Risale:Bakara 30: Hilafet-i İnsaniye (İ.İ. Badıllı): Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
40. satır: 40. satır:
===Birinci Vech===
===Birinci Vech===


Vaktaki şu ayetler (üstte geçen ayetler) azim nimetlerin ta'dadı hakkında idiler.. Ve bu ayetten وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ... ayetinden) önceki ayet ise, bu nimetlerin en büyüğüne, yani beşerin netice-i hilkat olduğuna ve yerdeki herşey ona musahhar olup, istediği gibi tasarrufa sahip olduğuna işaret eyledi. Şu ayetimiz ise, beşerin halife-i arz ve hâkimi olduğuna işaret eylemiştir.
Vaktaki şu ayetler (üstte geçen ayetler) azim nimetlerin ta'dadı hakkında idiler.. Ve bu ayetten {{Arabi|وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ...}} ayetinden) önceki ayet ise, bu nimetlerin en büyüğüne, yani beşerin netice-i hilkat olduğuna ve yerdeki herşey ona musahhar olup, istediği gibi tasarrufa sahip olduğuna işaret eyledi. Şu ayetimiz ise, beşerin halife-i arz ve hâkimi olduğuna işaret eylemiştir.


===İkinci Vech===
===İkinci Vech===

15.51, 28 Haziran 2024 tarihindeki hâli

Önceki Risale: Bakara 29: Yedi Kat Sema Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 31-33: Talim-i Esma: Sonraki Risale

وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰئِكَةِ اِنِّي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَ نَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَ نُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنِّي اَعْلَمُ مَالَا تَعْلَمُونَ[değiştir]

BİR MUKADDİME[değiştir]

Ey aziz bilmiş ol ki: Melaikenin vücûdunu, varlığını tasdik etmek; imanın rükünlerinden birisidir. O halde, burada -melaikenin isbatı mevzuunda- bize birkaç makam vardır.

Birinci Makam[değiştir]

Hakirliğiyle beraber zihayatlarla doldurulmuş olan şu arz küresine bakan ve âlemin intizam ve itkanında teemmül eyliyen bir insan; elbette şu yüksek burçlardaki sükkânın mevcudiyetini, Yani: Ulvî alemler olan semavatta ve yıldızlarında da sâkinlerin varlığını hadsen bilecek, tasdik edecektir. Melaikenin varlığını tasdik etmiyenin meseli;[1] büyük bir şehre giden ve giren adamın meseli gibidir ki; girdiği o şehrin bir köşesinde, müzahrafatla telvis edilmiş eski ve köhne bir binaya rastgelir, görür ki, o bina insanlarla doldurulmuştur.. Sonra, o hanenin, binanın önünde ve arsalarında, yani: Etrafında ve sahasında ruh ve hayat sahibleriyle dolu olduğunu da görüyor.. Ve o zihayatların yaşamalarına medar olan bazı hususî şartları bulunduğunu da müşahede ediyor. Onlardan bir kısmı nebatat ve ot ile, diğer bir kısmı ise balık ile gıdalanıp yaşıyorlar. İşte bu adam, bu binayı, bu köhne haneyi bu vaziyette gördükten sonra; ötede binlerle yüksek ve yeni kasırları, sarayları görüyor ki; bu sarayların aralarına vasi' tenezzühgâh meydanları, geniş ve müzeyyen parklar vardır. İşte bu hal ve vaziyete rağmen o köhne haneye mahsus hayat şartları oralarda cereyan etmediğinden, itikad eder ki; o yüksek kasır ve âlî saraylar sâkinlerden boş ve halîdirler.

Amma melaikenin varlığını tasdik edip itikad eden adamın meseli ise: O eski, kühne, küçük ve basit hanenin içi ve etrafı ruhlu ve hayatlı mahluklarla dolu olduğunu görünce; ve şehrinde intizamını müşahede edince, katiyyen hükm eyler ki: Şu uzakta görünen müzeyyen sarayların dahi kendilerine münasip sâkinleri elbette ve mutlaka vardır... Ve oralara mahsus ve hususî bazı hayat şartları da vardır. Uzaklık ve ulvîlikleri sebebiyle oradaki sükkanın görünmemeleri, olmamalarına delalet etmez diye kanaat getirir.

İşte aynen bu temsil gibi; küre-i arzın, dünyanın zevilhayatlarla dolu olması, bittarikil-i evla ve kıyas-ı hafî üstüne müesses olan muttarid bir intizam.. Ve bu intizamın da üstüne mebni olan kıyas-ı evlevî ile netice veriyor ki; şu pek geniş olan feza-yı âlem; burçlarıyla, yıldızlarıyla, semavatiyle; -içlerinde pek çok cins ve nevilerin bulunduğu ve İslâm şeriatının "Melaike" diye tesmiye eyleyip da'va ettiği gibi - zevil ervahlar ile doludur, malamaldir. Feteemmel!

