Dört: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
7. satır: 7. satır:
*fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak ve şevk-i mutlak
*fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak ve şevk-i mutlak
*küre-i arzdaki mahlukatın tedbirine medar dört arş-ı İlahîsi olan toprak (turab), su (ma), nur ile nar ve hava
*küre-i arzdaki mahlukatın tedbirine medar dört arş-ı İlahîsi olan toprak (turab), su (ma), nur ile nar ve hava
*dört anâsır-ı maneviye olan hikmet, adalet, inayet, merhamet
*dört anâsır-ı maneviye olan hikmet, adalet, inayet, merhamet (veya rahmet)
*Rahim, Kerim, Adil ve Hakim isimleri
*şark, garb, cenub, şimal




Rahim kerim adil hakim
...
Cenub şimal...
Tevhid haşir nübüvvet adalet/ibadet: Kur'anın dört esası
Tevhid haşir nübüvvet adalet/ibadet: Kur'anın dört esası
Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail
Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail
348. satır: 349. satır:
===Hikmet, Adalet, İnayet, Merhamet (veya Rahmet)===
===Hikmet, Adalet, İnayet, Merhamet (veya Rahmet)===


Onuncu Hakikat
'''Bab-ı hikmet, inayet, rahmet, adalettir. İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in cilvesidir.'''
Hiç mümkün müdür ki: Şu bekasız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inayet ve bu derece kāhir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü’l-mülki Zülcelal’in daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahluklar bulunmayıp şu görünen hikmet, inayet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?
Hem hiç kabil midir ki o Zat-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlukat içinde kendine küllî muhatap ve câmi’ bir âyine yapıp bütün hazain-i rahmetinin müştemilatını ona tattırsın hem tarttırsın hem tanıttırsın, kendini bütün esmasıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin, o daimî saadetgâha davet edip mesud etmesin?
Hem hiç makul mudur ki hattâ çekirdek kadar her bir mevcuda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin? Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gaye yapsın? Ve bunları, âlem-i manaya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın? Tâ hakiki ve lâyık gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifalat-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın. Onların yüzünü âlem-i manaya, âlem-i âhirete çevirmesin? Tâ asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin.
Evet, hiç mümkün müdür ki bu şeyleri böyle hilaf-ı hakikat yapmakla kendi evsaf-ı hakikiyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in zıtlarıyla –hâşâ sümme hâşâ– muttasıf gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatın hakaikini tekzip etsin, bütün mevcudatın şehadetlerini reddetsin, bütün masnuatın delâletlerini iptal etsin?
Hem hiç akıl kabul eder mi ki insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin, adalet-i hakikiyesine zıt olarak ve hikmet-i hakikiyesine münafî, manasız iş yapsın?
Hem hiç mümkün müdür ki bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca her bir zîhayata, belki lisan gibi her bir uzvuna, belki her bir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu ispat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terk ederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün ve kendini o zata benzetsin ki öyle bir saray yapar, her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler ziynetler ve her bir menzilinde binler kıymettar âlât ve levazımat-ı beytiye bulundursun da sonra ona dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ! Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez.
Evet, her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı ibtila, meşher-i eşya gibi seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Suretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde; intizamca, acayipçe, Sâni’in kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer.
Hem görecek ki o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizamatı, o derece zahir bir inayetin işaratı, o mertebe kāhir bir adaletin emaratı, o derece vâsi bir merhametin semeratını görecek. Basîretsiz olmamak şartıyla yakînen bilecek ki o hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârı görünen inayetten daha ecmel bir inayet kabil değil ve o emaratı görünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur ve o semeratı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez.
Eğer farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultan-ı Sermedî’nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mesud ibadı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört anâsır-ı maneviye olan hikmet, adalet, inayet, merhametin hakikatlerini nefyetmek ve o anâsır-ı zahiriye gibi görünen vücudlarını inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü şu bekasız dünya ve mâfîha, onların tam hakikatlerine mazhar olamadığı malûmdur.
Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde, güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, şu her şeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emaratı görünen adaleti inkâr etmek (Hâşiye<ref>Evet, adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünkü Üçüncü Hakikat’ta ispat edildiği gibi her şeyin istidat lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelal’den istediği bütün matlubatını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek, adaletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat’î vardır.<br />
İkinci kısım menfîdir ki haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını, tazip ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle, kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dib ve tâziyane-i tazip, gayet âlî bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.</ref>) ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzım geldiği gibi; şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef’al-i kerîmane ve ihsanat-ı rahîmanenin sahibini –hâşâ sümme hâşâ– sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir ki nihayetsiz muhal bir inkılab-ı hakaiktir. Hattâ her şeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak sofestaîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar.
Elhasıl, şu görünen şuunat, dünyadaki vüs’atli içtimaat-ı hayatiye ve süratli iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli ihtifalat ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait bu dünya-yı fânide kısa bir zamanda malûmumuz olan semerat-ı cüz’iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük dağa, bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz’iye vermeye benzer ki hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez.
Demek, şu mevcudat ve şuunat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, kat’iyen şehadet eder ki bu mevcudatın yüzleri âlem-i manaya müteveccihtir, münasip meyveleri orada veriyor ve gözleri esma-i kudsiyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sümbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor. İnsan, istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.
Evet, şu eşyanın esma-i İlahiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki mu’cize-i kudret olan her bir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var. Kelime-i hikmet olan her bir çiçeğin (Hâşiye<ref>Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?<br />
Elcevap: Çünkü onlar hem mu’cizat-ı kudretin en antikaları en hârikaları en nâzeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.</ref>) bir ağaç çiçekleri kadar manaları var ve o hârika-i sanat ve manzume-i rahmet olan her bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise o binler hikmetlerinden bir tek hikmettir ki vazifesi biter, manasını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir.
Madem bu fâni eşya, başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî suretler bırakır ve başka cihette ebedî manalar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, fânide bâkiye yol bulur.
Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat içinde başka maksat var. Temsilde kusur yoktur; şu ahval, taklit ve temsil için teşkil ve tertip edilen ahvale benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, dağılmalar yapılıyor. Tâ suretler alınsın, terkip edilsin, sinemada daim gösterilsin. Onun gibi bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye geçirmenin bir gayesi şudur ki suretler alınıp terkip edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfzedilsin. Tâ bir mecma-ı ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i a’zamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı gösterilsin. Demek, hadîs-i şerifte “Dünya âhiret mezraasıdır.” diye bu hakikati ifade ediyor.


Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inayet ve rahmet ve adalet var. Elbette dünyanın vücudu gibi kat’î olarak âhiret de var. Madem dünyada her şey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayı inkâr etmek demektir. Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.


([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#12._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası 2]])
([[Risale:10._Söz#Onuncu_Hakikat|Sözler, 10. Söz, 10. Hakikat]])
----
----
Hem madem gözümüzle, gündüz gibi hem nefsimizde hem etrafımızda bir '''rahmet-i âmme ve bir hikmet-i şâmile ve bir inayet-i daime müşahede ediyoruz ve dehşetli bir saltanat-ı rububiyet ve dikkatli bir adalet-i âliye ve izzetli icraat-ı celaliyenin âsârını ve cilvelerini görüyoruz.''' Hattâ bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet ve her bir insanın cihazatı ve hissiyatı ve kuvveleri adedince ihsanları, in’amları ona bağlamış bir rahmet ve kavm-i Nuh ve Hud ve Salih aleyhimüsselâm ve kavm-i Âd ve Semud ve Firavun gibi âsi milletlere tokat vuran ve en küçük bir zîhayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inayetli bir adalet ve [[Rum 25|{{Arabi|وَمِنْ اٰيَاتِهٖٓ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِهٖ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ}}]] âyeti, azametli bir îcaz ile der:


Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran mutî askerler, bir kumandanın çağırmasıyla silah başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi aynen öyle de bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatinde koca semavat ve küre-i arz, Sultan-ı Ezelî’nin askerlerine iki mutî kışla gibi ne vakit Hazret-i İsrafil aleyhisselâmın borusuyla o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağrılsa, derhal ceset libaslarını giyip dışarı fırlamalarını ispat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i ra’dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; elbette ve elbette ve her halde ve hiç şüphe getirmez ki:


([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#12._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası 2]])
Onuncu Söz’de ispatına binaen, o '''rahmet ve hikmet ve inayet ve adalet''' ve saltanat-ı sermediyenin gayet kat’î istedikleri dâr-ı âhiret ve daire-i haşir ve neşrin açılmamasıyla; o nihayetsiz cemal-i rahmet nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılab etmesi ve o hadsiz kemal-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesi ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere değişmesi ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalbolması ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye sukut etmesi ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve kemalât-ı rububiyeti acz ve kusur ile lekedar olması, hiçbir cihet-i imkânı yok; hiçbir akıl ihtimal vermez, yüz muhal içinde birden bulunur, daire-i imkân haricinde bâtıl ve mümtenidir.
 
Çünkü nâzenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalp gibi cihazatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i daimîye iştiyak hissini verdiği halde onu ebedî idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik ve onun yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faydalar taktığı halde onu dirilmemek üzere bütün cihazatını ve binler faydaları bulunan istidadatını âkıbetsiz bir ölümle faydasız, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün israf etmek ne derece hilaf-ı hikmet ve binler vaad ve ahidlerini yerine getirmemek ile –hâşâ– aczini ve cehlini göstermek, ne kadar o haşmet-i saltanata ve o kemal-i rububiyete zıttır, her zîşuur anlar. Bunlara kıyasen, inayet ve adaleti tatbik eyle.
 
([[Risale:11._Şuâ#Yedinci_Mesele|Şualar, 11. Şua, 7. Mesele]])
----
----
Ve keza görüyoruz ki: Sâni’-i Sermedî, Sultan-ı Ebedî, şu inhidama meyyal menzillerde ve zevale mahkûm meydanlarda öyle bir '''hikmet-i bâhirenin ve bir inayet-i zahirenin ve bir adalet-i âliyenin ve bir merhamet-i câmianın''' âsârını izhar ediyor ki kalbi paslanmamış, gözü kör olmamış bir insan, aynelyakîn ile anlar ki: O hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz. Ve o âsârı görünen inayetten daha ecmel bir inayet kabil değil. Ve o emaratı görünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur. Ve o semeratı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilemez.


=== ===
Öyle ise o sultanın memleketinde daimî mekânlar, sabit meskenler, daimî ve mukim sakinler bulunmazsa şu görünen '''hikmet, inayet, merhamet ve adaletin''', kalp ve fikir sahiplerince inkârları lâzım gelir. Ve aynı zamanda o ef’al-i hakîmane sahibinin –hâşâ– sefih, zalim olmasını istilzam eder. Bu ise hakikati zıddına kalbeden bir muhaldir.


([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#12._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası 2]])
([[Risale:Lasiyyemalar#33._Par.C3.A7a|Mesnevi-i Nuriye, Lasiyyemalar]])
----
----
Bütün mevcudatta görünen '''intizam-ı hikmet, tezyin-i inayet, taltif-i rahmet, tevzin-i adalet''', Sâni’-i Hakîm’in vücud ve vahdetine şahit oldukları gibi âhiretin ve saadet-i ebediyenin de icad ve vücudlarına delâlet ederler.


([[Risale:Lasiyyemalar#35._Par.C3.A7a|Mesnevi-i Nuriye, Lasiyyemalar]])


([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#12._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası 2]])
===Rahim, Kerim, Adil ve Hakim===
 
Bab-ı hikmet, inayet, rahmet, adalettir. '''İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'''’in cilvesidir.
 
([[Risale:10._Söz#Onuncu_Hakikat|Sözler, 10. Söz, 10. Hakikat]])
----
Bazı kere bir vecihle iki nazarla bakılsa hem Sâni’i hem haşri gösterir. Mesela, ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inayetin tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi; nasıl ki mahiyetlerine bakılsa, bir Sâni’-i '''Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'''’in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler.
 
([[Risale:10._Söz#On_.C4.B0kinci_Hakikat|Sözler, 10. Söz, 12. Hakikat]])
----
----
İsm-i Hakem ve ism-i Hakîm’in bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam ve ism-i Adl ve Âdil’in bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan ve ism-i Cemil ve Kerîm’in bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan ve ism-i Rab ve Rahîm’in bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in’am; bu daire-i a’zam-ı âlemde, her biri bir tek hakikat ve bir tek fiil olduklarından bir tek zatın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar.


