Risale:Afyon Mahkemesi Talebe Müdafaaları (Müdafaalar)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Müdafaa: Afyon Mahkemesi (1948 - 1949)Tüm MüdafaalarAfyon Mahkemesi Kararnamesi: Sonraki Müdafaa

Nur Talebelerinin Afyon Ağır Ceza Mahkemesi Müdafaaları

(1948 senesinde açılan Afyon Mahkemesinde, birinci defa hüküm verilip nihayet umum Nur Risalelerinin iadesiyle neticelenen ve başlangıçta idam planlarıyla propagandalar yapılan bir mahkemede Risale-i Nur talebelerinin müdafaatıdır.)

Nur şakirdlerinin, halis ve sırf uhrevî, Nurlara ve tercümanına karşı alâkalarına dünyevî ve siyasî cemiyet namını verip onları mesul etmeğe çalışanların ne kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı, üç mahkemenin o cihette beraet vermesiyle beraber, deriz ki:

Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâmiyenin üssü’l-esası; akrabalar içinde samimane muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarane irtibat ve İslâmiyet milliyeti ile mü’min kardeşlerine karşı manevî muavenetkârane bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârane bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur’an hakikatlerine ve naşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmağa yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirdlerine medar-ı mesuliyet cemiyet namını verebilir.

Onun için Nur şakirdleri çekinmeyerek Kur’an hakikatlerine karşı alâkalarını ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebi ile gelen her bir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerini ve hakikat-ı hali olduğu gibi mahkeme-i âdilenize itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavukluk ile, yalanlarla kendilerini müdafaa etmeğe tenezzül etmiyorlar.

Mevkuf

Said Nursî

Said Nursi'nin müdafaasıdır[değiştir]

Bu parça benim kardaşlarımın müdafaatları içinde benim şâkirdlik hakkım olarak yazılsın.

Said Nursî

Son Posta gazetesine yazdıranların ve ihbar edenlerin ve mahkemeyi mecbur edip bize ceza verdirenlerin iltibasları, sehiv ve yanlışları.

1. Yedinci Ricada, “Ankara Kal’asında dört beş ihtiyarlığın ve hilâfet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi” demiştim. On dört sene evvel Eskişehir Mahkemesi bu kelimeye ilişti. Ben dedim: “Saltanatın vefatı değil, belki hilâfet saltanatının vefatı demişim. Siz bir ن ’u okumadınız.” Sonra sustular.

2. Lâtin harflerinin kabulü değil, belki Kur’ân hurufunun dersinin men’ine yirmi sene evvel bir mahrem risalede itiraz etmişim.

3. Otuz kırk sene evvel hakaik-ı Kur’âniyeye müdafaa için, bütün İslâm müçtehidlerine ve müfessirlerine ittibâen, Kur’ân’ın irsiyet ve tesettür hakkındaki sarîh âyetlerini tefsirim ve dört beş defa hükümetin tetkikinden geçtikten sonra bize iade edilen yalnız Tesettür Risalesi bahanesiyle kanunen değil, belki kanaat-i vicdaniye ile bana hafif ceza çektiren ve mürûr-u zamana uğrayan ve af kanunları gören ve Denizli ve Temyiz mahkemelerince beraat kazanan birkaç cümleye yanlış mânâ verip bize ceza vermesini haklı gören Son Posta gazetesi düşünsün ki, ne kadar o neşriyatta hatâ var. Efkâr-ı âmmeyi aldatmamak lâzımdır.

4. Nurun bir şakirdinin hususî kanaatini umum Nurculara vermesi ve birisinin hususî bir dostuna yazdığı âdi bir mektubu mevhum bir gizli cemiyetin nâşir-i efkârı telâkki etmesi ve otuz kırk senede telif edilen yüz otuz risaleyi bu sene yazılmış ve hiç mahkemeleri görmemiş gibi, üç dört mahrem risalede olan otuz kırk kelimeyi, yüz otuz Risale-i Nur’daki bütün yüz bin kelimelere teşmil edip umumunu mes’ul etmesi ve yirmi üç seneden beri beni tarassut ve nezaret altında tutan ve dört beş mahkemelere sevk eden ve beş altı defa Risale-i Nur’un ekseriyet-i mutlaka eczalarını müsadereden sonra iade eden beş altı vilâyetin hükûmetlerini ve adliyelerini ve zabıtalarını bizim o mevhum, asılsız suçlarımıza tam teşrik etmesidir.

5. Nurun mahrem parçalarında tesadüf ihtimali, kanaatimizce bulunmayan bazı tevafukat-ı gaybiye ve tetabukat-ı riyaziye ve ebcediye ve çok işârât-ı Kur’âniye bil’ittifak hem mânâ, hem riyazî ve cifrî hesabıyla Risale-i Nur’un makbuliyetine imza basmaları ve İmam-ı Ali (r.a.) Celcelûtiye’sinde sarahate yakın Risale-i Nur’dan haber vermesini ve Gavs-ı Âzam’ın (k.s.) yine imza basmasını bizler kat’î bir kanaatle hakkımızda bir inayet-i Rabbâniye ve bir ikram-ı Sübhânî ve Nurların makbuliyetine bir işaret-i gaybiye ve Kur’ân’ın bir mu’cize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur’daki hakaik-ı imaniyenin bir nevi kerâmâtı biliyoruz. Biz, hususan ben, gayet derece kuvve-i mâneviyeye ve kudsî tesellîye çok muhtaç olduğumuz bir zamanda, ihtiyarımızın haricinde bu işârât-ı gaybiyeyi gördük ve tasdik ettik. Fakat bir zaman gizledik. Sonra, şahsımın aleyhinde pek şiddetli propaganda ve eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat başlamasıyla Nurlara muhtaç ve müştaklar çekinmeye başlamamak için, has kardeşlerime gösterdim; onlara çok faide verdiği için bir derece izhar ettik.

Yirmi iki sene eşedd-i zulme hedef olduğumun ve hukuk-u medeniyeden iskat edildiğimin tek bir nümunesi şudur ki: On bir ay tecrid-i mutlakta hizmetçilerim ve has kardeşlerim bana temas etmemek için şiddetle yasak edilip aleyhimizde müddeiumumî altmış sahife ve mahkeme elli bir sahife iddianame ve kararname yazdıkları halde, çok rica ettiğimizle beraber yalnız iki günde üç dört saatten başka izin vermediler. Ben yeni hurufu bilmediğimden çok yalvardım ki, “Benim dilimi bilecek ve bana kararnameyi ve iddianameyi okuyacak ve benim itiraznamemi yazacak bir talebemin yanıma gelmesine izin veriniz.” İzin vermediler. Hattâ dört saat yüz yanlışını ispat ettiğimiz iddianameyi ve birkaç ay sonra, daha garazkârâne, bin dereden su toplamak ve yanlış mânâ vermekle aleyhimizde pek şiddetli ikinci bir iddianameyi bize dinlettirdikleri halde, çok yalvardım ki, “Üç sahifecik mukabelemi okumaya müsaade ediniz.” İzin vermediler.

Medar-ı hayrettir ki, beni konuştursaydılar, Nurun dünyaya baktığı nadir bazı cümlelerini lehimde söyleyecektim. Kararnamede aynı cümleleri, yanlış mânâ vererek aleyhimde yazmışlar. Ben de mahkemeye, verdikleri cezaya mukàbil teşekkürnâme yazdım: “Benim bedelime siz, Risale-i Nur’un bir kısım mühim fıkralarını neşredip bir cihette Nurcu olduğunuzu ispat ettiniz.” Ben de şimdiye kadar bana hilâf-ı kanun verdikleri azap ve sıkıntıdan onlara hakkımı helâl ettim.

Acaba garip, hastalıklı, çok ihtiyar, ziyade zayıf, tam fakir ve yarım ümmî ve kendini çok bîçare bilir ve hodfuruşluktan ve tasannudan kaçmak isteyen bir adam, vatan ve millete, belki âlem-i İslâma ehemmiyetli alâkası bulunan bir vazife-i imaniye ve Kur’âniyeyi hakkıyla yapmak için, siyasetle alâkaları bulunmayan bazı zâtların yardımlarını ve ondan kaçmamalarını temin etmek fikriyle kat’î kanaat getirdiği ve büyük edipler ve meşhur âlimlerin kabul ettikleri bir kaide ile, binden ziyade işârât-ı gaybiyeden ve yüz hâdisâtın tam tamına tevafuklarından bir kısmını izhar etmesi, hiçbir cihetle medar-ı itiraz ve mes’uliyet olabilir mi ve dine muhalif ve kanuna aykırı olur mu diye, Son Posta gazetesinden ve bizi suçlu yapandan soruyorum.

6. Bir adam otuz sene evvel 1 اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ deyip efkârında ve hayatında bir düstur yapan ve yirmi beş sene gazeteleri okumayan ve dinlemeyen ve on sene Harb-i Umumîyi bilmeyen, merak etmeyen, sormayan ve on iki sene zarfında hükûmetin erkân ve vükelâ ve mebuslarının kimler olduğunu bilmeyen ve dünyanın en hoş mertebelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve bu halini mahkemelerdeki bütün dostlarını şahit göstererek dâvâ edip bir cihette ispat eden ve imanın cüz’î bir hakikatine ve Kur’ân’ın bir kudsî nüktesine dünya saltanatından ziyade ehemmiyet verip bütün hayatını öyle hakikatlere sarf eden ve dünya ahvalini âhiret işlerine tercih edenleri divaneler telâkki eden o münzevî adamı, siyaset-i dünyeviye ile ve gizli entrikalarla ittiham etmek ne kadar çirkin ve zâlimâne bir yanlış olduğunu, ceza verdirenlerin ve Posta gazetesine ihbar edenlerin vicdanlarına havale ediyorum.

Temyiz Mahkemesine, temyiz lâyihası olarak iddianameye karşı büyük itiraznamemi takdim ediyorum.

Afyon Cezaevinde on bir ay

tecrid-i mutlakta azap çeken

Said Nursî

1.) Şeytan’ın ve siyâsetin şerrinden Allah’a sığınırım.

Hüsrev'in müdafaasıdır[değiştir]

Hüsrev’in müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesine

Makam-ı iddia, iddianamesinde biri küllî, diğeri hususî olarak iki cihetle beni itham ediyorlar. Küllî ithamı, Risale-i Nur’a hizmetim ve Üstadımın mevhum suçuna iştirakimdir.

Hususî itham ise: Gayet cüz’î ve ehemmiyetsiz ve hakikatte hiçbir suç teşkil etmeyen inziva ile geçen hayatıma ve hususat-ı şahsiyeme ait hallerdir. İddia makamının Risale-i Nur’a hizmetimden dolayı Üstadımın mevhum suçuna beni iştirak ettirmesine mukabil derim ki:

Ben Üstadımın gittiği meslekte ve Risale-i Nur’la âlem-i İslâma, hususan bu vatana ve bu millete ettiği kudsî hizmetinde kendisine isnad edilen mevhum suçuna ruh u canımla iştirak ediyorum. Ve beni bu hizmet-i imaniyede muvaffak eden Cenab-ı Hakka âhir ömrüme kadar şükredeceğim.

Muhterem heyet-i hâkime!

Nurlara hizmetimde gördüğümüz muvaffakiyetin kat’i bir delili şudur:

Benim Kur’an hattım pek noksan iken, harika bir tarzda ihtiyar ve iktidarımın pek fevkinde, gayet emsalsiz ve gayet mükemmel bir surette üç Kur’an’ı yazmaklığımdır. Birisi, elinizdedir.