İkinci Makam[değiştir]

Bil ki, -üst taraflarda da geçtiği üzere- hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesi ve zübdesidir. O halde şu çok vasi' olan fezay-ı âlem sâkinlerinden boş ve ahalisiz olamaz. Ve o semavat âmirlerinden, yani onu şenlendirip ma'mûr edenlerinden halî bulunamaz. Evet, bütün akl-ı selim sahibleri manevî icma' ile -ta'birde bazı ihtilaflarıyla beraber- Melaike mânâsının vücudunda ve hakikat olduğunda ittifak etmişlerdir. Hatta hükemanın "Meşşaiyyûn" feylesofları bile, melaike için: "Nevilerin ruhanî mücerred mahiyetleri" diye ta'bir etmişlerdir. "İşrakiyyûn" felsefecileri de, Melaikeyi, "On akıllar ve Erbab-ul enva" diye ta'bir eylemişler. Keza umum dinler ehli: "Dağların meleği, Denizlerin meleği, Yağmurların meleği" diye tavsif eylemişlerdir. Hatta akılları gözlerinde olan maddiyûnlar dahi melaikenin inkârına mecal bulmamışlardır.. Belki melaikeye, "fıtratın namus ve kanunların da sarî kuvveler" diye ta'rif etmeye mecbur kalmışlardır.

Sual 76[değiştir]

Eğer desen: Kâinatın irtibatı, hayatiyeti ve canlılığı için şu mevcud namuslar ve hilkatte carî bu kanunlar kâfi değil midirler?...

Cevaben sana denilir: Şu carî olan namuslar ve sarî kanunlar; ancak itibarî, belki de vehmî şeylerdir. Bunlara bir vücûd, bir varlık teayyün etmez ve bir hüviyyet teşahhus edemez. Ancak o kanun ve namusları temsil edip aksettiren, işleten ve iplerinin başını ve ucunu tutanlarla bilinebilirler. İşte onlar ise, ancak Melaike olabilirler.

İşte umum hükemanın ve ehl-i aklın ve naklin üstünde ittifak eylediği hüküm şudur ki: Vücûd ve varlık; şu zâhir ve camid ve ruhların teşekkülüne nâmuvafık olan şu alem-i şehadete münhasır değildir. Öyle ise, bir çok âlemleri içine alan "gayb alemi" ruhlar için, -suyun balıklara muvafıklığı gibi- muvafık bir alem olup, lebaleb ervah ile doludur Ve alem-i şehadetteki hayata da mazhardırlar. İşte şu dört emirler, (Yani şu ikinci makamda delilleri ile isbat edilen dört ana unsur hüccetler) sana Melaike mânâsının vücuduna şâhidlik ettikleri zaman; Melaike varlığının en güzel sûretini, -selim akılların razı olacağı bir tarzda- Şer'-i Şerifin şerh eylediği sûrettir ki diyor: "Melaike, Allahın mükerrem kullarıdır. Verilen hiçbir emre muhalefetleri yoktur. Hem melaikeler latif ve nuranî cisimlerdir; muhtelif nevilere inkisam ediyorlar."

Üçüncü Makam[değiştir]

Bilmiş ol ki; Melaike meselesi, öylesi mesaildendir ki; bir tek cüz'ün sübût bulmasıyla, küllü dahi tahakkuk eyler.. Ve şahıslarından tek birisinin müşahede edilmesiyle, nev'inin de varlığı bilinir ve anlaşılır. Zira, inkâr eden küllen inkâr eder. Sonra nasıl ki -Allah sana intibah versin! - Hazret-i Ademden şimdiye kadar Melâikenin varlığına ve onlarla yapılmış pek çok muhavere ve müşahedelerin ve Melâikelerden nakledilmiş rivayetlerin kat'î sübûtuna ve insanların taifeden taifeye mübaheseleri nevinden onlarla olmuş olan konuşmalarına dair icma' hasıl olmuştur. İşte acaba, Melâikeden bir ferdinin, belki pek çok ferdlerinin görülmeksizin ve onlardan bir şahsın, belki eşhasın varlık zarûretinin ve kat'î mevcudiyetlerinin bizzarure ihsas edilmeksizin vücudları hakkında bu icma'ın hasıl olması, senin indinde muhal değil midir? Keza, onun gibi muhaldir ki; bir vehim, yani asılsız bir hurafe, bütün beşerin akidelerinde böyle kaim olupta, devam eylesin! Hem bir çok inkılablar içerisinde çalkalanarak intikal edip gelen bir hakikatın üstünde sünbüllenmiş bir mesele, tamamen hakikatsiz olarak devam edip kalsın?! Ve bu itikad-ı umûmîyi doğuran zaruretli, sağlam temeller bulunmasın?! İşte bu hale göre, elbette tahakkuk etmiş oluyor ki; bu muazzam icma'in senedi, bir çok emarelerin çeşidinden tevellüd eden bir hadstir.. Ve o emareler dahi, defalarca vukua gelen vakı'alardan alınmış ve bir çok müşahedelerden hasıl olmuş zarurî esaslardan, temellerden neşet etmiş olmasın?! Hem melaikenin vücudu hakkında oluşan şu itikad-ı umumînin sebebi de, manevî tevatür kuvvetini ifade eden defalarca onları görmeler ve müşahede etmelerden doğan mebadi-i zaruriye olmaması muhaldir.

İşte, bütün bu emareler, zarurî mebadilerden doğan şu umumî itikadlar ve icma'lar kabul edilmediği takdirde; o zaman beşerin yakinî ve bedihî malumatlarında bile emniyet kalkmış olacaktır. Evet, Ruhanîlerden tek birinin vücûdu, herhangi bir zamanda tahakkuk eylemiş olsa; -hiç çaresi yok- onun nev'inin vücud ve varlığı da tahakkuk etmiş olur. Nev' olarak Rûhanî ve Melâikenin varlığı tahakkuk ettiği vakit ise, elbette şer'in zikrettiği ve Kur'anın beyan eylediği tarzda olacaktır.

Mukaddeme bitti, sadede geliyoruz[değiştir]

İşte bu ayetin meali, sabık ayetle olan irtibat ve dizilişi de "dört vech" dendir.

