Ankebut 64

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Ayet: Ankebut 63Ankebut SuresiAnkebut 65: Sonraki Ayet

Meali: 64- Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!

Kur'an'daki Yeri: 21. Cüz, 403. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Dünya Hayatı Oyun, Eğlence ve Aldatmacadan İbarettir Ayetleri kategorisine bakın

Sual: Cisim, eğer hayatî olsa ecza-yı bedenî daim terkip ve tahlildedir, inkıraza mahkûmdur, ebediyete mazhar olamaz. Ekl ve şürb, beka-i şahsî ve muamele-i zevciye ise beka-i nev’î içindir ki şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde, şunlara ihtiyaç yoktur. Neden cennetin en büyük lezaizi sırasına geçmişler?

Elcevap: Evvela, şu âlemde cism-i zîhayatın inkıraza ve mevte mahkûmiyeti ise vâridat ve masarifin muvazenesizliğindendir. Çocukluktan sinn-i kemale kadar vâridat çoktur; ondan sonra masarif ziyadeleşir, muvazene kaybolur; o da ölür. Âlem-i ebediyette ise zerrat-ı cisim sabit kalıp terkip ve tahlile maruz değil veyahut muvazene sabit kalır, (Hâşiye[1]) vâridat ile masarif muvazenettedir. Devr-i daimî gibi cism-i zîhayat, telezzüzat için hayat-ı cismaniye tezgâhının işlettirilmesiyle beraber ebedîleşir.

Ekl ve şürb ve muamele-i zevciye gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir vazifeye gider. Fakat o vazifeye bir ücret-i muaccele olarak öyle mütenevvi leziz lezzet içlerine bırakılmıştır ki sair lezaize tereccuh ediyor. Madem bu dâr-ı elemde, bu kadar acib ve ayrı ayrı lezzetlere medar; ekl ve nikâhtır. Elbette dâr-ı lezzet ve saadet olan cennette o lezzetler; o kadar ulvi bir suret alıp ve vazife-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi uhrevî bir hoş iştiha suretinde ilâve ederek cennete lâyık ve ebediyete münasip, en câmi’, hayattar bir maden-i lezzet olur.

Evet وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ sırrınca, şu dâr-ı dünyada, camid ve şuursuz ve hayatsız maddeler, orada şuurlu, hayattardırlar. Buradaki insanlar gibi orada da ağaçlar, buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar; emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen “Filan meyveyi bana getir.” getirir. Filan taşa desen “Gel.” gelir. Madem taş, ağaç, bu derece ulvi bir suret alırlar.

Elbette ekl ve şürb ve nikâh dahi hakikat-i cismaniyelerini muhafaza etmekle beraber cennetin dünya fevkindeki derecesi nisbetinde, dünyevî derecelerinden o derece yüksek bir suret almaları iktiza eder.

(28. Söz)


Hem madem Hallak-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ sırrıyla وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ işaretiyle şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, her şeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünkü harap olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikatten pek muazzam bir kanun-u hikmetin ucu görünüyor.

(30. Söz)


Otuz İkinci Söz (Fihrist)

Üçüncü Mevkıf: وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ

وَ اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın mühim bir hakikatini gayet mühim bir muvazene ile beyan eder. Ehl-i dalalet hakkında hayat-ı dünyeviye ne kadar müthiş neticeler getirdiğini ve ehl-i hidayet hakkında ne kadar güzel neticeler ve gayeler verdiğini gösterir. Hususan, muhabbet hakkındaki semerat-ı dünyeviye ve uhreviye; ehl-i dalalet için ne kadar elîm, ehl-i hidayet için ne kadar hoş olduğunu gösterir. Bu Üçüncü Mevkıf hakkında bazı müdakkik kardeşlerimiz demişler ki: “Sair risaleler yıldızlar olsa bu güneştir.” Diğer biri ona mukabil demiş: “Her bir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus sema-i hakikatte birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstirler.”

(Fihrist, Sözler)


وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü’l-mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarf ediyor. Halbuki o levazımattan lâekall onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarf etmek gerektir.

Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmi dört lira harcırah alan bir memur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmi üç lirayı sarf ederse öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevap verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi?

Binaenaleyh Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle yirmi üç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saati de beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lâzımdır ki dünyada paşa, âhirette geda olmasın!

(Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye)


ﻭَ ﺍِﻥَّ ﺍﻟﺪَّﺍﺭَ ﺍﻟْﺎَﺧِﺮَﺓَ ﻟَﻬِﻰَ ﺍﻟْﺤَﻴَﻮَﺍﻥُ[*[2]]

Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor.

Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop, küre kadar büyüse, ona benzemiyecek midir?

Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki; bir ceseddeki a'za, ecza, zerrat izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teâvünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor.

Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferde hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?!. Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder; kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstûr-u fıtrattır.

Kudret-i Ezelînin feyz-i tecellîsi ve eser-i ibda'ı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, herbir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve îcad etmiştir. Nasılki zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası, bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır, izabesinden neş'et eden bir istihale-i latifesidir

Kezalik: Kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa, ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi hayat-ı ezeliyenin tecellîsidir ki, lisan-ı tasavvufta hayat-ı sâriye tesmiye ederler.

İşte ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatın menşei; şu zıllı, asılla iltibas etmeleridir.

(Sünuhat)


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ

اِعْلَمْ Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!

Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti.

Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.

Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?

Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.

İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.

İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.

وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ

وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Mü'minin masnuata olan nazarı harfîdir. Yani o şeyin, kendi kendine değil, başkasının manasına delâlet etmesine nazar eder. Fakat kâfirin masnu'ata olan nazarı ise, kasdî ve ismîdir ki; o şeyin kendi nefsine delâlet ettiğine bakar. Binaenaleyh, her masnuda iki vecih vardır:

Birinci vechi: O masnuun zatına ve zatî sıfatına nazar eder.

Bir vechi de: o masnuun Saniine ve hem ona mütecelli olan Fâtırının esmasına bakar ki; bu ikinci vecih, en geniş mecal ve en mükemmel mealdir. Zira nasıl ki bir kitabın her bir harfi kendi nefsine ancak bir harf miktarınca ve bir tek vecih ile delâlet edebildiği halde, kendi kâtibinin vücuduna ise, çok vecihlerle delâlet eder. Hem de kâtibini, o kitaba veya yazıya bakana çok kelimeler miktarınca tarif ve tavsif eder.

Aynen öyle de: kudret kitabı olan kâinattan her bir masnu', bir harftir ki; kendi surî olan vücuduna ve nefsine cirmi kadar ve nefsi miktarınca ve bir vecihle delâlet edebilir. Lâkin Nakkaş-ı Ezelî'sinin vücuduna ise, mütenevvi' pek çok vecihlerle delâlet ediyor. Hem o masnu'a tecelli eden Fatırının esmasını bir uzun kaside kadar inşad eder.

Sonra, bir kaide-i mukarreredir ki; mana-yı harfînin üstünde -tasdik olsun, tekzib olsun- kasdî hükümlerle hükmedilmez. Hem hükmün levazımı dahi ona terettüb etmez, tabi olmaz. Ancak ikinci bir nazar ile olabilir. Bunun içindir ki, o harfi manaya bakanın zihni, dekaikinde tegalgul etmez. Ancak kasdî bir surette teveccüh edilirse, o zaman harf, isim olabilir. Fakat mana-yı ismî öyle değil...

İşte bu sırdandır ki; felasifenin kitabları, kâinata ait ilimlerde ve eşyanın kendi nefislerine bakan cihetlerde çok ileri olduğu görülür. Halbuki felsefecilerin eşyaya bakan ve eşyanın nefislerine ait mes'elelerine dair hükümleri, Saniine bakan cihetine nisbet edilirse, Ankebut ağından dahi daha zaiftir.

