Enfal 40

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
23.22, 18 Ağustos 2024 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 48188 numaralı sürüm
(fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)

Önceki Ayet: Enfal 39Enfal SuresiEnfal 41: Sonraki Ayet

Meali: 40- Eğer (imandan) yüz çevirirlerse, bilin ki Allah sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!

Kur'an'daki Yeri: 9. Cüz, 180. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Hey bedbahtlar! Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum? İmanınızın kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize hizmet ediyorum! Demek hizmetim hâlis, lillah için olmamış ki aksü’l-amel oluyor. Siz ona mukabil, her fırsatta beni incitiyorsunuz. Elbette mahkeme-i kübrada sizinle görüşeceğiz.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصٖيرُ

derim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

(16. Mektup)


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم

فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

اِعْلَمْ Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.

Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.

Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."

Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."

Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ

deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Mü'minin masnuata olan nazarı harfîdir. Yani o şeyin, kendi kendine değil, başkasının manasına delâlet etmesine nazar eder. Fakat kâfirin masnu'ata olan nazarı ise, kasdî ve ismîdir ki; o şeyin kendi nefsine delâlet ettiğine bakar. Binaenaleyh, her masnuda iki vecih vardır:

Birinci vechi: O masnuun zatına ve zatî sıfatına nazar eder.

Bir vechi de: o masnuun Saniine ve hem ona mütecelli olan Fâtırının esmasına bakar ki; bu ikinci vecih, en geniş mecal ve en mükemmel mealdir. Zira nasıl ki bir kitabın her bir harfi kendi nefsine ancak bir harf miktarınca ve bir tek vecih ile delâlet edebildiği halde, kendi kâtibinin vücuduna ise, çok vecihlerle delâlet eder. Hem de kâtibini, o kitaba veya yazıya bakana çok kelimeler miktarınca tarif ve tavsif eder.

Aynen öyle de: kudret kitabı olan kâinattan her bir masnu', bir harftir ki; kendi surî olan vücuduna ve nefsine cirmi kadar ve nefsi miktarınca ve bir vecihle delâlet edebilir. Lâkin Nakkaş-ı Ezelî'sinin vücuduna ise, mütenevvi' pek çok vecihlerle delâlet ediyor. Hem o masnu'a tecelli eden Fatırının esmasını bir uzun kaside kadar inşad eder.

Sonra, bir kaide-i mukarreredir ki; mana-yı harfînin üstünde -tasdik olsun, tekzib olsun- kasdî hükümlerle hükmedilmez. Hem hükmün levazımı dahi ona terettüb etmez, tabi olmaz. Ancak ikinci bir nazar ile olabilir. Bunun içindir ki, o harfi manaya bakanın zihni, dekaikinde tegalgul etmez. Ancak kasdî bir surette teveccüh edilirse, o zaman harf, isim olabilir. Fakat mana-yı ismî öyle değil...

İşte bu sırdandır ki; felasifenin kitabları, kâinata ait ilimlerde ve eşyanın kendi nefislerine bakan cihetlerde çok ileri olduğu görülür. Halbuki felsefecilerin eşyaya bakan ve eşyanın nefislerine ait mes'elelerine dair hükümleri, Saniine bakan cihetine nisbet edilirse, Ankebut ağından dahi daha zaiftir.

Hem meselâ, mütekellimînin kelâmları, felsefî mes'elelere ve kâinata ait ilimlerine ancak tebaî bir mana-yı harfî ile ve istitradî bir şekilde ve yalnız istidlal için nazar ettiği görülür. Hattâ mütekellimînce (güneşin bir lamba, küre-i arzın bir beşik, gecenin bir örtü, gündüzün bir maişet meydanı, kamerin bir nur, dağların birer direk ve kazık olması, yani dağların havaya meşata (tarak), su ve meadine mahzen, toprağı denizin istilasından muhafaza eden birer hami ve zelzeleden mütevellid arzın gazab ve hiddetini dağların menfeziyle teneffüsüne medar birer bacalık vazifesini görmeleri) onlarca kâfidir.

Fakat bir felsefeciye göre ise, güneşin kendi âlem-i manzumesine bir merkez olarak, öyle bir nâr-ı azîmdir ki; seyyarat, arzımızla birlikte onun etrafında birer pervane kelebek gibi uçuşan dehşetli ve azametli bir sultan olması suretinde ancak kâfi gelebilir ve hakeza...

İşte mütekellimînin hiss-i umumîye ve tearüf-u âmmeye mutabık gelen mes'eleleri, vakıa mutabık olmasa bile, onlara zarar vermez ve tekzibe müstehak olmazlar. Ve işte bunun içindir ki; mütekellimînin mesail-i felsefiyedeki re'yleri -ilk nazarda- çok zaif ve aşağı görüldüğü halde, fakat mesail-i İlahiyenin esasatında ise, demirden daha kuvvetli, dağdan daha metindir.

Hem yine bu sırdandır ki; başlangıçta, ilk evvel, ekseriya dünyaya ait ve şu dünya hayatının zâhirine göre, galebe ehl-i dalalette oluyor. Zira onlar dereke-i nefse sukut etmiş olan bütün letaifleriyle kasden ve bizzat şu dünya hayatına müteveccihtirler ve bunu kendi amelleriyle

اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا

söylemektedirler. (Yani hayat, yalnız bu dünya hayatından ibarettir diyorlar.) Fakat âkıbet ve netice müttakilerindir ki, onlara ve seyyidleri olan Peygamberlerine (A.S.M.) böyle denilmiş:

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَدَارُ اْلاٰخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

وَلِلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْاُولٰي

Madem öyledir,

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ

نِعْمَ الْمَوْلٰي وَنِعْمَ النَّصِيرُ

وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

demeliyiz.

(Şu'le, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]