Birinci Vech[değiştir]

Vaktaki şu ayetler (üstte geçen ayetler) azim nimetlerin ta'dadı hakkında idiler.. Ve bu ayetten وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ... ayetinden) önceki ayet ise, bu nimetlerin en büyüğüne, yani beşerin netice-i hilkat olduğuna ve yerdeki herşey ona musahhar olup, istediği gibi tasarrufa sahip olduğuna işaret eyledi. Şu ayetimiz ise, beşerin halife-i arz ve hâkimi olduğuna işaret eylemiştir.

İkinci Vech[değiştir]

Bu ayet, önceki ayette bahsi yapılmış: "yeryüzündeki eşya ve mevcudât silsilelerinin dizginleri beşerin elindedir" diye olan hükmünün bir beyanı, tafsili, izahı, tahkiki, bürhanı ve te'kididir.

Üçüncü Vecih[değiştir]

Önceki ayet, iki mesken olan arz ve semanın binasının vaziyetini ve teşekkül keyfiyetini beyan ettiği gibi; bu ayet ise, o iki meskenin sâkinleri (en mühim sakinleri) Beşer ile Melâike olduğuna işaret eylemiştir. Hem yine önceki ayet; hilkatin, yaradılış keyfiyetinin silsilesine remzeylediği gibi; bu ayet dahi zevil-ervahın yaradılış silsilesine îma eylemiştir.

Dördüncü Vecih[değiştir]

Önceki ayet, vaktaki hilkatten maksud ve gaye Beşer olduğunu ve Halıkı yanında büyük bir mevki'i bulunduğunu tasrih eyleyince, sâmi'in zihninde hemen bir hareket başladı, ki bir çok şerleri ve fesadı ile beraber, nasıl Beşere bu derece kıymet ve değer verilebiliyor?. Hem acaba, Allah'a ibadet ve takdis noktasında (Melaike dışında) beşerin vücudunu da hikmet-i İlahiye istilzam ediyor mu? Luzümlu buluyor mu?!

Bu ayet, işte şu sûale cevab olarak işaret eyledi ki: O şer ve mefasid ise, beşerde tevdi edilmiş bulunan "sırr"ın"[2] yanında çok küçük kalır, hem de âfedilir. Hem Allah ü teala beşerin ibadetinden ganîdir. İbadet için ayrıca beşere ihtiyaç ve gerek yoktur. Zira Cenab-ı Ma'bud-u Mukaddesi tesbih ve takdis eyleyen hasre gelmez Melaikeler ve Rûhanîler mevcuddur. Öyle ise, Beşerin yaradılış hikmeti ne olduğu hakkında, Allam'ul ğuyub'un ilminde olan bir şeydir.

Ayetin cümleleri yekdiğeriyle nazm ve irtibatı[değiştir]

Evet, ayetin başında olan اِذْ in iktiza eylediği üzere, kendisine bir redifin bulunmasına; (arkasında gelen, terekesine binen bir arkadaşın bulunmasına) ve üstteki ayetin son cümlesi olan وَهُوَ بِكُلِ شَيْءٍ عَلِيمٌ ne atıflı bulunmasına binaen; ayetin zımnîce olan ma'nası şu gelen mukadder cümlenin havzına dökülmektedir. Mukadder cümle şöyle olabilir:

اِذْ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُنْتَظَمًا مُتْقِناً هٰكَذَا، وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ... الخ

(Yani "Cenab-ı Halık-ı Kadir, halk eylediğini böyle muntazam ve itkan-ı sanat ile yarattığı için; "Senin Rabb'in Melaikelere hitaben şöyle bir fermanda bulundu ki:... ilh) Hem vaktaki Allah ü teala Melaikelerle izzet ve celal içinde konuşup fermanını izhar eylerken; hikmetin sırrını istifsar etmek ve müşavere yolunu, keyfiyetini ta'lim edip öğretmek için

اِنِّي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَلِيفَةً

kelamı şerefsudûr eylediğinde, (Yani mealen: "Ben -azze ve cell- tahkikan yeryüzüne bir Halife halk eyleyip göndereceğim ve orada nasbeyleyeceğim") fermanı duyulunca; dinleyicinin zihni; bu büyük hadisenin böyle karşılıklı bir konuşma ile başladığına göre ve bu azim sırrın iktizası ile: "Acaba Melaikeler de ne dediler?.." deyip intizarda iken, sâmi'in zihni, Meleklerin taaccüb içinde, Allahın o tasarrufunun hikmetinden istifsar etme izni sırrıyla: اَتَجْعَلُ فِيهَا ya, sonra; ve müfsid olan cinlerin ardından halife tarzında gelmesi sırrıyle de ve kuvve-i gazabiyye ve şeheviyyenin beşerde dahi tevdi edilmiş olması ile... Ve ikinci kuvve olan "şeheviyye" ile tecavüz edebilme halleri dolayısıyla, مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا ya.. Ve birinci kuvve olan "gazabiyye" ile tecavüz etme kabiliyetinde olan وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ ye çevirilip dikildi. Daha sonra, o sual ve istifsarın ve ardında taaccübün tamamlanması akabinde, sâmi'in zihni; Melaikenin istifsarlarına karşı Hak Tealanın vereceği cevaba muntazır kaldığında; Allah ü Teala -Azze ve Celle- izzet ve azametiyle ferman buyurdu ki:

قَالَ اِنِّي اَعْلَمُ مَالَا تَعْلَمُونَ

meal-i kerimi: "Tahkikan benim bildiğim hikmetler vardır ki, sizler onu bilemezsiniz!" Yani eşya sizin ma'lumatınıza münhasır değildir. Öyle ise, sizin adem-i ilminiz ile, o şeyin olmamasına emare değil, sebeb olamaz. Hem ben Hakîm'im; benim onlarda (beşerin yaradılış işinde) bir çok hikmetlerim vardır. Fesad ve sifk, yani kan dökme cürümleri, benim o hikmetlerimin derûnunda afvedilebilecektir. (Yani, beşerin yaradılışındaki çok büyük hikmetler karşısında, onun fesadı ve kan dökmesi, yaratılmasına mani' değildir. Mizan-ı umûmî dengesinde, hikmetler ağır geldiği için, yaratmaya karşı gelen hata ve günahlar afvedilecektir demektir.

