Yasin 82

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
11.44, 26 Mayıs 2023 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 34493 numaralı sürüm

Önceki Ayet: Yasin 81Yasin SuresiYasin 83: Sonraki Ayet

Meali: 82- Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı "Ol" demekten ibarettir. Hemen oluverir.

Kur'an'daki Yeri: 23. Cüz, 444. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Mesela

اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ

وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ

تَعْرُجُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فٖى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسٖينَ اَلْفَ سَنَةٍ

gibi âyetlerin ifade ettikleri hakikat-i ulviyesine ki Kādir-i Mutlak o derece suhulet ve süratle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz, eşyayı halk eder ki yalnız sırf bir emir ile icad eder gibi görünüyor, fehmediliyor. Hem o Sâni’-i Kadîr nihayet derecede masnuata karib olduğu halde masnuat nihayet derecede ondan baîddir. Hem nihayetsiz kibriyasıyla beraber, gayet cüz’î ve hakir umûru dahi ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü sanattan hariç bırakmıyor.

İşte bu hakikat-i Kur’aniyenin vücuduna, mevcudatta meşhud suhulet-i mutlak içinde intizam-ı ekmel şehadet ettiği gibi gelecek temsil dahi onun sırr-ı hikmetini gösterir. Mesela وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى Sâni’-i Zülcelal’in esma-i hüsnasından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin emr-i Rabbanî ve teshir-i İlahî ile mazhar olduğu vazifeler, şu hakikati fehme takrib eder. Şöyle ki:

Güneş, ulviyetiyle beraber bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zatlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde; o şeffaf şeyler ise binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler, kurbiyet dava edemezler.

Hem o güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyası nereye girmiş ise orada hazır ve nâzır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre güneşin aksi ve bir nevi timsali görünmesiyle anlaşılır.

Hem güneşin azamet-i nuraniyeti derecesinde ihatası, nüfuzu ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki en küçük ufak şeyler, ondan gizlenip kaçamazlar. Demek azamet-i kibriyası, cüz’î ve ufak şeyleri, nuraniyet sırrıyla harice atmak değil; bilakis daire-i ihatasına alıyor.

Hem güneşi, mazhar olduğu cilvelerde ve vazifelerde farz-ı muhal olarak fâil-i muhtar farz etsek o derece suhulet ve sürat ve vüs’at içinde, zerreden katreden deniz yüzünden seyyarata kadar izn-i İlahî ile öyle işliyor ki şu tasarrufat-ı azîmeyi yalnız bir mahz-ı emir ile yapar, tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyare, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemal-i intizam ile verir.

İşte, sema denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlak’ın Nur isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede şu hakikatin üç esasının numunelerine mazhar olduğunu görüyoruz. Elbette güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, “Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Mukaddiru’n-Nur” olan Zat-ı Zülcelal her şeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nâzır ve eşya ondan gayet uzak olduğuna hem o derece külfetsiz, mualecesiz, suhuletle işleri yapar ki yalnız mahz-ı emrin sürat ve suhuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına hem hiçbir şey; cüz’î küllî, küçük büyük, daire-i kudretinden harice çıkmadığına ve kibriyası ihata ettiğine şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.

(14. Söz)


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

فَسُبْحَانَ الَّذٖى بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

İtminan-ı nefsime medar olacak, zulmeti dağıtacak şu âyetin nurundan dört şuâyı göstermekle kör nefsime bir basîret vermek için yazılmıştır.

(16. Söz)


Ey nefs-i bîhuş! Diyorsun ki: اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ hem اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمٖيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ gibi âyetler; vücud-u eşya, sırf bir emir ile ve def’î olduğunu ve اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ hem صُنْعَ اللّٰهِ الَّذٖٓى اَتْقَنَ كُلَّ شَىْءٍ gibi âyetler; vücud-u eşya, ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik bir sanatla tedricî olduğunu gösteriyorlar. Vech-i tevfiki nedir?

Elcevap: Kur’an’ın feyzine istinaden deriz:

Evvela, münafat yoktur. Bir kısım öyledir: İptidadaki icad gibi. Bir kısmı böyledir: Mislini iade gibi.