([[Risale:30._Lem%27a#Birinci_N.C3.BCkte|Lemalar, 30. Lema, 1. Nükte]])
===Şark, Garb, Cenub, Şimal===
([[Risale:30._Lem%27a#Birinci_N.C3.BCkte|Lemalar, 30. Lema, 1. Nükte]])
----


=== ===


([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#12._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası 2]])
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#12._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası 2]])
373. satır: 437. satır:




([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#12._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası 2]])
----


([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#12._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası 2]])
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#12._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası 2]])

22.28, 10 Eylül 2021 tarihindeki hâli

Risale-i Nur'da

  • Üstad'ın Kur’an’dan istifade ettiği meslek ve meşrebinin dört esası olan acz, fakr, şefkat ve tefekkür
  • ve bu tarikin dört hatvesi
  • Rahman ve Rahim isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile olan fakr ile şükür, acz ile şefkat
  • fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak ve şevk-i mutlak
  • küre-i arzdaki mahlukatın tedbirine medar dört arş-ı İlahîsi olan toprak (turab), su (ma), nur ile nar ve hava
  • dört anâsır-ı maneviye olan hikmet, adalet, inayet, merhamet (veya rahmet)
  • Rahim, Kerim, Adil ve Hakim isimleri
  • şark, garb, cenub, şimal


... Tevhid haşir nübüvvet adalet/ibadet: Kur'anın dört esası Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail Sözler, mektubat... Ağaç nebat hayvan kuş Dört mezhep Dört imam Dört nevi amele 24. Söz Ve keza Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halketmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kàdir ve câmi' olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki; beşerin Dört kitap İncil vb. Evvel ahir zahir batın Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makam Nakşide 4 şeyi bırakmak o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılabat-ı acibeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra Subhanallahi velhamdülillahi vela ilahe ilaallahu vallahu Ekber Evet bütün onlar dört unsurdan mürekkebdir. Müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuza, azot, karbon gibi dünyayı tahkir edenler dört sınıftır: temessül, münkasım dört surete: Ya yalnız hüviyet; ya beraber hâsiyet; ya hüviyet hem şu'le-i mahiyet; ya mahiyet, hüviyet. Marifetullah, müşahedetullah vb Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "İrade, Zihin, His, Latîfe-i Rabbaniye": Herbirinin bir gayatü'l-gayatı var.

  -İradenin ibadetullahtır.
  -Zihnin marifetullahtır.
  -Hissin muhabbetullahtır.
  -Latîfenin müşahedetullahtır.
  İbadet-i kâmile dördünü tazammun

Ceziretü'l-Arab'da en ziyade revaçta dört şey idi: Birincisi:

  Belâgat ve fesahat.
  İkincisi:
  Şiir ve hitabet.
  Üçüncüsü:
  Kâhinlik ve gaibden haber vermek.

İhlâsın 4 düsturu Hulefayı Erbaa ebed yolunda o dört kafilenin refakatlerini hasen kafile-i enbiya ve taife-i sıddıkîn ve cemaat-i şüheda ve enva'-ı sâlihîn ve sınıf-ı tâbiîn; Nev'-i beşerin en yüksek, en müstakim, en sadık bu dört taifesi; Hamele-i Arş ve Semavat denilen melaikenin birinin ismi "Nesir" ve diğerinin ismi "Sevr" olarak dört melaikeyi, Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Tabiat risalesi: Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur sarfediliyorlar ki, "Dört nehir Cennet'ten geliyorlar." ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküb ediyor. hattâ bir tek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini Nev'-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, Kur'anda Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla "Lâ ilahe illallah" rüknüne denk tutulan "Muhammedürresulullah" bu asrımızın dört büyük şerli inkılablarına ve fırtınaları "Herbir âyetin mana mertebelerinde bir zahiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan herbirisinin (hadîsçe "şücûn ve gusûn" tabir edilen) füruatı, işaratı, dal ve budakları vardır." Süfyaniyetin dört rüknünden Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; keza insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünki hem nebatîdir, hem hayvanîdir, hem insanîdir, hem imanî. Tezkiye muamelesi bazan tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner. Bazan da yirmidört saat zarfında her dört tabakada muamele vaki' olur. İnsanı hata ve galata atan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir. Gayr-ı mütenahî berahininden dört bürhan-ı küllîyi îrad ediyoruz.

  Birinci Bürhan:
  Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Şu bürhan-ı neyyirimiz Şuâat'ta tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeamızda münevver bir mir'attır.
  İkinci Bürhan:
  Kitab-ı kebir ve insan-ı ekber olan kâinattır.
  Üçüncü Bürhan:
  Kitab-ı Mu'cizü'l-Beyan, Kelâm-ı Akdes'tir.
  Dördüncü Bürhan:
  Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyaratın mültekası vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur.

Marifet-i Sâni' denilen kemalât arşına uzanan mi'racların usûlü dörttür:

  Birincisi:
  Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.
  İkincisi:
  İmkân ve hudûsa mebni mütekellimînin tarîkıdır.
  Bu iki asıl, çendan Kur'andan teşa'ub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş, evhamdan masûn kalmamışlar.
  Üçüncüsü:
  Şübehat-âlûd hükema mesleğidir.
  Dördüncüsü ve en birincisi:
  Belâgat-ı Kur'aniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi'rac-ı Kur'anîdir.
  Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, talim, tasfiye, nazar-ı fikrî.