Tek tek ayet cümlelerinin nazmları[değiştir]

Bilmiş ol ki:

وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰئِكَةِ اِنِّي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَلِيفَةً

nın başındaki "vav".. Ve keza bir diğer ayet:

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰئِكَةُ اِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِنْ صَلْصَلٍ

(Hicr/28) deki "vav", atıflılık münasebeti sırrıyla; -üst tarafta da geçtiği üzere- her iki اِذْ , اِذْ lere işaret olup, vahy'in mukadder olarak ذَكِّرْهُمْ بِذٰلِكَ yı tazammun eylemesi sırrıyla; وَاذْكرْ لَهُمْ اِذْ... الخ ye işarettir. (yani: Onlara o zamanı hatırlat ki... ilh) Hem اِذْ harfi geçmiş zamanı ifade etmesiyle; zihinlerin gidip, müteselsilen birbirine bağlı olan mazî zamanlarında seyredebilmesini ve bu zihinler için, o mazî zamanını alıp getirip, zaman-ı halde hazır bulundurmasını temin eder, ta iyice baksın ve içinde vukua gelmiş ibret-âmiz hadisatı toplayarak, demetleyip getirsin.

رَبُّكَ ise, Melaikeye karşı hüccetin ikame edilmiş olmasına (yani: Beşerin hilkati, Melaikenin düşündüğü gibi olmayacağı hakkındaki hüccet ve delilin, ihticac kalesinin kulesine ilzam delili bayrağının dikilmiş olmasına) işaret etmektedir. Yani ki: "Beşerin edeceği fesadını izale etmek ve onu hikmet-i hilkatine yönlendirmek için; Seni hususiyle terbiye etmiş olan Allah, seni mükemmel kılmış ve beşere mürşid ta'yin eylemiştir." Yani: "Sen büyük bir hasenesin ki; beşerin edeceği o mefasidin üstüne çıktın.. Ve o mefasidi örttün ve perdeledin!" (Çünki رَبُّكَ hitabı Hz. Muhammededir, elbette bunda onun bu azim hadisede büyük dahli olacaktır.)

Amma لِلْمَلٰئِكَةُ ise, Cenab-ı Allahın melaikelerle yapmış olduğu şu karşılıklı konuşma içerisindeki mükaleme bir müşavere suretinde vaki' olmaklığıyla, işaret ediyor ki; Semavat ehlinin, yani Melaikenin, yerin sâkinleri olan insanlarla çok ziyade bir irtibatları ve bir alakaları ve fazla bir münasebetleri olduğuna olacağına da bakmaktadır. Evet, çünki: Melaikelerden insanlara müekkellikleri, hafazalıkları ve kâtiplikleri bulunmaktadır. Demek ki, onların beşer ile ve beşerin şu'ûn ve işleri ile pek fazla ihtimam içinde bulunmaları haklarıdır.

Ve اِنِّي deki اِنْ ise, اَتَجْعَلُ den müstefad olan tereddüdü (yani: Melaikeler dediler: Şu şu vasıftaki beşeri yaratıp dünyada halife nasbedecek misin?.. tereddüdü) reddetme vaziyetinde bulunmasına binaen; meselenin azamet ve ehemmiyetine işaret ediyor. Hem buradaki اِنِّي de olan mütekellim-i vahdenin ي si yanında, gelecek ayetlerde[3] gelen قُلْنَا deki mütekellim-i maalgayr'ın نَا sı ise, işarettir ki; Allah'ın îcad ve yaratmasında hiçbir vasıta yoktur. Lâkin kelamındaki konuşmasında ve hitabında ise, araya vasıtalar girebiliyorlar. (Peygamberlerin vasıtası ve dilleriyle kelamını ve emrini tebliğ etmek gibi...)

İşte, Cenab-ı Allahın kelam ve hitabında vasıtaların bulunduğuna dair nükteye işaret eden

اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِلْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرَاكَ اللَّهُ

(Nisa/105) ayetidir.[4]

İşte, bakınız; "Azamet Nûn'u" ile اَنْزَلْنَٓا diye ferman buyurmakla, vahyde vasıtanın varlığını bildirir. Amma ayetin son kısmında ise, mütekellim-i vahde ile müfred olarak بِمَٓا اَرَاكَ اللَّهُ buyurmuştur ki, bu da ma'na ilhamında vasıtanın bulunmadığını bildirmektedir.

