Şeyh San'an Tepesi

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Şeyh San'an Tepesi ya da bugünkü kullanılan adıyla Sololaki Tepesi Gürcistan’ın başşehri olan Tiflis’in hemen yanında bulunan ve şehre hâkim konumda olan bir tepedir. Rumi 1326 (Miladi 1910) yılında Bediüzzaman Tiflis'e gider. Şeyh San’an Tepesi’ne çıkar. Dikkatle temaşa ederken Bir Rus yanıma gelir. Aralarında bir konuşma geçer ve Bediüzzaman ona Asya’da, âlem-i İslâm’da üç nurun birbiri arka sıra inkişafa başlamakta olduğunu, onlarda ise birbiri üstünde üç karanlığın çözülüp açılmaya başlayacağını, istibdatın kırılacağını ve kendisinin de gelip orada medresesini yapacağını söyler. Alem-i İslam'ın parça parça olduğunu söyleterek itiraz eden bu kişiye Hindistan, Mısır, Kafkas ve Türkistan'ın her birinin bir kıta başına geçip İslâmiyet’in bayrağını dalgalandıracağını söyleyerek cevap verir. Gerçekten de yıllar sonra Tiflis'te nur medresesi açılmıştır. Tepeye adını veren Şeyh San'an, Abdülkadir Geylânî'nin (ra) talebelerinden olup bu tepede irşad faaliyeti yürütürken kralın kızına aşık olur ve onun uğruna hıristiyan olup domuzları gütmeye başlar. Daha sonra aklı başına gelir ve tevbe eder. Kralın kızı da müslüman olur ve bu tepede kralın askerleriyle çatışırken şehit olur.

Bilgiler[değiştir]

İnşa/Kuruluş Tarihi: -

Niteliği: Tepe

Yüzölçümü (km2): -

Diğer İsimleri: Sololaki Tepesi

Kıta: Asya

Ülke: Gürcistan

Vilayet/Eyalet: Tiflis

İlçe/Kasaba: -

Mahalle/Köy: -

Harita konumu: [1]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Ey birader, âlem-i Hristiyan’ın rüçhanına sebebiyet veren ihtiyarlaşmış olan esbaba tekabül edecek genç, dinç esbab bizde inkişafa başlamıştır. Başka kitapta tafsil etmişim. Bir hikâye:

(*[1]) Bundan on sene evvel Tiflis’e gittim. Şeyh San’an Tepesi’ne çıktım, dikkatle temaşa ediyordum. Bir Rus yanıma geldi. Dedi:

— Niye böyle dikkat ediyorsun?

Dedim:

— Medresemin planını yapıyorum.

Dedi:

— Nerelisin?

— Bitlisliyim dedim.

Dedi:

— Bu Tiflis’tir.

Dedim:

— Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.

Dedi:

— Ne demek?

Dedim:

— Asya’da, âlem-i İslâm’da üç nur, birbiri arka sıra inkişafa başlıyor, sizde birbiri üstünde üç zulmet inkışaa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.

Dedi:

— Heyhat! Şaşarım senin ümidine.

Dedim:

— Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.

Dedi:

— İslâm parça parça olmuş.

Dedim:

— Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir, İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur, İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır, Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor, ilâ âhir.

Yahu şu asilzade evlat, şehadetnamelerini aldıktan sonra her biri bir kıta başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını, âfak-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilan edecektir.

İşte hikâyemin yarısı bu kadar.

Neme lâzım ve nefsî nefsî dediren halet-i ruhiyeyi, bir temsil ile beyan edeceğim:

Felekzede, perişan (*[2]) fakat asil bir aşiretten bir cesur adam ile tâli’i yaver, feleği müsait, diğer bir aşiretten bir korkak ile bir yerde rast gelirler. Müfahere, münazara başlar.

Evvelki adam başını kaldırır, aşiretinin zelil olduğunu görür, izzet-i nefsine yediremez. Başını indirir, nefsine bakar, bir derece ağır görür. Eyvah! O vakit “Neme lâzım, işte ben, işte ef’alim!” gibi şahsiyatla yaralanmış gururu feryada başlar. Veyahut o aşiretten çekilip veya asılsızlık gösterip başka aşirete intisap eder.

İkinci adam başını kaldırdıkça aşiretinin mefahiri gözünü kamaştırır, hiss-i gururunu kabartır, nefsine bakar gevşek görür. İşte o vakit, hiss-i fedakârî fikr-i milliyet uyanır “Aşiretime kurban olayım.” der.

Eğer bu temsilin remzini anladınsa şu müsabaka ve mücadele meydanı olan bu cihan-ı ibrette bir Müslim –mesela– bir Hristiyan veya bir Kürt, bir Rum ile manen hissiyatları mübareze-i hamiyette mukabele ve muvazene ile tezahür etse temsilin sırrını göreceksin. Lâkin şu tefavüt, herkesin zannettiği gibi değildir. Belki zahir-perestlik ve sathîlik ve galat-ı histen gelmiştir.

Ey Müslüman!

Aldanma! Başını indirme! Paslanmış bîhemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır. Zahiren olan İslâmiyet’in zaafı, şu medeniyet-i hazıranın, başka dinin hesabına hizmet etmesidir. Halbuki şu medeniyet suretini değiştirmesi zamanı hulûl etmiştir. Suret değişirse kaziye bilakis olur. Nasıl şimdiye kadar bidayetinde söylenildiği gibi nerede Müslüman varsa Hristiyana nisbeten bedevî, medeniyete karşı müstenkif ve soğuk davranır ve kabulünde ızdırap çeker. Suret değişse başkalaşır.