"Elhamdülillah" cümlesi, herbiri niam-ı esasiyeden birine işaret olmak üzere, Kur'anın dört suresinde tekerrür etmiştir. O nimetler de; neş'e-i ûlâ ile neş'e-i ûlâda beka, neş'e-i uhra ile neş'e-i uhrada beka nimetlerinden ibarettir. Ve aynı zamanda, i'caz-ı manevînin dört nev'inden bir nev'i, şu gaybî ihbarlardan tezahür eder. ondan sonra gelen dört büyük inkılabı gösteren dört cümle ile bürhan getirerek isbat etti; gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir. Hem dört vecihle dört nevi ibadet-i makbule hükmünde bulunan kitabetinde hem imanını kuvvetlendirmek, hem başkalarının imanlarını tehlikeden kurtarmasına çalışmak, hem hadîsin hükmüyle, bir saat tefekkür bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen tefekkür-ü imanîyi elde etmek ve ettirmek, hem hüsn-ü hattı olmayan ve vaziyeti çok ağır bulunan üstadına yardım etmekle hasenatına iştirak etmek gibi çok faideleri elde edebilir. Eğer Küre-i Arz'ın dört kıt'aları içinde Leylei kadr, Berat, mirac regaib Risale-i Nur şakirdleri bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. nasılki dört defa dehşetli zelzeleler, bize zulmen taarruzun mahrem dört risale, dört mahkeme beraetine ve serbestiyetine karar verdikleri ve medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcatı yerine, Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm'dır. dört-beş adamı mutlak vekil olan kâinatın her ferdi dört vazife ile muvazzaftır: Asya'nın hâkim-i evvel ve âhiri olan İslâmiyetin galebesi için dört-beş mukavemet-sûz kuvvetler ittifak ve ittihad etmektedirler. "Melaike-i Kiram maddeden mücerreddirler" red yolunda tasrih ediyor ki: "Melaike-i Kiram anasırdan mahluk ecsam-ı nuraniyedirler." Onlar fehmetmişler ki: Anasır dört oldukları, İslâmiyet'tendir. Acaba.. dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve muzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûl-ü İslâmiyeye taallukları yoktur, belki zahir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir. Evet dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet'le imtizac eden her bir madde, İslâmiyet'in anasırından olduğunu kabul etmek, unsur-u İslâmiyet'in hâsiyetini bilmemek demektir. Zira kitab ve sünnet ve icma' ve kıyas olan anasır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkib ve tevlid etmez.

  Elhasıl:
  Unsuriyet ve besatet ve erbaiyet, felsefenin bataklığındandır; şeriatın maden-i safîsinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin lisanlarına girdiğinden, bir mahmil-i sahih bulmuştur. Zira selef, "dörttür" dediklerinden murad, zahiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ı uzviyeyi teşkil eden müvellidülma ve müvellidülhumuza ve azot ve karbon.. yine dörttür.
  Eğer hür-fikirsen bu felsefenin şerrine bak: Nasıl ezhanı esaretle sefalete atmıştır. Âferin, hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki, o müstebid hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarıyla zîr ü zeber etmiştir.

mesalik-i nübüvvet dörttür. Beşincisi meşhur ve mesturdur. Şimdiye kadar noksaniyetimiz ve tedenniyatımız, sû'-i ahvalimiz dört sebebden gelmiş:

  1- Şeriat-ı garranın adem-i müraat-ı ahkâmından
  2- Bazı müdahinlerin keyfemayeşa sû'-i tefsirinden
  3- Zahirperest âlim-i cahilin veyahut cahil-i âlimin taassubat-ı nâ-be-mahallinden
  4- Sû'-i tali' cihetiyle ve sû'-i intihab tarîkıyla müşkilü't-tahsil olan Avrupa mehasinini terk ederek çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub ve mesavî-i medeniyeti tuti gibi takliddendir ki, bu netice-i seyyie zuhur ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini îfa etse, memur olmayan ilcaat-ı zamana muvafık sa'yetse, sefahete vakit bulamıyacaktır. Bu iki kısmın herhangisinde bir ferd, sefahete inhimak gösterdi ise, bu heyet-i içtimaiye içinde muzır bir mikrop suretine giriyor.

Nefsin Dört hastalığı İşte kalbe kabiliyet-i kabul verecek ve vicdanı iz'ana ihzar edecek dört esas var ki:

  Muktezî mevcuddur,
  Fâil muktedirdir,
  Mahall kabildir,
  Mani' yoktur.

Fusulu/mevasımı erbaa Aktabı Erbaa Cihatı Erbaa


bahisleri geçer.


Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Acz, Fakr, Şefkat, Tefekkür[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.

Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kāsır fehmimle Kur’an’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.

Evet, acz dahi aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki ubudiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider.

Fakr dahi Rahman ismine îsal eder.

Hem şefkat dahi aşk gibi belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder.

Hem tefekkür dahi aşk gibi belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki Hakîm ismine îsal eder.

(Mektubat, 29. Mektup, Zeyl)


Ruhu, feza-yı kâinatta beyne’l-ecram seyr-i seri ile seyahat ettirecek tarzda tulû eden manzume-i hakikat, bilhassa bizler için büyük mazhariyettir. Tarîk-ı Nakşî hakkındaki fıkraya mukabil “tarîk-ı acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür”ün hesabına tulû eden fıkra da pek çok kıymetli bir cevherdir. Bu Sözler altın ile yazılsa lâyık iken nâkıs hattımla istinsah ettim. O halde kıymeti, âciz bir talebenizin yadigârı olmasındadır.

Hulusi

(Barla Lahikası)


Her ferd-i mü’min, derece-i fehim ve zevkine göre, aslında güzel olan bir şeyi tarif eder. Acz ve fakrdaki lezzet, şefkat ve tefekkürdeki ulviyet; hakikaten hiçbir şeyle kabil-i kıyas değilmiş.

(Barla Lahikası)


Bu mektubunuzda Yirmi Altıncı Söz’ün Zeyli’nde bahis buyurulan ve alâ kadri’t-tâka hükmüne tevfik-i harekete çalıştığım yol ki acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkıdır. Aziz ve muhterem Üstadımın tarif ve tavsiye ve irşad buyurdukları kestirme, Kur’anî ve nurani caddedir. İnşâallah bu yoldan dönmem. Temenni ederim ki hiç eksilmeyen ve vazife namı altında uhdeme tevdi edilen işler, bu sene duanızla ve hayırlısıyla biraz azalır da hakiki hizmete daha ziyade çalışırım. وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفٖيقُ

Hulusi

(Barla Lahikası)


Bütün Risale-i Nur eserleri ve mektupları ve Üstadımızın bütün hayatı en kat’î delildir ki o aziz zat bütün gayretini, bütün hizmetini Hak uğrunda ve yalnız Hak için yapmış ve yalnız Hakk’ın hatırı için konuşmuş. O sureta ehl-i vukuf, Nur Külliyatı’ndan yalnız küçük bir cüzünü okumakla ve dinsizlikte taassup göstererek illâ ki bir suç isnad edebilmek için bu iftirayı savurmuşlar. Halbuki o aziz zat, Risale-i Nur dersini izah ederken diyor: En büyük dersimiz; acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür.

...

Eskişehir Nur talebelerinden

Yaşar, Osman Toprak, Ahmed, Osman, Ceylan, Şükrü, Bayram, Sungur, Hüsnü

(Emirdağ Lahikası-2)

Fakr, Şükr, Acz, Şefkat Tarikinin Dört Hatvesi[değiştir]

Şu tarîk, hafî tarîkler misillü “Letaif-i Aşere” gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi “Nüfus-u Seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar değil belki dört hatveden ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın, acz ve fakr ve kusurunu Cenab-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Birinci hatveye فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ediyor.