Amma خَالِقٌ yerine جَاعِلٌ nun getirilmesi, işarettir ki; Melaikenin şüpheye ve istifsara medar sualleri ise; yerin imareti hususunda beşerin ona ca'lı (âmir kılınması) ve ona tahsis edilmiş olmasıdır. (Yani dünya nizamının ahengine ters düşebilecek, beşerin yapacağı kendine mahsus iş ve fiilleridir.) yoksa, halk ve îcad noktasında itirazlı bir sualleri değildir. Evet, zira vücûd, hayr-ı mahzdır. Halk ve icad da vücuddur ve o da ancak Allahın zatî fiilidir. O halde, bundan sûal olunmaz.

Amma عَلَي الْاَرْضِ yerine فٖي الْاَرْضِ deki فٖي nin getirilmesi; (oysaki beşer, yerin içinde değil, üstündedir.) İşte bu فٖي -dikkat buyurun- beşer, dünyanın cesedine adeta bir ruh-u menfûh gibi olduğuna imâdan halî değildir. Evet beşer, dünyadan çıktığı gün ve ayrıldığı vakit, yer ve dünya harab olup ölmüş olacaktır.

Amma خَلِيفَةً lafzı ise, dünyanın insan hayatına elverişli ve hazırlıklı hale getirilmesinden önce; idrak sahibi bir mahluk taifesinin dünya üzerinde bulunmuş olduğuna işarettir ki; dünyanın ilk devirleri, o idrâk sahibi mahlûk'un hayat şartlarına müsaid imiş. İşte bu ma'na ise, Hikmet-i İlahîyenin îcab ve iktizasına en uygun gelenidir. Bu mânâya göre; o idrakli mahlûk taifesinin Cinnden[5] bir nevi olduğu ve yeryüzünde fesad çıkarıp ifsad etmiş oldukları için; (bu mahluk, Allahın emriyle ya mahvedilip yok edilmiş; veya da yeryüzünden alınıp, başka diyarlara, alemlere sürülmüş; veyahutta yeryüzünde yaptıkları eski tasarruf salahiyetleri ellerinden alınmış olmasından) yerlerine Benî Adem istihlaf ettirilmiş olduğunu, Yani o müdrik mahlûkun yerine insanoğlu ikame ettirilip halife-i zemin olarak nasbedildiği meşhûr rivayetlerdendir.

Amma

قَالُوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ

cümlesinin heyetleri ise, bil ki: Bu ayet cümlesinin başındaki قَالُوا nün istinafı, yani müstakil bir mukadder sûal ve cevabı tazammun eylemesi, işarettir ki; Allahü Teâlanın Melaikeye tevcih edilen hitabı karşısında, dinleyiciyi sûal sormaya sevkeyler ve şöyle bir sûal sorar: Acaba Melaikeler, yer-yer ve çok yakın komşuluklarına getirilen insanları nasıl karşıladılar, nasıl karşılıyorlar? Ve insanların kendilerine karîn, yakın arkadaş olmalarına memnun ve razı oluyurlar mı?. Ve acaba Melaikelerin bu meselede, insanların yeryüzüne halife kılınmalarında reyleri nedir?!"

Kuran-ı Hakîmin lisanıyla Cenab-ı Allah قَالُوا diye cevap verdi. (Yani, Melaikeler dediler ki:...) Hem قَالُوا lafzı, اِذْ şartının cezası, yani karşılığı olması hasebiyle, (çünki ayetin başında وَاِذْ قَلَ şartlılığı vardır. Yani vaktaki senin Rabbin melaikelere dedi..." şartlılığı) mânâsı şöyle oluyor ki: Cenab-ı Hak Teâla beşeri yeryüzüne halife yapmak üzere yaratıp dünyaya göndermeye ve melaikeleri beşere müekkel kılmağa dair irade eylemiş olduğu emrinde ve hüküm vermesinde; müşîri ve vezîri olmamakla birlikte, Melaikelerin bunu nasıl karşılayacakları keyfiyetinin izharı lazım geliyordu. Hem قَوْل sureti ise, (yani, konuşma biçimi itibariyle) -Allah'ın ondan münezzehiyetiyle beraber- müşavere suretindeki mukavele üslubuna işarettir ki, insanlara bu pek mühim işi, müşavereyi ta'lim edip alıştırsın diye..

Amma اَتَجْعَلُ deki istifham ise, (yani Melaikelerin: "Onu yapacak mısın?" istifhamı) Allahü Tealanın ihbarı ile; ca'lin, yani irade-i İlahiyenin ve melaikelere müşavere nevinden söylediği işin yerine getirileceğinin tahakkuku kat'î olduğu için idi. Yoksa, hakikati manisiz ve katiyetle olacağı cihetinden, sebebinin bilinmemesinden neşet eden taaccübü doğurmuş ve bundan da istifsar etme ihtiyacı doğmuş olmalıdır. Yani: Melaikler ca'lin, (Yani, beni Ademin yeryüzüne halife nasbedilmesinin) hikmeti nedir? diye sebebini sorma yerine, müsebbebinin istifhamı yapılmıştır. (Yani, halkedilerek yeryüzüne halife olarak ta'yin edilecek olan insanın fiil ve hareketinin istifhamı) yoksa, -haşa- Melaikenin ma'sumiyeti olduğu için, bir itiraz ve bir inkârları değildir.

