Sübhan (Esma)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
08.07, 22 Eylül 2024 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 49857 numaralı sürüm

Subhan ile ilgili tüm maddeler Sübhan (Tavzih) sayfasına gidin

Subhan veya Sübhan (Arapça: ﺳُﺒْﺤَﺎﻥُ) Cenab-ı Allah'ın eksikliklerden uzak ve mükemmel sıfatlar sahibi olma anlamında bir ismidir. Subhan kelimesi Arapça S-B-H (س ب ح) kök harflerine sahip sebh (sibâha) kökünden türer. Suda hızla yüzüp mesafe almak, (batmadan, üzerinde) yüzmek, ileriye yuvarlanmak, hızla uzaklaşmak, hızlı olmak anlamındadır. Bu kökten gelen kelimeler Kur’ân'da 89 yerde geçer. Kur'an'da 7 sure (İsrâ, Hadîd, Haşr, Saf, Cum‘a, Tegābün, A‘lâ) Subhan kelimesiyle aynı kökten gelen kelimelerle başlar. Tesbîh ise terim olarak Cenâb-ı Hakk’ı ulûhiyyetle bağdaşmayan her türlü eksiklik ve noksanlıktan tenzih etmeyi ifade eder. Subhan kelimesi tesbih (etme) anlamında da kullanılır. Aynı kökten sübhâne kelimesine lafza-i celâlin eklenmesiyle oluşturulan sübhânallah terkibi tesbihle aynı anlama gelir. Her iki terim de Allah’tan başkasına nisbet edilemez. Tesbih kelimesine “kulun Allah’a ibadet etme niyetiyle her türlü kötülükten hızla uzaklaşması” anlamı veren alimler olmuştur.[1]

Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti[değiştir]

  • Risale-i Nur'daki birçok mektubun başında "Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah'ın adıyla" mealindeki بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ ifadesi geçer.
  • Bediüzzaman'ın İşaratül i'caz namındaki tefsiri Bakara suresinin 32. ayetiyle son bulur. Ayrıca Risalelerin çoğunun sonunda bu ayetteki "Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin" mealindeki سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ ibare geçer. (İsra suresinin 44. ayetinden sonra Risale-i Nur'da en çok geçen ayet budur.) Bediüzzaman bütün Risale-i Nur'un bu âyetin denizinden beslendiğini ve yine o denize döküldüğünü ve İşaratül İ'caz tefsirinin yazılmasından sonra daha o âyeti tefsir edip bitiremediğini söyler.

Kur'an'da Geçtiği Yerler[değiştir]

Sure ve Ayetler: Bu ifade Kur'an'da 41 yerde geçer.

Cevşen'de Geçtiği Yerler[değiştir]

ﻭَ ﺍَﺳْﺌَﻠُﻚَ ﺑِﺎَﺳْﻤَٓﺎﺋِﻚَ ﻳَﺎ ﺣَﻨَّﺎﻥُ ٭ ﻳَﺎ ﻣَﻨَّﺎﻥُ ٭ ﻳَﺎ ﺩَﻳَّﺎﻥُ ٭ ﻳَﺎ ﻏُﻔْﺮَﺍﻥُ ٭ ﻳَﺎ ﺑُﺮْﻫَﺎﻥُ ٭ ﻳَﺎ ﺳُﻠْﻄَﺎﻥُ ٭ ﻳَﺎ ﺳُﺒْﺤَﺎﻥُ ٭ ﻳَﺎ ﻣُﺴْﺘَﻌَﺎﻥُ ٭ ﻳَﺎ ﺫَﺍ ﺍﻟْﻤَﻦِّ ﻭَ ﺍﻟْﺒَﻴَﺎﻥِ ٭ ﻳَﺎ ﺫَﺍ ﺍﻟْﺎَﻣَﺎﻥِ ٭

ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّٓ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﺎَﻣَﺎﻥُ ﺍﻟْﺎَﻣَﺎﻥُ ﺧَﻠِّﺼْﻨَﺎ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ

Cevşen-ül Kebir, 5. Ukde

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Ve ey hevam ve böcekler havada deveranları hengâmında kendi vızıltılarının zemzemesiyle sana şükrederek; ve kuşlar kendi yuvalarında yavrucuklarıyla beraber çıkardıkları sec'a ve nağmeleriyle sana hamdederek; nizam ve mizanının san'at ve nakışlarının renk ve zinetlerinin lisanıyla senin nimetinin semeratıyla telezzüz ettikleri vakit ve âsâr-ı rahmetinle tena'um ettikleri zaman, o ihsan ve ni'metin üzerine senin şükrünü izhar ile bağrışıp sayhalar vurarak, sana hamd ile tesbih ettikleri gibi; bütün haşarat dahi kendi karargâhlarında çektikleri demdemelerinin ve vahşî canavar hayvanlar dahi kendi mağaralarında ve çöl ve sahralarında kopardıkları gamgamalarının nizamat, müvazene, suret ve şekillerinin ve kerimane ni'metlenmelerinin ve hakîmane tavırlar değiştirmelerinin lisanıyla seni tesbih eden Zat-ı Kerim-i Zü-l İkram! (Ey Sübhan-ı Mukaddes! Senin san'atın ne kadar latif ve hikmetin ne kadar nafizdir.)

(Şule, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Fâzıl-ı muhterem, Tedkik-i Mesahif ve Müellefat-ı Şer'iye reis-i âlîsi Şeyh Safvet Efendi Hazretlerinin bir takrizidir.

Sübhan olan Allah'a (C.C.) hamdederim. Ve Kur'anını üzerine inzâl eylediği Resul-i Ekremine salât ü selâm eyle. Ve din-i mübin-i İslâm'ın maalîm ve binasını kuran onun âl ve ashabına da salât ü selâm ederim.

...

Safvet

(Katre, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

Hem nihayetsiz kibriyasına, hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine karşı rükûya gidip bütün kâinatla beraber zaaf ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmekle سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظٖيمِ deyip Rabb-i Azîm’ini tesbih edip hem zevalsiz cemal-i zatına, tagayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemal-i sermediyetine karşı secde edip hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsiva ile muhabbet ve ubudiyetini ilan edip hem bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm-i Sermedî bulup سُبْحَانَ رَبِّىَ الْاَعْلٰى demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i A’lâsını takdis etmek…

(9. Söz)


Elbette hac miftahıyla açılan meratib-i külliye-i rububiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfak-ı azamet-i uluhiyet ve şeairiyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devair-i ubudiyet ve meratib-i kibriya ve ufk-u tecelliyatın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i rububiyet “Allahu ekber, Allahu ekber” ile teskin edilebilir ve onunla o meratib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvire ilan edilebilir.

Hacdan sonra şu manayı, ulvi ve küllî muhtelif derecelerde bayram namazında, yağmur namazında, husuf küsuf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte şeair-i İslâmiyenin velev sünnet kabîlinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır.

سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ خَزَائِنُهُ بَيْنَ الْكَافِ وَ النُّونِ

فَسُبْحَانَ الَّذٖى بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

وَصَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى رَسُولِكَ الْاَكْرَمِ مَظْهَرِ اِسْمِكَ الْاَعْظَمِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ اَصْحَابِهٖ وَ اِخْوَانِهٖ وَ اَتْبَاعِهٖ اٰمٖينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمٖينَ

(16. Söz)


Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer’den çıktığı gibi Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ الْاَرْضَ عَلٰى مَاءٍ جَمَدْ kat’î delâlet ediyor ki asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki:

(20. Söz)


Bak, şu kâinat-ı seyyalede, şu mevcudat-ı seyyarede cevelan eden zîhayatlara! Göreceksin ki bütün zîhayatlardan her bir zîhayat üstünde Hayy-ı Kayyum’un koyduğu çok hâtemleri vardır. O hâtemlerden bir hâtemi şudur ki:

O zîhayat, mesela şu insan, âdeta kâinatın bir misal-i musağğarı, şecere-i hilkatin bir semeresi ve şu âlemin bir çekirdeği gibi ki enva-ı âlemin ekser numunelerini câmi’dir. Güya o zîhayat, bütün kâinattan gayet hassas mizanlarla süzülmüş bir katredir. Demek, şu zîhayatı halk etmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzım gelir.

İşte eğer aklın evhamda boğulmamış ise anlarsın ki bir kelime-i kudreti mesela, “bal arısı”nı ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak ve bir sahifede mesela, “insan”da şu kitab-ı kâinatın ekser meselelerini yazmak hem bir noktada mesela, küçücük “incir çekirdeği”nde koca incir ağacının programını dercetmek ve bir harfte mesela, “kalb-i beşer”de şu âlem-i kebirin safahatında tecelli ve ihata eden bütün esmanın âsârını göstermek ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan “kuvve-i hâfıza-i insaniyede” bir kütüphane kadar yazı yazdırmak ve bütün hâdisat-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte dercetmek, elbette ve elbette Hâlık-ı külli şey’e has ve bu kâinatın Rabb-i Zülcelal’ine mahsus bir hâtemdir.

