Zümer 53

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Ayet: Zümer 52Zümer SuresiZümer 54: Sonraki Ayet

Meali: 53- De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

{Bu âyet-i kerimede Allah'ın rahmet ve muhabbetinin sonsuzluğu ifade edilmektedir. O'nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır, her insan bu ilâhî rahmetten istifade edebilir. Ancak şu hususa dikkat etmek gerekir ki "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" demek, günah işlemeye devam edin, demek değildir. Bundan maksat, en günahkâr insanların bile tevbelerinin kabul edileceğini bildirmek, dolayısıyla bir an evvel kötülükten vazgeçip Allah'a dönmelerini teşvik etmektir.}

Kur'an'daki Yeri: 24. Cüz, 463. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Bu mübarek mektubunuzla başta şu bîçare olduğu halde, dinleyenlerin ahval-i ahîre dolayısıyla kalplerinde hasıl olan manevî yaraya çok mükemmel ve münasip bir merhem vurdunuz. لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ nass-ı celilini hatırlatarak, Allah’ın lütfuna ve Habib-i Ekreminin (asm) ruhaniyetine, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى قِيَامِ السَّاعَةِ devam ettiğine şüphe kalmayan i’cazına dehalet ve hakiki sabırla bu acılara mukabele ederseniz, inşâallah yakın ve nurlu istikbale mazhar olursunuz, gibi hakikaten pek azîm bir müjde vermiş oldunuz. Bîçaregân-ı ümmete, izn-i İlahî ile beyan buyurduğunuz i’caz-ı Kur’an hürmetine, Allahu Zülcelal muhterem üstadımızdan ebeden razı olsun. Ve Hazret-i Kur’an hesabına intizar buyurduğunuz ümitlerinizi, an-karib mübeddel-i hakikat ve mü’minlere de selâmet-i iman tevfik buyursun, âmin!

(Barla Lahikası)


Kardeşlerim, bu bîçarenin Nurlarla iştigali üç devreye ayrılmıştır:

Birincisi: Üstad Hazretleriyle ilk teşerrüf etmek saadetine nâil olduğumdan itibaren intişar etmiş olan eserleri, kendim için istinsah etmek.

İkincisi: Yine muhterem Üstadımın emirlerine imtisalen Sözlerin, muhtelif tabaka-i nâsa tesirleri ve kabil-i cerh, lâzımü’t-tashih, mûcib-i itiraz cihetleri olup olmadığı hakkında, kāsır aklımla anlayabildiğim kadar ve kısa görüşümle seçebildiğim kadarını arz eylemek ve bütün fırsatlardan istifade ile din kardeşlerime faydalı olmak, onlara da bu Nurları göstermek, dikkat-i nazarlarını celbetmek, kalbî ve bâtınî yaralarına merhem eylemek emeliyle, ihtiyarsız ve manevî bir tesir altında âsâr-ı Nur’u aşk ile okumak.

Üçüncüsü: Yine aziz ve müşfik Üstadımın emirlerine mutavaatla, bildiğiniz vechile her birisi bir türlü letafet ve belâgat ve celadette ve çok kolaylıkla akıllara hayret verecek tarzda intişar etmekte olan nurlu âsâr hakkındaki ihtisaslarımı arz eylemek ve bizzat veya kardeşlerim namına, bazı Kur’anî müşkülat ve tereddüdatı makam-ı feyze takdim ederek, bu tarîkle hem müşkülün halline hem de sâil ile birlikte diğer kardeşlerin de istifadelerine âcizane hizmet eylemek.

Denizden katre mesabesindeki bu Kur’anî hizmetten dolayı, bu bîçareye bir kıymet atfetmeyiniz. Çünkü maalesef hiç liyakatim olmadığını ben çok iyi biliyorum. لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ âyet-i celilesi ümit vermemiş olsa isyanımın nihayetsizliği karşısında çıldırmak işten bile değil.

...

Hulusi

(Barla Lahikası)


Rahîm, Rauf ve Zü’l-Minen hazretlerinin inayet ve lütuflarından olarak tövbe ve istiğfar gibi kullarına ihda eylediği miftah-ı kerem ve ihsana, çok günahkâr ve terbiyesiz olan ben sefil Yusuf Toprak, bütün fezayıh ve i’tisaflarıma rağmen, tevessül ettikçe bana fazlından verdiği mazhariyetin kıymetini takdir etmek, ona şükür eylemek şöyle dursun, bilakis küfran-ı nimet, defaatle nakz-ı ahd, irtikâb-ı kizb ve hıyanet eylediğim için derin kasavete, kesif zulmete, müthiş dalalete (hakkıyla) maruz kalan kalbimin, ruhumun aldığı müzmin ve münkis yarayı tedavi çaresini taharri yolunda aklımı, zevkimi kaybetmiş, âdeta çılgın bir hale girmiştim.

