Kehf 109: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
Değişiklik özeti yok
 
1. satır: 1. satır:
[[Kategori:Kehf Suresinin Risale-i Nur'da Geçen Ayetleri]]
[[Kategori:Kehf Suresi]]
[[Kategori:Kehf Suresi]]
[[Kategori:Nur'da (Mesnevi N.) Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Nur'da (Mesnevi N.) Geçen Ayetler]]

18.15, 22 Eylül 2024 itibarı ile sayfanın şu anki hâli

Önceki Ayet: Kehf 108Kehf SuresiKehf 110: Sonraki Ayet

Meali: 109- De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.

{Bu âyette Allah'ın sözlerinden maksat, O'nun ilim ve hikmetidir. Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmeti sonsuz ve sınırsız; denizler ise, çokluğuna rağmen, sonlu ve sınırlıdır. Şu halde, Allah'ın ilim ve hikmetini yazmak için mürekkep olarak, deryaların dahi kifâyetsiz geleceği âşikârdır.}

Kur'an'daki Yeri: 16. Cüz, 303. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pek çok envalarıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّٖى âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

(7. Şua)


Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü İlahîdir. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى âyetinin sırrıyla: Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Bir zatın vücudunu bildiren en zahir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî’nin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder.

Bu hakikatin iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin on dördüncü ve on beşinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle ve geniş bir şehadeti dahi onuncu mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle ve çok parlak ve câmi’ bir diğer şehadeti dahi on yedinci mertebesinde Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatin beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip o hakikati mu’cizane ilan eden ve şehadetini sair hakikatlerin şehadetleriyle beraber ifade eden

شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَٓائِمًا بِالْقِسْطِ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

âyet-i muazzamanın envarı ve esrarı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki daha ileri gidememiş.

(7. Şua)


İşte o boş kafalılar, bu noktalara istinaden Cenab-ı Hakk’ı da insanlara kıyas ederek diyorlar ki: “Allah celal ve azametiyle insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve bu cüz’î ve hakir şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?”

Acaba o süfeha takımı; Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da küllî, umumî, şâmil, muhit olduklarını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki Cenab-ı Hakk’ın azametine mikyas ancak mecmu âsârıdır, yalnız bir eser mikyas olamaz! Ve yine bilmezler mi ki Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mizan olacak, kâffe-i kelimatıdır ki eşcar kalem, denizler mürekkep olsa o kelimatı yazıp bitiremezler. (HâşiyeBu mealdeki âyette bir mübalağa, bir müzayede görünür. Fakat hakikate, vakıa bakılırsa ziyadelik yoktur. Çünkü “kelime” bir manayı ifade eden şeye denir. Amma nahvîlerin lafız ile takyid ve tahsis ettikleri, onlara mahsus bir ıstılahtır. Evet biri kāl, diğeri hal olmak üzere iki lisan vardır. Lisan-ı kālin kelimatı elfaz ise lisan-ı halin kelimatı da ahvaldir. Binaenaleyh kudsî şairin وَفٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ dediği gibi; kitab-ı kebir-i kâinatta yaratılan herhangi bir şey, Hâlık’ın azametine delâlet eden bir kelime-i haliyedir.

Eşcar ile denizler, kâinat kitabında mevcud kelimat-ı haliyelerin yazılmasına kâfi geldiği takdirde, o denizlerin katreleri, o ağaçların zerreleri birer halî kelime olduğundan, onların da yazılması için mürekkep, kalem lâzımdır. Öyle ise onlar için de onlar kadar başka eşcar ve denizler lâzımdır. Ve hâkeza her bir birincinin katreleri ve kelimatı yazıldıktan sonra, ona da onun kadar ikinci bir takım eşcar ve denizler lâzımdır. Hal böylece ilâ gayrı’n-nihaye teselsül eder gider. Cenab-ı Hakk’ın kelimatı, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine delâlet eden kelimat-ı haliyesi bitmez. Demek hakikatte اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّٖى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهٖ مَدَدًا âyetinin ifade ettiği manada hiçbir cihetle mübalağa, müzayede yoktur belki tenakus vardır.

