Bekir Çelik

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
(Abdülcelil sayfasından yönlendirildi)

Bekir Ağa ya da Adilcevazlı Emrullah oğlu Bekir ümmi olmasına rağmen Barla'da telif yıllarında Risale-i Nur'un neşrinde hizmeti olmuş ve Bediüzzaman'ın hususi hizmetinde de bulunmuş talebelerindendir. Gavs-ı Geylani'nin 800 sene önce işaret ettiği nur talebeleri arasında o da vardır. Şarktan sürgün ile gelip Isparta'ya yerleşmiştir. Çerçilik ve ayakkabıcılık yapmış ve bu vesileyle her gittiği yere Risâle-i Nurları yaymış ve anlatmıştır. Eskişehir hapsinde Üstadıyla beraber bulunmuş ve müdafaasını Üstadı yapmıştır.[1]

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri: Vanlı Kürt Bekir, Bekir Bey, Abdülcelil oğullarından Bekir Ağa

Doğum Yeri ve Tarihi: Adilcevaz, Bitlis, 1889[1]

Vefat Yeri ve Tarihi: Adilcevaz, Bitlis, 24 Nisan 1961[1]

Kabrinin Yeri: Adilcevaz, Bitlis, 1889[1]

Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı[değiştir]

Isparta'da seyyar satıcılık yoluyla ayakkabı satışı işiyle meşgul olurken Barla'da Hz. Üstad'la hemşerilik yoluyla tanışarak ona talebe olmuştur.[1]

Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri[değiştir]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Ümmi fakat allâmelerin işini gören ve esrar-ı Kur’aniyeye karşı Isparta’nın intibahına sebep olan, âhiret kardeşim Adilcevazlı Bekir Ağa’nın Sözler hakkındaki ihtisasatıdır Fazilet-meab Üstadım Hazretleri,

Efendim, evvela arz-ı tazim ve hürmetle mübarek ellerinizi öperek, her ân ve zaman lisanıma yakıştığı kadar dua eder ve duanızı rica ediyorum.

Efendim, malûmunuz fakir talebeniz ve kardeşiniz cahil olduğum halde, güneş-misali olan risale-i bergüzidelerinizden umum Nur Risalelerinizi okutup dinledim. Güneşin nuruna set çekilemediği gibi ve set çekilmek ihtimali olmadığı gibi risalelerinize de set çekilemez. Onları istima’da ruh ve kalbimi tetkik ettim, tetkikatımda ne gibi hissetmiş ve anlamış olduğumu aradım, baktım ki ruh ve kalbimde bir feyezan ve coşkunluk var ki beni bilâ-ihtiyar bir vazifeye sevk etmek için hemen “Haydi haydi!” diye tazyikata başladı.

Ben de ruhumda olan bu vakıayı takip ederken o Nurların irae ettiği miftahları gördüm ve gösterildi. Anladım ki bu anahtarlar ile icab eden kapıları açıp o Nurlara ehil olan kardeşlerimi –min gayr-i haddin– arayıp bulmak vaziyeti âdeta bana emrolunup o Nurlardan güneş gibi nur saçılması hususunda ben de bu hali kendime vazife addettim.

O Nurlardan almış olduğum anahtarları teslim ile hain-i din olan mülhidlerin elleri kımıldanmayacak derecede kırılması için hamden lillah bu kardeşlerimi arayıp buldum. Emanetullah ve emanat-ı Peygamberînin (asm) gayet parlak yakut ve zümrütten kıymettar olan hazinelerini o zatların ellerine teslim ettim. Elhamdülillah Cenab-ı Hak muvaffak etti.

O mübarek eserlerinizi mütalaa eden eşhas, insan iseler ve insaniyetle alâkaları varsa iman eder. İnanmadıkları takdirde ya insaniyetten istifa etmeli veyahut insan değiliz demeli.

Bu eserler başlı başına ayrı ayrı birer fatihtir. İnşâallah her cihetle fethederek fatih olacaktır. Cenab-ı Mevla, âhirette cümlemizi sevabına nâil eyleyip şefaatine mazhar buyursun, âmin!

Tekrar mübarek ellerinizi bûs ile duanızı istirham eylerim efendim hazretleri.

Abdülcelil oğullarından

Adilcevazlı Emrullah oğlu Bekir

(Barla Lahikası)


Muhterem Efendim Hazretleri!

