Süphan Dağı

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
(Sübhan Dağı sayfasından yönlendirildi)

Süphan Dağı Van Gölü'nün hemen kuzeyinde bulunan bir volkanik dağdır. Türkiye'nin en yüksek 3. dağıdır. Zirvesi bir örtü buzulu ile kaplıdır. Son püskürmesini MÖ 8000 yıllarında yapmıştır. Risalelerde çeşitli misallerde bahsi geçer. Ayrıca Bediüzzaman'ın 1. Dünya savaşında doğuda gönüllü alay komutanı olarak cihad ettiği mekanlardan birisi Süphan dağı etekleridir.[1]

Bilgiler[değiştir]

İnşa/Kuruluş Tarihi: -

Niteliği: Dağ

Yüzölçümü (km2):

Diğer İsimleri: Sübhan Dağı

Kıta: Asya

Ülke: Türkiye

Vilayet/Eyalet: Bitlis ve Ağrı

İlçe/Kasaba: Adilcevaz (Bitlis) ve Patnos (Ağrı)

Mahalle/Köy: -

Harita konumu: [1]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Kur’an-ı Hakîm ferman ediyor ki:

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

Evet, zeminin diriltilmesinde, üç yüz bin haşrin numunelerini, birkaç gün zarfında yapan, gösteren kudret-i Fâtıraya; elbette insanın haşri ona göre kolay gelir. Mesela, Gelincik Dağı’nı ve Sübhan Dağı’nı bir işaretle kaldıran bir Zat-ı Mu’ciz-nüma’ya “Şu dereden, yolumuzu kapayan şu koca taşı kaldırabilir misin?” denilir mi? Öyle de gök ve dağ ve yeri altı günde icad eden ve onları vakit be-vakit doldurup boşaltan bir Kadîr-i Hakîm’e, bir Kerîm-i Rahîm’e “Ebed tarafından ihzar edilip serilmiş, kendi ziyafetine gidecek yolumuzu seddeden şu toprak tabakasını üstümüzden kaldırabilir misin? Yeri düzeltip bizi ondan geçirebilir misin?” istib’ad suretinde söylenir mi?

(22. Söz)


Maatteessüf bunu kemâl-i telaş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Meselâ bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men'etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücûda gelen (fesad ve fenalığın zikri vaktinde,) onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ki ilme husumet ve adaveti îma eder.

Kezalik; şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki, fırkaların ağraz-ı şahsiye ve hilaf-ı Şeriat ile ektikleri tohum-u fesadı, bir milyon fişenk havaya atıldığı ve umum siyasât ve asayiş efrad elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müdhiş fırtına mu'cize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek namlar, o müdhiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber; daima o ismi sahib-i ağraza siper göstermek, pek büyük ve hatarlı bir noktaya, belki ukde-i hayatiyeye ilişmektir ki; dehşetinden her bir vicdan-ı selim titriyor ve dağdar-ı teessüf oluyor.

Süreyya'yı süpürge yapmağa ve üfürmekle Şems'i söndürmeğe ihtimal veren; belâhetini ilân eder. Meselâ: Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir mizan ile müvazenelerini, cevv-i semada Zühal'de duran bir melaike de o mizanin ucunu tutsa, Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa; Sübhan Dağı âsumana, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden kasır-ün nazar olan, kıymet ve sıkletini, tamamen o dirhemden bilecektir. İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyeti İslâmiye ve Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) o cesim dağlara benzer. Esbab-ı hariciye bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyetin kıymetini bilmemek ve tenzil etmektir.

(Divan-ı Harb-i Örfi)


Hem de "hürriyet" denilen, Sübhan ve Ağrı dağları gibi istikbâlin cibal-i şahikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i nefs altına girmeyi yasak etmiş ve gayra tecavüzü tecviz etmeyerek Şeriat'a istinad etmiş olan sultan-ı hürriyet, yüksek sada ile sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve müteferrik bir kavme: "Cehalet ve fakra hücum için fen ve san'at ve silah başına, ileri arş!" emrini veriyor.

