Şura 15: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
Değişiklik özeti yok
 
(Aynı kullanıcının aradaki bir diğer değişikliği gösterilmiyor)
9. satır: 9. satır:
[[Kategori:Kur'an'daki Emirler ve Yasaklar]]
[[Kategori:Kur'an'daki Emirler ve Yasaklar]]
[[Kategori:Dönüş O'nadır Ayetleri]]
[[Kategori:Dönüş O'nadır Ayetleri]]
[[Kategori:Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol]]
[[Kategori:Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol Ayetleri]]
''Önceki Ayet: [[Şura 14]] ← [[Kuran:Şura|Şura Suresi]] → [[Şura 16]]: Sonraki Ayet''
''Önceki Ayet: [[Şura 14]] ← [[Kuran:Şura|Şura Suresi]] → [[Şura 16]]: Sonraki Ayet''


43. satır: 43. satır:


([[Risale:Münazarat_(Asar-ı_Bediiyye)#143._Sual|Münazarat]])
([[Risale:Münazarat_(Asar-ı_Bediiyye)#143._Sual|Münazarat]])
----
[[Risale:İşarat-ül İ'caz (Ayet-Hadis Mealleri)#672|{{Arabi|ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ}}]]: Bu [[Risale:İşarat-ül İ'caz (Ayet-Hadis Mealleri)#671|{{Arabi|ثُمَّ}}]] ise ikinci ihya ile rücû arasında mevcud büyük bir perde ve hicabın bulunduğuna işarettir.
[[Risale:İşarat-ül İ'caz (Ayet-Hadis Mealleri)#674|{{Arabi|تُرْجَعُونَ}}]] Yani “Esbab perdesinin keşfiyle, vesaitin tardıyla Allah’a rücû edeceksiniz.”
5. Sual
Sual: Allah’a rücû etmek, Allah’tan gelmeyi iktiza eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali tevehhüm etmişlerdir ve bazı sofiler de şüpheye düşmüşlerdir?
Cevap: Dünyada insanın vücud ve bekası olduğu gibi âhirette de vücud ve bekası vardır. Dünyadaki vücud, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkip, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka meselesi sâbıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, meseleye müdahale edip araya girerler. Âhirette ise vücud ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzat dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakiki Mâlik’ini bilir. İşte bunu anlayan, rücûun ne demek olduğunu anlar.
([[Risale:Bakara Suresi 28. âyet|Bakara 28. Ayet, İşarat-ül İ'caz]])
----
İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın ba’de’l-mevt Hâlık-ı Rahman ve Rahîm’e rücûu hakkında ilanat yapan şu
[[En'am 60|{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ}}]]
[[Bakara 245|{{Arabi|وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ}}]]
[[Maide 18|{{Arabi|وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ}}]]
[[Ra'd 36|{{Arabi|وَ اِلَيْهِ مَاٰبِ}}]]
gibi âyetlerde büyük bir beşaret ve teselli olduğu gibi ehl-i isyana da büyük tehditleri îma vardır.
Evet, bu âyetlerin sarahatine göre: Ölüm; zeval, firak, adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp ancak Sultan-ı ezel ve ebed’in huzuruna girmek için bir medhaldir. Bu beşaretin işaretiyle kalp adem-i mutlak korkusundan, eleminden kurtulur.
Evet, küfrün tazammun ettiği cehennem-i maneviyeye bak! [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Ayet-Hadis Mealleri)#214|{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدٖى بٖى}}]] hadîs-i kudsîsi sırrınca, Cenab-ı Hak kâfirin zan ve itikadını daimî bir azab-ı elîme kalbeder.
Sonra iman ve yakîn ile Cenab-ı Hakk’ın likasından sonra, rızasından sonra, rü’yetinden sonra mü’minler için hasıl olan lezzetlerin derecelerine bak! Hattâ cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için âsiye kâfirin cehennem-i manevîsine nisbeten cennet gibidir.
Arkadaş! Âlem-i bekaya delâlet eden berahinden maada, arkasında saflar teşkil edip dualarına bir ağızdan “Âmin, âmin!” söyleyen enbiya, evliya, sıddıkîn imamları, Mahbub-u Ezelî’nin Habib-i Ekremi Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın tazarruatı, duaları, âlem-i bekada insanın bekasına pek büyük bürhan ve kâfi bir vesiledir. Çünkü kâinatı serâpa istila eden şu hüsünler, güzellikler, cemaller, kemaller; o Habib’in tazarruatını işitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, kusur, naks addedilecek bir şeye müsaade eder mi? Cenab-ı Hak bütün nekaisten, çirkin şeylerden münezzeh, müberra değil midir? Elbette münezzehtir.
([[Risale:Onuncu_Risale#43._Parça|Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye]])
----
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:
[[En'am 60|{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ}}]]
[[Ankebut 17|{{Arabi|وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ}}]]
[[Maide 18|{{Arabi|وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ}}]]
[[Ra'd 36|{{Arabi|وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}]]
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.
Evet
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu.
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.
([[Risale:Şemme_(Mesnevi_Badıllı)#85._Parça|Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı)]])