Hem "ca'l" lafzı, (Yani yapma, kılma fiili) remzen diyor ki: Beşerin ahval ve şuûnu; ve itibarî olan nisbet, münasebet ve halleri, tabiatın levazımatından olmadığı gibi; fıtratın zaruriyetinden da değildir. Belki bütün onlar, ancak bir câilin ca'liyledir. (Yani, Allahın îcad ve halk etmesiyledir)

Amma ayetin bu cümlesinde olan birinci فِيهَا nın ikinci فِيهَا ile -kısa mesafesiyle birlikte- beraber olmuş olmaları tansis içindir. (Yani: Hükmün kat'î delilini şeksiz göstermek içindir.) Hem şu gelen ma'naya dahi bir îmadırki: "Beşerin fesadı ile birlikte ve zahirî hayattarlığı içindeki öldürüp yok etmesiyle beraber, hayatı için yerin, dünyanın cesedine bir rûh-u menfûh kılınmasında (ona üfürülmüş bir ruh olmasında) ne gibi bir hikmet vardır? Sûalinin de cevabıdır.

Amma مَنْ ile ifade edilen ta'bir, işarettir ki; beşerin şahsiyeti Melaikeleri ilgilendirmiyor. Belki onlara ağır gelen şey; yaradılmış aciz bir mahluk'un Allaha karşı yapacağı isyandır.

Amma يَعْصِي ye bedel, يُفْسِدُ lafzını getirmesinde şöyle bir işaret veriyor ki; Beşerin isyanı, alem nizamının fesadına sirayet edebilecek bir keyfiyettedir: Hem يُفْسِدُ nün mudari'lik sureti ise; işarettir ki; hoş karşılanmayan şey ve cihet, ondaki isyanın yeniden yeniye çeşitli şekillerde tazelenmesi ve devamıdır. İşte Melaikeler bunu Allah ü Teâlanın i'lamiyle, (yani bildirmesiyle) ya da levh ü mahfûzu mütaala etmeleriyle ve ya da fıtratlarında tevdi' edilmiş kuvvelerin -tahdidsizliğinden- ma'rifetiyle bilmişlerdir. Zira, beşerin şehevî kuvvesinin tecavüzü ile fesad ve ifsad hasıl olduğu gibi; gazabiyye kuvvesinin haddi aşmasıyla da, sifk ve zulüm meydana gelmektedir.

Ve فِيهَا lafzı ise, (yani, yerin içinde mânâsıyla) ifade eder ki: "Yer yüzü takva üstünde kurulmuş bir mescid iken[6] ... ilh. (Yani, takva ehli müttakiler için bina edilmiş bir mescid iken...)

Amma يُفْسِدُ فِيهَا ile وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ lerin beyan eyledikleri iki rezilenin (iki rezil ahlâk ve günahın) arasındaki "vav-ül cem"in (birleştirici toplayıcı vav) getirilmesi ise; o fesad ve fitne, (uzun ve kesretli) kan dökülmelerine incirar edeceği münasebettarlığını hatırlatmak içindir.

Ve amma يَقْتُلوُنَ ye bedel يَسْفِكُ nün tercih edilmesi, sifk'in mânâsı zülümlü katl olduğu içindir. Eğer تَقْتُلُ demiş olsaydı; çünki katlin bir kısmı fîsebilillah olan cihaddır. Hem bir cemaatin selameti için (müzirr ve canî) bir ferdin katli de vardır ki, koyunların selameti için kurdu katletmek gibi olduğundan, يَقْتُلُ yi değil, يَسْفِكُ yi îrad eylemiştir.

Amma الدِّمَاءَ ise, sifkdeki (zulümlü katlde) kan dökülmesini te'kid için olup, zulüm ile olan katlin şenaatini şiddetlendirmek içindir.

Amma وَ نَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَ نُقَدِّسُ لَكَ cümlesi, heyeti ve vaziyetlerine gelince; cümlenin başındaki "vav-ı halî" (yani mevcud hale bakan ve makabli ile maba'di birbirine bağlayan vav) Melaikenin beşer aleyhinde yaptığı (istifhamlı) itiraza karşı, onlara şöyle bir cevab-ı itiraz iş'ar edilmiştir ki; "Beşerin Allaha ve uluhiyetine karşı yaptığı küllî ibadet ve takdisleri hikmeti, size cevab için kafî gelmiyor mu?.." diye işarettir.

Amma نَحْنُ lafzı ise, yani: Maâsîden, isyan işlerine bulaşmaktan masum olan biz melaikeler maâşiri.. (sınıf ve cemaatleri) ve نُسَبِّحُ nün ismî cümle ile getirilmesi ise, sanki ve adeta "Tesbih", melaikelerin bir seciyyesi ve fıtratlarının bir lazımıdır da, sırf tesbih yapmak için halkedilmiş olduklarına işarettir.

Amma نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ ise, câmi' bir kelimedir. Yani, Melaikeler diyor: "Ya İlahena! Biz seni kâinatta ibadetlerin envaiyle ilan ediyoruz. Hem bizler, senin Cenab-ı Kibriyana layık ve münasib olmayan sıfatlardan senin tenezzühünü itikad ederek, evsaf-ı celal ile seni tavsif etmekteyiz, ki senin kâinat ve mahlûkata serpmiş ve sermiş olduğun enva-i ni'metlerinin karşılığında şükür ve hamd vazifesi lazım gelmektedir.. Ve o nimetler, şükür ve hamdi istiyorlar. Hem biz Melaikeler: سُبْحَانَ اللّٰهِ وَبِحَمْدِهِ diyerek, sana hamd-ü şükürle beraber, evsaf-ı celal ve cemal ile seni tavsif ediyoruz.

