Risale:Hakikat Nurları: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
("Hakikat Nurları Müellifi Bediüzzaman Said Nursî =Sekizinci Mektup= بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّ..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
(Fark yok)

19.54, 14 Ocak 2021 tarihindeki hâli

Hakikat Nurları

Müellifi

Bediüzzaman Said Nursî

Sekizinci Mektup[değiştir]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ isimleri بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ e girdiklerinin ve her mübarek şeyin başında zikredilmelerinin çok hikmetleri var. Onların beyanını başka vakte ta’likan, şimdilik kendime ait bir hissimi söyleyeceğim:

Kardeşim ben اَلرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hâcat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükür, acz ile şefkattir. Yani ubudiyet ve iftikardır.

Şu mesele münasebetiyle hatıra gelen ve muhakkikîne, hattâ bir üstadım olan İmam-ı Rabbanî’ye muhalif olarak diyorum ki:

Hazret-i Yakub aleyhisselâmın Yusuf aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir belki şefkattir. Çünkü şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvi ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbublara ve mahluklara karşı derece-i şiddette olsa o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor. Demek, Kur’an-ı Hakîm’in parlak bir i’caz ile parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm’in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir.

İsm-i Vedud’a vesile-i vusul olan aşk ise Züleyha’nın Yusuf aleyhisselâma karşı olan muhabbet meselesindedir. Demek Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, Hazret-i Yakub aleyhisselâmın hissiyatını, ne derece Züleyha’nın hissiyatından yüksek göstermişse şefkat dahi o derece aşktan daha yüksek görünüyor.

Üstadım İmam-ı Rabbanî aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: “Mehasin-i Yusufiye, mehasin-i uhreviye nevinden olduğundan ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nevinden değildir ki kusur olsun.”

Ben de derim: “Ey Üstad! O, tekellüflü bir tevildir; hakikat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil belki yüz defa muhabbetten daha parlak daha geniş daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.”

Evet, şefkat bütün envaıyla latîf ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise çok envaına tenezzül edilmiyor.

Hem şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evladı münasebetiyle bütün yavrulara, hattâ zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip her şeyi mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i’lâ ve sena etmek için başkalarını tenzil ve manen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Mesela, biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i a’zamın bir sahife-i nuranisi olan güneşi böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; safi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele talep eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi taleptir, bir ücret istemektir.

Demek, suver-i Kur’aniyenin en parlağı olan Sure-i Yusuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yakub’un (as) şefkati, ism-i Rahman ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu, rahmet yolu olduğunu bildirir ve o elem-i şefkate deva olarak da فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ dedirir.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

Üçüncü Lem’a[değiştir]

Bu Lem’a’ya bir derece his ve zevk karışmış. His ve zevkin coşkunlukları ise aklın düsturlarını, fikrin mizanlarını çok dinlemediklerinden ve müraat etmediklerinden bu Üçüncü Lem’a mantık mizanları ile tartılmamalı.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetinin mealini ifade eden يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى ۞ يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى iki cümlesi mühim iki hakikati ifade ediyorlar. Ondandır ki Nakşîlerin rüesasından bir kısım, bu iki cümle ile kendilerine bir hatme-i mahsus yapıp muhtasar bir hatme-i Nakşiye hükmünde tutuyorlar. Madem o azîm âyetin mealini bu iki cümle ifade ediyor. Biz bu iki cümlenin ifade ettiği iki hakikat-i mühimmenin birkaç nüktesini beyan edeceğiz.

Birinci Nükte[değiştir]

Birinci defa يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi mâsivadan tecrit ediyor, kesiyor. Şöyle ki:

İnsan, mahiyet-i câmiiyeti itibarıyla mevcudatın hemen ekserisiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i câmiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercedilmiştir. Onun için insan da umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî cennete bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan daima azap çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevî azaba medar oluyor. O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir.

Çünkü kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemal-i bâkiye mâlik bir zata tevcih etmek için verilmiş. O insan sû-i istimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor; kusurun cezasını, firakın azabıyla çekiyor.

İşte bu kusurdan teberri edip o fâni mahbubattan kat’-ı alâka etmek, o mahbublar onu terk etmeden evvel o onları terk etmek cihetiyle Mahbub-u Bâki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى olan birinci cümlesi: “Bâki-i Hakiki yalnız sensin. Mâsiva fânidir. Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz.” manasını ifade ediyor. “Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى demekle bırakıyorum. Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller.” demektir.