Hem meselâ, mütekellimînin kelâmları, felsefî mes'elelere ve kâinata ait ilimlerine ancak tebaî bir mana-yı harfî ile ve istitradî bir şekilde ve yalnız istidlal için nazar ettiği görülür. Hattâ mütekellimînce (güneşin bir lamba, küre-i arzın bir beşik, gecenin bir örtü, gündüzün bir maişet meydanı, kamerin bir nur, dağların birer direk ve kazık olması, yani dağların havaya meşata (tarak), su ve meadine mahzen, toprağı denizin istilasından muhafaza eden birer hami ve zelzeleden mütevellid arzın gazab ve hiddetini dağların menfeziyle teneffüsüne medar birer bacalık vazifesini görmeleri) onlarca kâfidir.

Fakat bir felsefeciye göre ise, güneşin kendi âlem-i manzumesine bir merkez olarak, öyle bir nâr-ı azîmdir ki; seyyarat, arzımızla birlikte onun etrafında birer pervane kelebek gibi uçuşan dehşetli ve azametli bir sultan olması suretinde ancak kâfi gelebilir ve hakeza...

İşte mütekellimînin hiss-i umumîye ve tearüf-u âmmeye mutabık gelen mes'eleleri, vakıa mutabık olmasa bile, onlara zarar vermez ve tekzibe müstehak olmazlar. Ve işte bunun içindir ki; mütekellimînin mesail-i felsefiyedeki re'yleri -ilk nazarda- çok zaif ve aşağı görüldüğü halde, fakat mesail-i İlahiyenin esasatında ise, demirden daha kuvvetli, dağdan daha metindir.

Hem yine bu sırdandır ki; başlangıçta, ilk evvel, ekseriya dünyaya ait ve şu dünya hayatının zâhirine göre, galebe ehl-i dalalette oluyor. Zira onlar dereke-i nefse sukut etmiş olan bütün letaifleriyle kasden ve bizzat şu dünya hayatına müteveccihtirler ve bunu kendi amelleriyle

اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا

söylemektedirler. (Yani hayat, yalnız bu dünya hayatından ibarettir diyorlar.) Fakat âkıbet ve netice müttakilerindir ki, onlara ve seyyidleri olan Peygamberlerine (A.S.M.) böyle denilmiş:

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَدَارُ اْلاٰخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

وَلِلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْاُولٰي

Madem öyledir,

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ

نِعْمَ الْمَوْلٰي وَنِعْمَ النَّصِيرُ

وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

demeliyiz.

(Şu'le, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَانُ Bil ey insan! Rabb-i Kerim, senin yanında emanet bıraktığı kendi mülkünü yine senin için zayi olmaktan muhafaza etmek, hem o emanetin kıymetini birden binlere yükseltmek, hem onun bedeline sana çok büyük bir fiat da vermek üzere senden satın almak istiyor. Satın aldıktan sonra da, istifadene bırakmak üzere yine senin elinde bırakacak, fakat o emanetin idare ve taahhüd külfetini senden alıp kendi kefaletine alacak. İşte bu satışta beş derece kâr içinde kâr vardır. Onun şu azim ihsanına karşı daha nedir bu gurur ve bu nankörlüğün?..

Hem de ey gafil, emaneti satmadığın takdirde, onun emanetinde hain olduğun gibi, kıymeti süreyya kadar yüksek iken, seraya sukut eder derecede bir kıymetsizliğe yuvarlanacak. Sonra da bilâ-faide zail olacak.Ve seni o pek azîm fiyattan, kârdan mahrum bırakacaktır. Hem de emanetin taahhüd tekellüfleri ve günahları da senin boynunda kalacak ve onun muhafaza külfeti ve elemlerinin ağırlığı dahi senin omuzuna yüklenecek. Ve işte beş derece hasaret içinde hasaret!..