==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==

13.53, 31 Ağustos 2024 itibarı ile sayfanın şu anki hâli

Önceki Ayet: Şura 14Şura SuresiŞura 16: Sonraki Ayet

Meali: 15- İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır.

{Âyette Hz. Peygamber'in insanları davet edeceği prensipler açıklanırken, uyacağı esaslar da beyan edilmiştir. Buna göre davete devam edilecek, inanmayanların teklif ve ısrarları dinlenmeyecektir.}

Kur'an'daki Yeri: 25. Cüz, 483. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Resaili'n-Nur'a İşaret Eden İkinci Âyet

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ âyet-i meşhuresidir ki شَيَّبَتْنٖى سُورَةُ هُودٍ hadîsinin vürûduna sebep olmuş. اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ nin işareti Sekizinci Lem’a’da tafsilen beyan edildiği gibi Sure-i Hud’da فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ ilâ âhirihî âyetinin iki kuvvetli işaret veren sahifesinin mukabilindeki gayet meşhur bir âyetidir.

Makam-ı cifrîsi bin üç yüz üç (1303) ederek hem Sure-i Şûra’nın ikinci sahifesinde وَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ ise bin üç yüz dokuz (1309) ederek o tarihte umum muhatapları içinde birisine hususan Kur’an hesabına iltifat edip istikametle emreder ki birinci tarih ise Resaili’n-Nur müellifinin Risale-i Nur’u netice veren ulûmun tahsiline başladığı tarihtir.

Ve ikinci âyetin tarihi ise o müellifin hârika bir surette pek az bir zamanda ilimce tekemmül etmesi, tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde on beş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu ve o zamanın o muhitte en meşhur ulemasının yanında o üç ayın mahsulü on beş senesinin mahsulü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarla (Hâşiye[1]) ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab vermekle ispat ettiği aynı tarihe, tam tamına tevafukla remzen Risale-i Nur’un istikametine bir işarettir.

(1. Şua)


Sonra Allah'ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de ﺍِﺳْﺘَﻘِﻢْ ﻛَﻤَٓﺎ ﺍُﻣِﺮْﺕَ

ﻭَﻟﺎَ ﺗَﺘَﺎَﻣَّﺮْ ﻋَﻠَﻰ ﺳَﻴِّﺪِﻙَ

olan kâr-aşina ve vazifeşinas olan hakikatı gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin.

(Münazarat)


ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ: Bu ثُمَّ ise ikinci ihya ile rücû arasında mevcud büyük bir perde ve hicabın bulunduğuna işarettir.

تُرْجَعُونَ Yani “Esbab perdesinin keşfiyle, vesaitin tardıyla Allah’a rücû edeceksiniz.”

5. Sual

Sual: Allah’a rücû etmek, Allah’tan gelmeyi iktiza eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali tevehhüm etmişlerdir ve bazı sofiler de şüpheye düşmüşlerdir?

Cevap: Dünyada insanın vücud ve bekası olduğu gibi âhirette de vücud ve bekası vardır. Dünyadaki vücud, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkip, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka meselesi sâbıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, meseleye müdahale edip araya girerler. Âhirette ise vücud ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzat dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakiki Mâlik’ini bilir. İşte bunu anlayan, rücûun ne demek olduğunu anlar.