Bu sefer okumaklığımız için irsal buyurduğunuz iki kitaptan birisini Bekir Ağa’dan aldım. Kitabın birkaç sahifesini okudum. Ve kitabın bir nüshası kendimde kalmak üzere istinsah etmeye başladım. Kitap münderecatında arada sırada dimağımı alâkadar eden mesailden bahsettiğini ve küçük mektupların pek büyük hakikatleri kucakladığını gördüm ve çok müstefid oldum.

Altıncı Mektup’a kadar yazılan Sözleri bir taraftan yazıyor diğer taraftan da yazının geççe yazılışından sıkılarak okumaya başlıyordum. Pek çok sürur beni kaplıyordu. Altıncı Mektup’a gelince, şu gurbetteki firkatinizin en hazîn kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazîn hazîn ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan valideme dahi okudum. Okurken validem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Diğer taraftan da acaba tayyedilen kısmından da biraz yazılsa idi…

Hüsrev

(Barla Lahikası)


(Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Sevgili, muhterem Üstadım, kıymettar Üstadım!

Bekir Ağa ile gönderdiğiniz mektuptan duyduğum süruru tarif etmek, benim gibi âciz bir talebenin ne lisanı ve ne de kaleminin haddi değildir. Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor; ruhum sizinle yaşadığı halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum. Zaman oluyor ki gözlerimden dökülen yaşları, yazı yazmak veyahut risaleleri okumakla teskin edebiliyorum. Zaman oluyor kalbim mütemadiyen ağlıyor, âh sevgili Üstadım sizden pek büyük istirhamım budur ki beni affediniz. İki üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum halde kurtulamadığımdan çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun birer meskeni oluyor. Hayalen oralarda dolaşıyorum. Güya bir şey arıyorum.

(Barla Lahikası)


(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Kıymettar Üstadım!

Tarih-i mektuptan iki gün evvel idi. Yirmi Yedinci Mektup’un Üçüncü Zeylini yazmakla meşguldüm. Hulusi ve Re’fet Bey, Zekâi ve Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’a karşı gösterdikleri ateşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını gösteren kalemleri, beni de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektupla teşrif etti. Bekir Ağa, mutadının hilafı olarak, pek gülşen yüzlü idi. Mektubu aynı sevinçle, ba’de’t-takbil beraber açtık. Bir varak-pare-i fâzılaneleriyle, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın sekiz sahifeden ibaret olan Sekizinci Remzi, üç sekiz tevafukatıyla kendini gösterdi.

Yirmi Yedinci Mektup’un Üçüncü Zeyli’nden hasıl olan sevinçli bir heyecan-ı kalbî ve Bekir Ağa’nın Üstadına ve Nurlara karşı kalbî iştiyakını gösteren sevimli yüzü ve dört aydan beri beklediğimiz tevafukatın gayesinin mebdeini gösteren Sekizinci Remiz’deki, sevgili Üstadımızın manevî bir nur ile parlayan ve gülümseyen, o yüksek en hârika, tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir halet-i azîme tevlid etmişti ki işte o dakikam saadet-i ebediyeye nâil olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi.

Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi okudum. Okurken her bir cümlenin nihayetinde “Var ol, mesud ol, bahtiyar ol Üstadım!” nidaları kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız dökülüyordu. İlk defa Bekir Ağa ile bir defa Rüşdü Efendi kardeşimle, bir defa da Re’fet Bey kardeşimle okudum.

(Barla Lahikası)


Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmını akşam fakirhanede Bekir Ağa ile beraber bazı hususi arkadaşlarımızla okuduk. Ve son risalenin dinsizleri iskâta kâfi geleceğine hepimiz kanaat ve iman getirdik.

Küçük Zühdü

(Barla Lahikası)


(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Vakit vakit mukaddesat-ı diniyeye, ehl-i dalaletin icra etmekte oldukları hücumlarla, ruhumda açılan cerihaların teellümatıyla müteellim olduğum bir anda, muhterem Bekir Ağa, Hızır gibi yetişerek Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmını sunup derdime derman oldu.

(Barla Lahikası)


Sözler’i müştakların ellerine yetiştiren kardeşim Bekir Ağa’nın fıkrasıdır

Elimizdeki hakaik-i Kur’aniyeyi câmi’ Nur Risaleleri, her ân ve zaman bizi tarîk-ı hakikatin nurlarına istiğrak ederek, şu zaman-ı hazıranın ehl-i imanın kalbine verdiği ızdırabı izale etmektedir.