Mütercim Abdülmecid)

(Bakara 26.-27. Ayetler, İşarat-ül İ'caz)


(Tenbih:[1])

Sual: Kur'an,

قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاةِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاةُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا

dediği halde; bütün bu kelimat-ı İlahiye üstünde Kur'an'ın faikiyetinin vechi nedir?

Elcevab: Kur'an, bütün âlemlerin rabbi itibariyle, hem bütün âlemlerin ilahı ünvanıyla ism-i azamından gelmiş Allah'ın fermanıdır. Ve gök ve yerlerin Rabbi ismiyle, rububiyet-i mutlaka cihetinden ve saltanat-ı âmme vechinden ve rahmet-i vasia cânibinden ve haşmet-i azamet-i uluhiyet haysiyetinden ve onun ism-i azamının muhitinden arş-ı azamının bütün muhatına kadar olan küllî devair-i rububiyete bakarak gelmiş olan Allah'ın bir kelâmıdır.

Amma sair kelimat ise, bir kısmı hâs bir itibar ile ve mahsus bir ünvan ile ve bir tecelli-i cüz'î içinde cüz'î bir isimle ve hâs bir rububiyet ve mahsus bir saltanat ve hususî bir rahmet cihetinden gelen kelimat-ı İlahiyedirler. Ekser ilhamat gibi...

İşte bu sırdandır ki; bir velî,

حَدَّثَنِي قَلْبِي عَنْ رَبِّي

"Benim kalbim Rabbimden haber veriyor."diyor. Demiyor: "Rabb-ül Âlemîn'den haber veriyor."

Evet ey velî! Senin kabiliyetin mikdarınca, senin mir'at-ı kalbinde hususî istidadına bakan senin Rabbinin tecellisinden gelen feyzin nerede?

Sonra esma-i hüsnanın cilveleri itibariyle bütün arşların anası olan Arş-ı Azam aynasında Rabb-ül Âlemîn'in tecellisinden ism-i azam ile parlayan bir Peygamber'in feyzi nerede?

Evet meselâ, senin küçük ve bulanık olan aynan içindeki hususî güneşinden gelen feyzin nerede? Sonra gök tavanında parlayan âlemin güneşinden gelen bir feyz-i küllî nerede?

Hem bir padişahın kendi raiyetinden birisine hâs bir telefon ile hususî bir hacete dair, cüz'î bir emir ile ettiği bir hitabı nerede? Sonra o melikin saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra ismiyle; hem kendi malikiyet-i ulyasının haşmeti haysiyetiyle memleketinin etrafında kendi sefir ve vezirleri vasıtasıyla kendi evamirini etrafa teşhir maksadıyla isdar ettiği fermanı nerede?

İşte bu sırr-ı azîmden; vahyin ekserisi melek vasıtasıyla olduğu, ilham-ı İlahînin ağlebi ise vasıtasız olduğu anlaşılır. Hem en yüksek bir velînin, enbiyadan hiçbir peygamberin derecesine ulaşamadığının sırrı, hem Kur'an'ın sırr-ı azameti ve izzet-i kudsiyeti ve çok yüksek îcazı içindeki ulviyet-i i'cazı; hem tâ göklere, tâ Sidret-ül Münteha'ya, tâ Kabe Kavseyn'e gidip

اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

ile muttasıf Zat-ı Zülcelal ile münacât etmek için Mi'rac-ı Ahmedî'nin sırr-ı lüzumu; sonra tarfet-ül aynda yerine dönmesinin hakikatı gibi nice esrarın hakikatları fehmedilir. Ve sonra yine aynı sırdan, kelâm-ı nefsînin yani ilhamın ilim ve irade gibi ezelî, sade bir sıfat olup; vücud ve sübutu malûm, fakat künh ü keyfiyeti ise mechul olduğu, hem kelimat-ı İlahiyenin de nihayetsiz olduğu anlaşılır.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