İkinci delili: Bu vatana ve bu millete ve dine ve hüsn-ü ahlâka yirmi seneden beri pek büyük menfaatleri tahakkuk eden bu Nur eserlerinden altı yüze yakın nüshalarını yazmaklığımda muvaffakiyetimdir.

Hattâ, bir ay gibi kısa bir zamanda on dört risaleyi yazmağa muvaffak olduğumu arkadaşlarım biliyorlar. makam-ı iddianın, Üstadımın kudsî hizmetinde benim için suç tevehhüm ettiği noktaları ayrıca müdafaa etmeği zaid buluyorum. Üstadımın yazdığı itirazname ve tetimmesini bütün kuvvetimle tasdik edip; onları kendi itiraznamem olarak yüksek mahkemenize takdim ediyorum.

Muhterem heyet-i hâkime!

Halen mahkemenizde bulunan ve iman ve Kur’an hakikatleri olan mübarek ve kudsî ve Nurlu eserleriyle, hiçbir maksad-ı dünyevî ve hiçbir maksad-ı siyasî takip etmeyen Üstadımın bu vatana ve millete ettiği kudsî hizmetlerini ben ve arkadaşlarımız tasdik ettiğimiz gibi, İttihad-Terakki* hükümetindeki vatanperverler dahi tasdik etmişler. O zaman Üstadımın, Van’daki Medresetü’z-Zehra* namındaki dârülfünununa on dokuz bin altun lira vermişler. Ve milliyetperverler dahi, Üstadımızın vatanperverane ve milliyetperverane hizmet-i ilmiyesini hayranlıkla tasdik etmişler. Üstadımın o şark dârülfünununa, o zamanda, —banknotun kıymetli vaktinde— yüz elli bin lira tahsisatı, iki yüz mebusdan yüz altmış üç mebusun imzasıyla kabul etmişler.

İddia makamının suç diye vasıflandırdığı bu kudsî, mübarek Üstadımın, bütün hayatı müddetince en muannid ve kıskanç muarızlarını ve mahkemelerde en ziyade mahkûmiyeti için çalışanları şiddetli ve dokunaklı sözlerine karşı iliştirmeyip teslime mecbur eden ve bu millet ve bu vatanın saadetinin temel taşlarını temine matuf olan kudsî hizmetinde ve bütün makasıd-ı ilmiyesinde, yirmi seneden beri ettiğim kâtiplikle ve Risale-i Nur’a ettiğim hizmetimle iftihar ettiğimi yüksek mahkemenize arz ediyorum.

Mevkuf

Husrev Altınbaşak

Tahirî'nin müdafaasıdır[değiştir]

Tahirî'nin müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Afyon C. Savcılığınca tarafıma tebliğ edilen, "dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozacak hareketlere halkı teşvik" maddesinden Üstadım Bediüzzaman Said Nursî ve diğer arkadaşlarıyla birlikte suçlu gösterilmekle mahkemeye veriliyorum.

Ben, gerek Isparta Sulh Mahkemesinde ve gerek Afyon Sorgu Dairesinde sorulan suallere doğru olarak cevap vermişim. Bizi beraet ettiren Denizli Mahkemesi, bütün kitaplarımızı bize iade etmiş, Üstadım Bediüzzaman’ın Risalelerini okuyup yazmakla ve kendisine talebe olan kardeşlerimle mektuplaşmakla bize ceza vermemişti. Halbuki, altı sene evvel Üstadımın müsaadeleri olmadığı halde, marifetimle eski yazı ile İstanbul’da —matbaada— tab’edilen beş yüz adet Bediüzzaman’ın Yedinci Şua kitabını, Denizli Mahkemesi tamamen sandığıyla, 20.7.1945 tarihli kararıyla yed’ime teslim etmiş. O zaman müştak olan Nur talebelerine tab’ bedeli mukabilinde tevzi edilmişti.

İşte, bu âlî mahkemenin, temyizin yüksek tasdikiyle kat’iyet kesbeden hükmüne istinaden, iki sene evvel İstanbul’dan teksir makinesi ve kâğıt alarak Isparta’ya getirdim.

Elinizde olan üç mecmuadan ikisini kardeşim Husrev Altınbaşak yazdı. Birisini de ben yazdım. Evvelâ Zülfikar Mucizat-ı Kur’aniye ve Ahmediye mecmuasını bastık. Bunu kısmen sattık. hasıl olan parasından Asa-yı Musa mecmuasının kağıdını da satın aldım, getirdim. Sonra Asa-yı Musa mecmuasını bastık, bunu da sattık. Sonra Siracü’n-Nur mecmuasının kağıdını alıp bastık. Bu müddet bir sene devam etti. Sonra, otuz kadar mecmua Eğirdir’e götürülürken yolda tutularak Eğirdir Adliyesine teslim edilmiş. Çok geçmeden Isparta Adliyesi marifetiyle Husrev Altınbaşak’ın evi taharri olunup, hem teksir makinesi, hem mecmualar müsadere edilerek bir sene evvel mahkemeye verilmiştik. Neticede yasak olmayan dinî eserler olmasından Husrev Altınbaşak’la bana ve diğer bir arkadaşımıza ruhsatsız kitap tab’ettiğimizden bir ay ceza verildi. Biz de temyiz ettik. Henüz temyizden gelmeden Afyon hapishanesine getirildim.

İşte yüksek mahkemenizde dinime ve dindaşlarıma olan şu hasbî hizmetim, hususan mahkemenin iade ettiği ve meali hadis-i şerif muhteviyatı olan Beşinci Şua meseleleriyle, Afyon C. Savcısı, "Hükümetin emniyetini ihlâl ediyorlar." diye hem beni, hem Risalelerin müellifini, hem Husrev Altınbaşak’la kırk altı talebe kardeşlerimi, "Bu eserleri yazmışlar, okumuşlar." diyerek cezalandırmak istiyor.

Bu vatanda öz bir vatandaş olmakla, huzurunuzda hakikatten ayrılmayarak derim ki: Bu eserlerle ahlâkımızı dinen terbiye edip yükselten ve kendisine müceddid dediğimiz halde bizi reddedip kıran ve büyük bir hürmetle Üstad kabul ettiğimiz Said Nursî’nin senelerden beri talebesiyim. Kendisinde ve eserlerinde ve talebelerinde hükümetin emniyetini ihlâle teşebbüs edecek hiçbir fiil olmadığına yakînen ve kat’iyen şahidim. hususan ittiham sebebinin birisi de: Isparta mahkemesi yakînen hakikate muttali olmasıyla, o cihetten bize ceza vermedikleri kitab bedelleridir ki; bizim kitab bedelleriyle idare-i maişetimizi temine hiçbir cihetle ihtiyacımız olmamakla beraber, bu satılan mecmuaların bedellerinin teksir makinesine ve kâğıdının ve mürekkebinin karşılığına verilmiş olduğunu yüksek mahkemenize arzeder ve sırf Allah rızası için, hüsn-ü niyetle yaptığımız bu hizmetin bir suç olmasına imkân olmamakla, yüksek mahkemenizden ve âlî vicdanlarınızdan Risale-i Nur eserlerinin iadesini talep ederim.

Mevkuf

Tahirî

Zübeyir'in müdafaasıdır[değiştir]

Zübeyir'in müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Hâkimliğine

Gizli cemiyet kurmak ve devletin emniyetini bozmak suçuyla müttehem bulunmaktayım. Aşağıda arzedeceğim vecihle böyle bir suçu işlemediğime kat’î kanaatiniz geleceği için bu ittihamı daha şimdiden reddediyorum. Evet Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuniyetle ve ilân edercesine söyleyebilirim. İnkâr etmek, Risale-i Nur’un bana verdiği fazilet dersleriyle zıd olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Bilakis iftiharla bilâperva söylemekten çekinmez. Zira çekingenliği icab ettirecek hiçbir cümlesi veya kelimesi yoktur.

Risale-i Nur’un kıymetini kırk-elli sahifelik bir formada belirtmeğe çalışmıştım. Medhettim diyemem; çünkü, kâinatın güneşi ve aklı olan ve bin üç yüz küsur seneden beri beşeriyeti tenvir ve irşad eden Kur’an-ı Hakîm’in hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’un, değil bütün külliyatını, belki bir cüz’ünü bile sena etmeğe muktedir değilim. Yukarıda arzettiğim gibi, kıymetini belirtmeğe çalıştığım eserlerde gizli cemiyete dair mevzular tesbit edilmiş ise, zararlı eserleri tanıtmağa çalışmış suçuyla cezalandırınız. Fakat harikulâde ve fevkalâde bir şekilde telif edilmiş olduğu ilmî şahsiyetler tarafından tasdik edilen ve bozulan bir cemiyeti ıslâh etmek kudretini haiz olan ve yirminci asırdaki insanlara rehber olup dalâletten ve materyalizmin, maddiyyunluğun ve tabiatperestliğin sürüklediği sefahet ve koyu fikir karanlığından kurtaran ve beşeriyete ebedî saadet ve selâmet çığırlarını Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle açan ve nuruyla aşikâr bir şekilde gösteren Risale-i Nur külliyatında isnad edilen suça dair bahisler mevcut değil ise, cezalandırılmaklığımın adalet esaslarına zıd olacağını, mahkemenizin de kabul edeceği kanaatindeyim.

Sorgu hâkimliğinde: "Sen Risale-i Nur’un talebesi imişsin?" denildi.

Bediüzzaman Said Nursî gibi bir dâhinin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa iftiharla "Evet Risale-i Nur şakirdiyim" derim.

Risale-i Nur’un emsalsiz müellifi Üstadım Bediüzzaman Said Nursî, müteaddid defalar gizli düşmanları tarafından iftira edilerek mahkemeye verilmiş ve hepsinde de beraet etmiştir. Risale-i Nur Külliyatı profesör ve İslâm âlimlerinden müteşekkil bir heyet tarafından satırı satırına tedkik edilerek, bu eserlerin fevkalâde bir vukufiyetle telif edildiği ve Kur’an-ı Hakîm’in hakiki bir tefsiri olduğunu bildiren raporlar verilmiştir. Hakikat böyle iken, yine neden mahkemeye veriliyor? Bu husustaki kat’i kanaatimi şu şekilde arzediyorum:

Risale-i Nur’u okuyan kimseler, bilhassa idrakli gençler, kuvvetli bir imana sahip oluyorlar. Sarsılmaz ve fedakâr bir dindar, bir vatanperver oluyorlar. Yıpranmaz bir imanın bulunduğu bir yere, menfi bir ideolojinin aşıladığı ahlâksızlık ve sefahet giremez. Bu sarsılmaz imana sahip olanlar çoğaldıkça masonluğun ve komünizmin dairesi asla genişleyemiyor. Komünistlerin dayandığı materyalist (maddiyyun) felsefenin hak ve hakikat ile hiçbir ilgisi olmadığını, nazariyelerinin tamamen asılsız olduğunu Risale-i Nur, Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ile ve gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen, fikren ve mantıken isbat ediyor. O çürük fikir karanlıklarına düşenleri tenvir edip kurtarıyor. Yalnız gözünün görebildiği yere inanan maddecilere dahi Allah’ın varlığını inkâr ve itiraz kabil olmayan kuvvetli delillerle isbat ediyor.

Bilhassa lise ve üniversite tahsil gençliğine bu harika eserler orijinal ve çekici üslubu ve yüksek edebî sanatıyla kendini okutturuyor.