Hakk’a şükürler olsun ki ehl-i imanın üzerine musallat olan ve gayr-ı kabil-i tahammül olan hâlât karşısında, iman ve irşadın nurani dairesi dâhilinde, hak ve hakikate lâyık bir vazifede istihdam ediliyoruz. Şu zamanda yegâne medar-ı tesellimiz olan şey ancak Erhamü’r-Râhimîn’in tavassutunuzla bizi kavuşturduğu hakikatlerdir. Lisanım, şükranlarıma tercüman olamıyor. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Ancak söyleyebildiğim şey, beklediğim ümit, benim ve ehl-i imanın, bilhassa risalelerle alâkadar kardeşlerimin iki cihanda mesrur olmalarını ve bilhassa başta Üstadımızın kudsî ve pek azîm hizmetinden, Hâlık-ı kâinat hazretlerinin razı olmasını temenniden ibaret kalıyor. Bugünkü ahval-i müessifeden müteessir olmamak mümkün değil. Allah iyi yapar, inşâallah. Ben cahilim, bu kadar yazabildim. O Sözlerin kıymetini tariften âcizim. Ne kadar yazsam o eserlerin kıymetinden binde bir nebzesini gösteremez.

Talebeniz, Emrullah oğlu Bekir

(Barla Lahikası)


Küçük bir latîfe: Sohbet içinde sizden bahis geçti. Şükre dair meseleyi sordum: “Hüsrev’in yazdığını Re’fet Bey gördü mü?”

Bekir Ağa dedi: “Evet, gördü ve dedi: Çok güzel fakat acaba sen kalem karıştırmadın mı?”

Hüsrev dedi: “Yok, kendi nüshamda tam bütün gelmedi. Fakat kendilerine yazdığım tam geldi.”

Biraz münakaşa oldu…

Bu münasebetle kardeşim Re’fet Bey’e derim ki: Aslında tevafuk noksan olsaydı zaten ben tavsiye etmiştim ki kalem karıştırmasınlar. Asıl vaziyet bozulmasın. Bekir Ağa da gördü ki asıl müsveddede çıkıntı olduğu halde, tevafuk Hüsrev’in tarzında var. Onun için Hüsrev’in bir mahareti varsa tevafuku bozmamış. Hattâ Mu’cizat-ı Ahmediye’deki salavat tevafukunda tavsiye etmiştim ki kimse maharetini karıştırmasın. Fakat asıl müsveddelerde, en acemi bir müstensihin nüshasında birkaçı müstesna bütün tevafuktadır. Onun için sekiz ayrı ayrı müstensihin setredemediği bir tevafuk, elbette kuvvetlidir. Müstensihler bozmasınlar, tevafuku getiremeyen bozuyor. Demek en büyük maharet odur ki tevafuku bozmasın. Çünkü tevafuk var. Sen de Hüsrev’e yardım et ki hakikaten mevcud ve matlub tevafuku denk getirebilsin. Çünkü yoktan var etmiyorsunuz, hakiki varı yok etmeyin.

Sözler’le alâkadar olanlara selâm ve dua ediyorum.

Said Nursî

(Barla Lahikası)


İşte bu muhavere neticesinde bu ihbarat-ı gaybiyeyi ve acibeyi sekiz on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebelerinize ders veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden arkadaşlarınıza irae ederek, her hususta sitayişe lâyık Hulusi’yi ve ona refik olacak bir kabiliyette bulunan mütevazi Sabri’yi ve hizmet ve gayretleriyle sadıkane çalışan Süleyman ve Bekir Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsunuz. Ve bu küçük cemaatin istinadgâhı olan, azîm cemaatlerin himmetlerini ve bu cemaatlerin içindeki nurani simaları tanıttırdığınız gibi Şah-ı Geylanî zamanındaki Hülâgu vak’asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve bu münafıkların re’skârlarına hitap ederek “Yakın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır.” diyorsunuz. Bu hakikatler gösterilen dokuz on delil ile ispat edildikten sonra, bu risale-i şerife ile ilan ediliyordu.

...

Günahkâr talebeniz Ahmed Hüsrev

(Barla Lahikası)


(Said’in bir fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, fedakâr ve vefadar kardeşim Kürt Bekir Bey!