(Nur, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Kelam-ı Ezeli Gayr-ı Mütenahidir

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﻗُﻞْ ﻟَﻮْ ﻛَﺎﻥَ ﺍﻟْﺒَﺤْﺮُ ﻣِﺪَﺍﺩًﺍ ﻟِﻜَﻠِﻤَﺎﺕِ ﺭَﺑِّﻰ ﻟَﻨَﻔِﺪَ ﺍﻟْﺒَﺤْﺮُ ﻗَﺒْﻞَ ﺍَﻥْ ﺗَﻨْﻔَﺪَ ﻛَﻠِﻤَﺎﺕُ ﺭَﺑِّﻰ ﻭَﻟَﻮْ ﺟِﺌْﻨَﺎ ﺑِﻤِﺜْﻠِﻪِ ﻣَﺪَﺩًﺍ

Şu âyet-i azîme çok büyük ve çok âlî ve çok geniş bir denizdir. Onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cild kitab yazmak lâzım gelir. Onun o kıymetdar cevahirini başka zamana ta'liken, şimdilik yalnız birkaç gün evvel tahattur-u hakaik noktasında benim için ehemmiyetli bir zamanım olan namaz tesbihatında, uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nüktenin şuaı göründü. O zamanda kaydedemedik, gittikçe tebaud ediyordu. Bütün bütün kaybolmadan evvel, o nüktenin bir cilvesini avlamak için etrafında dairevari birkaç kelime söyleyeceğiz.

Birinci Kelime

Kelâm-ı Ezelî ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlahîye olduğu cihetle, gayr-ı mütenahidir. Nihayetsiz olan bir şeye, denizler mürekkep olsa elbette bitiremezler.

İkinci Kelime

Bir zâtın vücudunu ihsas eden en zahir, en kuvvetli eser, tekellümüdür. Bir zâtın kelâmını işitmek, bin delil kadar vücudunu, belki şuhud derecesinde isbat ettiği nokta-i nazarda, bu âyet-i kerime mana-yı işarîsiyle diyor ki: "Rabb-i Zülcelal'in vücudunu gösteren kelâm-ı İlahînin adedini, denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa, yazsalar, bitiremezler. Yani bir zâtın böyle bir kelâmı vücuduna şuhud derecesinde delalet ettiğine bedel; Zât-ı Ehad-i Samed'e kelâmın mütekellime delaleti ve ihsası gibi hadd ü hesaba gelmeyen

hadsizdir ki, umum denizlerin suyu mürekkep olsa, yazmasına kifayet etmez." demektir.

Üçüncü Kelime

Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan hakaik-ı imaniyeyi umum tabakat-ı beşere ders verdiği için, tesbit ve tahkik ve ikna' etmek hikmetiyle, bir hakikatı zahiren tekrar ettiği için, ehl-i ilim ve ehl-i kitab bulunan o zaman ülema-i Yehud, Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmiliğine ve kıllet-i ilmine gayet haksız bir taarruz ettiklerine manen bir cevabdır. Şöyle ki:

Âyet-i Kerime der: "Tahkik ve ikna' gibi pek çok hikmetler için ayrı ayrı faideler nokta-i nazarında çok müteaddid neticeleri bulunan bir hakikatı, umumun bilhassa avamın kalbinde yerleştirmek için, erkân-ı imaniye gibi herbir mes'elesi bin mesail kıymetinde ve binler hakaikı tazammun eden mes'eleleri, ayrı ayrı mu'cizane tarzlarda tekrarını, hasr-ı kelâmî ve kusur-u zihnî ve sermayenin noksaniyetinden değildir. Belki hadsiz, nihayetsiz hazine-i ezeliye-i kelâm-ı İlahîden alınan ve âlem-i gayb hesabına âlem-i şehadete müteveccih olup cinn, ins, ruh, melekle konuşan ve her ferdin kulağında taninendaz olan Kur'anın menbaı bulunan kelâm-ı ezelînin kelimatını saymak için denizler mürekkep olsa, zîşuurlar kâtib, nebatatlar kalem, belki zerratlar kalem ucu olsalar, yine bitiremezler. Çünki bunlar mütenahi, o ise nihayetsizdir.

