla makasıd-ı dünyeviyeden istiğnamı; ve âdât-ı beldeye adem-i müraattan özrümü; ve ahval ve etvarımı nâsa muhalefetini; ve münasebet-i zâhir ve bâtın ile tabiîlik insaniyetimi; ve milletimin muhabbetini ilân etmek içindir. Hem de garîb mânâ, garîb bir lafz içinde olmalı. Tâ ki nazar-ı dikkati celbetsin. Hem de sanayi-i mahalliyeye revac vermek için bir nasihat-ı fiilî ediyorum. Hem de kendimde bir meyl-i teceddüdu göstermek; ve zamanın teceddüd edeceğine işâret ediyorum. Hem de Sultan Selim'e biat etmiştim.
  İkincisi: 
  Ulema ile olan münazaramdır. Onun sebebi İstanbul'a geldim, gördüm ki; sair şuabâta nisbeten medaris terakki etmemiştir. Bunun da sebebi; kitaba nazarla istinbat-ı mes'ele etmek olan isti'dadı, meleke-i ilim yerinde ikâme olunmuş. Ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap sebebiyle; şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş. Sâir müntic-i taaccüb ve hayret olan ulûm-u ekvân; veya eğlence ile vakit geçirmeyi müntic olan fünûn-u hevesat; ve lezzat-ı hakikiyeyi mutazammın olan ulûm-u maksûd-u bizzat gibi, ulûm- u ilâhiye tahsil olunmaz. Bunun da, ya bir himmet-i âli veya bir tevağğul-u tam veya müsabakayı müntic olan sual ve cevap gibi bir şevk-i kasrî ve haricî lâzımdır. Veyahud taksim-ül a'mal kaidesine tatbîkan herbir talebenin isti'dadına göre bazı fünûn ile tevağğul etmeli. Tâ mütehassıs olsun, sathî olmasın. Zîrâ her ilmin bir suret-i hakîkiyesi var. Meleke olmadığı vakit, bazı tarafı nakıs olan sûretlere benzer.
  Bunun da çaresi: 
  Ona müstaid olan bir fenni esas tutmalı. Ve buna münasib fünûnu; her birinden birer fezleke alınmalı ve o fenn, esasın suret-i hakikîsini mütemmim ittihaz etmelidir.
  Zira herbir fezleke, bir sûret-i müstakilleyi teşkil etmiyor. Lâkin bir suret-i esasiyeyi tekmil edebilir.
  Ey sözümü işiten talebe-i ulûm! Mektepliler gibi -ki onlar nakıs olan seleflerine hayr-ul halef olmuşlar- çalışalım ki; evc-i kemâle vasıl olan seleflerimize hayr-ul halef olalım!..
  Ben münazara ile bilfiil iki noktadan ikâz etmek istiyordum.
  Üçüncüsü: 
  Fuzûlilik olarak iki fikri beyan etmiştim.
  Birincisi: 
  Şu zaman-ı terakkide medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eden İslâmiyet, medeniyet-i hâzıraya nisbetle terakki etmemiş. Bunun da en büyük sebebi; üç büyük şûbelerin ki, "cümlenin maksudu bir, amma rivayet muhtelif," masadıkına muvafık; ehl-i medrese, ehl-i mektep, ehl-i tekyenin tebayün-ü efkâr ve tehalûf-ü meşaribidir. Ehl-i medrese ehl-i mektebi bazı gayr-ı murad olan zevahirin te'viliyle za'f-ı akide ile ittiham ediyorlar. Bunlar ise, berikileri fünûn-u cedîdeye adem-i vukufları sebebiyle nâkıs ve gayr-ı mutemed addediyorlar.
  Ehl-i medrese ehl-i tekyeyi; ibadet olan zikri, sebeb-i şevk vaz' olunmuş olan bâzı mübah a'mal ve harekât -ki, avam ve câhil hataen ibadet zannederler- halbuki bu zan batıldır. İbadet yalnız zikirdir. Harekât, mübah olmak şartıyla câizdir. Bu zann-ı avama binaen; bunlara ehl-i bid'at nazarıyla bakıyorlar. Bunların tefritiyle ve ötekilerin ifratıyla müsamaha kapısı açıldı. Bâzı bide'at, zikir ile ihtilat eyledi. Bu tebayün-ü efkâr ve tehâlüf-ü meşarib ahlâk-ı İslâmiyeyi sarsmış ve terakkiyat-ı medeniyetten geri bırakmıştır.