Maatteessüf bilmecburiye nâhoş ve malayani sayılacak bir bahis söyleyeceğim. Fakat bu bahsim, hakiki hamiyet-perver Türkçülere karşı değil belki Frengîlik hesabına sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde eden mütecavizlere karşı söylüyorum. Şöyle ki:

Mülhid münafıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhimizde istimal ettikleri bir silahı şudur ki diyorlar: “Said Kürt’tür, bir Kürt’ün arkasında bu kadar koşmak hamiyet-i milliyeye yakışmaz.” Ben bu münafıkların vicdansızca desiselerine karşı değil belki safdillerin temiz kalpleri bunların sözleriyle bulanmamak için diyorum ki:

Evet, ben başka memlekette dünyaya gelmişim. Fakat Cenab-ı Hak beni bu memleketin evladına hizmetkâr etmiş ki dokuz sene mütemadiyen bu memleketteki milletin ondan dokuz kısmının saadetine kendi dilleriyle hizmet ettiğim, bu havalideki insanlara malûmdur.

Hem ben bu memlekette Hulusi, Sabri, Hâfız Ali, Hüsrev, Re’fet, Âsım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüşdü, Mustafa, Zekâi, Abdullah gibi yirmi otuz Müslüman Türk gençlerini âdeta yirmi otuz bin millettaşlarıma tercih ettiğimi ve onları o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr ile ve hizmet ile göstermişim.

Evet ben, bin gafil ve âmî Kürt’ü bir Türk olan Hulusi’ye karşı tutmadığımı ve bin cahil Kürt’ü birer Türk olan Âsım ve Re’fet’e mukabil göremediğimi ve bir genç olan Hüsrev’i bin âmî Kürt’le değişmediğimi ehl-i dikkat ve benim ahvalime muttali olanlar tasdik ettikleri halde; Frengîlik namına ve ilhad hesabına, Türkçülük perdesi altında, sahtekâr bir milliyet-perverlik suretinde ve hodfüruşluk cihetinde bana tecavüz edenler ve Türk milletini ve milliyetini zehirleyen mülhidler bilsinler ki: Ben millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücahid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğimi, binler Türk şahittirler. İşte bana Kürt diyen ve ittiham eden, zahir hamiyet-perverlik gösteren sahtekârlar, bu millete ne gibi hizmet ettiklerini göstersinler.

Bu firavuncukların enaniyetini kabartan mahviyetkârane söz söylemek caiz olmadığından bilmecburiye o mütekebbirlere karşı izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için, söylenmeyecek ve izharı münasip olmayan uhrevî hizmetlerimi Cenab-ı Hakk’ın affına güvenerek izhar ettim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

(Barla Lahikası)


Aziz, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede çalışkan arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Hâfız Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!

Size cemaziye’l-âhir ayında vuku bulan bir hâdise-i semaviye münasebetiyle bir mesele beyan edeceğim. Şöyle ki:

...

Sâlisen: Hazret-i Zat-ı Ahmediye aleyhisselâm nasıl bir şecere-i Tûba olduğunu ve Asfiya ve Evliya ve Sıddıkîn, o şecere-i nuraniyenin meyveleri ve mesalik ve turuk onun dalları olduğunu gösterir bir silsile-i azîme, eskiden kalma ve eskimiş bir silsilename yanımda var. Onu güzelce tebyiz etmek için hattı güzel, cetvelde mahareti bulunan zatları istiyorum. Şimdilik Hüsrev’le Tenekeci Mehmed Efendi, Bekir Ağa’da bulunan ölçü ile on beş tabaka kâğıt beraber, Hâfız Ali’nin haber gönderdiği vakit gelsinler.

(Barla Lahikası)


Evet iki sene evvel, bütün ramazanda üç ekmek, bir okka pirinç ona ve dört kedisine kâfi geldiği gibi; bir sene evvel üç francala, bir ramazan yine kâfi gelmişti. Bu ramazan-ı şerifte otuz günde, yarım okka yoğurtla, yarım okkadan daha az pirinç ve dört kuruşluk bir francala yediğini (yalnız bir iki kupa çay içmek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek müstesna) başka bir şey yemediğini bizzat müşahede ettik (Hâşiye[2]).