Dördüncü Kelime

Malûmdur ki, umulmadık bir şeyden kelâmın sudûru, kelâmı ehemmiyetleştirir; kendini dinlettiriyor. Hususan cevv-i sema ve bulutlar gibi büyük cirmlerde tekellümvari sadâlar dahi, ehemmiyetle herkese kendini dinlettiriyor. Hususan dağ cesametinde bir fonoğrafın nağamatı, daha fazla kulağın nazar-ı dikkatini celbeder. Hususan semavat tabakalarını plâklar ittihaz edip küre-i arzın kafasına işittirmek için sudûr eden sadâ-yı semavî-i Kur'anîyi, radyo kuvvetiyle, zerrat-ı havaiye hurufata âhize ve nâkile oldukları gibi, elbette bu kudsî hurufat-ı Kur'aniyeye birer âyine, birer lisan, birer ibre ucu, birer kulak hükmüne geçtiğine remzen, Kur'an-ı Hakîm'in hurufatının ne derece ehemmiyetli, kıymetli, hasiyetli, hayatdar olduğuna işareten âyet mana-yı işarîsiyle diyor ki: "Kelâmullah olan Kur'an o kadar hayatdar ve kıymetdardır ki, onu dinleyen, işiten kulakların adedini ve o kulaklara giren o kudsî kelimelerin sayısını, bütün denizler mürekkep ve melaikeler kâtib ve zerreler, nutfeler ve nebatlar ve kıllar kalemler olsa bitiremezler."

Evet bitiremezler. Çünki Cenab-ı Hak beşerin zayıf, ruhsuz kelâmının adedini havada milyonlar kadar teksir etse, elbette arz ve semavatın Padişah-ı Bîmisal'inin arz ve semavata bakan ve arz ve semavatta umum zîşuurlara hitab eden kelâmının herbir kelimesi, zerrat-ı havaiye adedince kelimeler olur.

Beşinci Kelime

İki harftir.

Birinci Harf

Nasılki sıfat-ı kelâmın kelimeleri var. Öyle de, kudretin de mücessem kelimeleri var. İlmin de hikmetli kaderî kelimeleri var ki, bütün mevcudattır. Hususan zîhayatlar, hususan küçük mahluklar, herbiri birer kelime-i Rabbaniyedir ki; Mütekellim-i Ezelî'ye, kelâmdan daha kuvvetli bir surette işaret eder. Ve onların adedini, denizler mürekkep olsa bitiremezler, demek olduğu manasına dahi şu âyet remzen bakıyor.

İkinci Harf

Bütün melaikelere ve insanlara, hattâ hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nev' kelâm-ı İlahîdir. Bu kelâmın kelimatı elbette gayr-ı mütenahidir. Saltanat-ı mutlakanın nihayetsiz cünudunun mütemadiyen aldıkları ilham, evamir-i İlahiyenin kelimatı ne derece çok ve nihayetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor demektir.

ﺍَﻟْﻌِﻠْﻢُ ﻋِﻨْﺪَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻟﺎَ ﻳَﻌْﻠَﻢُ ﺍﻟْﻐَﻴْﺐَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ

(Latif Nükteler)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  1. Hâşiyesi bahsin nihayetinde yazıldığı gibi, makam itibariyle bunun yeri, Ondördüncü Reşha'dan sonradır. (Mütercim)