İşte bu halette kalp, hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse mahbubları adedince manevî cerihalar oluyor.

İkinci cümle olan يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى o hadsiz cerihalara hem merhem hem tiryak oluyor. Yani يَا بَاقٖى “Madem sen bâkisin, yeter; her şeye bedelsin. Madem sen varsın, her şey var.” Evet, mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâki-i Hakiki’nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin gölgeleridir.

İkinci Nükte[değiştir]

İnsanın fıtratında, bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez.

Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî cennetin bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki Bâki-i Zülcelal o şedit, sarsılmaz, fıtrî arzuyu; o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştir ki fâni insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş.

Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerîm, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatli, kālli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.

Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tabidir. Ve madem beka, Bâki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Bâki’nin esması bâkiyedir ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur.

Elbette insana en lâzım iş en mühim vazife, o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünkü Bâki yoluna sarf olunan her şey, bir nevi bekaya mazhar olur. İşte o ikinci يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى cümlesi bu hakikati ifade ediyor. İnsanın hadsiz manevî yaralarını tedavi etmekle beraber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor.

Üçüncü Nükte[değiştir]

Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zahiren birbirine benzer fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de insandaki cisim, nefis, kalp, ruh daireleri öyle mütefavittir.

Mesela, cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli ma’dum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir.

İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.

Evet, Bâki-i Hakiki’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa bir sene, bir saniyedir. Belki onun yolunda bir saniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir saniye hükmüne geçer.

Meşhur böyle bir söz var ki:

سِنَةُ الْفِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ الْوِصَالِ سِنَةٌ

yani “Firakın bir saniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir saniye kadar kısadır.” Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki visal, yani Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah bir saniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir. Gaflet ve dalalet firakı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir saniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var:

اَرْضُ الْفَلَاتِ مَعَ الْاَعْدَاءِ فِنْجَانٌ سَمُّ الْخِيَاطِ مَعَ الْاَحْبَابِ مَيْدَانٌ

hükmümüzü teyid ediyor.

Meşhur evvelki sözün sahih bir manası budur ki: Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir saniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rüya olur. Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir saniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak ise saniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünkü firakın meydanı geniştir. Bekayı isteyen bir kalbe, firak çendan bir saniye de olsa seneler kadar tahribat yapar. Çünkü hadsiz firakları ihtar eder. Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel, firakla doludur.

Şu mesele münasebetiyle deriz: Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü; bâki, uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakiki’nin yoluna sarf ediniz. Çünkü Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur.

Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek.

İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

Bu hakikate işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu nass-ı Kur’an gösteriyor. Hem bu hakikate işaret eden ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan “bast-ı zaman” sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı mi’rac, bu hakikatin vücudunu ispat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi’racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünkü o mi’rac yoluyla, beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.

Hem şu hakikate bina edilen beyne’l-evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle “bast-ı zaman” (Hâşiye[1]) hakikatini aynen müşahede ettikleri medar-ı şüphe olamaz.

Şu “bast-ı zaman” herkesçe musaddak bir nev’i, rüyada görünüyor. Bazen bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.

Elhasıl: İnsan çendan fânidir. Fakat beka için halk edilmiş ve bâki bir zatın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zatın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir.

Öyle ise böyle bir insanın hakiki vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir. Lisanı يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى dediği gibi kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi هُوَ الْبَاقٖى، هُوَ الْاَزَلِىُّ الْاَبَدِىُّ، هُوَ السَّرْمَدِىُّ، هُوَ الدَّائِمُ، هُوَ الْمَطْلُوبُ، هُوَ الْمَحْبُوبُ، هُوَ الْمَقْصُودُ، هُوَ الْمَعْبُودُ demeli.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

Dördüncü Lem’a[değiştir]

(Birinci makamın üç nüktesi)

“Minhacü’s-Sünne” bu risaleye lâyık görülmüştür.

“Mesele-i İmamet” bir mesele-i fer’iye olduğu halde, ziyade ehemmiyet verildiğinden bir mesail-i imaniye sırasına girip, ilm-i kelâmda ve usûlü’d-dinde medar-ı nazar olduğu cihetle, Kur’an’a ve imana ait hizmet-i esasiyemize münasebeti bulunduğundan cüz’î bahsedildi.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ ۞ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ ۞ قُلْ لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى

Şu âyet-i azîmenin çok hakaik-i azîmesinden bir iki hakikatine iki makam ile işaret edeceğiz.