Hem daimî hizmetinde olan bir arkadaşı Rüşdü Efendi, üç okkası beş kuruşa satılan ufak balıklardan güzelce kızartılmış üç tane getirmişti. Bunları Üstadımıza yedirmek için ısrar etti. Hem Rüşdü Efendi’nin hatırını kırmamak hem de balıkları sevdiği için yedi. O balık yüzünden beş saat mütemadiyen sancı çekti. Bu sancı başladıktan üç saat sonra, Rüşdü Efendi’ye dedi ki: Hüsrev’deki paramdan balığın fiyatını al, sancı devam ediyor, dediği halde balıkların fiyatını almadığı için iki saat daha devam ediyor. En nihayet dedi ki: “Aman parayı al, beni bu sancının verdiği ızdıraptan kurtar.” Rüşdü Efendi balığın fiyatını aldığı dakikada, sancı birden bire kesildi. Biz Üstadımızın halinden, vaziyetinden, bu acib hali aynen gördük. İşte Üstadımız hakkında, ne ile yaşıyor diyenler, hatalarını tashih etsinler.

Bekir, Re’fet, Hüsrev, Rüşdü

(Barla Lahikası)


Başta (Gavs-ı A’zam’ın tabiriyle Bekir Bey) bizim tabirimizle Bekir Ağa, Ahmed Hüsrev, Lütfü, Rüşdü, Hâfız Ahmed, kayınpederin Hacı İbrahim Bey ve Sezai Bey olarak umum kardeşlerinize selâm, dua ediyorum. Ve mübarek ve bahtiyar Bedreddin’in başından öperim. O, Kur’an’ı okudukça bana dua etsin. Öyle masumun duası inşâallah hakkımızda makbuldür. Onun validesi olan âhiret hemşireme ayrıca dua ediyorum. Bedreddin gibi bir evlat sahibesi olduğundan tebrike şâyandır. Bedreddin’in okuduğu her bir harf-i Kur’an’ın, on sevaptan tut tâ bine kadar uhrevî meyveleri vardır. Hem validesinin defter-i a’maline hem hoca ve üstadının defter-i a’maline dahi o sevaplar kaydolunur.

(Barla Lahikası)


Senin müjdeli, mübarek ve güzel rüyanın tabiri, Kur’an için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor, tabirimize ihtiyaç bırakmıyor. Hem kısmen tabiri güzel olarak çıkmış. Sen dikkat etsen anlarsın. Yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz. Senin hakikat-i rüya nevinden olan vakıalar, o hakikatin temessülatıdır. Şöyle ki:

O vâsi meydanlık, âlem-i İslâmiyet’tir. Meydanlığın nihayetindeki mescid, Isparta vilayetidir. Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atalet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, süratle mescide eriştiğin; herkesten evvel envar-ı Kur’aniyeye sahip çıkıp kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re’fet gibi Sözler’in hameleleridir. Ufak kürsü ise Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise Sözler’deki kuvvet ve sürat-i intişarlarına işarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise Abdurrahman’dan sana münhal kalan yerdir. O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikati ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de ileride tevfik-i İlahî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar. Sarıklı küçük genç bir zat ise Hulusi’ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, nâşirler ve talebeler içine girmeye namzettir. Bazılarını zannederim fakat kat’î hükmedemem. O genç, kuvve-i velayetle meydana atılacak bir zattır. Sair noktaları sen benim bedelime tabir et.

(Mektubat, 28. Mektup, 1. Risale, 7. Nükte)


(Hâşiye[3])

Her ne ise... Şimdi çok konuşmaya vaktim yoktur. Hattâ fihristenin en kolay, en mühim, en âhir parçasını dahi yazamıyorum. Senin ders arkadaşların, bilhâssa Hüsrev, Bekir, Rüşdü, Lütfü, Şeyh Mustafa, Hâfız Ahmed, Sezai, Mehmedler, Hocalara selâm ve mübarek hanende mübarek masumlara dua ediyorum.