  Bunun da çaresi: 
  Mekatibde ulûm-u diniyeyi bihakkın okutmak.. ve medariste lüzumsuz kalan hikmet-i atîkaya bedel bazı fünûn-u lâzıme-i cedide tahsil olunmak... Ve tekyelerde mütebahhirîn ulemâ bulunmaktır. Bu takdirde şuabât-ı selase yekâhenk-i terakkî olarak kat'-ı meratib etmek kaviyyen me'mûldür.
  İkinci Fikir: 
  Vâizlere aittir ki; Bunlar müderris-i umumîdir. Bunların nasayihinde kendimce bir te'sir hissetmedim. Düşündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum.
  Birisi: 
  Asr-ı hâzırayı zaman-ı salifeye kıyasen yalnız tasvir-i müddea ve parlak göstermektir. Halbuki zaman-ı salifde safa-yı kalb ve taklid-i ulemâ hükümferma idi. Bunlara delil lâzım değil idi. Şimdi de herkeste bir meyl-i taharri-i hakikat peyda olmuş, bunlara karşı tasvîr-i müddeâ tesir etmez. Ancak tesir ettirmek için isbat-ı müddeâ ve ikna' lâzımdır.
  İkinci Sebep: 
  Bir şeyi terğip veya terhib etmekle, ondan daha mühim şeyi tenzil etmekti. Meselâ. "Bir gece iki rekat namaz kılmak, haccı tavaf etmek; veya kim gıybet etse zina etmiş gibidir." derler.
  Üçüncüsü: 
  Belagatın muktezası olan mukteza-yı hâle mutabık ve ilcaât-ı zamana muvafık söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar. Sonra konuşuyorlar. Demek istiyorum ki; vâiz hem âlim-i muhakkik olmalı ki, tâ isbat-ı müddeâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik, tâ muvazene-yi şeriatı bozmasın. Hem de belîğ-i mukni' olması şarttır.
  Dördüncüsü: 
  Zihnim perişandır demişim. Halbuki bu cümleden maksadım; kuvve-i hâfızama nisyan tareyanı ve zihnimdeki sıkıntı ve tabiatımdaki tevahhuş muraddır. Hiçbir divane, ben divaneyim demediği için, benim cinnetime nasıl delil olabilir. Hemde "izhar" dan sonra üç mâh ders gördüğümü söylemiştim. İki cihetle şu söz şüpheyi davet eder. Ya hilâftır... Halbuki ekser Kürdistan bunun sıdkını bilir. Ya doğru olduğu halde; sen ey doktor dediğin gibi: Temeddüh ve gurur mîsüllü bir unsur-u cinneti îma eder.    Buna cevap: 
  Bir rical-i devletin sualine karşı cevab-ı sevap vermek istemekliğimdir. Eğerçi temeddühü istilzam etmiş... Şuûrumda şüpheniz kalmadığı vakit, fîkrimde şüpheniz vardır zannediyorum. Onu bir muhakeme ile bu şüphe de zâil olabilir.
  Zira gâyet serbest vahşi Kürtlerden olan bir adam, elmas gibi millete bir sadakat ve cevher gibi bir fikr-i âlî sahibi olmadığı halde, nasıl bu zamanda bu kadar alâmet-i fârika ile hîle ve fikr-i fâsidini saklayabilir? Bence hîle, terk-i hîledir. Demek herkese müreccah çünkü kimseyi millete sâdık bulmadım- ve sâfi bir sadakatı kalbden hissetmiş de, bu gûna ahvalde bulunmuş.