İkinci hatveye وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti işaret ediyor.

Üçüncü hatveye مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti işaret ediyor.

Dördüncü hatveye كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ âyeti işaret ediyor.

Şu dört hatvenin kısa bir izahı şudur ki:

Birinci hatvede فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ettiği gibi: Tezkiye-i nefis etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki evvela ve bizzat yalnız zatını sever, başka her şeyi nefsine feda eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakiki’nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarf ederek مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.

İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

İkinci hatvede وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiği gibi: Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse başkasına verir. Fena ve zevali görse kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmarenin muktezasıdır.

Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.

Üçüncü hatvede مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği gibi: Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahir ve ucbe girer. Bu hatvede nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahir yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir.

Şu mertebede tezkiyesi قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.

Dördüncü hatvede كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ dersini verdiği gibi: Nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mabud’una karşı adâvetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur.

Hakikat şöyledir ki: Her şey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, ma’dumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibarıyla şahittir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.

Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakiki’den gaflet etse yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakiki’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’u bulan, her şeyi bulur.

Hâtime

Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı; hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur’an’ın hikmetine dair olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker fakat maşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakiki’ye gider.

Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane davaları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki haddinden fazla geçsin.

Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünkü kâinatı ehl-i vahdetü’l-vücud gibi huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُوَ demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur’an affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; her şeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.

Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mana-yı ismiyle bakmamaktır.

(Mektubat, 29. Mektup, Zeyl)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Acz de aşk gibi Allah’a îsal eden yollardan biridir. Amma acz yolu, aşktan daha kısa ve daha selâmettir.

Ehl-i sülûk, tarîk-ı hafâda letaif-i aşere üzerine, tarîk-i cehrde nüfus-u seb’a üzerine sülûk etmişlerdir. Bu fakir, âciz ise dört hatveden ibaret hem kısa hem sehil bir tarîkı, Kur’an’ın feyzinden istifade etmiştir.

Birinci hatve فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ âyetinden

İkinci hatveyi وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyetinden

Üçüncü hatveyi مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyetinden

Dördüncü hatveyi كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ âyetinden ahzetmiştir. Bunların izahı:

Birinci Hatve

İnsan, yaratılışında kendi nefsine muhib olarak yaratılmıştır. Hattâ bizzat nefsi kadar bir şeye sevgisi yoktur. Kendisini ancak Mabud’a lâyık senalar ile medhediyor. Nefsini bütün ayıplardan, kusurlardan tenzih etmekle, –haklı olsun haksız olsun– kemal-i şiddetle müdafaa ediyor. Hattâ Cenab-ı Hakk’ı hamd ü sena için kendisinde yaratılan cihazatı, kendi nefsine hamd ü sena için sarf ediyor ve مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ deki مَنْ şümulüne dâhil oluyor. Bu mertebede nefsin tezkiyesi ancak adem-i tezkiyesiyle olur.

İkinci Hatve

Nefis hizmet zamanında geri kaçar. Ücret vaktinde ileri safa hücum ediyor. Bu mertebede onun tezkiyesi, yaptığı fiili aksetmekle olur. Yani işe, hizmete ileriye sevk edilmeli; ücret tevziinde geriye bırakılmalıdır.

Üçüncü Hatve

Kendi nefsinde, torbasında; kusur, naks, acz, fakrdan maada bir şeyi bırakmamalıdır. Bütün mehasin, iyilikler, Fâtır-ı Hakîm tarafından in’am edilen nimetler olup hamdi iktiza eder. Fahri istilzam etmediklerini itikad ve telakki edilmelidir. Bu mertebede onun tezkiyesi; kemalinin adem-i kemalinde, kudretinin aczinde, gınasının fakrında olduğunu bilmekten ibarettir.

Dördüncü Hatve

Kendisi istiklaliyet halinde fâni, hâdis, ma’dum olduğunu ve esma-i İlahiyeye âyinedarlık ettiği halde şahit, meşhud, mevcud olduğunu bilmekten ibarettir. Bu mertebede onun tezkiyesi; vücudunda ademini, ademinde vücudunu bilmekle لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ yü kendisine vird ittihaz etmektir.

Ve keza vahdetü’l-vücud ehli, kâinatı nefyetmekle idam ediyorlar. Vahdetü’ş-şuhud halkı ise bütün mevcudatı –kürek cezalılar gibi– nisyan zindanında ebedî hapse mahkûm ediyorlar.

Kur’an’ın ifham ettiği tarîk; kâinatı, mevcudatı hem idamdan hem hapisten kurtarır. Esma-i hüsnaya mazhariyetle âyinedarlık etmek gibi vazifelerde istihdam ediyor. Fakat kâinatı, istiklaliyetten ve kendi hesabına çalışmaktan azlediyor.

Ve keza insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünkü hem nebatîdir hem hayvanîdir hem insanîdir hem imanî. Tezkiye muamelesi bazen tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner. Bazen de yirmi dört saat zarfında her dört tabakada muamele vaki olur. İnsanı hata ve galata atan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir. خُلِقَ لَنَا مَا فِى الْاَرْضِ جَمٖيعًا ya istinaden insaniyetin mide-i hayvaniye ve nebatiyeye münhasır olduğunun zannıyla galat ediyor. Sonra bütün gayelerin nefsine ait olduğunun hasrıyla galat ediyor. Sonra her şeyin kıymeti, menfaati nisbetinde olduğunun takdiriyle galat ediyor. Hattâ Zühre yıldızını kokulu bir zühreye mukabil almaz. Çünkü kendisine menfaati dokunmuyor.

(Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale)

Fakr, Şükr, Acz, Şefkat[değiştir]

بِاسْمِهٖ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ isimleri بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ e girdiklerinin ve her mübarek şeyin başında zikredilmelerinin çok hikmetleri var. Onların beyanını başka vakte ta’likan, şimdilik kendime ait bir hissimi söyleyeceğim:

Kardeşim ben اَلرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hâcat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükür, acz ile şefkattir. Yani ubudiyet ve iftikardır.

