Bakara 249
Önceki Ayet: Bakara 248 ← Bakara Suresi → Bakara 250: Sonraki Ayet
Meali: 249- Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna kim ondan içmezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler. Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.
Kur'an'daki Yeri: 2. Cüz, 40. Sayfa
Tilavet Notları:
Diğer Notlar:
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
Şems-i Risalet’ten gelen Kur’anî Nurların evvelen Üstada ve buradan da biz bîçarelere, bizlerden de diğer müştaklara ilh. intikal etmekte olduğunu tasavvur ettim, “Elhamdülillah” dedim. Mühim bir rüyamda arz ettiğim vecihle, Sözlerinizin mü’minlere intişarına küçük cemaatiniz inayet-i İlahî ile âhize, vasıta olmuşlar. كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلٖيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثٖيرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِ sırrına mazhariyetle manevî galebeyi temin, merkezdeki mürşidlerine müteveccih ve murakıb küçük bir halka-i tevhidi teşkil edenler gibi; bu küçük cemaatinizin her biri arkasında, bir nisbet-i mütezayide-i muntazama ile artan, mahrut şeklinde zümre-i muvahhidîni görür gibi oldum. “Allahu ekber” dedim.
Zühre, Habbe, Katre ve Zeyli’nin Arabî bir nüshası bu fakire ihda buyurulmuş, bir gün tercümesinin de yapılacağına işaret olunmuştu. Demek, zamanı geldi ve benim gibi Arabî bilmeyen kardeşlerin manevî arzuları, Zühre’nin tercümesine vesile oldu. Çok muhtasar olarak duygularımı arz edeceğim:
Birinci Nota: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i tevhidi ile Mabud-u Hakiki’ye bağlanmalı.
İkinci Nota: اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ وَ لِلّٰهِ الْحَمْدُ tekbir-i ekberi ile kibriya ve azamet sahibi ancak Allahu Zülcelali ve’l-kemal olduğunu…
Üçüncü Nota: كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nass-ı azîmi ile madem her şey helâk olacak, ey zayıf insan! Bundan senin, şemse nisbeten bir zerre bile olmayan hayatının da hissesi olduğunu anla, aklını başına topla, yaratılışındaki hikmeti düşün, haddini bil, ömr ü hayatını, sana saadet-i ebediyeyi temin edecek şeylerle geçir hakikatini…
Dördüncü Nota: كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ
قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلٖيمٌ gibi âyetlerle müeyyed olduğu üzere ba’de’l-mevt ثُمَّ نُفِخَ فٖيهِ اُخْرٰى فَاِذَاهُمْ قِيَامٌ يَنْظُرُونَ âyetinin sırrı zahir olacak ceza ve hesap gününde, Mâlik-i Yevmi’d-din’in huzurunda, mahlukat ve mevcudatın en kıymettarı olan insanın aynen halk olunarak bulundurulacağını…
Beşinci Nota: Avrupa’nın surî medeniyetinin hakaik-i Kur’aniye ile butlanını وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ âyetinin bir muhavere şeklinde tedrisini…
Altıncı Nota: اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ
كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلٖيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثٖيرَةً gibi âyetlerle hem iman tacını giyen hizbullahın galebesini ve hem zahir insan suretinde halk olunan müşrikînin ve onların bir nev’i olan, her şeyi inkâr edenlerin Kur’an nazarındaki kıymetlerini…
Yedinci Nota: وَلَا تَنْسَ نَصٖيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا
اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ
وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى gibi âyâtın manasını hatırlattığını…
Sekizinci Nota: Sonunda zikrolunan dört âyet-i celilenin bir nevi tefsiri…
Dokuzuncu Nota: Bugünün Dokuzuncu Söz’ünün bir çekirdeği olduğunu…
Onuncu Nota: Marifetullaha yol açacak, bid’aların kesreti zamanında Risale-i Nur unvanını alacak ve en evvel “Ey ehl-i iman! Öldükten sonra dirilmek var, ceza ve hesap günü var, uyanın!” hitabı ile mevki-i intişara konulacak olan Onuncu Söz’e mahfî işaret ettiğini…
On Birinci Nota: On Bir, On İki, On Üç, On Dördüncü Sözler gibi Kur’an’dan fazlaca bahseden Nur risalelerine, bilhassa bunlar arasında parlak bir mevkii işgal eden Yirmi Beşinci Söz’ün geleceğine îma eylediğini…
On İkinci Nota: Bütün Müslümanlara, muhtelif tarîkatlarda sülûk ile kazanılacak neticeye, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkında besmele olacak bir ders verdiğini…
On Üçüncü Nota: Yirmi Altıncı Söz’ü اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ âyetlerini, مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ hadîsini, Birinci Söz’ü, mecazî muhabbetteki makul dereceyi göstererek taklitten tahkike geçmek lüzumunu…
On Dördüncü Nota: Çok mühim ve pek nurlu bir eser olan Yirminci Tevhid Mektubunu…
On Beşinci Nota: Üç meselesi ile Kur’an’daki emir ve nehyin ne kadar yerinde olduklarını ve şeriat-ı Ahmediye desatirinin ne kadar makul ve mantıkî esaslara istinad ettiğini ayân beyan göstermektedir.