ﻭَ ﻛَﻢْ ﻣِﻦْ ﻋَٓﺎﺋِﺐٍ ﺍَﻣْﺮًﺍ ﺻَﺤِﻴﺤًﺎ ٭ ﻭَ ﺍَﻓَﺘُﻪُ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻔَﻬْﻢِ ﺍﻟﺴَّﻘِﻴﻢِ

  Demek bizim doktorların fehmi hasta. Ve kendi raporlarıyla mecnûn. Ve zabtiye nâzırı da hiddeti için divanedirler.
  Ey doktor! Sen iyi doktorsan evvelâ o bîçareleri tedavi et. Sonra beni.
  Ey şu kelamıma nazar eden zevat! Eğer kelamımda dokunacak veya sizin zâif midenizde hazm olunmayacak sözler bulunursa, mazur tutunuz! Çünkü divanelik zamanında söylemişimdir. Muhitim o zaman timarhanenin duvarlarıydı.
  Muhitin tesiri müsellemdir. Zîrâ !  ﺩِﻳﻮَﺍﻧَﻪ ﺭَﺍ ﻗَﻠَﻢْ ﻧِﻴﺴْﺖümmî vahşî yâni hür, Türkçe iyi bilmez bir Kürd bu kadar îfade-i meram edebilir vesselâm...
 * * *    DEVR-İ İSTİBDADDA TIMARHANEDEN SONRA TEVKİFHÂNEDE İKEN ZABTİYE NÂZIRI ŞEFİK PAŞA İLE MUHAVEREMDİR 
  Zaptiye Nâzırı: Padişah sana selâm etmiş. Bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da yirmi otuz lira yapacak, dedi.
  Cevaben: Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim. Milletim için geldim. Hemde bu bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakk-ı sükûttur.
  Nâzır:
  İradeyi reddediyorsun, irade red olunmaz.
  Cevaben dedim: Red ediyorum, tâki padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim.
  Nâzır: Neticesi vahimdir!...
  Cevaben: Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam, bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul'a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getirmişim, ne ederseniz ediniz!... Bunu da ciddi söylüyorum: "Ben isterim ki; ebna-yı cinsimi bilfiil ikâz edeyim ki, devlete intisab, hizmet etmek içindir. Maaş kapmak için değildir."
  Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü tesirledir. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menafi-i şahsiye iledir. Binaenaleyh ben maaşın kabulünde mazurum.    Nâzır: Senin Kürdistan'da neşr-i maarif olan maksadın, meclis-i vükelâda derdest-i tezekkürdür.
  Cevaben: Acaba maarifi te'hir, maaşı ta'cil edersiniz, ne kaide iledir? Menfaât-ı şahsiyemi menfaât-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz.
  Nâzır hiddet etti. ..
  Ben dedim:
  Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fayda vermez, nâfile yorulmayınız. Beni nefyedin, Fîzân olsun, Yemen olsun râzıyım. Siz de pîneduzluktan ve yamacılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekden kurtulurum.
  Nâzır:
  Ne demek istiyorsun?
  Cevaben dedim:
  Sigara kâğıdı kadar ince ve nizam namıyla bir perdeyi bu kadar feveran-ı efkâr ve hissiyata karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemi idim, altına girmedim. Üstüne düştüm. Suret-i telebbüsüm gibi ahlâkım da sakîl idi. Bir kere mabeynde yırtıldı. Şişli'de bir Ermeninin evine düştüm. Orada yırtıldı. Şekerci Hanına düştüm. Orada da yırtıldı. Tımarhaneye düştüm. Şimdi de tarassudhaneye düşmüşüm.
  Hâsılı: Siz de o kadar yamacılık yapamazsınız. Ben de incinirim...