(Bakara 28. Ayet, İşarat-ül İ'caz)


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın ba’de’l-mevt Hâlık-ı Rahman ve Rahîm’e rücûu hakkında ilanat yapan şu

اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ

وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ

وَ اِلَيْهِ مَاٰبِ

gibi âyetlerde büyük bir beşaret ve teselli olduğu gibi ehl-i isyana da büyük tehditleri îma vardır.

Evet, bu âyetlerin sarahatine göre: Ölüm; zeval, firak, adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp ancak Sultan-ı ezel ve ebed’in huzuruna girmek için bir medhaldir. Bu beşaretin işaretiyle kalp adem-i mutlak korkusundan, eleminden kurtulur.

Evet, küfrün tazammun ettiği cehennem-i maneviyeye bak! اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدٖى بٖى hadîs-i kudsîsi sırrınca, Cenab-ı Hak kâfirin zan ve itikadını daimî bir azab-ı elîme kalbeder.

Sonra iman ve yakîn ile Cenab-ı Hakk’ın likasından sonra, rızasından sonra, rü’yetinden sonra mü’minler için hasıl olan lezzetlerin derecelerine bak! Hattâ cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için âsiye kâfirin cehennem-i manevîsine nisbeten cennet gibidir.

Arkadaş! Âlem-i bekaya delâlet eden berahinden maada, arkasında saflar teşkil edip dualarına bir ağızdan “Âmin, âmin!” söyleyen enbiya, evliya, sıddıkîn imamları, Mahbub-u Ezelî’nin Habib-i Ekremi Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın tazarruatı, duaları, âlem-i bekada insanın bekasına pek büyük bürhan ve kâfi bir vesiledir. Çünkü kâinatı serâpa istila eden şu hüsünler, güzellikler, cemaller, kemaller; o Habib’in tazarruatını işitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, kusur, naks addedilecek bir şeye müsaade eder mi? Cenab-ı Hak bütün nekaisten, çirkin şeylerden münezzeh, müberra değil midir? Elbette münezzehtir.

(Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye)


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'anın:

اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ

وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ

وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ

mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.

Evet

اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي

hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.

Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!

Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu.

Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..

Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

Bir zaman bîaman İslâm’ın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle hem inkâr suretinde

Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde pek şematetkârane bir istifham ile dört şey sordu bizden.

Altı yüz kelime istedi. Şematetine karşı yüzüne “Tuh!” demek, desisesine karşı küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da

Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:

“Muhammed aleyhissalâtü vesselâm dini nedir?” Dedim: İşte Kur’an’dır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur’an. Der ikincisinde:

“Fikir ve hayata ne vermiş?” Dedim: “Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim:

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

Der üçüncüsünde: “Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?” Derim: “Hurmet-i riba hem vücub-u zekâtla. Buna dair şahidim: يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبٰوا da.

وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا

وَاَقٖيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ

Der dördüncüsünde:

“İhtilal-i beşere ne nazarla bakıyor?” Derim: Sa’y, asıl esastır. Servet-i insaniye, zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde.

Buna dair şahidim:

لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى

وَالَّذٖينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلٖيمٍ

(Yüz mâşâallah bu cevaba.)

(Lemeat, Sözler)


Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden, harekât ve sekenatı, itidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-i seniyesi, kat’î bir surette gösterir ki her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinab etmiştir. Evet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ emrini tamamıyla imtisal ettiği için bütün ef’al ve akval ve ahvalinde istikamet, kat’î bir surette görünüyor.

Mesela, kuvve-i akliyenin fesat ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabavet ve cerbezeden müberra olarak, hadd-i vasat ve medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiği gibi…

Kuvve-i gazabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gazabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gazabiyesi hareket etmekle beraber…

Kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, a’zamî masumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir. Ve hâkeza…

