Üsküp

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Rumeli seyahatinde Bediüzzaman'ın Üsküp'te namaz kıldığı Dükkancık cami

Üsküp Kuzey Makedonya'nın başkenti, en büyük şehri ve ülkenin siyasi, kültürel, ekonomik ve akademik merkezidir. 1392'de Osmanlı Devleti tarafından fethedilmiş ve 1912'ye kadar yaklaşık 500 yıl idaresinde kalmıştır. Osmanlı idaresi altında önce Paşa Sancak'ın daha sonra da Kosova eyaletinin başkenti olmuştur. Şehrin sakinlerinin yaklaşık 3'te biri müslümandır.[1] Padişah Sultan Reşad'ın 5 – 26 Haziran 1911 tarihleri arasında yaptığı 3 haftalık Rumeli ziyaretine Şark Vilayetlerini temsilen Trabzon ve Erzurum heyeti içerisinde Said Nursi de katılmıştır. Kafile 11 Haziran Pazar sabahı iki trenle Selanik'ten Üsküp’e vardı. Bediüzzaman Üsküp'te devrin tanınmış âlimleriyle tanıştı ve sohbetler etti. Kısa zamanda Üsküp’te “Bediüzzaman Molla Said Efendi” olarak tanındı. Üsküp âlimleri grup grup ziyaretine gelerek sualler soruyorlardı. Üsküp’te daha sonra zelzeleden yıkılan idadiyenin balkonundan Sultan Reşad halkı selâmlarken hemen yanında Bediüzzaman da vardı ve binlerce Üsküplü onlara büyük tezahürat yapmıştı. Kafile 15 Haziran Perşembe sabahı Üsküp'ten trenle yaklaşık iki gün kalacakları Priştine’ye geçti.

Kosova'da büyük bir İslâm dârülfünununun açılması planlanmıştı. Bediüzzaman İttihadçılara ve Sultan Reşad'a doğunun böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç olduğunu söyledi, bunun üzerine şarkta bir dârülfünun açılacağını va'dettiler. Daha sonra Balkan Harbi çıkıp o medresenin yeri, yani Kosova istila edilince müracaatı üzerine Kosova'daki dârülfünun için tahsis edilen ondokuz bin altun lira şark dârülfünununa tahsis edildi.

Ayrıca Bediüzzaman bu seyahatinde trende iki mektebli mütefenninin sorduğu "Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?" sorusuna verdiği cevabı risalelere eklemiştir.[2]

Coğrafi Bilgiler[değiştir]

Niteliği: Şehir

Nüfus (yıl): 488.000 (2021)[1]

Yüzölçümü (km2): 338 km2[1]

Diğer İsimleri:

Kıta: Avrupa

Ülke: Kuzey Makedonya

Vilayet/Eyalet: Üsküp

İlçe/Kasaba: -

Mahalle/Köy: -

Harita konumu: [1]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira maruf umum enbiyanın memalik-i İslâmiye ve Osmaniye’den zuhuru, kader-i İlahînin bir işaret ve remzidir ki bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziya-yı İslâmiyet’le neşv ü nema bulacaktır. Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için vaktiyle mesail-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

(Divan-ı Harb-i Örfî)


Yâ Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki ve’l-ba’sü ba’de’l-mevt hakikatinin küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler يَا لَيْتَنٖى كُنْتُ تُرَابًا demeye başladılar. Yeni Hükûmet-i Meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için inşâallah bir seneye kadar تَكَلَّمَ فِى الْمَهْدِ صَبِيًّا sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki azapsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlali olan kanun-u şer’î, hâzin-i cennet gibi bizi duhûle davet ediyor.

Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dâhil olalım!

Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb

İkincisi, muhabbet-i milliye

Üçüncüsü, maarif

Dördüncüsü, sa’y-i insanî

Beşincisi, terk-i sefahettir.

Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zira davete icabet vâcibdir.