Birinci Makam[değiştir]

Dört nüktedir.

Birinci Nükte[değiştir]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve merhametini ifade ediyor. Evet, rivayet-i sahiha ile mahşerin dehşetinden herkes hattâ enbiya dahi “nefsî, nefsî” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm “ümmetî, ümmetî” diye re’fet ve şefkatini göstereceği gibi yeni dünyaya geldiği zaman ehl-i keşfin tasdikiyle validesi onun münâcatından “ümmetî, ümmetî” işitmiş.

Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârane mekârim-i ahlâk, kemal-i şefkat ve re’fetini gösterdiği gibi; ümmetinin hadsiz salavatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemal-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş.

İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyesine müraat etmemek, ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle.

İkinci Nükte[değiştir]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususi, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zahir hale göre o azîm şefkati, o hususi cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş.

Mesela, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karabetten gelen bir muhabbet değil belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranisinin bir ucu ve veraset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Evet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (ra) kemal-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle; Hazret-i Hasan’dan (ra) teselsül eden nurani nesl-i mübareğinden Gavs-ı A’zam olan Şah-ı Geylanî gibi çok mehdi-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (asm) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmüş ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş ve takdir ve teşvike alâmet olarak Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (ra) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidîn, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlîşan ve hakiki verese-i Nebeviye gibi pek çok mehdi-misal zevat-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemal-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.

Evet, Zat-ı Ahmediye’nin (asm) gayb-aşina kalbiyle, dünyada asr-ı saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temaşa eden ve yerden cenneti gören ve zeminden gökteki melaikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisatı gören, hattâ Zat-ı Zülcelal’in rü’yetine mazhar olan nazar-ı nuranisi, çeşm-i istikbalbînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmesinde, Şah-ı Geylanî’nin hisse-i azîmesi var.

Üçüncü Nükte[değiştir]

اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى âyetinin bir kavle göre manası: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beyt’ine meveddeti istiyor.”

Eğer denilse: Bu manaya göre karabet-i nesliye cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ sırrına binaen karabet-i nesliye değil belki kurbiyet-i İlahiye noktasında vazife-i risalet cereyan ediyor?

Elcevap: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, gayb-aşina nazarıyla görmüş ki Âl-i Beyt’i, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâm’ın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beyt’ten çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin “Âl” hakkındaki duası ki اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى اِبْرَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ اِبْرَاهٖيمَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ dir. Makbul olacağını keşfetmiş. Yani nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nurani rehberler Hazret-i İbrahim’in (as) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (asm) vezaif-i azîme-i İslâmiyet’te ve ekser turuk ve mesalikinde enbiya-i Benî-İsrail gibi Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediye’yi (asm) görmüş. Onun için لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyt’e karşı ümmetin meveddetini istemiş.

Bu hakikati teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beyt’im.” Çünkü sünnet-i seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyt’tir.

İşte bu sırra binaendir ki Kitap ve Sünnete ittiba unvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beyt’ten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i seniyesidir. Sünnet-i seniyeye ittibaı terk eden, hakiki Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi Âl-i Beyt’e hakiki dost da olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beyt’in etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-i mütesanide lâzım ki âlem-i İslâm’ın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyt’i etrafına toplamasını arzu etmiş.

Evet, Âl-i Beyt’in efradı ise itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyet’e fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı, bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle din-i İslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.

Yirminci Mektup[değiştir]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لَا يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ

Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı, pek çok fazileti bulunan ve bir rivayet-i sahihada ism-i a’zam mertebesini taşıyan şu cümle-i tevhidiyenin on bir kelimesi var. Her bir kelimesinde hem birer müjde ve beşaret, hem birer mertebe-i tevhid-i rububiyet, hem bir ism-i a’zam noktasında bir kibriya-i vahdet ve bir kemal-i vahdaniyet vardır.

Bu büyük ve ulvi hakikatlerin izahını sair Sözlere havale edip bir vaade binaen, şimdilik mücmel bir hülâsa suretinde “İki Makam”, bir “Mukaddime” ile ona bir fihriste yapacağız.