İşte bunun içindir ki; komünist ve masonlar, kendi zehirli fikirlerinin yayılmasına Risale-i Nur’un kuvvetli bir mâni teşkil ettiğini biliyorlar. Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olmakla kuvvetli bir iman kaynağı olan Risale-i Nur’u ortadan kaldırmak veya okutmamak için çeşitli desiseler ve iftiralara başvuruyorlar. Şimdiye kadar isnad ettikleri yalanlardan hiçbir emare bulunmadığı halde, taarruzlarına devam ediyorlar. Bunlardan anlaşılıyor ki, bizi korkutmak ve Risale-i Nur’dan uzaklaştırmak ve diğer taraftan kendi zehirli neşriyatlarını önümüze sürmek; bu suretle millet ve gençliğimizde imanın yok olmasını ve ahlâk sukutunu temin ederek, hükümetin kendi kendine çökmesine muvaffak olmak istiyorlar. Ve vatan ve milletimizi yabancı bir devlete devretmek emelini taşıyorlar. Mahkeme heyetinin huzurunda bilâperva onlara söylüyorum: Onlar iyi bilsinler ve titresinler ki, gürültüye pabuç bırakmıyoruz. Zira, Risale-i Nur eserlerinde hak ve hakikati görmüş, öğrenmiş ve inanmışız. Türk gençliği uyumuyor. Bu kahraman İslâm Türk Milleti başka bir devletin boyunduruğu altına giremez. Fedakâr Müslüman gençliği, sahip olduğu tahkikî iman kuvvetiyle vatanını sattırmaz. Dindar cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz. Onun içindir ki; bizi insanlık seviye ve seciyesinde en yüksek mertebelere çıkaran ve her sahadaki terakkiyatımızı sağlayan ve biz gençlere din, vatan ve millet aşkını aşılayarak uğrunda bütün mevcudiyetimizi feda ettirecek hakiki bir dinperver olarak bizleri yetiştiren Risale-i Nur eserlerini okuyoruz ve okuyacağız. Evvelce de arz ettiğim vecihle, Risale-i Nur’dan pek az okuduğum halde, pek fazla istifade ettim. Vatan ve millet ve bütün insanlıkça gayet azim faideleri temin edecek olan bu çok nâfi eser külliyatını eğer servetim olsa idi neşrettirmek için hepsini sarfederdim. Zira dinimin, vatan ve milletimin ebedî saadet ve selâmeti uğrunda bütün mevcudiyetimi feda etmeğe hazırım.

Hem Risale-i Nur’a safdilane inanmamışım. Otuz üç âyât-ı Kur’aniye ve Hazret-i Ali (r.a.) ve Abdülkadir-i Geylanî (r.a.) Hazretleri, Risale-i Nur’un telif edilip bu asırdaki insanları irşad edeceğini gaybî bir surette bildiriyorlar. Bununla beraber, Risale-i Nur’dan okuduğum kitaplar, bu eser külliyatının hak ve hakikati öğreten ve beşeriyeti ıslâh eden eserler olduğu kanaatini vermiştir.

Ruhumda büyük bir boşluk hissederek, okuyacak kitap ararken, Risale-i Nur’u okuduğum zaman elimde olmayarak ondan ayrılamadım. Kalbimdeki o büyük ihtiyacı, Risale-i Nur eserlerinin karşıladığını hissettim. İlmî ve imanî şüphelerden kurtaran aklî ve imanî isbatları onda buldum. Böylelikle vesveselerin verdiği sıkıntılardan kurtuldum. Bu hakikatlerden anladım ki; Risale-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.

Ahlâk, edep ve terbiye gibi en yüksek meziyetlere sahip olabilmek için, kuvvetli bir imana sahip olmak lâzımdır. İman hakikatleri, Risale-i Nur’da gayet kuvvetli deliller ve açık misaller ile anlatıldığı için, okudukça imanım kuvvetlenmiştir. Bu sayede dalâlete düşmekten, —en yüksek medeniyet esaslarını câmi— hak ve hakikat olan dinimden dönüp kızıl ejderin hapı olmak felâketinden kurtuldum. Bunun içindir ki: Okuyucularını bir çok maddî ve manevî felâketlerden kurtaran ve bir üniversite mezunundan ziyade bir ilme sahip eden; İslâmiyet, vatan ve millet sevgisini aşılayan; Allah’a itaatı, çalışkanlık ve merhameti öğreten Risale-i Nur’dan —kıymetini anlayan hiçbir ferd— ne bahasına olursa olsun, ayrılmaz. Bu riyasız, has hürmet ve tazim hiçbir kimsenin kalbinden çıkartılamaz.

Risale-i Nur, iddia makamınca "muzır eserler" diye tavsif ediliyor. Bu vicdansızlığı ve yalanı, şiddetle protesto ediyorum. Ve benim de teşvikatta bulunduğum iddia ediliyor. Evet, bu doğrudur. Fakat, diğer iftirayı işiten bütün münevverlerin kalbleri sızlamış ve hattâ ağlamış, dişleri gıcırdamıştır. Yirminci asır pozitif fikirlerin hükümran olduğu bir zamandır. Delilsiz, isbatsız şeylere inanılmıyor ve inanmıyoruz. muzır eserler olduğunun isbatını isteriz.

İftiraları yapan gizli düşmanların maksadlarından birisi de, Risale-i Nur okuyucularının Kur’an’a hizmet uğrunda Müslümanlık bağları ile birbirlerine görülmemiş bir şekilde sarılmış olarak tezahür eden ve bunlardan başka bir maksada matuf olmayan, sadece hürmet, şefkat ve sevgisinin ifadesi olan tesanüdünü kırmak ise, aldanıyorlar. Beyhude hiç uğraşmasınlar. Risale-i Nur’u okuyanların en gerisi, en âmisi olan ben, onlara şöyle cevap veriyorum:

"Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak; biz yine birbirimizle beraberiz. Kâinatın kuvveti toplansa bizi yüksek Üstad Said Nursî’den ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıramazlar.

Zira, biz Kur’an’a hizmet ediyoruz ve edeceğiz, ahiret hakikatine inandığımız için, manevî olan bu sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir. Çünkü; bütün müslümanlar saadet-i ebediye makarrında toplanacaklardır.

Vatan ve milletimizin selâmeti namına mühim bir hakikati müsaadenizle arzediyorum: Komünistlerin gizli planlarından birisi de, halkı hükümet aleyhine teşviktir.

Bediüzzaman Said Nursî’yi hapse sokturmak ve eserlerini zararlı gibi göstermek için hükümet erkânına uydurma ihbarlar yapılmakla beraber, hiçbir ferdin inanmadığı menfi propagandalar yapılıyor.

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu asırda nadir bir İslâm dâhisi ve her bir cihette eşsiz bir şahsiyet olduğuna, bu millet senelerden beri o kadar inanmış ki; hakiki olan bu kanaati hiçbir propaganda çürütemiyor ve çürütemez.

Büyük bir Üstadın eserlerinden müstefid olmağı lütuf buyuran Cenab-ı Hakka hamd ve senalar ederim. İman, İslâmiyet dersi alarak büyük faidelere nailiyetime sebeb olan bir Üstada, bütün ruh u canımla medyunum. Senelerden beri sıkıntılar içerisinde eser yazarak gençliğimizi komünizm yemi olmakla ebedî haps-i münferidliğe mahkûm edilmekten kurtaran bir müstakim Üstad için senelerce dünya hapsinde kalmağa hazırım.

Yirmi seneden beri milyonlarla insana; din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’an tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya; "Allah... Allah... Yâ Resulallah" sadâları ile koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risale-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın "Risale- Nur!... Risale-i Nur!.." yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum.

Muhterem heyet-i hâkime!

Risale-i Nur tahsili, hakikaten harika ve orijinaldir, emsalsizdir. Herhangi bir tahsilde maddî menfaat ve bir mevki gaye edinilerek o tahsile devam edilir. Dersler ekseriyetle maddiyat ve şöhrete erişebilmek için, belki de zoraki okunur. Risale-i Nur’un organize edilmemiş serbest bir üniversiteye benzeyen tahsiline, eserleri okumak suretiyle devam edenler ise, Kur’an ve imana hizmet etmekten başka herhangi dünyevî bir maksat taşımıyorlar.

Böyle olduğu halde; ilmî, imanî ve ciddi eserler olan Risale-i Nur, o kadar büyük bir şevk ve aşkla ve o kadar sonsuz bir hazla okunuyor ki: Sadık okuyucularını defalarca okumak gibi kuvvetli bir arzuya sahip ediyor. Risale-i Nur’u yazıp okuyanlar, mahkeme kapılarında hayatları tehlikeye düştüğü halde, bu harika eserleri okuduklarını itiraf ve okuyacaklarını ilân ediyorlar. İdam kararı verileceğini bilseler dahi, bu sebatlarını izhar etmekten çekinmiyorlar. İşte Risale-i Nur’un birçok harikalarından şu hususiyeti, sizlere şu kanaati veriyor: "İtiraf edenler acaba canlarını yolda mı buldular!"

Demek Risale-i Nur’da ve Bediüzzaman’da, öyle yüksek bir hakikat var ki ve bunlarda zararlı bir şey yokmuş ki, inkâr etmediler.

Tahsildeki talebeler otorite ve disiplinle idare edilerek okutturulur. Bediüzzaman ise; hiçbir kimseyi Risale-i Nur’a mecbur etmemiş. Fakat yüzbinlerle okuyucunun çoğu onu görmeden, ona sarsılmaz ve kopmaz bir bağla talebe olarak Risale-i Nur’dan derslerini alıyorlar.

İşte, böyle harikulâde bir tedris, yakın ve uzak tarihin hiçbir medresesinde görülmemiştir, hiçbir üniversitede rastlanmamıştır.

Sayın savcı, "Bediüzzaman’a olan hürmetin şekli diğer müfessirlerde görülemiyor." dedi.

Doğrudur. Hürmet ve tazim büyüklük ve kemalâtın derecesine, minnet ve şükran da elde edilen istifadenin mikdarına göre olduğuna nazaran, Bediüzzaman’ın eserlerinden azim faideler elde ediliyor ki, ona olan tazim ve minnetdarlıklar da görülmemiş bir şekilde oluyor.

Yirminci asrın en büyük bir İslâm mütefekkiri ve müellifi olan Bediüzzaman’ı, komünist ve masonlar bizlere, bilhassa gençliğimize tanıtmamağa çalışmışlardır. Fakat uyanık Türk-İslâm milleti ve gençliği, o din kahramanı Üstadı tanımış, istifade etmiş ve ettirmiştir.

İşte bunun içindir ki; Bediüzzaman’a karşı olan fevkalâde bağlılık ve itimad sarsılmayacaktır.

Risale-i Nur’daki ayetler, Kur’an-ı Hakîm’in en büyük mucizesi olan hususiyetleri kaybettirilmeden, büyük bir sanat ve maharetle Türkçemize tefsir edildiği için; Risale-i Nur’u kadın, erkek, memur ve esnaf, âlim ve feylesof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor. Kendi istidatları nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, feylesoflar okuyorlar. Bu münevver sınıflar; fevkalâde istifade ettikleri gibi; Risale-i Nur’un harikulâdeliğini ve telif sanatındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına sahip oluyorlar.

Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u her yeni tanıyan müdrik ve takdirkâr kimseler, daha evvel tanımadıklarına binler teessüf edip kaybettikleri zamanları telâfi edebilmek için müsait vakitlerini boşa sarfetmeyerek, beş dakikalık bir zamana dahi ehemmiyet verip, geceli gündüzlü Risale-i Nur’a çalışmağa başlıyorlar. Bu rağbet ve şiddetli alâka hiçbir psikolog, sosyolog ve feylesofun eserinde görülmemiştir. Onlardan ancak tahsilli kimseler istifade edebilmişlerdir. Bir ortaokul çocuğu veya okumasını bilen bir kadın, büyük bir feylesofun eserini okuduğu zaman istifade edememiştir. Fakat Risale-i Nur’dan herkes derecesine göre istifade etmektedir. Bunun için, sizlerin Bediüzzaman ve Risale-i Nur şakirdlerine vereceğiniz beraet kararını bütün bir millet bekleşiyor. Eğer Said Nursî, talebelerine musibet zamanında sabır ve tahammül ve itidal telkin etmemiş olsa idi; gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettiği zaman topladığı talebeleri gibi hürmetkâr olan binler Risale-i Nur şakirdleri, Afyon tepelerine kuracakları çadırlar içersinde, Afyon Ağır Ceza Mahkemesinin beraet kararını bekleyeceklerdi.

Said Nursî ve Risale-i Nur şakirdlerinin çalışmalarını, kanun çerçevesine alınıp gizli cemiyet olduğu isbat edilemiyor. Neden isbat edilemiyor? Acaba vukuflu bir adliyeci olmakla baş müdde-i umumiliğe kadar yükselen bir şahıs, bu isbatı kanunla yapmaktan âciz midir? Hayır, kat’iyen âciz değildir. Ortada gizli bir cemiyet diyecek bir teşkilât yoktur. Ve onun için cemiyetçilik isbat edilemiyor.

Savcının evvelen; "Nur Talebeleri bir cemiyet değildir." diye kanun dairesindeki tam görüş ve isabetle verdiği hükmü, biraz sonra her nedense "Cemiyettir." diye iddia etmesi bir tenakuzdur. Elbette hükümsüzdür. Heyet-i hâkimenin gayet açık olan bu hakikati idrak ederek "Gizli cemiyet yoktur." diye karar vereceğinden emin bulunmaktayız.

Sayın hâkimler! Teessür ve ızdırap karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelir.

İşte sizin vereceğiniz beraet kararı; İslâm gençliğinin, İslâm dünyasının bu dehşetli afetten tesirli bir şekilde kurtulmasına sebep olacaktır. Ve beni Bediüzzaman ve onun eserlerine kopmaz bir bağla bağlayan saikden biri de budur.

Risale-i Nur’un serbestiyetine vereceğiniz beraet kararı, bütün Türk gençliğini ve bütün Müslümanları dinsizlik fecaatinden kurtaracaktır. Zira yüksek hakikatler hazinesi olan Risale-i Nur, hiç şeksiz ve şüphesiz elbette bir gün olup bütün dünya âleminde tanınacaktır.

Bu itibarla sizler insanlığın takdirine mazhar olacaksınız. Sizin vereceğiniz beraet kararı; hâl ve istikbalde nesilleri minnetdar ve müteşekkir edecek ve Risale-i Nur okunup azim faidelere nail bulundukça takdirle yâdedileceksiniz.

Sakın zannetmeyiniz ki; samimi olarak söylediğim bu sözlerimle riyakârlık yapılıyor. Asla ve kat’iyen! Çünkü Bediüzzaman’ın mahkemesinde hiçbir kimseden korkmuyorum, çekinmiyorum.

Yalnız pek kısa olarak müsaadenizle şu kadarcık arz ediyorum ki: Savcı, bu mübarek vatanda masonluk, komünistliği fevkalâde faikiyetle önlemek çaresi olan ve önlemekte olan Risale-i Nur’a ve müellifine ve okuyucularına öyle şeni’ ithamlarda bulunmakta devam eder ve o tamamen hatalı ithamlarından vazgeçmezse, hissiyata kapılarak aleyhdarlık ederse; komünistlik ve farmasonluğu desteklemiş olur ve ithamlara hakiki hedef olan muzır dinsizlerin türemesine yardım etmiş olur.

Konyalı

Zübeyir Gündüzalp

Mustafa Sungur'un müdafaasıdır[değiştir]

Mustafa Sungur'un müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

İddia makamı, benim de Nurcular cemiyetine dahil olup halkı hükümet aleyhine teşvik ettiğim iddiasıyla cezalandırılmamı istiyor.

Evvelâ: Nurcular cemiyeti diye bir cemiyet yoktur. Ve ben böyle bir cemiyete mensup değilim. Ben bin üç yüz elli seneden beri her asırda üç yüz elli milyon mensupları bulunan ve kâinatın medar-ı iftiharı olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın kurduğu muazzam ve nuranî ve bütün insanlık için ebedî saadet ve selâmeti müjdeleyen kudsî ve ilahî İslâmiyet cemiyetine mensubum. Elhamdülillah onun evamir-i kudsiyesine de bütün kuvvetimle itaat etmeğe azmetmişim. Talebeliği, hakkımda bir suç sayılan Risale-i Nur ise, bana dinî ve imanî vazifelerimi öğreten ve İslâmiyetin en yüce ve en mukaddes bir din ve beşerin yegâne medar-ı saadeti olduğunu ve Kur’an ise bütün varlıkların sahibi, her yerde hazır, nazır; zerrelerden yıldızlara, güneşlere kadar bütün mevcudat idare-i ezeliyesinde bulunan Zat-ı Zülcelâl’in bir emr-i ilâhîsi, ezel ve ebed ve bütün hadisat ihata-i nazarında bir eser-i mucizanesi ve Kur’an bütün kitapların fevkinde kırk vecihle mucize ve saadet-i ebediyeyi nev’-i beşere müjdelemesiyle müştakları ebediyen kendine minnetdar kılan bir Şems-i Sermedînin bir mükâleme-i ezeliyesi ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Hâlik-ı kâinat tarafından gönderilmiş, bütün hâl ve ahvaliyle bütün insanların en ekmeli, en sadık ve en yücesi ve kemalâtça en yükseği ve getirdiği İslâmiyet nuruyla insanlara en büyük müjdeyi ve en kudsî teselliyi bahşeden ve on dört asrı ve beşerin beşten birisini saltanat-ı maneviyesinde idare eden ve bin üç yüz yıldan beri gelen bütün ümmetin kazandığı sevabın bir misli onun defter-i hasenatına geçen ve kâinatın sebeb-i vücudu, habibullah olduğunu; hem ahiret, Cennet ve Cehennemin kat’iyen hak ve muhakkak olduğunu harika bürhanlarla ve parlak hüccetlerle isbat eden bir mucize-i Kur’an’dır.

Risale-i Nur ise, kelime ve cümleleriyle Nur-u Kur’an’dan ve Nur-u Muhammedîden (a.s.m.) gelen ezelî ve ebedî bir Nur olduğuna şehadet ediyor.

O da Kur’an’a mensubiyeti ve has bir tefsiri cihetiyle ve bu itibarla semavîdir, arşîdir. İşte halkı hükümet aleyhine teşvik edici zannedilen Risale-i Nur, bütün Sözler’i bütün Lem’a ve Şua’ları ve bütün Mektubat’ıyla hakaik-ı ilâhiye ve desatir-i İslâmiyeyi ve esrar-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Acaba böyle muhterem ve çok yüksek ve ahlâk ve fazileti ve hakaik-ı imaniyeyi kat’i ders veren Risale-i Nur’u okumak ve onun ebedî saadetler bahşeden yazılarını istinsah etmek veya bir mü’minin istifadesi için iman cihetinde ona hizmet etmek bir suç mudur? Halkı hükümet aleyhine teşvik midir? Ve böyle mübarek ve muazzam bir eserin müellifi ve kemalât-ı insaniyenin zirve-i bâlâsında, en yüksek bir mertebe-i iman ve ahlâk ve faziletle mücehhez bir Nur abidesini ziyaret ve bu asırda iyilik ve doğrulukla ve sarsılmaz iman ve itikadlarıyla İslâmiyet şerefini ve Kur’an’ın hakaikını koruyan ve yükselten ve Allah’ın rızasını kazanmaktan başka gayeleri olmayan Risale-i Nur talebeleriyle iman ve Kur’an yolunda kardeşlik peyda etmek bir cemiyet kurmak mıdır. Acaba hangi temiz ve âdil vicdanlar buna ceza verebilir?

Sayın hâkimler!..

Hakkaniyeti, en yüksek âlimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir mertebe-i imanî ve aşk-ı İslâmî kazandıran Risale-i Nur, hiç şüphe yoktur ki:

Onun bütün Sözler’i ve Lem’a ve Şualar’ı Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın birer nuranî tefsiridirler. Manevî hastalıkları ve manevî karanlıkları izale eden gayet parlak birer güneştirler. Risale-i Nur’un müellifliğiyle tavzif edilen Üstadımızın iman ve Kur’an yolunda geçen ve her türlü zorluk ve sıkıntılara göğüs gererek Kur’an hakikatlerini neşriyle bu asırdaki, hususan bu mübarek milletin evlâdlarını komünistlik ve her türlü dinsizliğin dehşetli hücumundan kurtarmağa çalışan, temiz ve pürüzsüz hayatının şehadetiyle, o, bu zamanda bu kudsî vazife ile tavzif edilmiş. O bize, (Hâşâ!..) bozgunculuk ve ahlâksızlık dersini vermiyor. Belki o bize, nev-i beşer dünyasının en büyük davası ve en mühim meselesi olan imanı kurtarmak dersini veriyor. Yirmi beş-otuz seneden beri yüzbinlerle ehl-i imanın Risale-i Nur’la imanlarının kurtulmasına çalışması; bilhassa benim gibi İslâmiyetten haberi olmayan biçarelere en büyük saadet ve hayatın gayesi olan imanı ders vermesiyle elbette ve elbette o bize bir lutf-u ilâhîdir. Onun kudsî hizmet-i imaniye ve vazife-i diniyesini inkârla bütün hak ve hakikatin aksine onu hayat-ı içtimaiyeye zararlı görenlere deriz:

Eğer iman ile Allah’a bağlanmak ve dinin evamirine itaat ederek ahlâksızlık ve imansızlık gibi korkunç afetlerden insanları kurtarmak ve İslâmiyetin daimî saadetiyle onu mesud etmek bir cürüm ise; o vakit hayat-ı içtimaiye için zararlıdır denilebilir. Yoksa en büyük bir iftiradır ve kat’iyen afvedilmez bir cürümdür. Risale-i Nur’un hedefi dünya değil, daimî ahiret saadeti ve bütün hayat-ı dünyeviyedeki hüsn-ü cemal onun cilve-i cemalinin bir nevi gölgesi ve bütün Cennet bütün letaifiyle bir lem’a-i muhabbeti olan bir Daim-i Bâki’nin bir Rahîm-i Zülcemalin rızasıdır. Böyle ilâhî ve kudsî ve çok yüce bir gaye varken, süflî ve günahlı ve neticesiz, halkı hükümet aleyhine teşvik gibi faniliklerden Risale-i Nur’u binler defa tenzih eyleriz. Ve bizim imanî çalışmalarımızı ve dinî bilgiler öğrenmemizi istemeyen bu şekil iftiralarla bizi ezmeğe çalışanların şerlerinden Allah’a sığınıyoruz.

Sayın hâkimler!