Çok kusurlu ve âciz talebeniz aldığı feyizleri ancak metindeki yazıları tekrarla ifade edebilir. Hatayı azaltmak için sözü itnaba düşürmemek daha makul düşüncesiyle, maruzatımı kısa kesmeyi daha faydalı görüyorum.
Hulusi
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ de hikmet ve gaye nedir?
Elcevap: Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vaz’etmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için basamakları ya atlar, düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise müşkülatın anahtarıdır ki
وَالصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ
durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür:
Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّقٖينَ sırrına mazhar eder.
İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki tevekkül ve teslimdir
اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلٖينَ
اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الصَّابِرٖينَ
şerefine mazhar ediyor.
Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve ef’alini tenkit ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet, musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub aleyhisselâmın اِنَّمَا اَشْكُوا بَثّٖى وَ حُزْنٖى اِلَى اللّٰهِ demesi gibi olmalı. Yani musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi “Eyvah! Of!” deyip “Ben ne ettim ki bu başıma geldi?” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.
Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile canibine sevk ediyor.
Mektubun bura postahanesinde kaldığı gece, âlem-i menamda şöyle garib bir halet gördüm. Allah hayretsin. Kamer batn-ı arzdan süratle çıkarak, şakulen semavata yükselmeye başladı. Çıkışı ile süratle yükselişinde hiçbir ziya eseri görülmüyordu. Sükûnetle hareketi takip etmekle beraber, sanki gaybî bir ses bana “Alâmet-i kübra başladı!” diyor gibi geldi. Kamer bu hızla çıkışı esnasında, bir hadde geldi ki parladı, büyüdü. Bedr-i tam halinin birkaç misli cesamet arz etti. Bu vaziyette içinde bir insan şekli göründü. Kısa bir zaman sonra bu şekil ve kamer kayboldu. Cihan serâser zulmet içinde kaldı. Mağrib cihetinde, ufuktan bir mızrak boyu yüksekliğinde, şems sönük bir ziya ile göründü. Ufku takiben bir müddet şimale doğru gayet süratle gitti ve kayboldu. Tekrar zulmet başladı. Soğukkanlılığımı muhafaza etmekle beraber, kıyamet kopuyor diye uyandım.
İşte bu dehşetli gecenin gündüzünde Otuz Birinci Mektup’un Bir ve İkinci Lem’alarını hâvi kıymetli eseri aldım, okudum. Kendi kendime geceki haleti düşündüm. Dedim: Bu mübarek mektup, bana şu dersi veriyor:
Sen bir sefineye râkibsin ki o azametli sefinen baş döndürücü süratle, feza-yı nâmütenahîde koşturuluyor. Bu sefineyi böyle fırıl fırıl çeviren Kādir-i Kayyum, sana musahhar ettiği, muntazam tulû ve gurûb eden şems ile incelerek, büyüyerek mükemmel bir takvim-i semavî vaziyetini gösteren kamer gibi azîm cisimleri de istihdam ediyor. Bir küre “Kün feyekûn” emrini aldığı zaman, bu muazzam küreler gibi milyonlarca seyyarat birbirine karışacak, nizam-ı âlem bozulacak, her şey harap olacak. كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ sırrı zahir olacak.
Öyle ise en metin en âlî en müzeyyen görünen bu saray-ı kâinatın bir anda yıkılacağı, harap olacağı, bütün sekenesinin mahv u nâbud olacaklarını düşün. Hiç-ender hiç olduğunu hatırla. Senin mini mini hayat tekneni, dağlar gibi dalgaları bulunan, kısacık ömrünün denizinde aldanarak boğdurma. Ve hayat-ı ebediyeni söndürmek isteyen, en büyük ve en yakın olan nefsinin hilesinden kurtulmaya çalış. Bunun için sana çok kolay ve ucuz, tesiri mücerreb ve kat’î ve
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ
رَبِّ اِنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ
gibi halâs ve şifa ve necat vasıtalarını tavsiye ederim. Bunlara bilhassa mağrib ve işâ ortasında, otuz üçer defa devam et, demekte olduğunu hissettim.
O küçük rüyanın tabiri, muhterem Üstadıma aittir ve arzusuna bağlıdır. Bu defa manevî mahrumiyetin uzaması, beni cidden müteessir etmişti. Sabra gayret ettim fakat garibdir ki bu mübarek mektubun bura postahanesine vürûdu gününün sabahında اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ emr-i celilinin kuvvetine dayanarak tahammül etmekte olduğumu fakat meraktan da hasbe’l-beşeriye kurtulamadığımı nâtık küçük bir mektubu, uhrevî kardeşimiz Hakkı Efendi’ye göndermiştim.