كُلُّ اٰتٍ قَرٖيبٌ ۞ اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا

Said Nursî (rh)

(Sünuhat)


Bir hikâye: Bundan On Sene[*[3]] Evvel Tiflis'e Gittim

Şeyh San’an Tepesi’ne çıktım, dikkatle temaşa ediyordum. Bir Rus yanıma geldi. Dedi: -Niye böyle dikkat ediyorsun? Dedim: -Medresemin plânını yapıyorum. Dedi: -Nerelisin? -Bitlis'liyim dedim. Dedi: -Bu Tiflis'tir. Dedim: -Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir. Dedi: -Ne demek? Dedim: -Asya'da, âlem-i İslâm'da üç nur, birbiri arka sıra inkişafa başlıyor, sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişa'a başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım. Dedi:

-Heyhat! Şaşarım senin ümidine.

Dedim:

-Ben de şaşarım senin aklına. (ilk baskı: "vay senin aklına") Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.

Dedi:-İslâm parça parça olmuş.

Dedim:

-Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın müstaid bir veledidir, İngiliz mekteb-i i'dadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm'ın zeki bir mahdumudur, İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır, Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor, ilâ âhir.

Yahu şu asilzade evlâd, şehâdetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet'in bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle; kader-i ezelînin nazarında (ilk baskı: "kader-i ezelîye karşı") feleğin inadına, nev'-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. İşte hikâyemin yarısı bu kadar.

Neme lâzım ve nefsî nefsî dediren halet-i ruhiyeyi bir temsil ile beyan edeceğim

Felekzede, perişan[*[4]] fakat asîl bir aşiretten bir cesur adam ile; tâli'i yaver, feleği müsaid, diğer bir aşiretten bir korkak ile bir yerde rastgelirler. Müfahare, münazara başlar.

Evvelki adam başını kaldırır, aşiretinin zelil olduğunu görür, izzet-i nefsine yediremez. Başını indirir, nefsine bakar, bir derece ağır görür, eyvah! O vakit "Neme lâzım, işte ben, işte ef'alim" gibi şahsiyatla yaralanmış gururu feryada başlar. Veyahut o aşiretten çekilip, veya asılsızlık gösterip, başka aşirete intisab eder.

İkinci adam başını kaldırdıkça, aşiretinin mefahiri gözünü kamaştırır, hiss-i gururunu kabartırır, nefsine bakar gevşek görür. İşte o vakit, hiss-i fedakârî, fikr-i milliyet uyanır; "Aşiretime kurban olayım" der.

Eğer bu temsilin remzini anladınsa, şu müsabaka ve mücadele meydanı olan bu cihan-ı ibrette, bir müslim -meselâ- bir Hristiyan veya bir Kürd, bir Rum ile (ilk baskıda: "bir Müslim veya bir Kürd, mesela bir Hristiyan...") manen hissiyatları mübareze-i hamiyette mukabele ve müvazene ile tezahür etse, temsilin sırrını göreceksin. Lâkin şu tefavüt, herkesin zannettiği gibi değildir. Belki zahirperestlik ve sathîlik ve galat-ı histen gelmiştir.

Ey Müslüman!

Aldanma! Başını indirme! Paslanmış bîhemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır. Zahiren olan İslâmiyetin za'fı, şu medeniyet-i hazıranın, başka dinin hesabına hizmet etmesidir. Halbuki şu medeniyet, suretini değiştirmesi zamanı hulûl etmiştir. Suret değişirse, kaziye bilakis olur. Nasıl şimdiye kadar -bidayetinde söylenildiği gibi- nerede müslüman varsa, hristiyana nisbeten bedevî, medeniyete karşı müstenkif ve soğuk davranır ve kabulünde ızdırab çeker: Suret değişse başkalaşır.

ﻛُﻞُّ ﺍَﺕٍ ﻗَﺮِﻳﺐٌ ٭ ﺍِﻥَّ ﻣَﻊَ ﺍﻟْﻌُﺴْﺮِ ﻳُﺴْﺮًﺍ

Said-i Nursî (R.A.)

(Deva-ül Ye's)


İstanbul'dan Ayrılıp Tiflis'e Uğraması

Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır. Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesi’ne çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar: Niye böyle dikkat ediyorsun?

Bedîüzzaman der: Medresemin planını yapıyorum.

O der: Nerelisin?

Bedîüzzaman: Bitlisliyim.

Rus polisi: Bu Tiflis’tir!

Bedîüzzaman: Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.

Rus polisi: Ne demek?

Bedîüzzaman: Asya’da âlem-i İslâm’da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkışaa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.

Rus polisi: Heyhat! Şaşarım senin ümidine.

Bedîüzzaman: Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.

Rus polisi: İslâm parça parça olmuş?

Bedîüzzaman: Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar, ilâ âhir…

Yahu, şu asilzade evlat, şehadetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıta başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfak-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilan edecektir.

(TArihçe-i Hayat)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. Bu kitabın birinci tabından yedi sene geçmiştir. Demek on sene evvel, yani Rumî 1326 senesinde.
  2. Demek اَلدُّنْيَا سِجْنُ الْمُؤْمِنِ وَ جَنَّةُ الْكَافِرِ mecaz değilmiş.
  3. Bu kitabın birinci tab'ından yedi sene geçmiştir. Demek on sene evvel. (Rumi 1326 m.1910'da) (Müellif)
  4. Demek ﺍَﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﺳِﺠْﻦُ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻦِ ﻭَ ﺟَﻨَّﺔُ ﺍﻟْﻜَﺎﻓِﺮِ mecaz değilmiş. (Müellif)