Otuz üç âyât-ı kerimenin işaratı ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam'ın (r.a.) ve yüzlerle ehl-i tahkikin takdirkârane beyanatıyla bir nur-u Kur’an olduğu ve ona yapışanların inşaallah imanlarını kurtaracakları kat’i tahakkuk eden Risale-i Nur, kat’iyen söndürülemez, kaybedilemez. Buna misal: Yirmi beş seneden beri onu imha etmek gayesiyle yapılan hücumlar, bilâkis onun fevkalâde yayılmasına ve parlamasına vesile oldu. Çünkü; onun sahibi ezelden ebede kadar her şey kudret-i ezelisinde ve emrinde olan bir Sultan-ı Zülcelâldir. Çünkü onun hakaikleri Kur’an’ın hakikatleridir ve Cenab-ı Hakkın hıfz ve inayetiyle daima parlayacaktır, inşaallah...

Sayın hâkimler!

İman ve İslâmiyeti en yüksek bir sevgi ve iştiyakla öğreten ve rıza-yı ilâhîden başka bir hedef ve maksad tanımayan ve bu asırda Kur’an’ın bir mucize-i kübrası ve tefsir-i nuranîsi olduğu kat’i tahakkuk eden Risale-i Nur’u okumak ve yazmak ve onun hakaik-ı imaniyeyi ders veren risalelerini mü’min kardeşlerine vermek bir suç ise; ve dinin evamir-i kudsiyesinden olan rabıta-i diniye ve uhuvvet-i İslâmiye ve Allah sevgisi uğrunda iman ve Kur’an yolunda birleşmek gibi mukaddes ve ilâhî ve uhrevî kardeşlik bir cemiyet ise; böyle mübarek bir cemiyete mensub olmak benim için büyük bir saadettir. Ve her türlü taltif ve nişanların üstünde bir bahtiyarlıktır. Böyle bir saadet ve bahtiyarlığı kazandıran Risale-i Nur’un talebesi olmak gibi büyük bir lütfu benim gibi bir biçareye nasib eden Allah’a hadsiz şükürler olsun. Son sözüm:

1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

2 حَسْبِىَ اللهُ لاَۤ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

dir.

Muallim

Mustafa Sungur

1.) Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

2.) Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur. (Tevbe Sûresi, 9:129)

Mehmed Feyzi’nin müdafaasıdır[değiştir]

Mehmed Feyzi'nin müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

İddianame beni, Üstadım Said Nursî’nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle, hem Risale-i Nur’la şiddetli alâkalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle bu hareketimi medar-ı mesuliyet saymış. Ben de buna karşı, bütün kuvvetimle bu ithamı kabul edip iftihar ediyorum. Çünkü fıtratımda ilme karşı gayet kuvvetli bir iştiyak var. Bir delili şudur ki: Denizli hadisesinde menzilim taharri edildiği vakit beş yüz seksen aded mütenevvi kütüb-ü ilmiye ve Arabiye evimde bulunduğu resmen sabit olmuştur. Benim fakr-ı halimle ve gençliğimle ve lisan-ı Arabîde noksaniyetimle beraber bu zamanda binde bir şahısta bulunmayan bu mütenevvi beş yüz seksen cild kitabı bana toplattıran fevkalâde bir talebelik şevki ve harika bir aşk-ı ilmîdir.

İşte bu fıtrî istidat ile daima hakiki bir üstad arıyordum. Cenab-ı Hakka hadsiz şükrolsun ki, uzakta aradığımı pek yakında elime verdi. Evet Üstadım olan Said Nursî’nin bütün hayatının gayesi, şevk-i ilimde ve ulûm-u İslâmiyeyi bilmek aşkında geçtiğini bütün hayatı şehadet ediyor. Hem ben müşahedatımla, hem Üstadımın matbu Tarihçe-i Hayat’ıyla, hem eski talebelerinden aldığım malûmatla kat’i bildim ki; bendeki fıtrî aşk-ı ilmî, Üstadımda harika bir surette bulunuyor ki, bu zamanda bütün medrese âlimlerinin hilâfına olarak pek harika, tek başıyla medrese talebeliğini muhafaza edip her belâya tahammül etmiş. Hattâ ehl-i siyaset, Üstadımın bu acib hallerini anlamadıkları için hiç alâkası olmayan bir nevi siyasete temas ettirmeğe çalışmışlar. Hattâ hapislere sokmuşlar. Fakat sonra Cenab-ı Hak, o aşk-ı ilmîyi Kur’an’ın hakaikına bir anahtar yapmış. Bütün ehl-i ilmî ve feylesofları hayrette bırakan Risale-i Nur meydana çıkmış. Ben de o sırada bütün hayatımda aradığım ve kendi fıtratımda ve fakat pek yüksek bulunan bu Üstadı bir ihsan-ı ilahî olarak Kastamonu’da yanımda buldum. Âhir ömrüme kadar da, buna teşekkür ediyorum.

Hem Üstadım, eskiden beri izzet-i ilmiyeyi muhafaza için, sadaka ve hediye gibi şeyleri kabul etmediği gibi, talebelerini de men’eder. Kimseye başını eğmez. Hattâ harika vaziyetlerinden; harp içinde avcı hattında oturmağa ve sipere girmeye tenezzül etmeyerek izzet-i ilmiyeyi muhafaza ettiği gibi, üç dehşetli kumandana karşı kahramancasına hocalık ve haysiyet-i ilmiyeyi muhafaza için onların hiddetine karşı ehemmiyet vermeyip onları susturdu. Onun için bu Üstadımı, bu millet ve vatanın ve Türk ulemasının pek büyük şerefini muhafaza etmek için her şeyini feda etmiş bir şahıs bildiğimden, ben de kendime hakiki üstad kabul ettim. Böyle vatan ve millete hakiki fedakâr bir Üstadın, —farz-ı muhal olarak— yüz kusuru da olsa nazar-ı müsamaha ile bakıp itiraz etmemek gerektir.

Bu memleketin vatanperverleri Meşrutiyet devrinde, milliyetçiler ve hamiyetperverleri Cumhuriyette; bu Üstadın ilme ettiği fevkalâde hizmeti vatan ve millet namına takdir ettiklerine bir numunesi şudur ki: Camiü’l-Ezher sisteminde, Medresetü’z-Zehra namında Van vilâyetinde temeli atılıp eski Harb-i Umumî münasebetiyle geri kalan Şark dârülfünununa İttihad ve Terakki hükümeti on dokuz bin altın lira verdiği gibi, yirmi dört sene evvel Cumhuriyet hükümeti de Üstadımın dârülfünununa yüz altmış üç mebusun tasdikiyle yüz elli bin lira tahsisat verilmesini kabul etmeleridir. Bu yüksek Üstadın tek başıyla Camiü’l-Ezher gibi binler hocaların teşebbüsüyle vücuda gelecek bir medrese-i kübrayı vücuda getirmeğe yakın muvaffak olması gösteriyor ki; vatanperverler ve milliyetperverler dahi, medrese ulemalarıyla beraber bu Üstadımı takdir ve tahsin etmeleri lâzım ve elzemdir. Biz de böyle bir Üstad elimize geçtiği için her zahmet ve meşakkate tahammüle karar vermişiz. Füyuzat-ı ilmiyesiyle ve yüz otuza varan âsar-ı kudsiyesinin hakaikıyla beni ilim ve iman yolunda terakki ettiren bu mümtaz allâme-i zamana sonsuz bir varlıkla hürmetim vardır. Bu hürmetim ebede kadar inşaallah gidecektir.

İddia makamının beni suçlandırmak istediği ve aylardan beri tedkikat ve taharriyat neticesinde hakikatine vasıl olamadığı, "Dini ve dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâl edecek bir gizli cemiyet"in ne vücudu var ve ne de böyle bir cemiyetle alâkamız vardır. Yegâne alâkamız, hükümet-i cumhuriyenin kanunları muvacehesinde en çetin imtihanlarda, en yüksek ehl-i vukuf heyetler tarafından icab eden hürmeti görmüş ve salahiyetdar mahkemelerde beraet kazanmış Risale-i Nur’lardır. Bu ise, vatana ve millete ihanet değil; doğrudan doğruya vatana ve millete nâfi ilim uğrunda bir çalışmaktır. Bunun haricinde ne bir siyasî maksat ve ne de başka bir garaz yoktur. Binaenaleyh bu hususta da masumiyet ve samimiyetimiz meydanda olmakla, Denizli mahkemesinde olduğu gibi yüksek mahkeme-i âdilenizden adaletin tecellisiyle beraetimi taleb ediyorum.

Afyon Cezaevinde mevkuf,

Kastamonulu

Mehmed Feyzi Pamukçu

Mustafa Ramazanoğlu'nun müdafaasıdır[değiştir]

(Mustafa Ramazanoğlu’nun müdafaasıdır.)

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

Afyon

Gizli cem’iyete dâhil olmak, faaliyette bulunmak, emniyeti bozacak hareketlerin ithamıyla suçlu tutuluyorum. Hak ve hakikata müştak her insan gibi, fıtratımda hakka ulaşmak için şedid bir ihtiyaç ve iştiyakım var. Hak ve hakikat yolunu bulmak için ilmi kendine binek edinerek bu mesleği intihab etmişim. Hayatta gayeme ulaşmak için en büyük mürşidim ilimdir. Dünya ve âhiret selâmet ve saadetini temin için ilim dünyasının insan konusunu inceleyen Tıb Fennini tahsil ediyorum. Hakikî bir insan ve tabib olabilmek için insan denilen mahlukun yalnız maddî yapısı ve ihtiyaçlarıyla değil, manevî mahiyeti ile de meşgul olup beşerin bu ihtiyaçlarını temin ve tatmin edecek reçeteleri araştırarak bulmak, mesleğimin îcablarındandır.

Ruhumda hissettiğim bu ihtiyacın sâiki ile, bir arı şevkiyle ilim baharının gülşeninde bu reçeteleri dermeğe çalışıyorum. Bu gülşene hususî bir zarafet bahşeden Kur’an-ı Kerim denilen şecere-i tûbânın bir dalı olan ve Risale-i Nur tesmiye edilen çiçekleri ruhumdaki ihtiyaçları temin ettiği gibi, emsal-i cinsiyemi de tatmin edecek bir mahiyette buldum. Ve bir arı şevkiyle samimiyetime binaen hemcinslerimi de bu kaynaktan haberdar etmek istedim.

İşte ey muhterem heyet-i hâkime! Bu arı misalinde olduğu gibi, ben Türk câmiasına mensub bir ferdim. Türk cem’iyetinden başka yani müslümanlık câmiasının haricinde gizli bir cem’iyet tanımıyorum. Ve bir arı sadakatı ile vazifemde nizam ve intizama riayet ediyorum ve etmişim. Ve vatanımın ve milletimin emniyetini bozacak hiçbir suç yapmadığımı biliyorum. Buna bütün yakınlarımın ve benim arkadaşlarımın şehadet edeceklerinden eminim. Bu hususta daha fazla söz söylemeyi lüzumsuz hissediyorum. Yalnız şunu tebarüz ettirmek isterim ki, ben samimi müslümanlardanım ve dinî kültürümü tahsil için birçok felsefî ve dinî eserler okumuşumdur. Bütün ilim ve din adamlarına karşı, hususî bir muhabbetim ve samimi bir hürmetim vardır. Bu meyanda eserlerinden büyük istifadeler ettiğim Bediüzzaman Hazretlerine de sırf ilmî ve dinî bir alâkam ve Kur’an ve iman hakikatlarının neşrinde olan hizmetinden ve Kur’ana olan sadakatına ve Peygamberimiz’in sünnetlerine olan samimi imtisalinden dolayı hususî muhabbetim ve hürmetim vardır. Bu münasebetle her talebe ile ulûmundan istifade ettiği hocası arasında cari olan karşılıklı samimî muhabere bir suç teşkil etmese gerektir. Eğer eserlerinden müstefid olduğum için minnetdarlık hislerimin ifadesi olan mektublarım bu suçu teşkil ediyorsa; benim gibi, bir feylesofun veya bir âlimin eserlerini okuyup muhabere eden bütün kari’lerin hocalarına samimi hürmet ve selâmlarını tebliğ eden talebelerin benim gibi aynı muameleye tâbi’ tutulması gerektir. Buna hiçbir kanun müsaade etmiyor ve böyle bir kanun tasavvur edilemez.