(Divan-ı Harb-i Örfi)


Ey kardeş bil ki! Bir zerre tecelli vasıtasıyla güneşin bir timsalini kendisinde bilmüşahede yerleştirebildiği halde, fakat o zerre, bizzat iki zerreyi dahi kendisinde yerleştiremediği bedihidir.

Binaenaleyh, kâinatın zerrat ve mürekkebatı kabildir ki, -güneşin tecellisine mazhar olup onun timsalleriyle parlayan yağmurun katreleri ve serpintileri gibi- ezelî ve gayr-ı mütenahî bir ilim ve iradeye dayanan, belki tazammun eden muhita ve mutlaka olan kudret-i nuraniye-i ezeliyenin tecelliyatının lemaatına mazhar olsunlar. Fakat asla mümkün değildir ki, senin gözünün bir hüceyresinde çalışan bir zerre, bir kudret ve şuur ve iradeye menba' ve maden olsun da, vazifedar olduğu ve görmekte olduğu ondan ziyade hizmetlerden damar ve asab içindeki muharrike, hassase, evride, şerayin, musavvire ve hakeza., fikrin içinde hayrette kaldığı acib hizmetleri yüklensin ve yapsın!. Öyle ise, şu san'at-ı mutkane-i acibe ve bu müzeyyen ve muntazam nakışlar ve o hikmet-i amîka-i dakika, iki şeyi iktiza ederler:

Birincisi: Ya kâinattaki bütün zerreler ve umum mürekkeblerin herbirisi, sıfat-ı muhita-i mutlaka-i kâmileye (ki ancak bunlar kainatın Halikına hâs sıfatlardır) birer maden ve menba' ve masdar olacaklar.

İkincisi: Veyahut o zerrat ve mürekkebat; bütün o sıfat-ı muhitalar, ancak onun olabilen ve ancak ona elyak ve evfak olan bir Şems-i Ezel'in tecelliyat-ı esmasının lemaatına birer mazhar ve ma'kes ve tecelligâhtırlar.

İşte birinci şıkta, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince muhaller vardır. Evet her kim ki, bir sineğin kanatları, Sübhan ve Ağrı Dağlarını kaldırabildiğine ve bir sivrisineğin gözleri, Nil ve Fırat nehirlerinin menbaları olduğuna cevaz verirse ve kabul edip itikad ederse, birinci şıkka gitsin. Yoksa yok!..

Elhasıl: Herbir zerre kendi takatinin hadsiz derece fevkindeki yükleri kaldırmaktan gelen lisan-ı acziyle şehadet eder ki; kâinatta Zat-ı Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad olan Allah-ı Zülkemal'den başka bir Mûcid, bir Hâlık, bir Rab, bir Malik, bir Kayyum ve bir İlah yoktur ve olamaz diyorlar.

Hem kâinatın bütün zerreleri ve mürekkebleri muhtelif dilleriyle ve çeşitli delâletleriyle güya bu şiiri inşad etmektedirler:

عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ

(Her ne kadar cemalin bir tane ise de, fakat ona dair olan ibarelerimiz ayrı ayrıdır. Lâkin bütün bu ayrı ayrı ibarelerimizin hepsi, senin o cemaline işaret ederler.)

Evet kitab-ı kâinatın herbir harfi kendi nefsinin vücuduna bir tek vecih ile ve bir harf miktarınca delâlet eder. Amma kâtib ve sani'inin vücuduna çok vecihlerle delâlet etmekte ve ona tecelli eden esma-i hüsnaya uzun bir kaside inşad edip, güya lisan-ı halleriyle şu beyti okumaktadırlar:

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا مِنَ اْلَمَلاِ اْلاَعْلَى اِلَيْكَ رَسَائِلُ

(Habbe, Mesnevi N. (Badıllı))


İşaret:

Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi: İmkânatı, vukuâta karıştırmak ve iltibas etmektir.

