Mü'minun 14

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Ayet: Mü'minun 13Mü'minun SuresiMü'minun 15: Sonraki Ayet

Meali: 14- Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.

Kur'an'daki Yeri: 18. Cüz, 341. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Kur’an kâh olur, mahlukat-ı İlahiyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki sonra o âyine-misal tertibinden cilvesi bulunan esma-i İlahiyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-ı mezkûre, elfazdır. Şu esma onun manaları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar

Mesela

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ طٖينٍ

ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فٖى قَرَارٍ مَكٖينٍ

ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

İşte Kur’an, hilkat-i insanın o acib, garib, bedî’, muntazam, mevzun etvarını öyle âyine-misal bir tarzda zikredip tertip ediyor ki فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ vahyin bir kâtibi şu âyeti yazarken daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. “Acaba bana da mı vahiy gelmiş?” zannında bulunmuş. Halbuki evvelki kelâmın kemal-i nizam ve şeffafiyetidir ve insicamıdır ki o kelâm gelmeden kendini göstermiştir.

(25. Söz)


Umum ehl-i dalaletin vekili, ikinci sualine (Hâşiye[1]) karşı, kat’î ve mukni ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir sual ediyor.

Diyor ki: Kur’an’da

اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ

gibi kelimat; başka hâlıklar, râhimler bulunduğunu iş’ar eder.

Hem diyorsunuz ki: Hâlık-ı âlem’in nihayetsiz kemalâtı var. Bütün enva-ı kemalâtın en nihayet mertebelerini câmi’dir. Halbuki eşyanın kemalâtı, ezdad ile bilinir; elem olmazsa lezzet bir kemal olmaz, zulmet olmazsa ziya tahakkuk etmez, firak olmazsa visal lezzet vermez ve hâkeza?

Elcevap: Birinci şıkka beş işaret ile cevap veririz:

Birinci İşaret[değiştir]

Kur’an baştan başa tevhidi ispat ettiği ve gösterdiği için bir delil-i kat’îdir ki Kur’an-ı Hakîm’in o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ demesi, “Hâlıkıyet mertebelerinin en ahsenindedir.” demektir ki başka hâlık bulunduğuna hiç delâleti yok. Belki hâlıkıyetin sair sıfatlar gibi çok meratibi var. اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ demek, “Meratib-i hâlıkıyetin en güzel, en münteha mertebesinde bir Hâlık-ı Zülcelal’dir.” demektir.

İkinci İşaret[değiştir]

اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ gibi tabirler, hâlıkların taaddüdüne bakmıyor. Belki mahlukıyetin envaına bakıyor. Yani “Her şeyi, her şeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Hâlık’tır.” Nasıl ki şu manayı اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ gibi âyetler ifade eder.

Üçüncü İşaret[değiştir]

اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

اَللّٰهُ اَكْبَرُ

خَيْرُ الْفَاصِلٖينَ

خَيْرُ الْمُحْسِنٖينَ

gibi tabirattaki muvazene, Cenab-ı Hakk’ın vakideki sıfât ve ef’ali, sair o sıfât ve ef’alin numunelerine mâlik olanlarla muvazene ve tafdil değildir. Çünkü bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan kemalât, onun kemaline nisbeten zayıf bir gölgedir; nasıl muvazeneye gelebilir? Belki muvazene, insanların ve bâhusus ehl-i gafletin nazarına göredir.

Mesela nasıl ki bir nefer, onbaşısına karşı kemal-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de yine teşekküratını onbaşıya veriyor. İşte böyle bir nefere karşı denilir: “Yahu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et.” Şimdi şu söz, vakideki padişahın haşmetli hakiki kumandanlığıyla, onbaşısının cüz’î, surî kumandanlığını muvazene değil; çünkü o muvazene ve tafdil, manasızdır. Belki neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibatına göredir ki onbaşısını tercih eder, teşekküratını ona verir, yalnız onu sever.

İşte bunun gibi hâlık ve mün’im tevehhüm olunan zahirî esbab, ehl-i gafletin nazarında Mün’im-i Hakiki’ye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, nimet ve ihsanı, onlardan bilir. Medh ü senalarını, onlara verir. Kur’an der ki: “Cenab-ı Hak daha büyüktür, daha güzel bir Hâlık’tır, daha iyi bir Muhsin’dir. Ona bakınız, ona teşekkür ediniz.”

