Mülk 5: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
Değişiklik özeti yok
7. satır: 7. satır:
[[Kategori:Fihrist'te (Sözler) Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Fihrist'te (Sözler) Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Risale-i Nur'da Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Risale-i Nur'da Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Şualar'da Geçen Ayetler]]
[[Kategori:15. Şua'da Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Sözler'de Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Sözler'de Geçen Ayetler]]
[[Kategori:25. Söz'de Geçen Ayetler]]
[[Kategori:25. Söz'de Geçen Ayetler]]
199. satır: 201. satır:


([[Risale:28._Lem%27a#Yirmi_Sekizinci_Lem.E2.80.99a.E2.80.99n.C4.B1n_Yirmi_Sekizinci_N.C3.BCktesi|28. Lem'a]])
([[Risale:28._Lem%27a#Yirmi_Sekizinci_Lem.E2.80.99a.E2.80.99n.C4.B1n_Yirmi_Sekizinci_N.C3.BCktesi|28. Lem'a]])
----
Hâlık’ını, isimlerinin ve sıfatlarının tecelli ve cilveleriyle tanımak isteyen o dünya seyyahı, akıl ve hayaline dedi ki: “Haydi! Ruhlar ve melekler gibi biz dahi cesedimizi yerde bırakıp göklere çıkacağız. Hâlık’ımızı semavattakilerden soracağız.” Ruh hayale ve akıl fikre bindiler, semaya çıktılar. Kozmoğrafya fennini kendilerine rehber ettiler. Dini dinlemeyen bir felsefe nazarıyla, mağdub dâllîn cereyanlarıyla baktılar. Gördü ki:
Küre-i arzdan bin defa büyük, top güllesinden yüz defa çabuk hareket edenler içlerinde bulunan binler kütleler, ateş saçan yıldızlar, şuursuz, camid, serseri gibi birbiri içinde süratle gezerler. Bir dakika bir tesadüfle biri yolunu şaşırsa o boş ve hudutsuz ve hadsiz, nihayetsiz âlemde bir şuursuz küre ile çarpmak suretinde kıyamet gibi bir herc ü merce sebep olur.
O seyyah, hangi tarafa baktı ise dehşet ve vahşet ve hayret ve korkmak aldı, göğe çıktığına bin pişman oldu. Akıl ve hayal bütün bütün bozuldular. “Bizim vazifemiz güzel hakikatleri görmek ve göstermek iken, böyle cehennem gibi çirkin ve azaplı manaları bilmek, müşahede etmek vazifesinden istifa ediyoruz ve istemiyoruz.” derken, birden [[Risale:15. Şua (Ayet-Hadis Mealleri)#57|{{Arabi|اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ}}]] tecellisi ile [[En'am 1|{{Arabi|خَلِقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ}}]] ve [[Risale:15. Şua (Ayet-Hadis Mealleri)#60|{{Arabi|مَسَخِّرُ الشَّمْسِ وَالْقَمَرِ}}]] ve [[Risale:15. Şua (Ayet-Hadis Mealleri)#61|{{Arabi|رَبُّ الْعَالَمِينَ}}]] gibi çok isimler, her biri birer güneş gibi [[Mülk 5|{{Arabi|وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ}}]] ve [[Kaf 6|{{Arabi|اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا}}]] ve [[Bakara 29|{{Arabi|ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ}}]] gibi âyetlerin burçlarında tulû ettiler. Bütün semavatı nurla, meleklerle doldurdular, bir büyük camiye ve mescide ve ordugâha çevirdiler.
([[Risale:15._Şuâ#Seyahatindeki_yüzer_müşahedatından_üçüncü_numunesi|15. Şua]])


==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==


==İlgili Maddeler==
==İlgili Maddeler==

08.39, 15 Temmuz 2023 tarihindeki hâli

Önceki Ayet: Mülk 4Mülk SuresiMülk 6: Sonraki Ayet

Meali: 5- Andolsun ki biz, (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.

{Bazı tefsirlere göre burada, havada parıldayan, bir ateş tanesi gibi hızla ve tek istikamette hareket edip sönen "şihâb"lar kasdedilmektedir. Bu konuda, Hıcr sûresinin 16-18. âyetlerine ve Sâffât sûresinin 6-10. âyetlerine bak.}

Kur'an'daki Yeri: 29. Cüz, 561. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

On Beşinci Söz

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ

Ey kozmoğrafyanın ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını, o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semasına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız!