Meselâ diyorlar: "Böyle olsa, kudret-i İlahiyede mümkündür. Hem ukûlümüzce azametine daha ziyade delalet eder. Öyle ise bu vaki' olmak gerektir..." Heyhat!.. Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz'î aklınız ile hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet bir zira' kadar bir burun altundan olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur!..

Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki: İmkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafîdir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüd ettiklerinden "lâedrî"lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki; mesleklerinde lâzım gelir; Van Denizi ve Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüd edilsin. Zîrâ onların mesleğince mümkündür: Van Denizi düşab ve Sübhan Dağı şeker ile örtülmüş bala inkılab etsin. Veyahut o ikisi: Bazı arkadaşımız gibi, küreviyetten razı olmayarak, sefere gittiklerinde ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyle ise, deniz ve Sübhan, eski halleriyle bakî olduklarını tasdik etmemek gerektir.

...

Bu tasviratla beraber hiss-i zahire istinaden; zahir, mutaassıbane bir cümud-u bâridi göstermek, nasılki belâgatın hararet ve letafetine münafîdir. Öyle de: Delil-i Sâni' olan nizam-ı âlemin esası olan hikmetullahın şâhidi olan istihsan-ı akliye cârih ve muhaliftir. Şöyle:

Meselâ: Sübhan Dağı'na çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan ve istesen ki; Sübhan senin cihat-ı erbaâna mukabil gele veyahut her cihete mukabil olarak görmüşsün, bu tebdil ve tebeddüle lâzım olan rahat bir sebebi olan kaç hareket-i vaz'iye ile birkaç adım atmak gibi en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi seni hayrette bırakacak bir daire-i azîmeyi kat'etmesini tahayyül veya teklif etmek gibi gayet uzun bir yolu ve israf ve abesiyete acib bir misali, nizam-ı âleme esas tutmak, bence nizama cinayet etmektir.

Şimdi insafla, nazar-ı hakikatla bu taassub-u bârideye bak; nasıl istikrâ-i tâmmın şehâdetiyle sabit olan bir hakikat-ı bahireye muaraza ediyor. O hakikat ise budur:

Hilkatte israf ve abes yoktur. Ve hikmet-i ezeliye, kısa ve müstakim yolu terketmez. Uzun ve müteassif yolu ihtiyar etmez. Öyle ise; acaba istikrâ-i tâmmın mecaza karine olmasından ne mani' tasavvur olunur ve neden caiz olmasın?..

(Muhakemat)


S- Belki birbirleriyle adavetleri, birbirinden gördükleri nâmeşru bazı ef'al içindir?

C- Acaba ne cihetle, ne insaf ile, ne suretle!.. Sübhan Dağı kadar ağır ve büyük olan iman ve İslâmiyet ve insaniyet ve cinsiyet sebebiyle hasıl olan muhabbet; şöyle çocuğun bahanesiyle bazı nâmeşru harekât vesilesinden mütehassıl olan adavete karşı hafif ve mağlub olmuştur? Evet muhabbeti iktiza eden İslâmiyet ve insaniyet, Cebel-i Uhud gibidir. Adaveti intac eden esbab, bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti adavete mağlub ettiren adam, nazar-ı hakikatta Cebel-i Uhud'u bir çakıl taşından aşağı derecesine indirmek kadar ahmakane bir harekettir. Adavetle muhabbet, ziya ile zulmet gibi içtimâ edemez. Adavet galebe çalsa, muhabbet mümaşata inkılab eder. Muhabbet galebe çalsa, adavet terahhum ve acımağa inkılab eder. Benim mezhebim: Muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumettir. Yani dünyada en sevdiğim şey, muhabbet ve en darıldığım şey de husumet ve adavettir.