(Mektubat, 8. Mektup)

Acz, Fakr, Şevk, Şükr[değiştir]

İkincisi: Tarîk-ı Nakşî hakkında denilen:

Der tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:

Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk

olan fıkra-i rânâ birden hatıra geldi. O hatıra ile beraber, birden şu fıkra tulû etti:

Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:

Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!

(Mektubat, 4. Mektup)


Elhasıl: En a’lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-ı ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki o dört esas şöyle tabir edilmiş:

“Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:

Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz.”

(Mektubat, 28. Mektup, 5. Mesele)

Toprak, Su, Nar ile Nur, Hava[değiştir]

Eğer farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultan-ı Sermedî’nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mesud ibadı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört anâsır-ı maneviye olan hikmet, adalet, inayet, merhametin hakikatlerini nefyetmek ve o anâsır-ı zahiriye gibi görünen vücudlarını inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü şu bekasız dünya ve mâfîha, onların tam hakikatlerine mazhar olamadığı malûmdur.

(Sözler, 10. Söz, 10. Hakikat)


İşte bak, şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata eden yeknesak unsurlar, madenler var (Hâşiye[1]). Âdeta memleketten çıkan her şey, o maddelerden yapılıyor. Demek, o maddeler kimin mülkü ise bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise mahsulat da onundur. Deniz kimin ise içindekiler de onundur.

(Sözler, 22. Söz, 1. Makam, 8. Burhan)


Çünkü nasıl toprak; suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır. Fakat masnuat-ı İlahiyenin bütün envaına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin manen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye; sırr-ı câmiiyet itibarıyla, tezekki etmek şartıyla bütün letaif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; öyle de cismaniyet, en câmi’ en muhit en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esma-i İlahiyedir.

(Sözler, 28. Söz, 1. Sual)


Ve mahlukat-ı arzıyeyi rububiyeti noktasında, havayı emir ve iradesine bir nevi arş ve nur unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş ve suyu ihsan ve rahmetine başka bir arş ve toprağı hıfz ve ihyasına bir çeşit arş yapmış. O arşlardan üçünü, mahlukat-ı arzıye üstünde gezdiriyor.

(Mektubat, 24. Mektup, 2. Makam, 2. Mebhas, 5. İşaret)


...hem dört unsur denilen su, hava, nâr, toprak (türab) ile beraber, “mevalid-i selâse” denilen maadin, nebatat ve hayvanatın yedi tabakaları ve yedi kat âlemleri...

(Lem'alar, 12. Lema, 2. Sual)


Hem hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istila edici, intizamsız, her yere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan getirmesiyle, senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.

(Şualar, 3. Şua, 3. Fıkra)


...birden hayalime hususi dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil oldular. Her bir dil, milyarlar hattâ trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ kelimelerini lisan-ı hal ile söylüyorlar; hayalen gördüm.

Bu unsurlardan toprak unsuru bir dil olarak bütün zîhayatların her biri bir kelime-i zîhayat olup اَلتَّحِيَّاتُ derler. Çünkü her bir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe olabilir bir vaziyettedir. O halde her bir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince manevî küçücük mikyasta fabrikalar –her bir avuç toprakta– bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız. Veyahut bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak.

Demek toprak unsuru, bütün eczası ile ve zerratı ile bu mazhariyet için hadsiz اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der. Yani ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a hastır.

Sonra herkesin hususi dünyasındaki gibi benim de hususi dünyamın ikinci unsuru olan su unsuru dahi küllî bir lisan olarak bütün zerratı ile hususan zîhayatların menşelerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلْمُبَارَكَاتُ kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor.

Çünkü suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acib ve güzel ve hârika o küçücük mahlukların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile bârekellah dediren ve hadsiz bârekellah, mâşâallah dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri; o su unsurunun her bir zerresinin binler Eflatun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise suyun zerratı adedince muhaldir.

Öyle ise bir Kadîr-i Zülcelal’in ve bir Rahman-ı Rahîm’in hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o mübareklerin, o hadsiz mu’cizata mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlukat namına, Mi’rac Gecesinde, netice-i hilkat-i âlem olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ demiş. Yani bütün bu medar-ı tebrik ve mâşâallah ve bârekellah dediren bütün haletler ve sanatlar Zat-ı Zülcelal’in kudretine mahsus olduğundan, bütün o hadsiz اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ leri Cenab-ı Hakk’a, huzuruyla hediye ediyor.

Sonra herkesin hususi dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar her bir avuç havadaki her bir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni’lerine, Hâlık’larına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Cenab-ı Hakk’a اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ diye takdim etmiştir. Yani “Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı külli şey’e mahsustur.”

Çünkü “Hüve Nüktesi”nin hâşiyesinde denildiği gibi: Ya hüve kadar bir avuç havanın her bir zerresi, umum dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın uzak her şeyi işitecek ve her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlaka ve irade-i tammeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhal olmasından, elbette ve elbette şüphesiz ve kat’î bir zaruretle o zerrelerin her biri, Sâni’-i Hakîm’i bütün sıfâtıyla gösterip şehadet eder. Âdeta küçük bir mikyasta âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.

Demek, zerrat-ı havaiye adedince salavatları ifade eden, mi’rac-ı Ahmedî aleyhissalâtü vesselâmda اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ denilmiştir.

Sonra اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden nâr ile nur unsuru yani hararetli ve hararetsiz maddî ve manevî nur unsuru bir küllî dil olarak hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile hadsiz diller ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ diyor.

Yani “Bütün güzel sözler, güzel manalar, hârika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî esma-i hüsnanın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlukatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş’et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ sırrı ile arş-ı a’zam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç adet yüzünden gayet güzel olan esma-i İlahiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve manevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla ezel ebed sultanı Kadîr-i Zülcelal’e mahsustur.” diye nâr ve nur unsurunun bu küllî dili ile bu küllî ubudiyeti, Mabud-u Zülcelal’e takdim etmek manasında olarak Fahr-i kâinat aleyhissalâtü vesselâm umum mahlukat hesabına اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.

Çünkü maddî ve manevî nur unsuru, mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber hem ayrı ayrı Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a işaret ve şehadet ettikleri milyarlar numuneleri var.