Bu inkılab-ı azîmin fatihası mu’cize gibi başladığı için bir fâl-i hayırdır ki hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:

Bu inkılab, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve istidad-ı terakkiye karşı setleri zîr ü zeber ederek, hükûmeti varta-yı mevtten tahlis ve bu millet-i mazlumede cevahir-i insaniyeti izhar ve âzade olarak kâbe-i kemalâta doğru gönderdiği gibi hâtimesi de yani otuz sene kadar rengârenk sefahet ve israfat ve hevesat ve lezaiz-i nâmeşrua gibi seyyiat-ı medeniyet, devlet-i medeniyeti, hükûmet-i müstebide gibi inkıraza sevk eden umûrlar maddeten zararını ihsas edeceğinden o muzlim ve kesif olan sehab, arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan şems-i şeriat ve ma’kesi olan kamer-i medeniyet berrak ve saf ve esasatta Asya’yı ve Rumeli’ni tenvir ve mutazammın olduğu istidad-ı kemalin tohumları hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bularak rengârenk elvan ile tezyin edeceğini bu fâl-i hayır bize müjde veriyor.

Bir mu’cize-i Peygamberîdir (asm) ve bu millet-i mazlumeye bir inayet-i İlahîdir ve cemiyet-i milliyenin niyet-i hâlisanesinin bir kerametidir ki bu maden-i saadet ve hürriyet olan şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb ve muhabbet-i millî elimize meccanen girdi. Milel-i saire milyonlarla cevahir-i nüfus feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyulat-ı âliye-i milliyemizi ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi bu küre-i arz denilen (cezbe tutmuş mevlevî gibi) meczup cevvalin sımahında tanin-endaz ve umum milleti sürur ile bir garib ihtizaza getiren sadâ-yı hürriyet ve adalet, nefh-i sûr-u İsrafil gibi hayatlandırıyor.

Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; şeriat-ı garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü.

Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilaf-ı şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik, neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşâallah mu’cize-i Peygamberî (asm) ile şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri zaman-ı kāsırada tekemmül-ü mebâdi cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz.

Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi’-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-i İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin, feyz-i imanın ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. (Hâşiye[9]) Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdab-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşv ü nema bulur. Sadr-ı evvelin yani sahabe-i kiramın o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdat hüküm-ferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeaya bir bürhan-ı bâhirdir.

Yoksa hürriyeti sefahet ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfat ve tecavüzat ve heva-i nefse ittibada serbestiyet ile tefsir ve amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyakatini gösterir. Zira sefih mahcurdur.

Geniş ve müşa’şa olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat (zira çocuğa geniş olmaz) şanlı olan ittihad-ı millîyi, bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takva ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır.

Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh aldanmayalım خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرَ kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki ecnebilerde mehasin-i medeniye-i kesîresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû-i tâli’ cihetiyle ve sû-i intihab tarîkıyla müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti kesbettiğimizden, muhannes gibi (yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani erkekleşmiş kadın gibi) oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlîhimmet, zîb ü zîverle muzahref, cilveli hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: Zünub ve mesavî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Tâ ki medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i ayni’l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun.

Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet’te neşv ü nema bulduğu için iki cihetle sarılmak zarurîdir.

Ey hamiyetli ebna-yı vatan! Cemiyet-i millî ruhlarını feda etmekle saadetimize yol açtılar. Biz de bazı lezaizimizi terk ile onlara yardım edeceğiz. Zira o sofra-yı nimete beraber oturuyoruz. Efkâr-ı fâside sahibi yani hürriyet altında istibdadı ve mezalimi arzu edenler, mevt-i ebedîye mazhar olan ve zaman-ı mazinin çukurunda medfun olan istibdadatı veyahut seyl-i hurûşan-ı zaman içinde yuvarlanmış olan mezalimi, bir daha temaşa etmemek için tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla, mazi ve hal meyanında delinmez bir sedd-i âhenîn çekmek istiyorum. Şöyle ki:

Bu inkılab, doğurduğu hürriyeti eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihya edecektir. Eğer veba-yı ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa istibdad-ı mutlaka dönecek, o çocuk ölecek. Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaat-ı zaman tam terbiyesine hizmet ister. Sun’î ve ihtiyarî değil tâ ki çok külfete muhtaç olsun. Eski zaman gibi bu kadar tazyikatın tesiriyle meyusiyet ve mahv olmak şanından olmayan hamiyet-i İslâmiye o kadar galeyana gelmiş ki güya hürriyet rahm-ı maderde tekmil yaşa kadar gelmiş. Kadem-nihade-i saha-i vücud olduğu anda hüküm-fermalığını ilan ve hiçbir müsademata karşı tezelzüle ve delmeye uğramayacak bir sedd-i âhenîn gibi veyahut taht-ı Belkısî gibi beş hakaik-i sabite üzerine teessüs edecek.