Amma نُقَدِّسُ لَكَ ise, yani: Biz umum Melaikeler seni ey Rabbimiz! Naks, zulüm, kusurdan ve abes iş yapmaktan takdis ediyoruz.. Ve ya da: Kendimizi ve ef'alimizi günah ve maasîden arındırıp, kalbimizi de başkasına (ubudiyet noktasında) mültefit olmaktan alıkoymak için kendimizi tahir ve temiz tutmak istiyoruz. Demek ki, buradaki "vav", iki fazilet arasında, yani tesbih ve takdis mabeynindeki cem' "vav"ıdır. Yani emirleri imtisal ve nehiylerden ictinab etmek vazifesi noktasından bu "vav", birinci vav'ın hizasına ve omuz omuzuna müsavî gelmiş oluyor.

Amma قَالَ اِنِّي اَعْلَمُ مَالَا تَعْلَمُونَ cümlesi heyetlerine gelince, bil ki; bu cümledeki istinaf, mukadder bir sûale işarettir ki; "Acaba Allah ü Teala, Melaikenin istifsarlarına karşı verdiği cevapta ne demiştir?. Ve onların teaccüblerini izale eden sebebi nasıl beyan buyurmuştur.? Ve beşerin Melaikeye tercihindeki hikmet nedir?!."

İşte, bu mukadder istifhamlı suallere karşı Cenab-ı Alim-i Hakîm icmalli bir cevaba işaret eden قَالَ buyurmuştur. Lâkin bunun arkasında gelen ayetlerde ise, bu icmalli cevab bir derece tafsil edilmiştir.

Ve اِنِّي اَعْلَمُ deki اِنَّ ise, tahkik için olup, tereddüd ve şüpheleri reddeylemekdir. Bu tahkik vaziyeti ise, ancak nazarî bir hüküm için olup bedahetle müsellem olan hüküm için değildir.. Ve illa, mahlûkatın bilmediği şeyleri, Allahın bildiğinin müsellemiyeti noktasında, -haşa ki- Melaikler tereddütlü bulunsunlar. Öyle ise şu اِنَّ Kur'an-ı Hakîmin hülasalı olarak ifade eylediği ve sülûk edilmiş, onda gidilmiş bir beyan tarikiyle icmal ve îcaz eylediği bazı cümlelerin silsilelerine bir medar ve bir alamettir. İşte o silsileli cümleler de şöyle olabilirler: "Beşerin varlığında ve yaratılmasında bir çok maslahatlar ve hayırların yanında, birde az şerr olan bazı maasî ve günahlar, elbette ki kapanır, örtülür ve gâib olur. Yani ki nisbeten ve keyfiyeten az olan şerlerin yüzünden, bütün o hayır ve maslahatları terk edip bırakmak, hikmete münafî ve zıddır. Hem beşerde, onu hilafete ehil ve layık kılan pek mühim bir sır vardır ki, melaikler ondan gafil bulunmuşlardır. Lâkin beşerin halıkı şübhesiz ki o sırrı bilmektedir. Hem yine beşerde, onu Melaikeye tefevvuk ettiren, üstün getiren büyük bir hikmet dahi vardır, ki melaikler ondan habersiz imişler. Amma beşeri yaratan Halık onu biliyordur. Bütün bu mânâ ve nüktelerle berber, bazen olur ki اِنَّ nin ma'nası zımnî, içte saklı bir hükme de teveccüh edebiliyor.. İşte o zımnî ma'na ise, cümleye girmiş kaydların birisinden istifade etmiş hüküm olabilir. Yani burada, اِنَّ deki "tahkikan siz onu bilmiyorsunuz!" hükmü gibi...

Amma اَعْلَمُ مَالَا تَعْلَمُونَ ise; lazımı zikretmekle, melzumu da irade etmek kabilindendir. Yani ki: "Sizin bilmediğiniz şeyler de vardır. Zira ilm-i İlahî her şey için lazımdır. O halde ilmin nefyi, olmayışı; malumun da olmadığına delildir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teala başka bir ayette بِمَا لَا يَعْلَمُ [7] diye ferman buyurmuştur. Yani, ilm-i İlahinin taalluk etmediği hiçbir şeyin varlığı; ma'lûmun vücuduna delildir.

Sonra, bu icmalli cevabın tahkiki hususunda, bazı ayetlerin hatimelerinde zikredilen

اِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

cümleleri vardır. Meal-i şerifi: (Allahü tealanın yaptığı, îcad ettiği hiçbir fiili yoktur ki, çok hikmetler ve maslahatlarla meşhun olmuş olmasın.) Öyle ise, mevcûdat, halkın ma'lûmatlarına münhasır değildir. Mahluk'un bilmemesi, olmamasına delalet etmez.

Hem vakta ki, Cenab-ı Hak teala hayr-ı mahz olan melaikeyi ve şerr-i mahz olan şeytanları ve ne hayr, ne de şerr olan behaimi[8] (Yani, her çeşit hayvanatı) halk eyledi. Bundan sonra, o feyyaz-ı mutlakın hikmeti; hayr ve şerrin arasını cem'eden dördüncü bir mahluk olan insanın varlığını iktiza eylemiştir. İşte, eğer bu dördüncü mahluk, yani beşer, kuvve-i şeheviyye ve gazabiyyesi, akl kuvvesine tabi' olur. İnkiyad ederse; - mücahede sebebiyle- melaikenin üstüne çıkar, tefevvuk eyler. Eğer aksiyle olursa, özrüne bahane bulunmadığı için hayvanattan çok daha aşağı düşer.