(Mektubat, 28. Mektup, 8. Risale, 1. Nükte, Haşiye)


Said Nursî'yi iki üç vecihle gösterdiği gibi, medâr-ı imtiyazı olan ihlâsı imâ ederek ve hizmette ikinci olmak cihetiyle iki farkla مُخْلِصًا kelimesi Hulûsi Beye tevâfukla işaret ediyor. وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ'de قَادِرٖى kelimesi üç fark ile üçüncü arkadaşı, takdir ve istihsan ile Hulûsi-i Sânî olan Sabri'ye (Hâşiye[4]) tevâfukla işaret ediyor. صَادِقًا kelimesiyle hârika bir sadâkatle mümtaz dördüncü arkadaşı olan Süleyman'a dört fark ile tevâfuk cihetiyle işaret ediyor. صَادِقًا kelimesindeki tenvin dahil edilse, hizmet-i sâdıkanede mümtaz olan Bekir Ağa'ya Bekir Bey ünvânıyla bir fark ile işaret eder. Mâdem bu beyt-i âhir, bu heyetin efrâdına bakar, bâzılarına sarâhate yakın işaret var; ötekilere ednâ bir imâ dahi kanaat verir ki, onlar dahi muraddır.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a)


Hem ezcümle; Ispartada muhacir bulunan, aslen Türk vatanen Van'lı Kürd Bekir namındaki şahıs, ben Barla'da iken benim param ile Isparta'dan hususi hacetimi görmek için arasıra yanıma geliyordu. Hemşerilik münasebetiyle Isparta'ya geldikten sonra hususi işlerimi arasıra görüyordu. Bu şahıs ümmidir, okumak yazmak bilmiyor. Benim hemşerim olmak münasebetiyle bazı zatlar ona mektup göndermiş. Ve bazı dostlarımla sırf bir selam nevinden muhabere etmiş. Ben de bir iki hususi mektubumda onu taltif etmek için başka dostuma sena etmişim. Bu adam Isparta Zabıtasının ekserisiyle ve Halk Fırkasıyla hilesizliğine ve istikametine ve saf dilliğine binaen münasebettar idi. Hem benim hakkımda ihtiyatımdan daha fazla, belki vehim derecesinde ihtiyat edip her vakit bana "Aman dünya işine, hükümetin siyasetine hiçbir hareketin ilişmesin" der idi.

İşte bu biçare muhacirin ihtiyarca bir ailesi ve dilsiz hastalıklı bir kerimesi var. Onların rızkını şahsi ticaretiyle günü gününe temin ederdi. Acaba bunu benim mevhum cürmümden ehemmiyetli bir hisse ile müttehem tutmak ve fakir haliyle beraber bu üç aydır tayinatını verdirmemek nazar-ı adalete muvafık olur mu?

(Lem'alar, 27. Lem'a)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 1,2 1,3 1,4 Isparta Kahramanları, Himmet Koçoğlu
  2. Üstadımız has hizmetçilerinden başka, hiç kimseyi ihtiyarıyla kabul etmez. Hattâ daimî hizmetinde bulunan iki üçümüzün beraber bulunduğunu istemez. Şimdiye kadar hizmet edenlerden maadasını, beş on günde bir defa bile kabul etmez, geri gönderir. Eski zamanını düşünüp, şimdi dahi siyasetle ve ahval-i âlemle münasebettar olduğunu tevehhüm edenlerin, asılsız vehimlerini kat’î reddedecek şu halidir ki on üç sene evvel, günde belki dokuz gazete okurken, dokuz senedir biz şehadet ediyoruz ki bir tek gazeteyi bile ne okudu ve ne de okutturdu, ne istedi ve ne de arzu ettirdi.
    Münavebe ile yanında bulunan Süleyman Rüşdü, Münavebe ile yanında bulunan Hüsrev, Münavebe ile yanında bulunan Re’fet, Sekiz senelik bir arkadaşı Bekir, Barla’da daimî hizmetkârı Mustafa Çavuş, Sekiz senelik hizmetinde bulunan bir arkadaşı Barlalı Süleyman
  3. On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde; bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur’an tevafuk suretinde bulunduğu halde birbirine hat çektik, mecmuunda Muhammed lafzı çıktı. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz Kur’an tevafukla beraber, mecmuunda lafzullah çıktı. Tevafukatta böyle bedî’ şeyler çok var.
    Bu hâşiyenin mealini gözümüzle gördük.
    Bekir, Tevfik, Süleyman, Galib, Said
  4. Sabri'nin hakiki ismi Muhammed Sabri'dir. Bu isim hesab-ı ebcedle tek bir fark ile Abdülkadirî olur. Demek ikinci Hulûsi, birinci Hulûsi gibi birincidir. Hem Hafız Ali (r.h.) ve Kuleönü'ndeki Mustafa'lar, hem de Zekâi ve Küçük Lütfü, onlar gibi işârât-ı Gavsiyede zâhirdir.