Tin 4: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
 
(Aynı kullanıcının aradaki diğer 9 değişikliği gösterilmiyor)
1. satır: 1. satır:
[[Kategori:Tin Suresi]]
[[Kategori:Tin Suresi]]
[[Kategori:Şemme'de (Mesnevi N.) Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Mesnevi-i Nuriye'de Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Fihrist'te (Sözler) Geçen Ayetler]]
[[Kategori:33. Söz'de Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Risale-i Nur'da Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Sözler'de Geçen Ayetler]]
[[Kategori:32. Söz'de Geçen Ayetler]]
[[Kategori:23. Söz'de Geçen Ayetler]]
[[Kategori:Hizb-ül Kur'an Ayetleri]]
[[Kategori:Hizb-ül Kur'an Ayetleri]]
[[Kategori:Tin Suresindeki Hizb-ül Kur'an Ayetleri]]
[[Kategori:Tin Suresindeki Hizb-ül Kur'an Ayetleri]]
[[Kategori:Münacat-ül Kur'an'da Geçen Ayetler]]
''Önceki Ayet: [[Tin 3]] ← [[Kuran:Tin|Tin Suresi]] → [[Tin 5]]: Sonraki Ayet''
''Önceki Ayet: [[Tin 3]] ← [[Kuran:Tin|Tin Suresi]] → [[Tin 5]]: Sonraki Ayet''


41. satır: 50. satır:


([[Risale:23._Söz#Yirmi_.C3.9C.C3.A7.C3.BCnc.C3.BC_S.C3.B6zm|23. Söz]])
([[Risale:23._Söz#Yirmi_.C3.9C.C3.A7.C3.BCnc.C3.BC_S.C3.B6zm|23. Söz]])
----
İşte şu muvazene, ehl-i dalaletle ehl-i imanın hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine işaret eden
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فٖٓى اَحْسَنِ تَقْوٖيمٍ}}]]
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلٖينَ}}]]
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ}}]]
hem netice ve âkıbetlerine işaret eden
[[Duhan 29|{{Arabi|فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَ الْاَرْضُ}}]]
olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvi, mu’cizane, beyan ettiğimiz muvazeneyi ifade ederler.
Birinci âyet, On Birinci Söz’de tafsilen o âyetin i’cazkârane ve îcazkârane ifade ettiği hakikati, o Söz’de beyan edildiğinden onu oraya havale ederiz.
([[Risale:32._Söz#.C4.B0kinci_Nokta.E2.80.99n.C4.B1n_.C4.B0kinci_Mebhas.C4.B1|32. Söz]])
----
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فٖٓى اَحْسَنِ تَقْوٖيمٍ}}]]
[[Zariyat 20|{{Arabi|وَ فِى الْاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِنٖينَ}}]]
[[Zariyat 21|{{Arabi|وَ فٖٓى اَنْفُسِكُمْ اَفَلَا تُبْصِرُونَ}}]]
Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilatını binler muhakkikîn-i evliyanın mufassal kitaplarına havale ederek yalnız feyz-i Kur’an’dan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:
On Birinci Söz’de beyan edildiği gibi: “İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki Cenab-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.” Tafsilatını başka Sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.
Birinci Nokta: İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir âyinedir.
Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr u hâcatıyla, naks ve kusuruyla, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hâkeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü’l-vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcatı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan vicdan, daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm’in dergâhına dayanır, dua ile el açar.
Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.
İkinci Vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nevinden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Mesela ben, nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkeza…
Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık eder. Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nın başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Mesela, yaratılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkeza… Bütün aza ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letaif ve maneviyatıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor.
Demek, nasıl esmada bir ism-i a’zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a’zam var ki o da insandır.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.
İkinci Nokta: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:
İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki bütün azasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o evamirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latîfe-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hâcetlerini görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüzü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise her bir cüzü ile görebilir ve işitebilir.
Öyle de [[Nahl 60|{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى}}]] Cenab-ı Hakk’ın madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve azasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal’i meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Her şey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile her şeyi bilir ve hâkeza…
Üçüncü Nokta: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresi’nde ve Yirminci Mektup’un Sekizinci Kelimesi’nde tafsili geçtiğinden ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:
Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esma ve şuunat-ı zatiyeye işaret eder. Gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyum’un şuunat-ı zatiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah’ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz.
([[Risale:33._Söz#Otuz_Birinci_Pencere|33. Söz]])
----
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş.
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.
([[Risale:Şemme_(Mesnevi_Badıllı)#38._Parça|Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı)]])


==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==
47. satır: 132. satır:


([[Risale:23._Söz#Be.C5.9Finci_Nokta|23. Söz]])
([[Risale:23._Söz#Be.C5.9Finci_Nokta|23. Söz]])
----
Elhasıl, nefs-i emmare tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir, fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. Evet, bir haneyi bir günde harap eder, yüz günde yapamaz. Lâkin eğer enaniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfik-i İlahiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimattan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa o vakit [[Furkan 70|{{Arabi|يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ}}]] sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılab eder. Ahsen-i takvim kıymetini alır, a’lâ-yı illiyyîne çıkar.
([[Risale:23._Söz#Birinci_N.C3.BCkte|23. Söz]])
----
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.
([[Risale:Şemme_(Mesnevi_Badıllı)#76._Parça|Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı)]])


==İlgili Maddeler==
==İlgili Maddeler==

08.28, 28 Temmuz 2024 itibarı ile sayfanın şu anki hâli

Önceki Ayet: Tin 3Tin SuresiTin 5: Sonraki Ayet

Meali: 1-2-3-4-5- İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.

{Allah Teâlâ insanı ruh ve beden kabiliyetleri bakımından canlıların en mükemmeli kılmıştır. Sûrede "en güzel biçimde yarattık" ifadesi bu hususu belirtmektedir. İnsan serbest iradesi ile ya bu kabiliyetlerini güzel kullanarak "kâmil insan" olacak, yahut da aksi yönü tutarak şuurlu varlıkların ve canlıların en aşağı mertebesinde yer alacaktır.}

Kur'an'daki Yeri: 30. Cüz, 596. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Şu sözün iki mebhası vardır.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فٖٓى اَحْسَنِ تَقْوٖيمٍ

ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلٖينَ

اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

Birinci Mebhas

İmanın binler mehasininden yalnız beşini beş nokta içinde beyan ederiz.

(23. Söz)


İşte şu muvazene, ehl-i dalaletle ehl-i imanın hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine işaret eden

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فٖٓى اَحْسَنِ تَقْوٖيمٍ

ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلٖينَ

اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

hem netice ve âkıbetlerine işaret eden

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَ الْاَرْضُ

olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvi, mu’cizane, beyan ettiğimiz muvazeneyi ifade ederler.

Birinci âyet, On Birinci Söz’de tafsilen o âyetin i’cazkârane ve îcazkârane ifade ettiği hakikati, o Söz’de beyan edildiğinden onu oraya havale ederiz.

(32. Söz)


لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فٖٓى اَحْسَنِ تَقْوٖيمٍ

وَ فِى الْاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِنٖينَ

وَ فٖٓى اَنْفُسِكُمْ اَفَلَا تُبْصِرُونَ

Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilatını binler muhakkikîn-i evliyanın mufassal kitaplarına havale ederek yalnız feyz-i Kur’an’dan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:

On Birinci Söz’de beyan edildiği gibi: “İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki Cenab-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.” Tafsilatını başka Sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.

Birinci Nokta: İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir âyinedir.

Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr u hâcatıyla, naks ve kusuruyla, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hâkeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü’l-vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcatı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan vicdan, daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm’in dergâhına dayanır, dua ile el açar.

Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.

İkinci Vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nevinden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Mesela ben, nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkeza…

Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık eder. Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nın başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Mesela, yaratılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkeza… Bütün aza ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letaif ve maneviyatıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor.

Demek, nasıl esmada bir ism-i a’zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a’zam var ki o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.

İkinci Nokta: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:

İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki bütün azasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o evamirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latîfe-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hâcetlerini görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüzü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise her bir cüzü ile görebilir ve işitebilir.

Öyle de وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى Cenab-ı Hakk’ın madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve azasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal’i meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Her şey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile her şeyi bilir ve hâkeza…

Üçüncü Nokta: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresi’nde ve Yirminci Mektup’un Sekizinci Kelimesi’nde tafsili geçtiğinden ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:

Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esma ve şuunat-ı zatiyeye işaret eder. Gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyum’un şuunat-ı zatiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah’ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz.

(33. Söz)


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki!

وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.

Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş.

Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.

Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.

İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.

Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.

Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.

İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ de. Kâinatın güzel bir takvimi ol.

(23. Söz)


Elhasıl, nefs-i emmare tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir, fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. Evet, bir haneyi bir günde harap eder, yüz günde yapamaz. Lâkin eğer enaniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfik-i İlahiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimattan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa o vakit يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılab eder. Ahsen-i takvim kıymetini alır, a’lâ-yı illiyyîne çıkar.

(23. Söz)


Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.

Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))

İlgili Maddeler[değiştir]