Madem ki vicdan ve fikir hürriyeti vardır. Cem’iyetin emniyetine ilişmeyen bir ferde menhus bir ihtimal ve evham yüzünden lüzumsuz sıkıntı ve tazyiklerle taciz etmek ve mağduriyetine sebeb olmak hiçbir kanunla kabil-i te’lif değildir.

Hülâsa olarak derim ki: Benim hiçbir gizli cem’iyetle alâkam yoktur ve faaliyette dahi bulunmuş değilim ve devletin emniyetini bozacak hiçbir hareketim yoktur. Yüksek mahkeme heyetinin yukarıdaki beyanatımı gözönüne alarak hakkımda adliyenin yüksek adaletinin hayırlısıyla tecellisini bekliyorum.

Safranbolu’lu

Mustafa Ramazanoğlu

Ceylân'ın müdafaasıdır[değiştir]

Ceylân’ın müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Makam-ı iddianın habbeyi kubbe yaparak, iftiharla kabul ettiğim Üstadıma ve Risale-i Nur’a hizmetimle beni büyük bir diplomat ve entrikacı bir adam tarzında gösterip, Nurlara gelen mevhum suçta bana büyük bir hisse vermesine mukabil derim ki: Dinî ve imanî ve ahlâkî eserlerini okumakla, o uğurda hayatımı tereddütsüz feda eder derecesinde istifade ettiğim Üstadım Bediüzzaman’la yakından alâkadarım. Fakat bu alâka, makam-ı iddianın dediği gibi vatana ve millete mazarratlı ve halkı devlet aleyhine teşvik etmek değil, belki hiçbir beşerin kendisini kurtaramayacağı kabrin idam-ı ebedîsinden kendimi ve benim gibi bu tehlikeli zamanda imanını kurtarmağa, ahlâkını düzeltmeğe ve vatana ve millete birer uzv-u nâfi olmağa muhtaç olan din kardeşlerimin imanlarını kurtarmak yolundaki kopmaz ve kopmayacak bir alâkadır.

Kendisinin yakınlarındanım. Dört sene kadar arasıra hizmetini müftehirane yapmışım. Bu müddet zarfında kendisinin serâpa faziletinden başka hiçbir şeyine şahid değilim. Onun ağzından bir defa olsun, mehdiliğine ve müceddidliğine dair bir kelime duymadım. Tevazuun kemalinde olduğuna yüzbinleri aşan Nur nüshaları ve onları okumakla imanlarını kurtaran yüzbinler halis Nur şakirdleri şahittir.

O mübarek Üstadım, kendisini bizim gibi Nur talebesi olarak görür ve öyle iddia eder. Bunu elinizde bulunan birçok mektuplarında, hususan Asâ-yı Musa mecmuasının içindeki İhlâs Risalesinde kolaylıkla görmek mümkündür. Kendisi,"Baki ve güneş gibi ve elmas misillü hakikatler, fani şahıslar üzerine bina edilmez ve fani şahıslar o kıymetdar hakikatlere sahip çıkamazlar." diye Risale ve mektuplarında tekrarla zikrettiği halde, o zatın tefahürüne hükmetmek ve mehdilik ve müceddidlik dava ettiğini iddia etmek, hiçbir akl-ı selimin kârı değildir. Zira bütün risale ve mektupları, insaf ve dikkatle okursanız; bu muhterem âllame-i zamanın, asırlardan beri emsaline tesadüf edilmez bir din âlimi ve benzerine rastlanmayacak bir iman kurtarıcısı, bolşevizmin kızıl kıvılcımlarının saçaklarımızı sarmak istediği bir zamanda vatana ve millete bir ordudan daha çok menfaat ve bereketi bulunan bir vatanperver olduğuna siz de kanaat-ı kat’iye peyda edersiniz. İşte böyle bir esere ve o eseri telif eden muhterem Üstada daha evvelden şakird olamadağıma müteessifim.

Muhterem heyet-i hâkime! İşte hadsiz menfatlerini kendimde tecrübe ettiğim Risale-i Nur’dan, benim gibi vatan evladlarının istifadeleri için, resmî bir izinle; Eskişehir’de Gençlik Rehberi’ni kudsî bir hizmet-i milliye fikriyle tab’ ettirdim. "Benim gibi bir biçarenin, Kur’an’ın hakiki ve cerhedilmez bir tefsiri olan Risale-i Nur’a ve dolayısıyla imana hizmeti tebrik ve takdir ile mukabele görmesi lâzım ve teşvike pek muhtaç iken; böyle ağır muamele görmekliğimiz hakikat-ı adalete ne kadar muhaliftir." sizlerden soruyoruz.

Ve mahkeme-i âdilenizden, ruhumuzun gıdası ve sebeb-i necatımız ve ebedî saadetimizin anahtarı olan Nur Risalelerinin serbestiyetine karar vermenizi taleb eder, eğer yukarıda bir kısmını zikr ve tâdad ettiğim vaziyetler nazarınızda bir cürüm teşkil ediyorsa, vereceğiniz en ağır cezanızı kemal-i rıza-yı kalb ile kabul edeceğimi arz ederim.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Emirdağlı

Ceylân Çalışkan

Mustafa Osman'ın müdafaasıdır[değiştir]

Mustafa Osman’ın müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Gizli cemiyet kurmak ve dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozabilecek hareketlerde bulunmaktan zanlı Bediüzzaman Said Nursî’nin, rejim aleyhindeki mevhum faaliyetine iştirak ettiğim iddia edilerek suç konusu olarak gösterilen meselelere karşı derim ki:

1– Evet, ben de birçok Nur talebeleri gibi hakiki Türklüğe ve İslâmiyete yaraşan ve tarihî bir şeref ve faziletimiz olan terbiye-i medeniye-i diniyeyi ve millî bir şiar olan ahlâk-ı Kur’aniyeyi öğrenerek vatan ve millete faideli bir uzuv olmak ve yabancı ideolojilerin tesiratından korunarak din ve imanımı muhafaza ve öğrenmek kasdıyla Nur Risalelerini tedarik ederek okumağa başladım. Ecdadımızın, tarihlere şan salıp nam veren ahlâk ve şerefini paymal eden sefahet ve rezaletin ve ahlâk-ı seyyienin cemiyet hayatını zehirlediği ve kötü ahlâk sahiplerini dahi iğrendirecek derecede sokaklara kadar sardığı ve efkâr-ı ammeyi telâşa düşürdüğü ve her sınıf ailenin ocağı başında dedikodu mevzuu olduğu ve efkâr-ı ammenin bir dili mahiyetindeki gazete ve mecmuaların ahlâk zabıtası haberleri şeklinde ve muhtelif mevzulardaki tenkidlerine sebep olan bu elîm ahvalin pek süratle genişlediği ve âdeta umumileşmek istidadını gösterdiği bir devirde; düştüğüm ahlâksızlık uçurumundan dinî, ahlâkî, içtimaî, edebî dersleriyle, her müslim okuyucusunu kurtardığı gibi beni de kurtaran Risale-i Nur külliyatını okumak ve benim bu eserleri okuduğumu bilen ve işiten vatandaşlarımın tehzib-i ahlâk etmek için benden musırrane istemeleri üzerine onlara Risale vermek ve dolayısıyla serserileşmiş ve serserileşmek ve vatan ve millete muzır bir hale gelmek istidadını gösteren ferdleri bu Risalelerle, bu Nurların müessir telkinatlarıyla kurtarıp beşeriyete faideli birer insan olmalarına hâdim ve vesile olan ve memleketimizde de sirayeti ve salgını görülen ve bütün dünyayı titreten kızıl veba komünizm tehlikesine karşı dinî ve müessir telkinatı bakımından manevî bir mücahid olan Bediüzzaman, takdir ve tebcile lâyık, kudsî ve manevî mücahedesinin nurlu ve müessir silâhı olan ve yirmi senede yirmi bin ve belki çok fazla adamı vatan ve millete faideli bir hale sokmağa vesile olan Nur Risalelerini okutmak ne derece şahsım için bir suç mevzuu ve müellif-i muhteremi için sebeb-i itham olabilir? Vicdanınıza soruyorum,

2– Savcılık Makamının, "mevzudur" diye gayr-i ilmî iddia ettiği hadisin hadis kitablarında sahih olduğu; hadis âlimlerinin kabulüyle ve Hürriyetten evvel Meşrutiyet devri ulemasına, Japonya’nın ve İngiltere Anglikan Kilisesinin sorduğu sualler münasebetiyle, o devrin âllameleri olan İstanbul âlimleri, Bediüzzaman olan müellif-i muhtereme sorarak, şimdi ismi Beşinci Şua olan eserde görülmekte olan o zamanki bu hadisin tevilen cevaplarını o ehemmiyetli âlimlerin kabul edip itiraz edememeleriyle sahih olduğu kat’i sabittir.

Hem yalnız Risale-i Nur’un bu kısmı değil; bütün hakikatleri ve dersleri hiçbir hakiki İslâm âliminin itiraz edemeyeceği kadar kuvvetli hakikatlerdir ki; Diyanet riyaseti başta olarak bütün memleketteki hakiki âlimler kabul ve tazime, tâ devr-i meşrutiyetten beri mecbur kalmışlar. O hakikatleri ve o kuvvetli bürhanları ismi âlim olan ve hakikat ilminden bîbehre bir-iki ferdin itiraz ve iddiası çürütemez. Hem gayet gülünç olur. Maddî ve manevî menafii zâhir olan ve vatanın her tarafında ve her sınıf halk tabakasında hayat-ı bakiyelerini idamdan kurtarmak için takdir ile okunan ve onunla imanlarını kurtardıklarından müellif-i muhteremine ebedî minnetdar kalan binlerle vatandaşın faidelendiği Kur’an ve iman hakikatlerine meftun olarak müellifine bir şükran borcu olarak bir mektup yazmak ve sebeb-i itham olan hadisin inkâr edilmeyen hakikatlerine istinad ederek bazı ef’al ve âsara nazar edip hadisin mazharı olan bu memlekette zuhur etmiş gibi bakmak ve böyle bir zanna düşerek ve birçok İslâm âlimlerinin ihbaratına dayanarak bazı hataların tamiri cihetine gidilmesini bir fütuhat-ı Kur’aniye kabul edip izhar-ı şadümanî eylemek ve bu görüş ve nokta-i nazarını eserleriyle tefeyyüz ettiği bir Üstada mahremane arzetmek; vatan ve milletin anarşiliğe ve dolayısıyla bütün dünyayı titreten kızıl tehlikenin kucağına düşmemesini temenni etmek, rejime bir hıyanet midir? İnkılâba dil uzatmak mıdır? Ve o takdire ve tebcile çok elyak ilim adamını aynı iftiralardan birkaç mahkeme teberri ettirdiği halde, aynı mevzularla zan altına alıp kimsesiz ve çok ihtiyar ve münzevî olduğu halde tevkif ve tecrid ederek taht-ı muhakemeye alıp bizim de bu ilmî nokta-ı nazarımızı ve imanımızı kurtarmak için çalışmalarımızı bir suç telâkki edip onu güya devletin emniyetini ihlâl suçuna delil ve bürhan göstermek hangi vicdanın âdilane kararıdır? Mahkemenizden soruyorum, vicdanınıza bırakıyorum.