Başvurduğum her tabib-i manevîden aldığım ilaçlar; yaramı tedaviye, aklımı iknaya, lehfemi iskâta kâfi gelmedi. Bizzarure قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذٖينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ âyet-i celilesinin mefhumuna tevessülen, me’luf olduğum denâetlerden mütehassıl koyu lekeleri kal’ ve tathire ve tarîk-ı Hak’ta sebata muîn olacak bir rehberi ararken, ortada hiçbir sebeb-i zahirî olmadığı halde, memleketimden Kastamonu’ya nefyim şüphesiz, nefsime giran gelmiş ve hattâ yeis ve teessüre kapılmıştım. Bilmiyordum ki bu nefyim ile

وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

فَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّٰهُ فٖيهِ خَيْرًا كَثٖيرًا

âyetlerinin sırrına mazhar edecek ve iltiyamı ümit ve imkânsız gördüğüm manevî yaralarımın tedavisine muktedir doktorların ve yanlarındaki kuvvetli mualecenin eserini, varlığını ve ism-i Hay ve Hakîm’in cilvesini şefkaten göstermek suretiyle, bana minnet üstünde minnet-i uhrevî yapmak içindir. Bu mülevves ahlâkımla ben neciyim ki bu ihsan-ı azîme nâil olayım diye şaştım. Fakat lehü’l-hamdü ve’l-minne

مَنْ طَلَبَنٖى وَجَدَنٖى

وَكَانَ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَحٖيمًا

يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَحٖيمًا gibi işarat-ı celile hatırıma gelmekle, bir derece müteselli oldum.

(Barla Lahikası)


Meyve’nin Dördüncü Mesele’sindeki bir hakikatin izahını Eski Said’in âfaka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu ramazan-ı şerifteki kıymettar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki o geniş ve karışık fırtınalı hakikatin kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nevinde, Risale-i Nur şakirdlerinin meraklarını ta’dil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mesele çok geniş, vaktim de dar, halim de perişan olmasından anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

Meyve’nin o Dördüncü Mesele’sinde denilmiş ki: “Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur.” mealinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve âfakî hâdisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan bîçareler! Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve lâzım vazifeniz zararına, o hâdise o geniş boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:

Kat’iyen biliniz ki: İnsanın çok mu’cizatlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi aynen bu asırda nev-i beşerin muvakkat ve fâni, tahripçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız bir tek arı milletine ve üzüm taifesine baksan bu nev-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var.

Bu hakiki zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakiki fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î. Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhit’ten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zat-ı Akdes’in rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!

Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün tâ o zulm-ü zulmette kalp boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar tâ kalp dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın.

Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i salihînden başka siyasetçi, ekserce tam müttaki, dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakiki dindar ise “Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir.” diye siyasete aşk-ı merak ile değil; ikinci, üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye –eğer mümkünse– çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere âlet yapar.

Elhasıl: Nasıl ki sarhoşluk, hakiki vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle, menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de böyle fâni boğuşmaları ve hâdiseleri merakla takip etmek, bir nevi sarhoşluktur ki hakiki vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten unutturduğu için menhus bir zevk verir. Veya tehlikeli bir yeise düşüp لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ âyetindeki emr-i İlahîye muhalefet eder, tokada müstahak olur. Veya لَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ olan şiddetli tehdid-i İlahî tokadına mazhar olur; zalimlerin zulümlerine hasbî olarak manen iştirak eder; bi’l-istihkak cezasını da dünyada, âhirette çeker.

Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime geliyor ki: Bu geniş boğuşmaların neticesinde Eski Harb-i Umumî’den çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da deccalane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar; âlem-i İslâm’ın tam intibahıyla ve Yeni Dünya’nın, Hristiyanlığın hakiki dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve âlem-i İslâm’la ittifak etmesi ve İncil, Kur’an’a ittihat edip tabi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder.

(Emirdağ Lahikası 1)


Birinci Hastalık

“Yeis”tir.

Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azaptan korkar, yeise düşer. Böyle bir meyusun gözüne, dinî meselelere münafî edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilan-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder.

Binaenaleyh a’male muvaffak olamayanlar, yeise düşmemek için şu âyete müracaat etsin:

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذٖينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمٖيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحٖيمُ

(Katre, Mesnevi-i Nuriye)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]