Birinci Hakikat: Mecmuda bir kuvvet bulunur, hiçbir fert o kuvvete mâlik olamaz. Bir kalın şerit ile eczasından kalın bir telin kuvveti gibi veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetimiz gibi. Ey millet! Biz şimdi kalın şeridiz. Her kim muhalefet ile veyahut hodserane ile bunu zayıf etse umumun hakkına affolunamaz bir cinayettir.

İkinci Hakikat: Zaman-ı salifte yani galebe-i vahşet vaktinde âlemde hüküm-ferma, vahşetin mahsulü ve tedenni ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi. Herhangi devletin deveran-ı demmi yerine girmiş ise öyle devletlerin sahaif-i tarihiyeleri baykuşların âşiyaneleri gibi satırları inkırazlarını çağırıyorlar, bağırıyorlar. Tasallut-u medeniyetin zamanında âlemin hükümranı, ilim ve marifettir. Müvellidi medeniyet ve şanı tezayüd ve ömrü ebedî olduğundan herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuş ise o hükûmeti, kendi gibi kayd-ı ömr-ü tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar yaşamasına istidat vermiş. Kitab-ı Avrupa sahaifi bunu alenen gösteriyor.

Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaîfeyi âdi adamlar idare edebilirlerdi. Fakat bu kadar metin ve dehşetli, kaviyyen emel ettiğimiz yeni hükûmeti omuzunda taşıyacak hârika ve dâhî adamlar lâzımken Asya ve Rumeli tarlası acaba öyle mahsulat verecek mi?

Buna cevap: Eğer başka inkılablar başa gelmezse evet. Ve Üçüncü Hakikat’e dikkat et. Şöyle ki:

Bu zaman-ı mazide insan, istidad-ı gayr-ı mütenahîye mâlik iken o kadar dar ve mahdud daire içinde hareket ediyordu ki: Güya insan iken hayvan gibi yaşadığından efkâr ve ahlâkı, o daire nisbetinde tedenni etmiş ve mahsur kalmıştı. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilane eğer yaşasa ve bozulmazsa fikr-i beşerin ağır zincirlerini paralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı setleri herc ü merc ederek o küçük daireyi dünya kadar tevsi edebilir.

Hattâ benim gibi bir köylü adam, süreyya kadar ulvi olan idare-i umumîyi nazara alacak. Âmâl ve müyulatın filizlerini orada bağlayacak. Ve her bir fiil ve tavrının orada bir ihtizaz ile zîmedhal bulunacağından, himmeti Süreyya kadar teali ve ahlâkı o derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü edeceğinden Eflatunları, İbn-i Sinaları ve Bismarkları, Dekartları ve Taftazanîleri inşâallah geri bırakacak.

Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan mahsulü vereceğinden kaviyyen ümitvarız.

...


(Divan-ı Harb-i Örfî)


Hutbe-i Şamiye’nin Arabî Zeyli’nde, gayet latîf bir temsil ile imandan gelen manevî ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. Bu meselemiz münasebetiyle bir hülâsasını beyan ediyoruz:

Hürriyet’in başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilayat-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu.

Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?”

O zaman dedim: Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman hamiyet-i diniye, avam ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine yani menafi-i şahsiyesini millete feda edene has kalır. Öyle ise hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kalesi olmalı. Hususan biz Şarklılar, Garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı Şarkta göndermesi işaret ediyor ki yalnız hiss-i dinî Şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı saadet ve tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’îsidir.

Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran, bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranidir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kaledir.” dediğim vakit o iki münevver mektep muallimleri bana dediler: “Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?”

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikati der:

Bakınız bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdit ediyor. “Bana rast gelenlerin vay haline!” dediği halde o masum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.”

Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: “Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç.”

İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar? O hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak haletini veren, o masumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan cahilane itikadsızlıklarıdır.

Bu temsilde, o masum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi bin senede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin) kalbinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle, rûy-i zeminde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla, İslâmiyet ve kemalât-ı maneviyenin bayrağını Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren ve “Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim!” deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman hâdisatlara karşı da hattâ mikroptan kuyruklu yıldızlara kadar beşerin küllî istidadına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin tehditlerine karşı, imanın kahramanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve kader-i İlahiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nevi saadet-i dünyeviyeyi kazanan başta Türk ve Arap taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri, o masum çocuk gibi fevkalâde bir manevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki istikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi dünyada da İslâmiyet milliyetidir.

O iki temsilde, o iki acib kahramanın pek acib korku ve telaşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalaletleri olduğu gibi Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerle ispat ettiği bir hakikati ki bu risalenin mukaddimesinde bir iki misali söylenmiş. Mesele şudur ki:

Küfür ve dalalet, bütün kâinatı ehl-i dalalete binler müthiş düşmanlar taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut tâ kalpteki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi’ mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telaş vermesiyle küfür ve dalalet bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu; din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini; yalnız iptal-i his nevinden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.

İşte iman ve küfrün muvazenesi âhirette cennet ve cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi; dünyada da iman bir manevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini ve küfür dünyada dahi bir manevî cehennem ve hakiki saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir idam-ı ebedî mahiyetine getirmesini, kat’î ve his ve şuhuda istinad eden Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz.

Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer misillü balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler; karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve hikmetle halk ettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vakıatlarına bakınız.

Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi âlem-i ruhanî ve maneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acib müteselsil nazireleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.

İşte kâinat içinde maddî ve manevî bütün bu silsileler; imansız ehl-i dalalete hücum ediyor, tehdit ediyor, korku veriyor, kuvve-i maneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdit ve korkutmak belki sevinç ve saadet, ünsiyet ve ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, iman ile görüyor ki o hadsiz silsileleri, maddî ve manevî şimendiferleri, seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevk eden bir Sâni’-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemalât-ı sanata ve tecelliyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i maneviyeyi tamamıyla eline verip saadet-i ebediyenin bir numunesini iman gösteriyor.

İşte ehl-i dalaletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye buna karşı bir teselli veremez, kuvve-i maneviyeyi temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır.

Ehl-i iman, iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i maneviyesi kırılmak belki o temsildeki masum çocuk gibi fevkalâde bir kuvvet-i maneviye ve bir metanetle ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni’-i Hakîm’in hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. “Sâni’-i Hakîm’in emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler.” deyip anlar. Kemal-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde de derecesine göre saadete mazhar olur.

Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği –vicdanında– bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa bilbedahe temsildeki Rüstem ve Herkül’ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi onun cesareti ve kuvve-i maneviyesi müzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder. Ve kâinatın hâdisatına esir olur. Her şeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer.

İmanın bu sırr-ı hakikatini ve dalaletin de bu dehşetli şakavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat’î hüccetlerle ispat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz.

Acaba en ziyade kuvve-i maneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i maneviyeyi ve teselliyi ve saadeti temin eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp Garplılaşmak unvanı ile İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i maneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalalet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanmak ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu; pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak beşer, hissedecek; dünyanın ömrü kalmışsa Kur’an’ın hakaikine yapışacak.

(Hutbe-i Şamiye)


Arz ediyoruz ki: Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi: Ben hasta olmasaydım ben de o mesele için vilayat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh-u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem elli beş seneden beri, Medresetü’z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbekir’de, biri de Bitlis’te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için Hürriyet’ten evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı.

Sonra İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî dârülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara hem Sultan Reşad’a dedim ki:

“Şark böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâm’ın merkezi hükmündedir.” O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan Harbi çıktı, o medrese yeri istila edildi. Ben de dedim ki: “Öyle ise o yirmi bin altın lirayı Şark Dârülfünununa veriniz.” Kabul ettiler.

Ben de Van’a gittim. Ve bin lira ile Van Gölü kenarında Artemit’te temelini attıktan sonra Harb-i Umumî çıktı. Tekrar geri kaldı.