Mukaddime[değiştir]

Kat’iyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya bi’l-kuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihayetsiz şakavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptela olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa mâlikini bulmazsa ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa mâlikini tanısa o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.

Birinci Makam[değiştir]

Şu kelâm-ı tevhidînin on bir kelimesinin her birinde birer müjde var. Ve o müjdede birer şifa ve o şifada birer lezzet-i maneviye bulunur.

Birinci Kelime[değiştir]

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ da şöyle bir müjde var ki:

Hadsiz hâcata müptela, nihayetsiz a’danın hücumuna hedef olan ruh-u insanî, şu kelimede öyle bir nokta-i istimdad bulur ki bütün hâcatını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar ve öyle bir nokta-i istinad bulur ki bütün a’dasının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın sahibi olan kendi Mabud’unu ve Hâlık’ını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, Mâlik’i kim olduğunu irae eder. Ve o irae ile kalbi vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarıp ebedî bir ferahı, daimî bir süruru temin eder.

İkinci Kelime[değiştir]

وَحْدَهُ

Şu kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. Şöyle ki:

Kâinatın ekser envaıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan وَحْدَهُ kelimesinde bir melce, bir halâskâr bulur ki onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani, وَحْدَهُ manen der:

Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı kâinat birdir, her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir; her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.

Üçüncü Kelime[değiştir]

لَا شَرٖيكَ لَهُ

Yani, nasıl ki uluhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddid olamaz. Öyle de rububiyetinde ve icraatında ve icadatında dahi şeriki yoktur. Bazen olur ki sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mani olurlar. “Bize de müracaat et.” derler. Fakat ezel ebed Sultanı olan Cenab-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi icraat-ı rububiyetinde dahi muînlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa hiçbir şey, hiçbir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes ona müracaat edebilir. Şeriki ve muîni olmadığından o müracaatçı adama “Yasaktır, onun huzuruna giremezsin.” denilmez.

İşte şu kelime, ruh-u beşer için şöyle bir müjde verir ki:

İmanı elde eden ruh-u beşer; manisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümanaatsız, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazain-i rahmet mâliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemil-i Zülcelal, Kadîr-i Zülkemal’in huzuruna girip hâcatını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemal-i ferah ve süruru kazanabilir.

Dördüncü Kelime[değiştir]

لَهُ الْمُلْكُ

Yani, mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün hem memlûküsün hem mülkünde çalışıyorsun.

Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor:

Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belalardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azap çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir hem Rahîm’dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safayı bul.

Hem der ki: Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak; cefasını değil, safasını çek. O, hem Hakîm’dir hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevla görelim neyler / Neylerse güzel eyler.” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.

Beşinci Kelime[değiştir]

وَ لَهُ الْحَمْدُ

Yani, hamd ve sena, medih ve minnet ona mahsustur, ona lâyıktır. Demek nimetler onundur ve onun hazinesinden çıkar. Hazine ise daimîdir.

İşte şu kelime, şöyle müjde verip diyor ki:

Ey insan! Nimetin zevalinden elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin zevalini düşünüp o elemden feryat etme. Çünkü o nimet meyvesi, bir rahmet-i bînihayenin semeresidir. Ağacı bâki ise meyve gitse de yerine gelen var. Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti hamd ile düşünüp lezzeti birden yüz derece yapabilirsin. Nasıl ki bir padişah-ı zîşanın sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde yüz belki bin elmanın lezzetinin fevkinde, bir iltifat-ı şahane lezzetini sana ihsas ve ihsan eder. Öyle de لَهُ الْحَمْدُ kelimesiyle, yani hamd ve şükür ile yani nimetten in’amı hissetmekle, yani Mün’im’i tanımakla ve in’amı düşünmekle, yani onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in’amının devamını düşünmekle, nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet kapısını sana açar.

Altıncı Kelime[değiştir]

يُحْيٖى

Yani, hayatı veren odur. Ve hayatı rızık ile idame eden de odur. Ve levazımat-ı hayatı da ihzar eden yine odur. Ve hayatın âlî gayeleri ona aittir ve mühim neticeleri ona bakar, yüzde doksan dokuz meyvesi onundur.