İşte zîhayat üstünde olan pek çok hâtem-i Rabbanîden bir tek hâtem, böyle nurunu gösterse ve onun âyâtını şöyle okuttursa acaba birden bütün o hâtemlere bakabilsen, görebilsen سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ demeyecek misin?

(22. Söz)


Mesela, o Rahîm-i Zülcemal’in bağistan-ı kereminden, mu’cizatının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım, yüz elli beş çıktı. Bir salkımın tanesini saydım yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa daim su verse şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Halbuki, bazen az bir rutubet ancak eline geçer. İşte bu işi yapan, her şeye kādir olmak lâzım gelir. سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فٖى صُنْعِهِ الْعُقُولُ

(22. Söz)


Hem mesela kavun, kalbinde nüveler suretinde bin niyet eder ki “Yâ Hâlık’ım! Senin esma-i hüsnanın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilan etmek isterim.” Cenab-ı Hak gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder. “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” şu sırra işaret eder. Hem

سُبْحَانَكَ وَ بِحَمْدِكَ عَدَدَ خَلْقِكَ وَ رِضَاءَ نَفْسِكَ وَ زِنَةِ عَرْشِكَ وَ مِدَادِ كَلِمَاتِكَ وَ نُسَبِّحُكَ بِجَمٖيعِ تَسْبٖيحَاتِ اَنْبِيَائِكَ وَ اَوْلِيَائِكَ وَ مَلٰئِكَتِكَ

gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti şu sırdan anlaşılır.

Hem nasıl bir zabit, bütün neferatının yekûn hizmetlerini kendi namına padişaha takdim eder. Öyle de mahlukata zabitlik eden ve hayvanat ve nebatata kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye halifelik etmeye kabil olan ve kendi hususi âleminde kendini herkese vekil telakki eden insan اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ der. Bütün halkın ibadetlerini ve istianelerini, kendi namına Mabud-u Zülcelal’e takdim eder. Hem

سُبْحَانَكَ بِجَمٖيعِ تَسْبٖيحَاتِ جَمٖيعِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ بِاَلْسِنَةِ جَمٖيعِ مَصْنُوعَاتِكَ

der. Bütün mevcudatı kendi hesabına söylettirir

(24. Söz)


Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zatlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ الْاَعْلٰى derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla değil fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: “Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım bir sene ibadetten daha iyi idi.” Namazdan sonra anladım ki o hatıra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır.

(27. Söz)


İşte hakaik-i eşyanın esma-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakiki hakaik, o esmanın cilveleri olduğunu ve her şeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâni’ini zikir ve tesbih ettiğini anla. وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ nin bir manasını bil ve سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ de. Ve âyetlerin âhirlerinde olan

وَ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

وَ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحٖيمُ

وَ هُوَ الْعَلٖيمُ الْقَدٖيرُ

gibi zikir ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.

(32. Söz)


Şu Yirminci Pencere’nin hakikati, bir zaman Arabî bir surette şöyle kalbe gelmişti:

تَلَئْلُأُ الضِّيَاءِ مِنْ تَنْوٖيرِكَ تَشْهٖيرِكَ § تَمَوُّجُ الْاِعْصَارِ مِنْ تَصْرٖيفِكَ تَوْظٖيفِكَ § سُبْحَانَكَ مَا اَعْظَمَ سُلْطَانَكَ

تَفَجُّرُ الْاَنْهَارِ مِنْ تَدْخٖيرِكَ تَسْخٖيرِكَ§ تَزَيُّنُ الْاَحْجَارِ مِنْ تَدْبٖيرِكَ تَصْوٖيرِكَ § سُبْحَانَكَ مَا اَبْدَعَ حِكْمَتَكَ

تَبَسُّمُ الْاَزْهَارِ مِنْ تَزْيٖينِكَ تَحْسٖينِكَ § تَبَرُّجُ الْاَثْمَارِ مِنْ اِنْعَامِكَ اِكْرَامِكَ § سُبْحَانَكَ مَا اَحْسَنَ صَنْعَتَكَ

تَسَجُّعُ الْاَطْيَارِ مِنْ اِنْطَاقِكَ اِرْفَاقِكَ § تَهَزُّجُ الْاَمْطَارِ مِنْ اِنْزَالِكَ اِفْضَالِكَ § سُبْحَانَكَ مَا اَوْسَعَ رَحْمَتَكَ

تَحَرُّكُ الْاَقْمَارِ مِنْ تَقْدٖيرِكَ تَدْبٖيرِكَ تَدْوٖيرِكَ تَنْوٖيرِكَ § سُبْحَانَكَ مَا اَنْوَرَ بُرْهَانَكَ مَا اَبْهَرَ سُلْطَانَكَ