(Münazarat)


Nasıl ki her bir mahluk-u cüz’î üstünde ehadiyetin sikkesi olduğu gibi; her bir nevi üstünde, her bir küll üstünde tâ mecmu âlem üstünde sikke-i ehadiyet ve hâtem-i vâhidiyet ve turra-i vahdet gayet parlak bir surette vaz’edilmiştir. İşte bak, sath-ı arzın sahifesinde, bahar mevsiminde, Nakkaş-ı Ezelî en ekall üç yüz bin nebatat ve hayvanat envaını haşir ve neşreder. Nihayetsiz ihtilat ve karışıklık içinde, nihayet derecede imtiyaz ve intizam ile bunları iade edip haşrediyor. Çendan bir kısmını aynen iade etmiyor. Fakat ayniyet derecesinde bir müşabehet ve bir misliyetle iade ediyor.

Demek haşr-i bahar, tevhide sikke olduğu gibi haşr-i kıyamete dahi tamamen misal olabilir. Demek baharda, ihya-yı arz içinde üç yüz bin haşrin numunelerini kemal-i intizam ile icad edip sahife-i arzda karışık bir halde üç yüz bin muhtelif envaı hiç hatasız ve hiç sehivsiz ve hiç karıştırmadan gayet mevzun ve muntazam ve manzum olarak yazmak, nihayetsiz kudret ve ilim ve iradeye mâlik bir Zat-ı Zülcelal’in sikke-i mahsusası olduğunu her zîşuurun derk etmesi lâzım gelir. Kur’an-ı Kerîm ferman ediyor ki:

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

Evet, ihya-yı arz içinde üç yüz bin haşrin numunelerini birkaç gün zarfında yapan kudret-i Fâtıraya, insanın haşri elbette gayet hafif gelir. Sübhan Dağı’nı bir işaretle kaldıran bir zata, bu kaleyi nasıl kaldıracak demek, belâhettir.

(Nur'un İlk Kapısı)


S- Efkâr-ı hazırada cerbeze nasıl bir tesir etmiştir?

C- Bak, o seyyiedir ki; Ararat Dağı kadar bize zulüm ve tahkir eden ecnebî bir devleti, ne safsatalı bahanelerle: bilmem hangi tarihte Kırım'da bize yardım etmiş gibi yavelerle, bize dost olabilecek surette gösteriyorlar.

Hem Sübhan Dağı kadar, İslâmiyet'in izzet ve şerefine çalışan güruh-u mücahidîni, acib bahanelerle en fena derekesine indirip, millete düşman gibi gösteriyorlar.

Hem de Avrupa'nın terbiyesinin neticesi olarak: ﺧُﺬْ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍَﺣْﺴَﻨَﻪُ kaidesiyle her şeyin en iyi cihetini nazara almak maslahat iken, en fena cihetini nazara alıp mütemadiyen milleti ye'se sevk ederek, ruh-u cemaatı öldürüyor.

Hem yine cerbeze seyyiesine, za'f-ı akide inzimam etmesiyle, mesail-i diniyede en zaîf tarafını irae ederek dinsizliğe zemin ihzar ediyor.

Hem yine onun netaicidir ki; mukteza-yı beşeriyet olan, beyn-es selef cereyan eden tenkidat-ı rakibkârane veya hakperestaneyi, sofestaîcesine bir cerbeze ile, her birinin hakkında başkaların tenkidatını irae edip, eazım-ı ümmet hakkında hürmetsizlik ve emniyetsizliği telkin ederek, o vasıta ile ezhandaki İslâmiyetin kudsiyetini sarsıyor.

İşte bunlar gibi çok mazarrat-ı azîme, şu nevi cerbezeden tevellüd ediyor.

İstanbul'u düşündükçe, iki karış kadar dili uzanmış, sair azası neşv-ü nemadan mahrum kalmış, ihtiyar bir çocuğun timsali zihnime geliyor.

(Tuluat)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]