3 – "Bediüzzamanın resimlerini mukaddes bir şey imiş gibi taşımak ve mektubatını toplamak ve mektuplaşmak." diye olan sebeb-i ittihama gelince: Hayat-ı maneviye ve bakıyemi idamdan kurtarmağa ve maddî hayatın lezzet ve saadetini tattırmağa ve benim gibi binlerle ferdlerin imanlarının kurtulmasına eserleriyle vesile olan bir âlim-i küll ve bir müellif-i muhteremin, değil basit bir resmini taşımak; altın ve mücevheratla süsleyerek taşımak ve ona tebrik ve mektub göndermek ve onu sevenlerle tanışmak, beşeriyetin her ferdi gibi benim de bir hakkımdır. Bu hukukumun bir suç konusu olacağını zannetmiyor ve son söz olarak diyorum ki; vatan ve millete ve insanlık camiasına hizmet edebilmek için, (Hâkim kimdir? Başına gelen.) fehvasınca iki vilâyetin ve birçok kazaların zabıtasının dahi şehadet edebileceği şekilde; serserilikten, şahıslarını bu Nur Risaleleriyle kurtarıp başkalarını da kurtarmağa vesile olan Nur şakirdlerinin uzun senelerden beri bu vatan ve millete, bu vatandaki idareye yaptıkları vatanî hizmet, binlerle kişilik zabıta kuvvetinin hizmetinden hakikatte daha mühim iken ve takdire ve iltifata daha lâyık iken, sû-i tefsire uğratılarak âdeta bir ecnebi rejimi hesabına kasden hareket eder gibi bizleri tevkif ve muhakemelere verip işimizi, gücümüzü ayaklar altında bırakmak ve biçare evlad ve ıyalimizi perişan edip ağlatmak hangi demokrasi kanunlarıyla, hangi yeminli ve yüminli âdil hâkimlerin vicdanî ve âdilane kararlarıyla kabil-i telifdir? Mahkemenizden ve vicdanınızdan soruyorum. Ve büyük ve âdil Türk milleti ve onun âlî meclisi namına icra-yı adalet eden muhterem mahkemenizden, pek çok fevaidi ve menafii meydanda olup inkâr edemediğimiz bu eserlerin serbestiyetini ve bizim de beraetimizi taleb ediyorum.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Safranbolulu

Mustafa Osman

Hıfzı Bayram'ın müdafaasıdır[değiştir]

Hıfzı Bayram’ın müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâle teşebbüsden sanık İslâm âlimi Bediüzzaman’ın, millet ve memlekete çok faideli hakaik-ı Kur’aniye ve imaniyeyi ders veren eserlerinden okumaklığımı; din ve iman cihetinde çok istifade ederek ahlâk-ı Kur’aniyeyi tahsilime âmil olan bu derslerden bazı tanıdıklara da —talebi üzerine— milli bir şiarımız olan ders-i imaniye ve terbiye-i diniye ve ahlâkiyeyi tahsillerine sebep olmak hayrına nailiyet arzusuyla vermekliğimi ve temin etmekliğimi ve bazı tanıdıkların dostane veya ilmî mahiyetindeki mektupları adresime göndermelerini bahane ederek mümaileyhe suç ortağı göstermektedir. sebeb-i ittihamı olan bu meselelere itiraz ederim ki:

1– Üzerinden muhakeme geçen, beraet ettirilip müellifine iade edilen ve bütün İslâm ve memleket ulemasının takdir ve tasvibine mazhar olan Risale-i Nur’u; iddia makamının üzerinde durduğu şekilde bir fikr-i mefsedetle okumadığım gibi, her Risalesini de baştan başa Kur’an’ın bir mühim tefsiri olup insanları ahlâken yükseltmeğe, fazilet sahibi kılmaya, milletleri uçuruma yuvarlanmaktan kurtarmaya vesile olan İslâmî dersi ve dinî terbiyeyi müessir bir surette ders verip millet ve memlekete, hattâ beşeriyete manen en büyük yardım ve iyilikleri yapan bir eser olarak gördüğümden din ve imanımı muhafaza ve taallüm maksadıyla okumayı ve bazı kimselere vermeyi veya temin edivermeyi bir suç zannetmiyorum. Çünkü, hiçbir yerde Nur talebelerinin vatan ve millete ve idareye zararlı bir hadiseye katıldıkları görülmemiş ve zabıtaca kaydedilmemiştir. Ve aynı zamanda, "Okunup ve okutulmasında gizlilik var." diye ileri sürülecek bir gizli cemiyet şüphesi uyanması ise, çok yersizdir. Çünkü, Nur talebelerinin gerek ilmî ve gerekse siyasî, gizli veya meydanda hiçbir cemiyet ile alâkaları yoktur. Hattâ, aynı isnadlarla birkaç sene evvel Bediüzzamanla beraber çok kimseler Denizli Ağır Ceza Mahkemesine verilip muhakeme edildikleri ve çok inceden inceye tahkik ve ta’mik edildiği vakit, bütün risaleler dahil olduğu halde hep beraber beraet etmişlerdir. Müellifi ve eserleri beraet eden bir telifatı okumağı ve okutmağı, devlet emniyetini ihlâl ve rejime hıyanet gibi çok ağır bir cürme delil ve sebeb-i itham olarak göstermek, ne derece icab-ı adalettir bilmiyorum; vicdanlarınıza havale ediyorum!..

2– Hem Bayezid’den bilmediğim bir kimse tarafından ben mevkuf iken gönderilen bir risale de, sebeb-i ithamım arasındadır. Bu risaleyi görmedim. İçindekilerden bîhaberim. Eğer Risale-i Nur ise kabul ediyorum. Sizler sorun cevap vereyim. Yalnız iddianamede savcının mehdilikten bahsettiğini öğrendim. Halbuki Üstadım, bu gibi isnadlardan müberradır. Böyle bir şeyi lisanından duymadığımız gibi eserlerinde de görmedik. Ve talebelerini, her fırsatta şahsına hürmet ve tazimden ve makam vermekten menetmiş ve tazimkârane mektup yazanları dahi takbih etmiştir. Bizler kendisini hubb-u câhdan müberra, zamanın en yüksek bir âlimi ve bir ilm-i tahkik hocası olarak biliyoruz.

Mevkuf

Hıfzı Bayram

Mustafa Acet’in müdafaasıdır[değiştir]

Emirdağlı Mustafa Acet'in müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Makam-ı iddianın, Üstadım Bediüzzaman’ın mevhum suçuna beni iştirak ettirmesine karşı kısaca derim ki:

İntisabımdan zerre kadar pişman olmayarak Üstadıma ve Risale-i Nur’a yaptığım hizmetim, ancak bir derya kadar lütuf ve ihsana karşı bir damla ile mukabele gibidir. Nasıl ki gayet kıymetdar elmas hazinelerine sahib olmak yolunda küçük cam parçaları tereddütsüz feda edilirse, ebedî hayatımı kurtarmağa vesile olan Risale-i Nur uğrunda hayatımı feda etmeğe her an hazırım. Uhrevî ve dünyevî hadsiz menfaatları tahakkuk eden Risale-i Nurdan, fani ve ehemmiyetsiz hapislerin ve sıkıntıların hatırı için, kısa ve dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye zarar gelmemek için o menfaat-ı azimeyi terketmek, Risale-i Nur’a ve Üstadıma karşı durgunluk göstermek; o mübarek Üstada, o kudsî allâme-i zamana ve onun bir tek gayesi olan iman ve Kur’an’a büyük bir ihanet olduğunu biliyorum. Ve onun izin ve emrinden zerre kadar hilâf-ı hareket etmek istemiyorum.

Muhterem heyet-i hâkime! Zehirli mikroplarını güzel vatanımıza dağıtmak isteyen bolşevizme karşı kuvvetli bir cephe alan büyük bir din âlimine fakirliğimle talebe olmaklığım neden çok görülüyor? Şüphesiz bu vaziyet isbat ediyor ki; Nurlardaki zenginlik, dünyevî zenginliğin pek fevkindedir. Benim gibi milyonları aşan Türk gençliğinin imanlarını kurtarıp vatana nâfi birer uzuv olmaları için, Üstadımı ve Risale-i Nur’u daima serbest bırakınız. Biz Türk gençliğinin Risale-i Nur’a ihtiyacımız, kapalı zindanda kalmış bir kimsenin havaya ve zifiri karanlıkta bulunan bir adamın ziyaya ve çöldeki aç ve susuz kalmış bir insanın suya ve gıdaya ve denizde boğulmak üzere bulunan herhangi bir kimsenin cankurtaran gemisine olan ihtiyacından binler derece daha ziyadedir. İşte yukarıda bir kısmını tâdad ettiğim mezkûr hakikatlerden dolayı fevkalâde hüsn-ü zan ve teveccühümüzü kazanan ve kopmaz bir bağla kendimizi ona bağladığımız Bediüzzaman’ı ve ona hüsn-ü niyet ile talebe olan çok biçareleri böyle hapislerde çürütmek, adaletin şerefiyle kabil-i telif olamaz.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Emirdağlı

Mustafa Acet

Halil Çalışkan’ın müdafaasıdır[değiştir]

Halil Çalışkan'ın müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Muhterem heyet-i hâkime! Makam-ı iddia tarafından bana tebliğ edilen iddianamede: Üstadım efendime hizmetimi büyük bir suç olarak gösteriyor. Bin dokuz yüz kırk dört yılında teşrif ederek dört seneden beri kazamızda misafireten ikamet buyuran ve kendileri kırk seneden beri bütün dünya lezzetini ve istirahatını terk edip sırf iman ve İslâmiyete ve hususan vatanımızda iman ve ahiret yolunda müslümanların saadet-i ebediyelerini kurtarmağa çalışan ve bilhassa müslüman ve Türk olan milletimiz arasında dinimize çok zarar veren, maddî ve manevî zararı pek çok olan bolşevikliğin muzır fikirlerinin millet arasına girmesi ve buna benzer vatan ve millete zararlı olan şeylere Risale-i Nur’un imanî ve ahlâkî olan dersleriyle sed çeken ve bütün dünya âlimleri tarafından tahsin ve takdire lâyık olan Risale-i Nur’a ve Üstadıma müftehirane üç sene arasıra hizmetim adalet huzurunda bir suç mu teşkil ediyor! Ve bu hususta yine suç olarak gösterilen, hizmet için terziliğimi de terk ettiğimi yazıyor ki: Böyle hak ve hakikat ve Kur’an-ı Kerim’in hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’a ve Üstadıma canımı dahi feda etsem, büyük bir suç sayılıp vatan haini olarak mı tanınırım, sizden soruyorum?

Sayın Reis Bey!..