Esaretten kurtulduktan sonra İstanbul’a geldim. Hareket-i Milliye’ye hizmetimden dolayı Ankara’ya çağırdılar. Ben de gittim. Sonra dedim: “Bütün hayatımda bu dârülfünunu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar yirmi bin altın lirayı verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.” Onlar yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Ben dedim: “Bunu mebuslar imza etmelidirler.”

Bazı mebuslar dediler: “Yalnız sen medrese usûlü ile sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi Garplılara benzemek lâzım.”

Dedim: O vilayat-ı şarkiye âlem-i İslâm’ın bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiya Şark’ta ve ekser hükema Garp’ta gelmesi gösteriyor ki Şark’ın terakkiyatı din ile kaimdir (Hâşiye[3]). Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da Şark’ta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakiki kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde mecburuz.

Şimdi ben zehir hastalığı ile ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle elli beş senelik bir gaye-i hayatımı görüp takip etmekten mahrum kaldığım gibi Ankara’ya gidip Şark terakkiyatının anahtarı olan bu müesseseye çalışanları ruh u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum.

Yalnız otuz beş sene evvel Ebuzziya Matbaasında tabedilen Münazarat ve Saykalü’l-İslâmiye namındaki eserim elbette Maarif Vekilinin nazarından kaçmamış. Benim bedelime o eser konuşsun. Ben hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim. Fakat o azîm üniversitenin temelleri ve esasatı ve manevî bir programı ve muazzam bir tedrisatı nevinden Risale-i Nur’un yüz elli risalesini kendime tevkil ediyorum. Bu vatan ve milletin istikbalinin fedakâr genç üniversite talebelerine ve Maarif Dairesine arz edip bu meselede muvaffakıyete mazhar olan Tevfik İleri’nin bu bîçare Said’e bedel Risale-i Nur’a himayetkârane sahip çıkmasını rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Çok hasta, çok ihtiyar, garib, tecrit içinde Said Nursî

(Emirdağ Lahikası-2)


Yeniden İstanbul'a Gelmesi

Şam’da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu’da Medresetü’z-Zehra namıyla vücuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilayat-ı Şarkiye namına refakat etti. Yolda şimendiferde iki mektep muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Şimendiferde yaptıkları bu mübahasenin hülâsası, Hutbe-i Şamiye adlı eserin zeylinde yazılmıştır.

...

O vakit Kosova’da, büyük bir İslâm Dârülfünununun tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihatçılara hem Sultan Reşad’a der ki: “Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâm’ın merkezi hükmündedir.” Bunun üzerine şarkta bir dârülfünun açılacağını vaad ederler. Bilâhare Balkan Harbi çıkmasıyla o medrese yeri yani Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova’daki dârülfünun için tahsis edilen on dokuz bin altın liranın Şark Dârülfünunu için verilmesini talep eder, bu talebi kabul edilir.

Bedîüzzaman tekrar Van’a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit’te (Edremit) o dârülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumî’nin zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said, talebelerine: “Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felaket bize yaklaşıyor.” diye haber vermişti.

(Tarihçe-i Hayat)

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

(Bediüzzaman alt sırada sağdan ve soldan 6.)

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 1,2 https://en.wikipedia.org/wiki/Skopje
  2. https://www.risalehaber.com/said-nursinin-padisahla-ciktigi-rumeli-seyahati-249476h.htm
  3. Hattâ o zamandan evvel Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: “Salih bir Türk elbette fâsık kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.”
    Sonra aynı talebe tâli’sizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onun ile görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi Râfızî bir Kürt’ü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben de “Eyvah!” dedim. “Sen ne kadar bozulmuşsun.” Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatli hamiyetine çevirdim.
    Sonra Meclis-i Mebusandaki bana muhalefet eden mebuslara dedim: “O talebenin evvelki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dünyayı dine tercih edip siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de herhalde şark vilayetlerinde din tedrisatına a’zamî ehemmiyet vermek lâzım.” O vakit bana muhalif mebuslar da çıkıp o lâyihamı yüz altmış üç mebus imza ettiler. Bu kadar imzayı taşıyan bir istidayı, elbette yirmi yedi sene istibdad-ı mutlak onu bozamamış.