وَعَلَّمَ آدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَي الْمَلٰئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنيِ بِاَسْمَاءِ هٰؤُلَاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

قَالُوا سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

[9]

Önceki Risale: Bakara 29: Yedi Kat Sema Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 31-33: Talim-i Esma: Sonraki Risale

  1. Bu bahis, Yirmi Dokuzuncu Söz'ün Birinci Esasında ve Meyve Risalesi Onbirinci Meselesinde ve daha Nur'un birkaç risalelerinde daha mükemmel olarak bulunmaktadır. Mütercim
  2. Allah ü a'lem, o sır her halde, beşere tevdi edilmiş emanet-i kübradır. Mütercim
  3. Mesela: Bu ayetten sonra gelen üçüncü ayette وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا gibi ayetler. Mütercim
  4. Ayetin kısacık bir meali: "Ey nebiyy-i Kerim, biz Allah u azimüşşan kitabı, (Kur'anı) hak üzere sana inzal eyledik ki; onunla Allah'ın sana hususî olarak göstermiş olduğu tarzda insanlar arasında hak ile hükmeylesin, Allah'ın ahkâmını bildiresin!] Mütercim
  5. Melaikenin pek çok nev'i ve cinsleri olduğu gibi; Cinlerin de birkaç cins ve sınıflarının var olduğu ve bazı tefsirlerde: İnsanlardan evvel yeryüzüne hakim olan mahlukun Cinn nev'ilerinden ve ateşten yaratılmış sınıfı olan "Cânn" kısmı olduğu hakkındaki rivayet böylece halledilmiş oluyor. Amma hususî ve tayin edici bir ifade ile "Cinn" denildiği zaman; hava unsurundan mahluk olup halen yeryüzünde ve havada yaşamakta; ve bir kısmı Müslüman ve bir kısmı da gayr-ı müslim olarak bulunmaktadır. (Tefsir-i Eddürrü-l mensûr -Suyutî- 1/45) Mütercim
  6. Bu mana, جُعِلَتْ ل۪يَالْاَرضُ مَسْجِدًا وَطَهُورًا hadis-i şerifin bir mealini ihtar ediyor. (Buharî Teyemmün) Meali: Hz. Peygamber (A.S.M.) buyuruyor: "Arz, yeryüzü bana bir mescid ve pek tahir kılındı." Mütercim
  7. Ayet cümlesinin tamamı şöyledir:
    قُلْ اَتُنَبِّؤُنَ اللَّهَ بِمَالَا يَعْلَمُ فِي السَّمٰوٰتِ وَ لْاَرْضِ
    (Yunus/18) Meali: "Yer ve göklerdeki şuûnatı Allah bilmiyor da, siz mi ona haber verip bildiriyorsunuz?..." Mütercim
  8. Burada: "Ne hayr, ne de şerr olan behaim" den murad ve maksad -Allahü alem- onlardan istifade ciheti ile olan nimetlik yanları değidir. Belki Melaike ve Şeytanların varlık ve halketme ta'riflerine nisbeten orta halli bir mahluk olduklarını göstermek içindir. Mütercim
  9. İntihabım olmayarak (Haşiye-1: سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا... ayetinin şuradaki dipnotunda olan, Hz. Müellifin ifadesini, Molla Abdülmecid'in Türkçe tercümesiyle, İhsan Kasım'ın Arapça metin İşaret-ül İ'cazda, kitabın en sonunda derceylemişlerdir. Lâkin Hz. Üstadın bizzat kendi kalemiyle tashih ve terkim eylemiş olduğu ilk matbu' bir nüshada, kitabın tam burasında وَعَلَّمَ آدَمَ الْاَسْمَاءَ ayetiyle arkasında gelen ayetin tam hizasında el yazısıyla bu haşiye yazılı bulunduğu için, ona tabi' olarak, o notu, yeri olan buraya almayı münasib bulduk. Mütercim) ihtiyarsız olarak; adeta umum sözlerin ahirinde şu ayet:
    سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    bana söylettirilmiştir. Şimdi anlıyorum ki: Tefsirim de şu ayetle hitam (Haşiye-2: İşarat-ül İ'caz namlı şu harika tefsir, başından -Fatiha Sûresi dahil değil- alıp سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا ya kadar 32 ayetle, en sonuna kadar ise, 33 ayetle hitam buluyor. Hz. Müellifin ifadesiyle "Sözler, (yani umum Risalelerin içinde bulunduğu) Mektûbat, Lem'alar ve Şua'lar"ın -Şualar hariç- her birisinin 31, 32, 33 Risale olarak te'lif edilmeleriyle; bu azim ve harika tefsir, istikbalde te'lif edilecek Nur Risaleleri bu ayetlerin adedine muvafık olacaklarının bir habercisi, bir müjdecisi ve Nur gülistanının bir temel fidanlığı, hububu ve büzrü olduğuna ima ve işaretten halî değildir diye düşündüm. Mütercim) buluyor. Demek, inşallah bütün sözler hakikî bir tefsirdir.. Ve şu ayetin bahrinden bir cetveldir; en nihayet yine o denize dökülüyor ki; şu tefsirin hitamında güya her "söz", manen şu ayetten başlıyor. Demek o zamandan beri yirmi senedir (Haşiye-3: İşarat-ül İ'caz tefsiri 1916 yılı başlarında telifi yapılmış olduğundan; o tarihten yirmi sene geri gelsek, 1936 oluyor ki, Eskişehir hapis hadisesi ortasıdır. Büyük ihtimal ile, Hz. Müellif henüz Eskişehir hapsine alınmadığı günlerde Isparta şehir merkezinde iken, o notu kaydetmişlerdir. Mütercim) şu ayeti tefsir ediyorum, bitiremedim; ta tefsirin ikinci cildini yazayım. Müellif