ﻗَﺪْ ﺍﺗَّﺴَﻊَ ﺍﻟْﺨَﺮْﻕُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﺮَّﺍﻗِﻊِ

  Hem de Kürdistan'da iken sizi iyi bilirdim. Bu ahval, sizin serairinizi bana iyi öğretti. Bâhusûs tîmarhane bu metinleri bana iyi şerh etti. Hem de bu hallere teşekkür ederim. Zîrâ su-i zan makamında hüsn-ü zan eder idim.   HATİME 
  Ebna-yı cinsime de burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis nâtamam kalır. Ey Asurîler ve Kiyanîlerin cihangirlik zamanında pişdâr, kahraman askerleri olan arslan Kürdler! Beşyüz senedir yattınız yeter, artık uyanınız, sabahdır.. Yoksa sahra-yı vahşette vahşet ve gaflet sizi garat edecektir. Hikmet-i İlahî denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme mümted ve müteşâib kanun-u nuranî-yi İlahînin müessisi olan Hikmet-i İlâhî, ufk-u ezelden engüşt-i kaderi kaldırmış size emrediyor ki: Tefrika ile katre katre müteferrik su gibi, zayi' olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle tevhid ve mezc ederek zerratın câzibe-i cüz'iyeleri gibi bir câzibe-i umumi-i millî teşkili ile; Kürd gibi bir kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i İslâmiye ve Osmaniyenin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi cazibesine ittiba' ile müvazene ve aheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz.
  Hem de "hürriyet" denilen, Sübhan ve Ağrı dağları gibi istikbâlin cibal-i şahikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i nefs altına girmeyi yasak etmiş ve gayra tecavüzü tecviz etmeyerek Şeriat'a istinad etmiş olan sultan-ı hürriyet, yüksek sada ile sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve müteferrik bir kavme: "Cehalet ve fakra hücum için fen ve san'at ve silah başına, ileri arş!" emrini veriyor.
  Hem de "hakikat" denilen tabakat altında mestûr ve mahbus kalmış; ve tabaka-i istibdadın mahv ve ref'iyle omuzu üstünde olan tabaka-i cehil ve gafletin tahfifiyle ihtizaza gelmiş ve kıyama teşebbüs etmiş olan muhbîr-i hakâik size her cihetle haber veriyor ki: Mahiyetinizde dest-i kaderin ektiği isti'dadatı, ve mukadderatınızı fiile çıkaran ve mahiyet-i kavmiyenizde saklanmış olan secayanızı âb-ı hayat-ı maârifle iskâ etmek vaktidir. Yoksa kuruyacak, yâhud tefessüh edecektir.
  Hem de "ihtiyaç" denilen medeniyetin pederi ve terakkiyatın müessisi olan üstad-ı ihtiyaç, sillesini kaldırmış size hükmediyor ki: Ya hayat ve hürriyetinizi bu sahra-i vahşette gârete vereceksiniz... Veyahut meydan-ı medeniyette fen ve san'at balon ve şimendiferine binerek istikbâlı istikbâl ve o ahvâl-i müttefikayı istirdad ederek, ka'be-i kemâlata koşacaksınız.
  Hem de "milliyet" denilen, mâzi derelerinden ve hal sahralarından ve istikbâl dağlarından... hayme-nişîn olan Rüstem-i Zâl ve Selâhaddin-i Eyyubî (nüsha farkında: Celaleddin-i Harzemşah, Sultan Selim, Barbaros Hayri gibi ecdadınızdan dahî kahramanlarla...) gibi Kürd dâhi kahramanlarıyla bir çadırda oturan bir aile gibi herkesi başkasının haysiyet ve şerefi ile şereflendiren ve hissiyat-ı ulvîyenin enmuzeci ve İslâmiyet milliyeti içinde mezc olmuş olan fikr-i milliyetiniz size emr-i kat'î ile emrediyor ki: Tâ her biriniz umum bir milletin ma'kes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum milletin bir misal-i müşahhası olunuz.. şimdiki gibi bir şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zîrâ maksadın büyümesi ile himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiye ile (Türk, Kürd tam birleşmiş İslâmî ve dinî) o milliyetin galeyanıyla ahlâk da tekemmül ve teâli eder.
  Hem de "meşrutiyet" denilen sebeb-i saadet-i akvâm ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-i hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz'iyeyi istibdad ve tahakkümün itfâsından kurtaran ve meşveret-i Şeriyenin mayası ile mayalandıran meşrutiyet-i meşruâ, sizi meclis-i imtihana davet ediyor ki: Sinn-i rüşde büluğunuzu ve vasiyete adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve hamiyet-i millî ile fikir ve vicdan-i şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa sıfır çekecek, şehâdetname-i hürriyeti elinize vermeyecektir.