(33. Söz)


Kâinatın Nazmında Büyük Bir İ’caz Var

Kâinatın gör ki telifinde bir i’caz var. Ger bütün esbab-ı tabiiye bi’l-farzı’l-muhal

Ola her biri muktedir bir fâil-i muhtar. O i’caza karşı nihayet acz ile bi’l-imtisal

Ederek secde ki سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ فٖينَا رَبَّنَا اَنْتَ الْقَدٖيرُ الْاَزَلِىُّ ذُو الْجَلَالِ

(Lemeat)


Hem öyle bir tarzda güneşi takip ediyor ki bir saniye kadar yolunu şaşırmıyor, zerre kadar vazifesinden geri kalmıyor. Dikkatle bakana سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فٖى صُنْعِهِ الْعُقُولُ dedirtiyor.

...

Sonra هُوَ الَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولًا فَامْشُوا فٖى مَنَاكِبِهَا âyeti hatırıma geldi ki zemin musahhar bir sefine, bir merkûb olduğunu işaret ediyor. O işaretten kendimi feza-yı kâinatta süratle seyahat eden pek büyük bir geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkûbe binildiği zaman kıraatı sünnet olan سُبْحَانَ الَّذٖى سَخَّرَ لَنَا هٰذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنٖينَ âyetini okudum.

(3. Mektup)


Madem hakikat-i hal böyledir. Nasıl ki Hazret-i Yunus aleyhisselâma o münâcatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir tahte’l-bahir ve denizi bir güzel sahra ve gece mehtaplı bir latîf suret aldı. Biz dahi o münâcatın sırrıyla لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ demeliyiz. لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ cümlesiyle istikbalimize سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.

(1. Lem'a)


Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zat-ı Akdes!

Bütün zîruhların tesbihatıyla, seni takdis etmek niyet edip سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ diyorum.

(3. Şua)


İşte bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on dördüncü ve on beşinci mertebelerinde

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ اَلْوَاحِدُ الْاَحَدُ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَحْدَتِهٖ اِجْمَاعُ جَمٖيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزُّلَاتِ الْاِلٰهِيَّةِ وَ لِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَ لِلتَّعَرُّفَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ لِلْمُقَابَلَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ عِنْدَ مُنَاجَاةِ عِبَادِهٖ وَلِلْاِشْعَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهٖ لِمَخْلُوقَاتِهٖ وَ كَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهٖ فٖى وَحْدَتِهٖ اِتِّفَاقُ الْاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ الْاِلٰهِيَّةِ وَ لِلْاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهٖ وَ لِلْاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ لِاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهٖ وَ لِلْاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهٖ لِمَصْنُوعَاتِهٖ

(7. Şua)


S: Neden aklıyla herkes göremiyor?

C: Kemal-i zuhurundan ve zıddın ademinden…

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا § مِنَ الْمَلَاِ الْاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَائِلُ

Yani “Sahife-i âlemin eb’ad-ı vâsiasında Nakkaş-ı Ezelî’nin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl. Tâ ki mele-i a’lâdan uzanan şu selâsil-i resail, seni a’lâ-yı illiyyîn-i tevhide çıkarsın.”

Şu kitabın heyet-i mecmuasında öyle parlak bir nizam var ki nazzamı güneş gibi içinde tecelli ediyor. Her kelimesi, her harfi birer mu’cize-i kudret olan bu kitab-ı kâinatın telifinde öyle bir i’caz var ki bütün esbab-ı tabiiye, farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar yine kemal-i acz ile o i’caza karşı secde ederek سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ diyeceklerdir.

(Nokta, Mesnevi-i N.)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri, Cenab-ı Hakk’ı celal ve cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. Celal sıfatını tazammun eden “Sübhanallah” abdin ve mahlukun Allah’tan baîd olduklarına nâzırdır. Cemal sıfatını içine alan “Elhamdülillah” Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir.

Mesela biri kurb, diğeri bu’d olmak üzere bize nâzır şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayı veriyor. Bu’d cihetiyle insanların mazarratlarından tahir ve safi kalıyor. Bu itibarla insan şemse karşı yalnız kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz.

Kezalik –bilâ-teşbih– Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamdediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baîd olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma ve her iki nazarı birleştirme ki hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil hem cem’edebilirsin. Evet “Sübhanallahi ve bihamdihî” her iki makamı cem’eden bir cümledir.

(Habbe, Mesnevi-i N.)

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler/Kategoriler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]