İşte şu kelime, şöyle fâni ve âciz beşere nida eder, müjde verir ve der:

Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenasını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyum’a aittir. Masarif ve levazımatını o tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve ona aittir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi, ne kadar kıymettar olduğunu ve ne kadar güzel faydalar verdiğini ve o sefine sahibi zatın ne kadar Kerîm ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret ve anla ki vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin verdiği bütün netaic; bir cihetle senin defter-i a’maline geçer, sana bir hayat-ı bâkiyeyi temin eder, seni ebedî ihya eder.

Yedinci Kelime[değiştir]

وَ يُمٖيتُ

Yani, mevti veren odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzad eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.

Sekizinci Kelime[değiştir]

وَ هُوَ حَىٌّ لَا يَمُوتُ

Yani, bütün kâinatın mevcudatında görünen ve vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanın hadsiz bir derece fevkinde bir cemal ve kemal ve ihsanın sahibi ve bütün mahbublara bedel, bir tek cilve-i cemali kâfi gelen bir Mabud-u Lemyezel, bir Mahbub-u Lâyezal’in ezelî ve ebedî bir hayat-ı daimesi var ki şaibe-i zeval ve fenadan münezzeh ve avarız-ı naks ve kusurdan müberradır.

İşte şu kelime, cin ve inse ve bütün zîşuura ve ehl-i muhabbet ve aşka ilan eder ki:

Sizlere müjde! Mahbublarınızdan nihayetsiz firakların yaralarını tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Bâki’niz var. Madem o var ve Bâki’dir, başkaları ne olursa olsun merak çekmeyiniz. Belki o mahbublarda, sebeb-i muhabbetiniz olan hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o Mahbub-u Bâki’nin cilve-i cemal-i bâkisinden çok perdelerden geçip gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir. Onların zevalleri, sizleri incitmesin. Çünkü onlar bir nevi âyinelerdir. Âyinelerin değişmesi şaşaa-i cemalin cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem o var, her şey var.

Dokuzuncu Kelime[değiştir]

بِيَدِهِ الْخَيْرُ

Yani, her hayır, onun elindedir. Her yaptığınız hayrat, onun defterine geçer. Her işlediğiniz a’mal-i saliha, yanında kaydedilir.

İşte şu kelime, cin ve inse nida edip müjde veriyor, diyor ki:

Ey bîçareler! Mezaristana göçtüğünüz zaman, “Eyvah! Malımız harap olup sa’yimiz heba oldu, şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik.” demeyiniz, feryat edip meyus olmayınız. Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfatını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zat-ı Zülcelal, sizi celbedip yer altında muvakkaten durdurur. Sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.

Evet, geçen baharın defter-i a’malinin sahifeleri ve hidematının sandukçaları olan tohumları, çekirdekleri muhafaza eden ve ikinci baharda gayet şaşaalı, belki yüz derece aslından daha bereketli bir tarzda muhafaza eden, neşreden Kadîr-i Zülcelal; elbette sizin de netaic-i hayatınızı öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli bir surette mükâfat verecektir.

Onuncu Kelime[değiştir]

وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

Yani, o Vâhid’dir, Ehad’dir, her şeye kādirdir. Hiçbir şey ona ağır gelmez. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar ona kolaydır. Cenneti halk etmek, bir bahar kadar ona rahattır. Her günde, her senede, her asırda yeniden yeniye icad ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şehadet ederler.

İşte şu kelime dahi şöyle müjde eder, der ki:

Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet boşu boşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve tanıdığın Hâlık-ı Zülcelal’in vaadine iman ve itimat et. Ona, vaadinde hulf etmek muhaldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine, acz müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana vaad etmiş. Ve vaad ettiği için elbette seni onun içine alacak.

Madem bilmüşahede görüyoruz: Her senede, yeryüzünde, hayvanat ve nebatatın üç yüz binden ziyade envalarını ve milletlerini, kemal-i intizam ve mizan ile kemal-i sürat ve suhuletle haşredip neşreder. Elbette böyle bir Kadîr-i Zülcelal, vaadini yerine getirmeye muktedirdir.

Hem madem her senede, öyle bir Kadîr-i Mutlak, haşrin ve cennetin numunelerini binler tarzda icad ediyor. Hem madem bütün semavî fermanları ile saadet-i ebediyeyi vaad edip cenneti müjde veriyor. Hem madem bütün icraatı ve şuunatı hak ve hakikattir ve sıdk ve ciddiyetledir. Hem madem âsârının şehadetiyle, bütün kemalât, onun nihayetsiz kemaline delâlet ve şehadet eder. Ve hiçbir cihette naks ve kusur onda yoktur. Hem madem hulfü’l-vaad ve hilaf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks ve kusurdur. Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelal, o Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal vaadini yerine getirecek; saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslîsi olan cennete sizleri ey ehl-i iman idhal edecektir.