  Evet mazînin sahralarında keşmekeşinize sebebiyet veren her birinizdeki meyl-ül ağalık ve fikr-i hod-serâne ve enaniyet; şimdi ise istikbâlin saadet-saray-ı medeniyette, fikr-i îcada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâb edecektir. Hatta diyebilirim ki: Başkalarının sükûtî medreselerine nisbet, sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb'usan-ı ilmiyeyi gösteriyor. Ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semavî ve ruhanî vızıltılarınız, mezheben ve medreseten ve kavmiyeten mahiyetinizdeki isti'dad-ı meşrutiyet sırrına kaderin bir imâ ve nişanı vardır.

ﻭَ ﺍَﻥْ ﻟَﻴْﺲَ ﻟِﻠْﺎِﻧْﺴَﺎﻥِ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﺳَﻌَﻰ

nın başka ünvanı olan teşebbüs-ü şahsîye müşevvik var. Hem de her bir kemâlin müessis ve hâmisi olan "cesaret ve namus-u millî" emrediyor; nasıl ki şimdiye kadar dimağdan kalbe mecra açmakla aklı kuvvete mezc ederek, maârifinizi kılıncın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecâat-ı maddîde terakki ettiniz; şimdi ise kalbden fikre karşı menfez açınız. Kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz. Tâ ki, şecaât-ı akliye-i medeniyet meydanında nâmus-u millî pâyimal olmasın. Kılıncınız fen ve san'at cevherinden yapılmalı.

  Hem de "lisan-ı mâderzâd" denilen eşi'aa-i hissiyat-ı milliyenin ma'kesi; ve semerat-ı edebin şeceresi; ve âb-ı hayat-ı maârifin cedâvili; ve kıymet ve tekemmülünüzün mîzan-ı i'tidali; ve doğrudan doğruya herkesin vicdanına karşı menfez açmakla hayt-ı şuaî gibi tesiratı ilka' edici "ihmalinizle gayet müşevveş ve bazı dalları aşılanmış" olan lisanınız "şecere-i tûba" gibi bir şecerenin tecellîsine müstaid iken; böyle kurumuş ve perişan kalmış; ve medeniyet lisanı olan edebiyattan nakıs kalmış olduğundan, lisan-ı teessüfle lisanınız sizden hamiyet-i milliyeye arz-ı şikayet ediyor.
  İnsanda kaderin sikkesi lisandır. İnsaniyetin sureti ise, sahife-i lisanda nakş-ı beyan tersim ediyor. Lisan-ı mâderzâd ise; tabiî olduğundan elfaz -davet etmeksizin- zihne geliyor. Alışveriş yalnız mânâ ile kaldığından zihin çatallaşmaz.. Ve o lisana giren maarif "nakş-ı alelhacer" gibi bakî kalır. Ve o zeyy-i lisan-ı millî ile görünen her ne olursa me'nûs olur.
  İşte hamiyet-i millînin bir misalini size takdim ediyorum ki; o da Motki'li Halil Hayâlî Efendidir ki; hamiyet-i millînin her şûbesinde olduğu gibi; bu şube-i lisan meydanında kasabus-sebaki ihraz eylemiş.. Ve lisanımızın esası olan Elifba ve Sarf ve Nahvini vücûda getirmiş. Ve hatta diyebilirim ki; asr-ı hamiyet ve gayret ve fedakârlık ve himayet-i zuafâ imtizac ederek, vücûd-u manevisini teşkil etmiştir. Hakikaten Kürdistan madeninden böyle bir cevher-i hamiyete rast geldiğinden bizim istikbalimizi, onun gibi (ümîdinden) birçok cevahir ışıklandıracaktır.
  İşte bu zat şâyân-ı iktida bir numune-i hamiyet göstermiş. Ve muhtac-ı tekemmül olan lisan-ı millimize dair bir temel atmış. Onun isrine gitmeyi ve temeli üzerine bina etmeyi ehl-i hamiyete tavsiye ediyorum.
 Said-i Kürdî 

Önceki Risale: Teşhis-ül İlletÂsâr-ı BediiyyeNutuklar: Sonraki Risale