(15. Söz)


Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte bunun için Kur’an-ı Kerîm, öyle i’cazkâr bir belâgatla ve öyle âlî ve bâhir üsluplarla ve öyle gâlî ve zahir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki kâinatı titretir. Mesela:

Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse çıkınız, meseline işaret eden

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ

فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلَا تَنْتَصِرَانِ

âyetindeki azametli inzara ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et. Nasıl, ins ve cinnin gayet mağrurane temerrüdlerini, gayet mu’cizane bir belâgatla kırar. Aczlerini ilan eder. Saltanat-ı rububiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve bîçare olduklarını gösterir. Güya şu âyetle hem وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ âyetiyle böyle diyor ki:

“Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve ey zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşan’ın evamirine karşı geliyorsunuz ki yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler. Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki öyle azametli mutî askerleri var, faraza şeytanlarınız dayanabilseler onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki ibadından ve cünudundan öyleleri var ki değil sizin gibi küçücük âciz mahlukları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şüvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar. Gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler.”

Evet, Kur’an’da bazı mühim tahşidat vardır ki düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki haşmetin izharı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor.

(15. Söz)


Mesela, On Beşinci Söz’de ispat edilen şu misale bak:

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ

فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلَا تَنْتَصِرَانِ

فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ

âyetlerini dinle bak ki ne diyor? Diyor ki: Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki öyle bir Sultan’ın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.

Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki öyle azametli mutî askerleri var. Faraza şeytanlarınız dayanabilseler onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.

Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki cünudundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük âciz mahluklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar.

Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler. Daha sair âyâtın manalarındaki kuvvet ve belâgatı ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.

(25. Söz)


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ … الخ âyet-i pür-envarının çok envar-ı esrarından bir nurunu, ramazan-ı şerifte bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal meyal gördüm. Şöyle ki:

Üveys-i Karanî’nin

اِلٰهٖى اَنْتَ رَبّٖى وَ اَنَا الْعَبْدُ § وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ اَنَا الْمَخْلُوقُ § وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ § الخ …

münâcat-ı meşhuresi nevinden, bütün mevcudat-ı zevi’l-hayat, Cenab-ı Hakk’a karşı aynı münâcatı ettiklerini ve on sekiz bin âlemin her birinin ışığı, birer ism-i İlahî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:

Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi şu âlem, binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum. O âlem ise âyet-i Nur’un arkasındaki

اَوْ كَظُلُمَاتٍ فٖى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَٓا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ

âyeti tasvir ettiği gibi; bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden bir ism-i İlahînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu. Hangi perde akla karşı açılmışsa hayale karşı başka bir âlem fakat gafletle karanlıklı bir âlem görünüyorken güneş gibi bir ism-i İlahî tecelli eder, baştan başa o âlemi tenvir eder ve hâkeza… Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye çok devam etti. Ezcümle:

Hayvanat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazîn gösterdi.

Birden Rahman ismi, Rezzak burcunda yani manasında bir şems-i tâbân gibi tulû etti; o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.

Sonra o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm.

Birden Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti, o kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki şekva ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı, âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki dehşetimden feryat ettim “Eyvah!” dedim.

Çünkü gördüm ki insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve cenneti gayet ciddi isteyen himmetleri ve istidatları ve hadsiz makasıda ve metalibe müteveccih fakr u ihtiyacatları ve zaaf ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dalarıyla beraber; gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı bir hayat, gayet perişan bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en müthiş halet olan mütemadî zeval ve firak belası içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.

İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalp ve ruh ve aklımla beraber bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryat ile ağlamaya hazır iken birden Cenab-ı Hakk’ın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda yani manasında, Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nurani âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.

Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha süratli bir hareketle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde, âlemin hadsiz fezasında seyahat eden bîçare nev-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı.

Birden Hâlık-ı arz ve semavat’ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-semavati ve’l-arz ve Musahhirü’ş-şemsi ve’l-kamer isimleri; rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki o halette bana küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.

Elhasıl, bin bir ism-i İlahînin, kâinata müteveccih olan o esmadan her biri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, her bir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.

Sonra kalp, her zulümat arkasında ayrı ayrı bir nuru gördüğü için seyahate iştihası açılıyordu. Hayale binip semaya çıkmak istedi. O vakit, gayet geniş bir perde daha açıldı. Kalp, semavat âlemine girdi, gördü ki:

O nurani tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar, küre-i arzdan daha büyük ve ondan daha süratli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa başkasıyla müsademe edecek, öyle bir patlak verecek ki kâinatın ödü patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebessümle değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş, hâlî, boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semavatı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum.

Birden

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ

رَبُّ الْمَلٰٓئِكَةِ وَ الرُّوحِ

un esma-i hüsnası

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ

وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَ الْقَمَرَ

burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mana cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envar-ı azîmeden birer lem’a alıp yıldızlar adedince elektrik lambaları yakılmış gibi o âlem-i semavat nurlandı. O boş ve hâlî tevehhüm edilen semavat dahi melaikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi. Sultan-ı ezel ve ebed’in hadsiz ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvi yapıyorlar tarzında, o Sultan-ı Zülcelal’in haşmetini ve şaşaa-i rububiyetini gösteriyorlar gibi gördüm.

Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerratımla ve beni dinleselerdi bütün mahlukatın lisanlarıyla diyecektim hem umum onların namına dedim:

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَٓاءُ

âyetini okudum; döndüm, indim, ayıldım; اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ dedim.

(29. Mektup)


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

لَا يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلَاِ الْاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ

دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ

اِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ

gibi âyetlerin mühim bir nüktesi, ehl-i dalaletin bir tenkidi münasebetiyle beyan edilecek. Şöyle ki:

Cin ve şeytanın casusları, semavat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazı ispirtizmacılar gibi gaibden haber verenlere haber vermelerini, nüzul-ü vahyin bidayetinde vahye bir şüphe getirmemek için onların o daimî casusluğu, o zaman daha ziyade şahaplarla recm ve men’edildiğine dair olan mezkûr âyetler münasebetiyle gayet mühim üç başlı bir suale muhtasar bir cevaptır.

Sual: Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki cüz’î ve bazen şahsî bir hâdise-i gaybiyeyi de haber almak için gayet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î hâdisenin bahsi varmış gibi; hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir manayı akıl ve hikmet kabul etmiyor.

Hem nass-ı âyetle, semavatın üstünde bulunan cennetin meyvelerini bazı ehl-i risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş. Bazen yakından cenneti temaşa ediyormuş diye nihayet uzaklık nihayet yakınlık içinde bir meseledir ki bu asrın aklına sığmaz?

Hem cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvali; küllî ve geniş olan semavat memleketindeki Mele-i A’lâ’nın medar-ı bahsi olması, gayet hakîmane olan tedvir-i kâinatın hikmetine muvafık gelmiyor? Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslâmiyeden sayılıyor?

Elcevap:

Evvela: On Beşinci Söz namındaki bir risalede yedi basamak namında, yedi kat’î mukaddime ile وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla şeytan casuslarının semavattan ref’ ve tardı, öyle bir surette ispat edilmiş ki en muannid maddiyyunu dahi ikna eder, susturur ve kabul ettirir.

Sâniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-i İslâmiyeyi, kısa zihinlere yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz.

Mesela, bir hükûmetin daire-i askeriyesi memleketin şarkında ve daire-i adliyesi garbında ve daire-i maarifi şimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa telsiz telefon, telgrafla, gayet muntazam bir surette her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa âdeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu gibi ilmiye dairesi oluyor.

Hem mesela, müteaddid devletler ve ayrı ayrı payitahtları bulunan hükûmetlerin bazen oluyor ki müstemlekat cihetiyle veya imtiyazat haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle bir tek memlekette ayrı ayrı hâkimiyetlikleri bulunur. Raiyet ve millet bir olduğu halde, her bir hükûmet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle münasebettardır. Birbirinden çok uzak o hükûmetlerin muamelatı, birbirine temas ediyor. Her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri oluyor. Cüz’î meseleleri, temas noktalarındaki cüz’î bir dairede görülür. Yoksa her cüz’î bir mesele, daire-i külliyeden alınmıyor fakat o cüz’î meselelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle daire-i külliyeden alınıyor gibi ve o dairede medar-ı bahis olunmuş bir mesele şekli verilir tarzda ifade edilir.

İşte bu iki temsil gibi semavat memleketi, payitaht ve merkez itibarıyla gayet uzak olduğu halde, arz memleketinde insanların kalplerine uzanmış manevî telefonları olduğu gibi semavat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervahı ve âlem-i melekûtu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti ihata etmiştir.

Hem âlem-i bâkiden ve dâr-ı bekadan olan cennet dahi hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufatı, perde-i şehadet altında, her tarafta nurani bir surette uzanmış, yayılmış.

Sâni’-i Hakîm-i Zülcelal’in hikmetiyle, kudretiyle, nasıl ki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, her biri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor.

Öyle de bu insan-ı ekber olan kâinat dahi mütedâhil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi binler âlemleri ihtiva ediyor. Onlarda cereyan eden ahvalin ve hâdiselerin küllî ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani o cüzler, cüz’î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür.

Fakat bazen cüz’î ve hususi bir hâdise, büyük bir âlemi istila eder. Hangi köşede dinlenilse o hâdise işitilir.

Ve bazen de büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil belki izhar-ı haşmet için yapılır. Mesela, Hâdise-i Muhammediye (asm) ve vahy-i Kur’an’ın hâdise-i kudsiyesi, umum semavat memleketinde, hattâ o memleketin her köşesinde en mühim bir hâdise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semavatın burçlarına nöbettarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak, casus şeytanları tard ve def’ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur’anînin derece-i haşmetini ve şaşaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şüphe girmeyen derece-i hakkaniyetini ilana bir işaret-i Rabbaniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi o ilan-ı tekvinîyi tercüme edip ilan ediyor ve o işaret-i semaviyeye işaret eder.