Dördüncü İşaret[değiştir]

Muvazene ve tafdil, vaki mevcudlar içinde olduğu gibi imkânî, hattâ farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasıl ki ekser mahiyetlerde, müteaddid meratib bulunur. Öyle de esma-i İlahiye ve sıfât-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de akıl itibarıyla hadsiz meratib bulunabilir. Halbuki Cenab-ı Hak, o sıfât ve esmanın mümkün ve mutasavver bütün meratibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemalâtıyla bu hakikate şahittir. ‌لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى‌ bütün esmasını ahseniyet ile tavsif, şu manayı ifade ediyor.

Beşinci İşaret[değiştir]

Şu muvazene ve müfadale, Cenab-ı Hakk’ın mâsivaya mukabil değil belki iki nevi tecelliyat ve sıfâtı var.

Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumî suretinde tasarrufatıdır.

İkincisi: Ehadiyet sırrıyla; perdesiz, doğrudan doğruya, hususi bir teveccüh ile tasarruftur. İşte ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyası ise vesait ve esbabın mezahiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyasından daha büyük daha güzel daha yüksektir, demektir.

Mesela, nasıl bir padişahın –fakat veli bir padişahın– ki umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farz ediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki çeşittir. Birisi: Umumî bir kanunla, zahirî memurların ve kumandanların suretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır. İkincisi: Umumî kanunla değil ve zahirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanat-ı şahanesi ve icraatı daha güzel, daha yüksek denilebilir.

Öyle de Sultan-ı ezel ve ebed olan Hâlık-ı kâinat, çendan vesait ve esbabı icraatına perde yapmış, haşmet-i rububiyetini göstermiş. Fakat ibadının kalbinde hususi bir telefon bırakmış ki esbabı arkada bırakıp, doğrudan doğruya ona teveccüh etmek için ubudiyet-i hâssa ile mükellef edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deyiniz, diye kâinattan yüzlerini kendine çevirir.

İşte

اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ

اَللّٰهُ اَكْبَرُ

maânîsi, şu manaya da bakıyor.

(32. Söz)


Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz: Şu dağlar üstünde durmuş olan şehbazi

Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i a’zama, Muhammedü’l-Hâşimî (asm) davet eder insanı âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

Bulutları da yırtmış, bak bu hüda dağlarına. Semavata ser çekmiş, bak şeriat cibaline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.

İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziya, nesîm orada; nur u cemal orada. İşte buradadır Uhud-u Tevhid, o cebel-i azizi.

İşte şuradadır Cûdi-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebelü’l-Kamer olan Kur’an-ı Ezher, zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. İç o âb-ı lezizi!..

فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

وَ اٰخِرُ دَعْوٰينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

(Lemeat, Sözler)


Bedîüzzaman, arz ve semavattaki mevcudatı, hayret ve istihsanla temaşa eder. Kırlarda ve dağlarda hususan bahar mevsiminde çok gezinti yapar. O seyrangâhlarda zihnen meşguliyet ve dakik bir tefekkür ve daimî bir huzur halindedir. Ağaç ve nebatat ve çiçekleri

مَا شَاءَ اللّٰهُ بَارَكَ اللّٰهُ

فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

“Ne güzel yaratılmışlar.” diyerek ibret nazarıyla onları seyreder, kâinat kitabını okur. Her aza ve hâsseleri gibi gözünü de daima Cenab-ı Hak hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübarek arısı derecesindedir.

(Lemeat, Sözler)


Senin ikinci sualin olan, mana-yı ismî ile mana-yı harfînin bahsi ise ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatin Sözler ve Mektubatlar namındaki risalelerinde temsilatla kâfi beyanat vardır. Senin gibi zeki ve müdakkik bir zata karşı, fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineye şişe için bakarsan, şişeyi kasden görürsün, içinde Re’fet’e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re’fet’i kasden görürsün. فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ dersin. Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir.

(Barla Lahikası)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  1. İkinci Maksat’ın başındaki sual demektir. Yoksa hâtimenin âhirindeki bu küçücük sual değildir.