Bütün sünen-i seniyesinde, ahval-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyesinde, hadd-i istikameti ihtiyar edip zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinab etmiştir. Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbünde, iktisadı rehber ve israftan kat’iyen içtinab etmiştir. Bu hakikatin tafsilatına dair binler cilt kitap telif edilmiştir. اَلْعَارِفُ تَكْفٖيهِ الْاِشَارَةُ sırrınca, bu denizden bu katre ile iktifa edip kıssayı kısa keseriz.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى جَامِعِ مَكَارِمِ الْاَخْلَاقِ وَ مَظْهَرِ سِرِّ (وَ اِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ) اَلَّذٖى قَالَ : مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتٖى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتٖى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهٖيدٍ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَ مَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْ لَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَٓائَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

(11. Lem'a)


Ehl-i iman –bilhassa şimdiki Risale-i Nur’un zâkir ve muvahhid şakirdleri– öyle bir cadde ve minhaca girmişler ki o cadde gayet müstakim, gayet nurlu, gayet sevimli. Bütün iki tarafı elmas, inci dükkânı. Bunların başında nass-ı Kur’an’dan gelen ve Kur’an-ı Kerîm’in ve Furkan-ı Hakîm’in âyât-ı beyyinatından intişar eden Risale-i Nur’un yüz yirmi parçasından beher parçası birer mürşid-i a’zam, birer mürşid-i ekmel, birer kale-i hasîn, birer elmas kılınç olarak sabittir.

Öyle ise ey Lütfü! Risale-i Nur’a sıkı yapış ki bir mürşid-i ekmel bulasın. Lisanına tevhidi ver ki şu muhkem kaleye giresin; Feyyaz-ı Mutlak’ın kelâmı olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’a hâdim ol ki o elmas kılıncı elinde tutasın.

İşte o kılınçla, hiç havfsız, başlarını sarhoşlukla o bataklığa sokan dinsizlerin kafalarına vurarak atla. Ondan sonra فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ gibi kat’î delilleri Peygamberimiz Sallallahu Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimizden müteselsilen, bütün Risale-i Nur’un müellifi Üstadımız Said Nursî’nin yetiştiği ve serbest gezdiği şeriat-ı garra-yı Muhammediye (asm) olan hatt-ı müstakimi bari bir parça da sen takip et ki başın felâh bulsun.

(Barla Lahikası)


Kur’an’dan tereşşuh eden o Sözler ve risaleler, Kur’an-ı Hakîm’in bir nevi müstakim tefsiri ve hakaik-i imaniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan; o risaleler ve Sözler’e gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’an’a ve hakaik-i imana aittir. Madem öyledir, bilâ-perva derim ki:

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ sırrıyla, Kur’an’da elbette bu istikametli tefsirinin istikametine işaret var. Evet, var. Kur’an o tefsirine hususi bakıyor. Çünkü âyât-ı mühimmeden Sure-i Hud’daki (Hâşiye[2]) فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ âyeti bulunan sahifenin karşısında فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ âyeti, fâ-yı atıf hariç olarak اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ makam-ı ebcedîsi bin üç yüz ikidir (1302). Demek اِستَقِمْ deki emr-i has içinde bulunan hitab-ı âmmın hadsiz müstakim efradları içinde, o bin üç yüz iki (1302) tarihinde bir ferdin bir cihette istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek, on dördüncü asırda Kur’an’dan iktibas edip istikametsiz sakîm yollar içinde sırat-ı müstakimi gösterecek âsârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dâhil ediyor. Hem o istikametin bir hususiyeti var ki tarihiyle işaret ediyor.

Halbuki o asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet değil. Öyle ise o adamın teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur’aniye, o asırda istikamette imtiyaz kesbedecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine idhali, o imtiyaza remzeder.

Madem hakikat budur, ben kat’î bir surette itiraf ediyorum ki hayatım istikametsiz gitmiş, kalbim sekametten kurtulmamış, o kudsî emrin imtisalinden belki yüz derece uzağım. Fakat وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ sırrıyla o nimete bir şükür olarak derim ki: O bin üç yüz iki (1302) tarihi ise –Arabî tarih itibarıyla olsa– Kur’an okumaya başladığım aynı tarihe tevafuk eder. Ve Rumî tarihi hesabıyla, ilme başladığım tarihe tevafuk eder. Öyle ise o îma edilen fert olabiliriz. Halbuki şahsen bütün hayatı sakîm ve istikametsiz olan bir ferde istikametle îma edilse ve gayr-ı müstakim iken müstakimler içine idhal edilse elbette o ferdin mazhar olacağı âsârın istikametine îmadır. Ve o âsârın istikameti, o tarihte başlayıp dalalet yolları ve zulümat tarîkleri içinde sırat-ı müstakimi gösterecek اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ emrini imtisal edecek demektir. Evet, lillahi’l-hamd Risale-i Nur eczaları; Kur’an’ın bu mu’cizane îma-i gaybîsini bilfiil göstermiş, meydandadır.