Senin şu muameledeki vaziyetin, şöyle miskin bir adama benzer ki; o adam, bir dağın başındadır. Fakat o dağı bir zelzele sarıp, başındaki her şey ve bu adamın emsali gibi herkes, dağın başından kopup derin derelerin diplerine sukut etmektedirler. Hem ellerinde olan her şeyleri de parçalanarak gidiyor. İşte bu adam, gözüyle bu vaziyeti gördüğü halde, kendisi de bir uçurumun başında olup, her dakika o uçuruma yuvarlanmak üzere beklemektedir. Halbuki bu adamın elinde bir emanet vardır ki, sonderece kıymetli bir makine-i murassa'a-i acibedir. Ve o makinede sayısız mizanlar, hadsiz âletler, hesabsız faydalar ve nihayetsiz semereler vardır.

İşte bu adam, o müdhiş vaziyet içinde beklerken, makinenin maliki, kerem ve merhametinden ona haber gönderdi ki: "Ben senin elindeki malımı, güya senin malın imiş gibi satın almak istiyorum. Tâ ki senin dereye sukutunla o mal, kırılıp zayi olmasın. Onu ben muhafaza edeceğim. Ve sen dereden çıktıktan sonra, hiç kırılmayacak bakî bir surette yine sana teslim edeceğim. Hem o makinenin âlât ve mizanları benim geniş bostanlarımda ve dolu hazinelerimde çalıştırılıp işletilmek sureti ile, kıymeti pek çok ziyadeleşecek ve çok çeşitli ücret ve semeratını da beraber alacak.. ve illâ, adi bir âlet derekesine inip kıymetten düşecekte, senin işkembe ve şehvetinin daracık dairesinde muvakkat bir zaman zarfında istimal edilip atılacaktır.

Şimdi bak, batın ve şehvetin nerede?.. Ve besatin ve hazain-i İlahiye nerede?!. Evet koca dünyaya sığmayan bir acip makinenin istimalini, senin batn ve şehvetin onları nasıl istiab edebilecektir?!.

İşte ben o makinenin bedeline pek büyük bir fiyat veriyorum. Hem de sen, bu dağda bulunduğun müddetçe onu elinden almayacağım. Yalnız onun yukarı kulpunu ben tutacağım, tâ ki onun ağırlığı senden hafifleşsin ve külfeti seni ta'ciz etmesin.

Şimdi eğer bey'i kabul ettinse; sen yine o makinede benim namım ve hesabımla tasarruf et! Bir nefer-i asker nasıl ki elindeki malı hususunda, gelecekten havfetmeden, geçmişten de hüzün çekmeden padişahın ismi ve hesabıyla çalıştığı gibi, sen de öyle çalış!.

Amma beş vecihle kazanç içinde kazanç olan şu bey'i kabul etmezsen; beş vecihle hasaret içinde hasarete düşeceğin gibi, emanette hainlik etmiş olup, ziyaından da mes'ul sen olacaksın" dedi.

خُدَايِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِي خَرَدْ اَزْ تُو

بَرَايِ تُو نِگَهْ دَارَدْ بَهَايِ بِيگِرَانْ دَادَه

Evet Kur'an'ın beşere verdiği ders ve talim ki; emaneti satmak cihetindedir ki: Der: "Durma sat, kazançlısın.

اِنَّ الدَّارَاْلاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ

Yani: hakikî hayat ve hayattarlık ancak âhiret hayatındadır.

Fakat medeniyet-i küffar felsefesinin dersi ise der: "Mal senindir, satma malını...

اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا

Hayat yalnız bu hayattır." der. İşte hüda-yı münevver ile, deha-i müzevverin arasındaki fark ve tefavüte bak, gör!

(Nur, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  1. Şu dünyada cism-i insanî ve hayvanî, zerrat için güya bir misafirhane, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki camid zerreler ona girerler, hayattar olan âlem-i bekaya zerrat olmak için liyakat kesbederler, çıkarlar. Âhirette ise اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ sırrınca, nur-u hayat orada âmmdır. Nurlanmak için o seyr ü sefere ve o talimat ve talime lüzum yoktur. Zerreler demirbaş olarak sabit kalabilirler.
  2. Hayat-ı hakikiye ancak âlem-i âhiretin hayatıdır. Hem o âlem ayn-ı hayattır. Hiçbir zerresi mevat değildir. Demek dünyamız da bir hayvandır. (Müellif)