Sâniyen: Mevcudatta meşhud olan suhulet ve sürat ve kesret ve vüs’at içinde nihayet intizam, gayet itkan ve hüsn-ü sanat ve kemal-i hilkat, şu iki kısım âyetlerin vücud-u hakikatlerine kat’iyen şehadet eder. Öyle ise şunların hariçte tahakkukları medar-ı bahis olması lüzumsuzdur. Belki yalnız “Sırr-ı hikmeti nedir?” denilebilir. Öyle ise biz dahi bir kıyas-ı temsilî ile şu hikmete işaret ederiz.

Mesela, nasıl ki terzi gibi bir sanatçı; birçok külfetler, maharetlerle musanna bir şeyi icad eder ve ona bir model yapar. Sonra onun emsalini külfetsiz çabuk yapabilir. Hattâ bazen öyle bir derece suhulet peyda eder ki güya emreder, yapılır ve öyle kuvvetli bir intizam kesbeder, saat gibi güya bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler.

Öyle de Sâni’-i Hakîm ve Nakkaş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilatıyla beraber bedî’ bir surette yaptıktan sonra cüz’î ve küllî, cüz ve küll her şeye bir model hükmünde bir nizam-ı kaderî ile bir miktar-ı muayyen vermiştir.

İşte bak o Nakkaş-ı Ezelî, her bir asrı bir model yaparak mu’cizat-ı kudreti ile murassa, taze bir âlemi ona giydiriyor. Her bir seneyi bir mikyas ederek havârık-ı rahmetiyle musanna, taze bir kâinatı o kamete göre dikiyor. Her bir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcudatı onda yazıyor.

Hem o Kadîr-i Mutlak, her bir asrı her bir seneyi her bir günü bir model yaptığı gibi rûy-i zemini, her bir dağ ve sahrayı, bağ ve bostanı, her bir ağacı birer model yapmıştır. Vakit be-vakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor. Birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor. Mevsim be-mevsim her bağ ve bostanda taze taze mu’cizat-ı kudretini ve hedâyâ-yı rahmetini gösterir. Yeni birer kitab-ı hikmet-nüma yazıyor. Taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor. Mücedded bir hulle-i sanat-nüma giydiriyor. Her baharda, her bir ağaca sündüs-misal taze bir çarşaf giydiriyor. Lü’lü-misal yeni bir murassaatla süslendiriyor. Yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor.

İşte şu işleri nihayet hüsn-ü sanat ve kemal-i intizam ile yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri, nihayet hikmet ve inayet ve kemal-i kudret ve sanat ile değiştiren zat, elbette gayet Kadîr ve Hakîm’dir. Nihayet derecede Basîr ve Alîm’dir. Tesadüf onun işine karışamaz. İşte o Zat-ı Zülcelal’dir ki şöyle ferman ediyor:

اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ

deyip hem kemal-i kudretini ilan hem kudretine nisbeten haşir ve kıyamet gayet sehil ve külfetsiz olduğunu beyan ediyor. Emr-i tekvinîsi, kudret ve iradeyi tazammun ettiğini ve bütün eşya, evamirine gayet musahhar ve münkad olduklarını ve mübaşeretsiz, mualecesiz halk ettiği için icadındaki suhulet-i mutlakayı ifade için sırf bir emirle işler yaptığını Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ile ferman ediyor.

Hasıl-ı kelâm: Bir kısım âyetler, eşyada hususan bidayet-i icadında gayet derecede hüsn-ü sanatı ve nihayet derecede kemal-i hikmeti ilan ediyor. Diğer kısmı, eşyada hususan tekrar icadında ve iadesinde gayet derecede suhulet ve süratini, nihayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini beyan eder.

(16. Söz)


Şudur ki: Kur’an, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise sözde “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” ise bak. Yalnız söze bakıp durma. Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’an’ın menbaına dikkat edilse Kur’an’ın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır.

Evet, madem kelâm mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emir ve nehiy ise mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur; maddî elektrik gibi tesir eder, kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder.

...

Mesela اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

Hem mesela وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ

Şu iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nevindeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin güneşe nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet, hakiki bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve hakiki bir sanatkârın işlediği vakit sanatına dair verdiği beyanatı ve hakiki bir mün’imin ihsan başında iken beyan ettiği ihsanatı, yani kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: “Bakınız! İşte bunu yaptım, böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak, bunun için işte bunu böyle yapıyorum.”

(25. Söz)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]