Kazurat

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Kazurat pislik, kir, dışkı, insan dışkısı demektir. Bediüzzaman cennet ehlinin kazuratsız olduğunu; insanın yediği lezzetli nimetin şükür edilmesi halinde nur ve uhrevî bir meyve-i cennet olduğunu, şükredilmezse o geçici lezzetin elem ve teessüf bırakıp kazurata dönüşeceğini; dünya kazuratından temizlenmek üzere (manevi) gusül gerektiğini; güneş, yağmur, ziya ve suyun çiçeklerin hayat kaynağı olup kazuratın kokuşmasına sebep olması gibi rahmet ve ni'metlerin kıymeti bilinmezse zahmet ve azaba inkılab edebileceğini belirtir. Ayrıca, şeriata aykırı kanunları Avrupa’dan getiren Kanuni Sultan Süleyman'a devrin Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi'nin, İstanbul'a getirdiği kırk çeşme suların cümlesi üzerinden akıp geçse Kanuni'nin vesile olduğu kazuratın yüz senede temizlenmeyeceğini dediğini nakleder.

Diğer İsimleri[değiştir]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Sual: Ehadîste denilmiş: “Huriler yetmiş hulleyi giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor.” Bu ne demektir? Ne manası var? Nasıl güzelliktir?

Elcevap: Manası pek güzeldir ve güzelliği pek şirindir. Şöyle ki: Şu çirkin, ölü, camid ve çoğu kışır olan dünyada; hüsün ve cemal, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mani olmazsa yeter. Halbuki güzel, hayattar, revnaktar, bütün kışırsız lüb ve kabuksuz iç olan cennette; göz gibi bütün insanın duyguları, latîfeleri cins-i latîf olan hurilerden ve huriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme, cennetteki nisa-i dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler. Demek, en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin birer latîfenin medar-ı zevki olduğunu hadîs işaret ediyor.

Evet “Hurilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi” tabiriyle hadîs-i şerif işaret ediyor ki: İnsanın ne kadar hüsün-perver ve zevk-perest ve ziynete meftun ve cemale müştak duyguları ve hâsseleri ve kuvaları ve latîfeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve her birisini ayrı ayrı okşayıp mesud edecek, maddî ve manevî her nevi ziynet ve hüsn-ü cemale huriler câmi’dirler. Demek, huriler cennetin aksam-ı ziynetinden yetmiş tarzını, bir tek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek surette giydikleri gibi; kendi vücudlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve cemalin aksamını gösteriyorlar. وَفٖيهَا مَا تَشْتَهٖيهِ الْاَنْفُسُ وَتَلَذُّ الْاَعْيُنُ işaretinin hakikatini gösteriyorlar.

Hem cennette lüzumsuz, kışırlı ve fuzulî maddeler olmadığından ehl-i cennetin ekl ve şürbünden sonra kazuratı olmadığını, hadîs-i şerif beyan ediyor. Madem şu süflî dünyada, en âdi zîhayat olan ağaçlar, çok tagaddi ettikleri halde kazuratsız oluyorlar. En yüksek tabaka-i hayat olan cennet ehli, neden kazuratsız olmasın?

(28. Söz)


İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk’ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvi makamlara gönderip maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslına, yani anâsıra inkılab etmeye gidiyor.

Eğer şükür etmezse o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur.

Şükür ile zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir.

Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten çirkin bir surete döner. Çünkü o gafile göre rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır.

(28. Mektup)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.

(Habbe, Mesnevi N.)


4-Güneş, yağmur, ziya ve su nasıl ki çiçeklerin hayat kaynağı, bitkilerin mürebbisidirler. Aynı zaman da, ölmüş şeylerin lâşelerin taaffününe ve kazuratın, posaların da kokuşmasına sebeptirler. İşte onun gibi rahmet ve ni'metlerin dahi kendilerini ona muhtaç bilerek bekleyen ve tam isteyen layık mevki'lerine tesadüf etmezse ve bunların kıymetini takdir edip bilenlere rast gelmezse; zahmet ve azaba inkılab edebiliyorlar.

(İşaratül İ. (Badıllı Tercümesi))


Amma وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ cümlesinin nazm ve dizilişi ise şudur ki; Vaktâ ki Kur'an يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا de bir ibham bıraktı, (Yani: "Onunla bir çokları dalalete gidiyor" ifadesiyle, kimlerin, nasıl ve ne için bir dalalete gideceklerini tayin etmedi, belirsiz bıraktı) Sâmi'in zihni intibaha gelerek, korka korka şunu istifsar edip dedi ki: "O dâllîn güruhu kimlerdir?. Ve dalaletlerine sebeb olan şey nedir?. Hem Kur'anın nurundan, ziyasından nasıl zulmet gelebilir?"

Kur'an-ı Hakîm cevaben dedi ki: Onlar fasıklardır. İdlal de fısklarının cezasıdır. Hem fısk ile ve onun vasıtasıyla nur, tersine döner; fasıka ateş, ziya dahi ona zulmet kesilir. Görmez misin ki güneşin ziyası; maddesi kazûratlı olan şeyleri nasıl kokuşturur, müteaffin kılar.

(İşaratül İ. (Badıllı Tercümesi))


Hakikatli bir latîfe: Sultan Süleyman-ı Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: “Hilaf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]