On Birinci Kelime[değiştir]

وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ

Yani, ticaret ve memuriyet için mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelal’ine dönecekler ve Mevla-yı Kerîm’lerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u kibriyaya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesaitin karanlık perdelerinden kurtulup Rabb-i Rahîm’lerine makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Hâlık’ı ve Mabud’u ve Rabb’i ve Seyyid’i ve Mâlik’i kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.

İşte şu kelime bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mesudane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptela ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi ve bütün cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan cennete çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.

Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:

Ey insan! Fenaya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenaya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakiki’nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.

Tasdik-i Gaybî Mecmuasından bir mektub[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَٓائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Size dört mes'eleyi beyan etmek kalbime ihtar edildi:

Birincisi: Hem lisan-ı kàl, hem lisan-ı hal ile ve başka tezahüratlarla sorulan bir suale cevabdır.

Deniliyor ki: Madem Risale-i Nur hem kerametlidir, hem tarîkatlardan ziyade iman hakikatlarının inkişafında terakki veriyor ve sadık şakirdleri kısmen bir cihette velayet derecesindedirler. Neden evliyalar gibi manevî zevkler ve keşfiyatlara ve maddî kerametlere mazhariyetleri görülmüyor; hem onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar. Bunun hikmeti nedir? Elcevab: Evvelâ sebebi, sırr-ı ihlastır. Çünki dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlub etmeyen insanlara bir maksad olup, uhrevî a'maline bir sebeb teşkil eder, ihlası kırılır. Çünki amel-i uhrevî ile dünyevî maksadlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar.

Sâniyen: Kerametler, keşfiyatlar, tarîkatta sülûk eden âmi ve yalnız imanı taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zaîf olanları takviye ve vesveseli şübhelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risale-i Nur'un imanî hakikatlarına gösterdiği hüccetler, hiçbir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat ve zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından, hakikî şakirdleri öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar.

Sâlisen: Risale-i Nur'un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-i İlahî için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahibleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarîkatın mabeynindeki ihtilaf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında ehl-i gafletin nazarında onlara sû'-i zan edip o mübarek zâtları, benlik ve enaniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki; Risale-i Nur'un şakirdleri şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir.

Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur'un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilat ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.

Râbian: Dünyanın yüz bahçesi, fâni olmak haysiyetiyle âhiretin bâki olan bir ağacına mukabil gelemez. Halbuki hazır lezzete meftun kör hissiyat-ı insaniye fâni hazır bir meyveyi, bâki uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu halet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirdleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı maneviyeyi dünyada aramıyorlar.

Risale-i Nur şakirdlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zât, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi demiş zevcine: "İhtiyacımız şediddir." Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: "İşte Cennet'teki bizim kasrımızın bir kerpicidir." Birden o mübarek hanım demiş ki: "Gerçi çok muhtacız ve âhirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fâni bir surette bu zayi' olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lâzım değil." Birden yerine gitti. Keşf ile gördüler diye rivayet edilmiş.

İşte bu iki kahraman ehl-i hakikat, Risale-i Nur şakirdlerinin dünyaya ait ezvak-ı kerametlere koşmadıklarına bir hüsn-ü misaldir.

  • -*-*

Beşinci Mektup[değiştir]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (ra) Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim.”

Hem demiş ki: “Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”

Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.”

Hem demiş ki: “Tarîk-i Nakşî’de iki kanat ile sülûk edilir.” Yani hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa o yolda gidilmez.

Öyle ise tarîk-ı Nakşî’nin üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki İmam-ı Rabbanî de (ra) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve sünnet-i seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalp ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.

Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbanî (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şakavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız cennete gidemez fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.

Eskiden kırk günden tut tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa o yola karşı lâkayt kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.

İşte otuz üç adet Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur; esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda, i’caz-ı Kur’an’ın manevî lemaatından olan malûm Sözler’i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

  1. قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ âyetiyle وَلَبِثُوا فٖى كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنٖينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا âyeti “tayy-ı zaman”ı gösterdiği gibi وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ âyeti de “bast-ı zaman”ı gösterir.