Evet, bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları, böyle bir işaret-i azîme-i semaviye ile melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’anînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir.

Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur’anî ve azametli tahşidat-ı semaviye ise cinnîlerin, şeytanların, semavat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevk edecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil belki kalb-i Muhammedîden (asm) tâ semavat âlemine, tâ arş-ı a’zama kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için vahy-i Kur’anî, koca semavatta, umum melaikece medar-ı bahis olan bir hakikattir ki bir derece ona temas etmek için şeytanlar tâ semavata kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki kalb-i Muhammedîye (asm) gelen vahiy ve huzur-u Muhammedîye (asm) gelen Cebrail ve nazar-ı Muhammedîye (asm) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe girmez diye Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan mu’cizane haber veriyor.

Amma cennetin uzaklığıyla beraber âlem-i bekadan olduğu halde en yakın yerlerde görülmesi ve bazen ondan meyve alınması ise evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi bu âlem-i fâni ve âlem-i şehadet ise âlem-i gayba ve dâr-ı bekaya bir perdedir. Cennetin merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, âlem-i misal âyinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi hakkalyakîn derecesindeki imanlar vasıtasıyla, cennetin bu âlem-i fânide –temsilde hata olmasın– bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalp telefonuyla yüksek ruhlar ile muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.

Amma bir daire-i külliyenin cüz’î bir hâdise-i şahsiye ile meşgul olması, yani kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikati şu olmak gerektir ki:

Semavat memleketinin payitahtına kadar gidip o cüz’î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semavat memleketinin –teşbihte hata yok– karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki o mevkilerde arz memleketi ile münasebettarlık oluyor, cüz’î hâdiseler için o cüz’î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hattâ kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki melek-i ilham ile şeytan-ı hususi o mevkide mübareze ediyorlar.

Ve hakaik-i imaniye ve Kur’aniye ve hâdisat-ı Muhammediye (asm) ise ne kadar cüz’î de olsa en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde en küllî bir daire olan arş-ı a’zamda ve daire-i semavatta –temsilde hata olmasın– mukadderat-ı kâinatın manevî ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medar-ı bahis oluyor diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammedîden (asm) tâ daire-i arşa varıncaya kadar ise hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile vahy-i Kur’anî ve nübüvvet-i Ahmediye (asm) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilaf ve yanlış ve hile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane belki mu’cizane ilan etmek ve göstermektir.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

Said Nursî

(28. Lem'a)


Hâlık’ını, isimlerinin ve sıfatlarının tecelli ve cilveleriyle tanımak isteyen o dünya seyyahı, akıl ve hayaline dedi ki: “Haydi! Ruhlar ve melekler gibi biz dahi cesedimizi yerde bırakıp göklere çıkacağız. Hâlık’ımızı semavattakilerden soracağız.” Ruh hayale ve akıl fikre bindiler, semaya çıktılar. Kozmoğrafya fennini kendilerine rehber ettiler. Dini dinlemeyen bir felsefe nazarıyla, mağdub dâllîn cereyanlarıyla baktılar. Gördü ki:

Küre-i arzdan bin defa büyük, top güllesinden yüz defa çabuk hareket edenler içlerinde bulunan binler kütleler, ateş saçan yıldızlar, şuursuz, camid, serseri gibi birbiri içinde süratle gezerler. Bir dakika bir tesadüfle biri yolunu şaşırsa o boş ve hudutsuz ve hadsiz, nihayetsiz âlemde bir şuursuz küre ile çarpmak suretinde kıyamet gibi bir herc ü merce sebep olur.

O seyyah, hangi tarafa baktı ise dehşet ve vahşet ve hayret ve korkmak aldı, göğe çıktığına bin pişman oldu. Akıl ve hayal bütün bütün bozuldular. “Bizim vazifemiz güzel hakikatleri görmek ve göstermek iken, böyle cehennem gibi çirkin ve azaplı manaları bilmek, müşahede etmek vazifesinden istifa ediyoruz ve istemiyoruz.” derken, birden اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ tecellisi ile خَلِقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ ve مَسَخِّرُ الشَّمْسِ وَالْقَمَرِ ve رَبُّ الْعَالَمِينَ gibi çok isimler, her biri birer güneş gibi وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ ve اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا ve ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ gibi âyetlerin burçlarında tulû ettiler. Bütün semavatı nurla, meleklerle doldurdular, bir büyük camiye ve mescide ve ordugâha çevirdiler.

(15. Şua)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]