Evet, nur ve nâr unsuru toprak, hava ve mâ unsurları gibi gayet kat’î ve bedihî ve zarurî bir surette o numunelerle gösteriyor ki: Bütün esbab yalnız bir perdedir. Bütün icadlar ve tesirler, Zat-ı Kadîr-i Zülcelal’indir. Çünkü nur, aynen vücud ve hayat gibi kudret-i İlahiyenin perdesiz bizzat mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zahirî hiçbir cihette perde olmadığından vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gayet cüz’î ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder ki “Hüve Nüktesi” hâşiyeleriyle bunu gayet kısaca ispat ediyor.

...

Evet, nur ve nâr unsuru toprak, hava ve mâ unsurları gibi gayet kat’î ve bedihî ve zarurî bir surette o numunelerle gösteriyor ki: Bütün esbab yalnız bir perdedir.

(Emirdağ Lahikası 2)


...bütün mevcudat ve zîhayat cemaatinin dualarına ve tevhiddeki davalarına iştirak suretiyle hususan toprak, hava, su ve nur unsurları birer dil olmasıyla topraktan çıkan bütün hayat hediyeleri ve sudan mübarekât ve tebrikat ve havadan şükür ve ibadetin temessülleri ve nur unsurundan maddî ve manevî tayyibatlar, güzellikler tarzında,...

(Emirdağ Lahikası 2)

Hikmet, Adalet, İnayet, Merhamet (veya Rahmet)[değiştir]

Onuncu Hakikat

Bab-ı hikmet, inayet, rahmet, adalettir. İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki: Şu bekasız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inayet ve bu derece kāhir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü’l-mülki Zülcelal’in daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahluklar bulunmayıp şu görünen hikmet, inayet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?

Hem hiç kabil midir ki o Zat-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlukat içinde kendine küllî muhatap ve câmi’ bir âyine yapıp bütün hazain-i rahmetinin müştemilatını ona tattırsın hem tarttırsın hem tanıttırsın, kendini bütün esmasıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin, o daimî saadetgâha davet edip mesud etmesin?

Hem hiç makul mudur ki hattâ çekirdek kadar her bir mevcuda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin? Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gaye yapsın? Ve bunları, âlem-i manaya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın? Tâ hakiki ve lâyık gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifalat-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın. Onların yüzünü âlem-i manaya, âlem-i âhirete çevirmesin? Tâ asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin.

Evet, hiç mümkün müdür ki bu şeyleri böyle hilaf-ı hakikat yapmakla kendi evsaf-ı hakikiyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in zıtlarıyla –hâşâ sümme hâşâ– muttasıf gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatın hakaikini tekzip etsin, bütün mevcudatın şehadetlerini reddetsin, bütün masnuatın delâletlerini iptal etsin?

Hem hiç akıl kabul eder mi ki insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin, adalet-i hakikiyesine zıt olarak ve hikmet-i hakikiyesine münafî, manasız iş yapsın?

Hem hiç mümkün müdür ki bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca her bir zîhayata, belki lisan gibi her bir uzvuna, belki her bir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu ispat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terk ederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün ve kendini o zata benzetsin ki öyle bir saray yapar, her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler ziynetler ve her bir menzilinde binler kıymettar âlât ve levazımat-ı beytiye bulundursun da sonra ona dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ! Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez.

Evet, her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı ibtila, meşher-i eşya gibi seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Suretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde; intizamca, acayipçe, Sâni’in kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer.

Hem görecek ki o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizamatı, o derece zahir bir inayetin işaratı, o mertebe kāhir bir adaletin emaratı, o derece vâsi bir merhametin semeratını görecek. Basîretsiz olmamak şartıyla yakînen bilecek ki o hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârı görünen inayetten daha ecmel bir inayet kabil değil ve o emaratı görünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur ve o semeratı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez.

Eğer farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultan-ı Sermedî’nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mesud ibadı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört anâsır-ı maneviye olan hikmet, adalet, inayet, merhametin hakikatlerini nefyetmek ve o anâsır-ı zahiriye gibi görünen vücudlarını inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü şu bekasız dünya ve mâfîha, onların tam hakikatlerine mazhar olamadığı malûmdur.

Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde, güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, şu her şeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emaratı görünen adaleti inkâr etmek (Hâşiye[2]) ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzım geldiği gibi; şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef’al-i kerîmane ve ihsanat-ı rahîmanenin sahibini –hâşâ sümme hâşâ– sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir ki nihayetsiz muhal bir inkılab-ı hakaiktir. Hattâ her şeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak sofestaîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar.

Elhasıl, şu görünen şuunat, dünyadaki vüs’atli içtimaat-ı hayatiye ve süratli iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli ihtifalat ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait bu dünya-yı fânide kısa bir zamanda malûmumuz olan semerat-ı cüz’iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük dağa, bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz’iye vermeye benzer ki hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez.

Demek, şu mevcudat ve şuunat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, kat’iyen şehadet eder ki bu mevcudatın yüzleri âlem-i manaya müteveccihtir, münasip meyveleri orada veriyor ve gözleri esma-i kudsiyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sümbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor. İnsan, istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.

Evet, şu eşyanın esma-i İlahiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki mu’cize-i kudret olan her bir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var. Kelime-i hikmet olan her bir çiçeğin (Hâşiye[3]) bir ağaç çiçekleri kadar manaları var ve o hârika-i sanat ve manzume-i rahmet olan her bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise o binler hikmetlerinden bir tek hikmettir ki vazifesi biter, manasını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir.

Madem bu fâni eşya, başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî suretler bırakır ve başka cihette ebedî manalar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, fânide bâkiye yol bulur.

Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat içinde başka maksat var. Temsilde kusur yoktur; şu ahval, taklit ve temsil için teşkil ve tertip edilen ahvale benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, dağılmalar yapılıyor. Tâ suretler alınsın, terkip edilsin, sinemada daim gösterilsin. Onun gibi bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye geçirmenin bir gayesi şudur ki suretler alınıp terkip edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfzedilsin. Tâ bir mecma-ı ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i a’zamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı gösterilsin. Demek, hadîs-i şerifte “Dünya âhiret mezraasıdır.” diye bu hakikati ifade ediyor.

Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inayet ve rahmet ve adalet var. Elbette dünyanın vücudu gibi kat’î olarak âhiret de var. Madem dünyada her şey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayı inkâr etmek demektir. Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.