Şu âyetin gizli îmasını اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ âyeti teyid ediyor. Çünkü اِنَّ deki şeddeli nun bir sayılsa tam evvelki âyete tevafuk ile hizbü’l-Kur’an’ın faaliyetine vasıta olan bir hâdiminin Kur’an okumaya başladığı bin üç yüz iki (1302) tarihine, iki fark ile tevafuk etmekle beraber, şeddeli nun iki nun sayılsa bin üç yüz elli (1350) eder ki bu tarihte Kur’an’dan muktebes olan Risale-i Nur etrafında toplanan, bütün kuvvetleriyle Kur’an’ın hizmetlerine çalışan hizbü’l-Kur’an’ın faaliyeti ve dalalet ve zındıkaya manen galebe ettikleri bir zamana tevafuku ise istikbalde tam galebelerine bir îma-i gaybîdir.

(8. Lem'a)


Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, vaktaki ruhu, değişken ve çok şeylere muhtaç ve tehlikelere mar'uz olan insan bedeninde iskan eyledi. O bedenin veya içindeki Ruh'un idamesi için "ÜÇ KUVVE" yi onun içine tevdi buyurdu.

BİRİNCİ KUVVE: Menfaatları, yararlı şeyleri cezbeden Behimî (hayvanî) olan "Şeheviyye" kuvvesi...

İKİNCİ KUVVE: Zararlı şeyleri ve tahribci işleri def' edip iten Sebü'î (yırtıcı) olan "Gadabiyye" kuvvesidir.

ÜÇÜNCÜ KUVVE: Menfaat ve zararların arasını fark edip ayıran Melekî (Melaikeye mahsus) "Akliye" kuvvesidir.

Lâkin Cenab-ı Hâkim-i Hakîm, sair hayvanat'ın kuvvelerini bir tahdit altında bulundurduğu halde, müsabaka ile terakki edebilmesi sırrıyla, beşer'in tekemmülünü iktiza eden hikmetiyle; insanın bu kuvvelerine amelî sahada -din ve şeriatla bir hudut tayin etmiş ise de- amma fıtratça, yani yaradılışça bir hadd, bir sınır tayin etmiş değildir.

Evet, amelî saha'da din ve Şeriat, bu kuvvelerin ifrat ve tefritlere girmelerini yasaklayıp, Hadd-ı Vasat çizgisi üzerinde bulunmalarını emretmiştir. Bu husustaki açık emir, فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ ayetidir. (Mânâsı: Sana emrolunduğu gibi dosdoğru istikamet çizgisi üzerinde bulun!)

...

İşte, -görüldüğü üzere- her "üç kuvve" nin ifrat ve tefrit mertebeleri olan "Altı yan"ları zulüm; "üç vasat" mertebeleri de, Adl ve âdalettir ki, sırat-ı müstakimdir. Yani

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

ayetine tabi' olarak âmeldir.. Ve bu Sırat-ı Müstakim köprüsü üstünden geçen adam, Cehennem'in üstüne uzatılıp konulmuş olan "Sırat Köprüsü"nden de geçmiş olur.

(İşaratül İ'caz (Badıllı))

İlgili Maddeler[değiştir]

  1. Bu beyanat-ı medhiye Said’e ait değildir. Belki Kur’an’ın bir tilmizini, bir hâdimini Said (ra) lisanıyla ve haliyle tarif eder. Tâ hizmetine itimat edilsin.
  2. Hattâ Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) ferman etmiş ki: شَيَّبَتْنٖى سُورَةُ هُودٍ Yani Sure-i Hud’daki فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ âyeti beni ihtiyarlattırdı. Çünkü ehemmiyeti azîmdir. İstikamet-i tammeyi emrediyor.