(Sözler, 10. Söz, 10. Hakikat)


Hem madem gözümüzle, gündüz gibi hem nefsimizde hem etrafımızda bir rahmet-i âmme ve bir hikmet-i şâmile ve bir inayet-i daime müşahede ediyoruz ve dehşetli bir saltanat-ı rububiyet ve dikkatli bir adalet-i âliye ve izzetli icraat-ı celaliyenin âsârını ve cilvelerini görüyoruz. Hattâ bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet ve her bir insanın cihazatı ve hissiyatı ve kuvveleri adedince ihsanları, in’amları ona bağlamış bir rahmet ve kavm-i Nuh ve Hud ve Salih aleyhimüsselâm ve kavm-i Âd ve Semud ve Firavun gibi âsi milletlere tokat vuran ve en küçük bir zîhayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inayetli bir adalet ve وَمِنْ اٰيَاتِهٖٓ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِهٖ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ âyeti, azametli bir îcaz ile der:

Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran mutî askerler, bir kumandanın çağırmasıyla silah başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi aynen öyle de bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatinde koca semavat ve küre-i arz, Sultan-ı Ezelî’nin askerlerine iki mutî kışla gibi ne vakit Hazret-i İsrafil aleyhisselâmın borusuyla o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağrılsa, derhal ceset libaslarını giyip dışarı fırlamalarını ispat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i ra’dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; elbette ve elbette ve her halde ve hiç şüphe getirmez ki:

Onuncu Söz’de ispatına binaen, o rahmet ve hikmet ve inayet ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin gayet kat’î istedikleri dâr-ı âhiret ve daire-i haşir ve neşrin açılmamasıyla; o nihayetsiz cemal-i rahmet nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılab etmesi ve o hadsiz kemal-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesi ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere değişmesi ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalbolması ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye sukut etmesi ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve kemalât-ı rububiyeti acz ve kusur ile lekedar olması, hiçbir cihet-i imkânı yok; hiçbir akıl ihtimal vermez, yüz muhal içinde birden bulunur, daire-i imkân haricinde bâtıl ve mümtenidir.

Çünkü nâzenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalp gibi cihazatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i daimîye iştiyak hissini verdiği halde onu ebedî idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik ve onun yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faydalar taktığı halde onu dirilmemek üzere bütün cihazatını ve binler faydaları bulunan istidadatını âkıbetsiz bir ölümle faydasız, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün israf etmek ne derece hilaf-ı hikmet ve binler vaad ve ahidlerini yerine getirmemek ile –hâşâ– aczini ve cehlini göstermek, ne kadar o haşmet-i saltanata ve o kemal-i rububiyete zıttır, her zîşuur anlar. Bunlara kıyasen, inayet ve adaleti tatbik eyle.

(Şualar, 11. Şua, 7. Mesele)


Ve keza görüyoruz ki: Sâni’-i Sermedî, Sultan-ı Ebedî, şu inhidama meyyal menzillerde ve zevale mahkûm meydanlarda öyle bir hikmet-i bâhirenin ve bir inayet-i zahirenin ve bir adalet-i âliyenin ve bir merhamet-i câmianın âsârını izhar ediyor ki kalbi paslanmamış, gözü kör olmamış bir insan, aynelyakîn ile anlar ki: O hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz. Ve o âsârı görünen inayetten daha ecmel bir inayet kabil değil. Ve o emaratı görünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur. Ve o semeratı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilemez.

Öyle ise o sultanın memleketinde daimî mekânlar, sabit meskenler, daimî ve mukim sakinler bulunmazsa şu görünen hikmet, inayet, merhamet ve adaletin, kalp ve fikir sahiplerince inkârları lâzım gelir. Ve aynı zamanda o ef’al-i hakîmane sahibinin –hâşâ– sefih, zalim olmasını istilzam eder. Bu ise hakikati zıddına kalbeden bir muhaldir.

(Mesnevi-i Nuriye, Lasiyyemalar)


Bütün mevcudatta görünen intizam-ı hikmet, tezyin-i inayet, taltif-i rahmet, tevzin-i adalet, Sâni’-i Hakîm’in vücud ve vahdetine şahit oldukları gibi âhiretin ve saadet-i ebediyenin de icad ve vücudlarına delâlet ederler.

(Mesnevi-i Nuriye, Lasiyyemalar)

Rahim, Kerim, Adil ve Hakim[değiştir]

Bab-ı hikmet, inayet, rahmet, adalettir. İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in cilvesidir.

(Sözler, 10. Söz, 10. Hakikat)


Bazı kere bir vecihle iki nazarla bakılsa hem Sâni’i hem haşri gösterir. Mesela, ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inayetin tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi; nasıl ki mahiyetlerine bakılsa, bir Sâni’-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler.

(Sözler, 10. Söz, 12. Hakikat)


İsm-i Hakem ve ism-i Hakîm’in bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam ve ism-i Adl ve Âdil’in bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan ve ism-i Cemil ve Kerîm’in bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan ve ism-i Rab ve Rahîm’in bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in’am; bu daire-i a’zam-ı âlemde, her biri bir tek hakikat ve bir tek fiil olduklarından bir tek zatın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar.

(Lemalar, 30. Lema, 1. Nükte)

Şark, Garb, Cenub, Şimal[değiştir]

(Lemalar, 30. Lema, 1. Nükte)



(Emirdağ Lahikası 2)



(Emirdağ Lahikası 2)


(Emirdağ Lahikası 2)



[değiştir]

(Emirdağ Lahikası 2)



(Emirdağ Lahikası 2)



[değiştir]

(Emirdağ Lahikası 2)



(Emirdağ Lahikası 2)


[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

[değiştir]

(Emirdağ Lahikası-1)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. Unsurlar, madenler ise pek çok muntazam vazifeleri bulunan ve izn-i Rabbanî ile her muhtacın imdadına koşan ve emr-i İlahî ile her bir yere giren, meded veren ve hayatın levazımatını yetiştiren ve zîhayatı emziren ve masnuat-ı İlahiyenin nescine, nakşına menşe ve müvellid ve beşik olan hava, su, ziya, toprak unsurlarına işarettir.
  2. Evet, adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünkü Üçüncü Hakikat’ta ispat edildiği gibi her şeyin istidat lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelal’den istediği bütün matlubatını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek, adaletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat’î vardır.
    İkinci kısım menfîdir ki haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını, tazip ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle, kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dib ve tâziyane-i tazip, gayet âlî bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.
  3. Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?
    Elcevap: Çünkü onlar hem mu’cizat-ı kudretin en antikaları en hârikaları en nâzeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.