Risale-i Nur’un bir kısım parçalarını okudum ve yazdım. Cenab-ı Hakka hadsiz şükrolsun ki; ötedenberi kalbimde yaşayan ilme karşı fevkalâde bir iştiyakla bu Risalelerden istifadeye başladım. Bunlarla pek yakından alâkadar olduğum halde; içinde, ne halkı hükümet aleyhine teşvik ve ne de emniyeti bozacak ve gizli bir cemiyet kurmağa dair hiçbir şey görmediğim gibi, Üstadımdan da gerek mehdiliğe ve müceddidliğe ve gerekse bu hareketlere dair hiçbir şey işitmedim. Risale-i Nur’un ve Üstadımın ve biz talebelerin yegâne gaye ve hizmetimiz; İslâmiyete, hususan Türk milletine iman ve ahlâk cihetinde kudsî bir hizmettir. Elbette Risale-i Nur’a ve hâdimlerine bu hizmetleri için ilişmemek lâzımdır. Bizim gaye ve maksadımız budur. Başka hiçbir şey değildir. Ve bu vazifemiz de rıza-yı ilahî içindir. Zaten böyle bir kudsî vazifeyi dünyaya ve dünya menfaatine âlet ederek yapmayız ve tenezzül etmeyiz. Böyle kalbinde iman ve ahiret meşgalesinden başka hiçbir dünyevî maksad ve gaye bulunmayan halis Nur şakirdlerine, iddia makamının hiçbir zaman hatırıma gelmeyen gizli cemiyet kurmak ithamlarına tahammül edemiyoruz.

İşte muhterem heyet-i hâkime! Sizin, biz Risale-i Nur talebelerinin gaye ve maksadlarını ve mahiyetlerini anladığınıza ve iddia makamının bize isnad ettiği suçlarla alâkamızın olmadığına kanaat getirdiğinize inanıyoruz. Bu vesile ile yüksek mahkemenizden ve vicdanlarınızdan kitaplarımızın serbest olarak iadesini ve kendimizin beraetini taleb ederiz.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Emirdağlı

Halil Çalışkan

Mustafa Gül’ün müdafaasıdır[değiştir]

Mustafa Gül'ün müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Ben gizli bir cemiyete dahil değilim. Zaten Üstadım Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de öyle bir cemiyet kurmamıştır. Bizlere her zaman Kur’an hakikatlerinden ders vermiş, siyasetle alâkadar olmamızı şiddetle men’etmiştir. Yalnız büyük üstad Said Nursî Hazretlerinin talebesiyim. Ona ve Risale-i Nur’a bütün ruh u canımla bağlıyım. Risale-i Nur ve Üstadım için bana verilecek her türlü cezaya razıyım. Üstadım, eserleriyle benim imanımı ve ahiret hayatımı kurtarmıştır. Onun gayesi, bütün müslümanları ve vatandaşlarımızı imansızlıktan kurtarıp saadet-i ebediyeye nail etmektir.

Bizlerin siyasî bir maksatla alâkamız olmadığı bütün mahkemelerde tebeyyün etmiştir. Hakikat böyle olduğu halde, yine haksız ve yersiz olarak mahkemeye sürüklendik. Bundan anlıyoruz ki, bizim tesanüdümüzü kırmak istiyorlar. Bizim tesanüdümüz herhangi bir dünyevî ve siyasî gaye ve işe matuf değildir. Yalnız ve yalnız Üstadımız Hazretlerine çok, hem pek çok hürmetkârız. Risale-i Nur’u okuyanlar fevkalâde bir imana ve İslâmiyete ve ahlâk ve kemalâta sahip oluyorlar.

Üstadımıza çok fazla muhabbet etmemek elimizden gelmiyor. Öyle bir Üstada ve öyle Risale-i Nur şakirdlerine bütün mevcudiyetimle bağlıyım. Bu bağ, idam edilsem dahi çözülmez ve kırılmaz. Ben ve bütün kardeşlerim masumuz. Risale-i Nur’un serbest bırakılmasını bütün kuvvetimizle taleb ediyoruz. Yüce Üstadımıza ve masum Nurcu kardeşlerime kendimle beraber beraet verilmesini taleb ediyorum.

Ispartalı

Mustafa Gül

İbrahim Fakazlı’nın müdafaasıdır[değiştir]

Küçük İbrahim’in müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Sayın hâkimler!.. Bize isnad edilen suç hem yersizdir, hem de dünyaya aittir, siyasîdir. Halbuki; siyaset yapacak insanlar olup olmadığımızı zaten ilk bakışta siz muhterem hâkimler çoktan anlamışsınız. Esasen bu soğuk ve yabancı isnad, eğer faraza yüzde yüz tahakkuk edeceğini yüzlerce salâhiyetli kimseler temin etseler; benim de aklım şimdikinden yüz defa fazla olsa, Risale-i Nur’un ve onun çok muhterem müellifinin bende bıraktığı manevî intiba ile bütün mevcudiyetimle bu geçici ve tükenici siyasî lezzet ve maceradan kaçıp ahirete iman ve Cehennemden kurtulmak yolunda sarfederim.

Gerek Risale-i Nur’un kıymetli müellifine hürmetimiz ve bağlılığımız ve gerekse Risale-i Nur’un okunması, yazılması ve Nur talebeleriyle muhabere ve münasebetimiz, –Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin ve yüksek Yargıtay’ın da tasdiki ile– doğrudan doğruya uhrevîdir. Öyle ki, Risale-i Nur’dan aldığımız fikirle, bu nurlu varlıkları hiçbir suretle dünyevî ve maddî kıymetlere değişmeyiz. Bu bizde bir iman halinde ölünceye kadar yaşayacaktır.

Muhterem heyet-i hâkime!..

Madem ki böyle dehşetli bir isnad ile burada toplanmış bulunuyoruz. Öyle ise şu ehemmiyetli hakikati beyan etmek, benim için memleket ve vicdan borcu olmuştur. Yalnız kendi muhitimde Risale-i Nur’un gösterdiği fevkalâde ıslâhat ile bütün halkın gözü önünde şu on seneyi mütecaviz bir zamanda başta kendim olmak üzere birçok kimseler var ki, evlerinin yollarını öğrenmişler. Süflî gidişatları aile saadetine dönmüş. Şimdi anaları babaları, sebep olanlara dua ediyorlar. Vilâyetimiz dahil ve civarlarında bu kabilden daha birçoklarının hallerini dinleyiniz. bahusus Denizli hapishanesinde, Risale-i Nur oraya girmesiyle mahbuslar üzerinde öyle bir hüsn-ü tesir yapmıştı ki; halen bu tesir dillerde gezmektedir. Keza bu Afyon hapishanesine dahil olduğum zaman kimin ile konuşsam, eski halleriyle şimdiki hallerini zikredip minnet ve şükranla Nur talebelerine dua ediyorlar. Bu hakikatler meydandadır...

Ben insan olayım da, bana ve hemcinsime bu derece ahlâkî ve içtimaî ve uhrevî ıslâh edici ve bahusus kitabımız Kur’an’ın mühim bir tefsiri olan Risale-i Nur’a ve onun muhterem müellifine ve vatandaşlarına müslümanca muhabbet ve teselli mektubu yazmak, bir siyaset mevzuu olacağına hayret ediyorum.

İşte bu hayretle diyorum ki; böyle suç olmaz. Olsa olsa Kur’an ve dolayısıyla Risale-i Nur’un gizli düşmanları adliye ve zabıtaya evham verip bizleri böyle hapislere doldurmağa sebep oluyorlar. Elbette yüksek hâkimler bu hakikatleri görecekler ve ellerini vicdanlarına koyup ebedî ve ilahî çok müjdeleri bulunan adaletli kararlarını verecekler ve vatanın dört köşesinde alâka ile bekleyen Müslüman Türk milletini kendilerine minnetdar bırakacaklardır.

Afyon Cezaevinde mevkuf

İnebolulu

İbrahim Fakazlı

Ali Akdağ'ın müdafaasıdır[değiştir]

Ali Akdağ’ın müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

Afyon

1- Bundan bir buçuk sene evvel Ortaklar köyünde oturan Ahmed Feyzi*den almış olduğum Nur Risalelerinin, Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemelerinde beraat ederek ve büyük Yargıtay’ın tasdikiyle neticelendiği anlaşılan bu risalelerin sahiplerine iade edilmesi ve okunmasında, yazmasında bir mahzur olmayacağı tabiî iken, bu risaleden acaba ne sebeple ittiham ediliyorum diye hayret ettim.

2- Bu Risale-i Nur’u okumaya başladığımda; siyasetle hiçbir ilişiği olmadığı, Risale-i Nur’un muhteviyatı daima iyi yol ve doğruluk ve adalete uygun görülmesi; Kur’an-ı Azimüşşanın mahiyetini ihtiva ettiğini görünce, okumak hevesinin tezayüd ettiğini hissettim ve bunun risalelerini okuyup yazmaya devam ettim.

3- Bu Risale-i Nur’un hatırı için, bu risaleyi telif eden Hoca Efendi’ye Ramazan ve Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı üç adet tebrik gönderdim. Ve eserlerini; hüsn-ü ahlâka ve dünya ve ahirete yaramayacak fuzulî, malâyanilerden vazgeçirdiğinden ve muzır olan çok şeylerden beni men’ettiğini ve Risale-i Nur’u okuyup yazmaktan beni kabir kapısından başka kimse ayıramayacağını yazdım. Bunun üzerine benim bu hâlimden memnun kaldığından "Aydın havalisi kahramanı" diye, Hoca Efendi’nin bir mektubuyla ittiham edilmekte isem de, bu da benim gibi bir biçarenin hüsn-ü ahlâk sahibi bir şahıs yetişmemden neşet etmiş bir söz olsa gerektir. Yoksa benim gibi becereksiz bir şahsın, böyle sözlerle ittiham edilmemden hiçbir mana olmayacağı malumdur.

4- Bu Risale-i Nur mecmualarından, gelen mektuplardan ismi geçtiği için ve Isparta’da teksir edildiği anlaşılmakla, tedkik niyetiyle dahiliye vekili tarafından Diyanet riyasetine giden Zülfikar ve Asâ-yı Musa mecmuaları tenkid görmeyerek ve Diyanet Reisi "kıymetli eser" diye camekânına koyduğu mezkûr mecmuaların okunup yazılmasında bir mahzur olmadığı anlaşılmakla, Husrev Altınbaş*tan bir Zülfikar ve Asâ-yı Musa mecmuası istedim."Bununla beraber, fazla varsa birkaç tane gönder; bazı isteyen olursa veririz." dedim. Bunun üzerine Husrev Altınbaş da bir Zülfikar ve altı Asâ-yı Musa gönderdi. Zülfikar’ı bilmediğim bir arkadaş aldı. Asâ-yı Musa’lar da elinizdedir.

5- On tane Eskişehir’de tab’edilmiş ve resmî makamdan geçmiş Gençlik Rehberi geldi. Bunları da isteyenlere verdim. Bu meyanda ismi geçen ve gizlenmeyen mecmua ve risaleleri, biri satmış ve okumuş diye suç sayılmasını hiçbir adalet bunu suç sayıp, bizim gibi çoluk-çocuk sahiplerini perişan etmez.

6- Husrev Altınbaş’ın bana yazdığı bir mektupta, "Faal, gayyur, kahraman kardeşim" demesine gelince: Husrev Altınbaş’a yazmış olduğum mektupta Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’yle, Mirac Risalesi’ni istedim. Ve "Bunları derhal yazar, iade ederim" dememden memnun kalmasından neşet etmiş ve benden hoşlandığını bildirmek gayesiyle söylenmiş bir söz olsa gerektir. Bu da benim için bir suç teşkil edilmesi, mucib-i hayrettir.

7- Üstadımız Hoca Efendi’nin, Husrev Altınbaş eliyle bana gelen bütün mektuplarının hepsini okudum. Bu gelen mektuplarda, Hoca Efendi’nin hiçbir siyasetle ve cemiyet teşkili ve halkı teşvik edici hiçbir gaye gütmediği kanaatini edinerek, yalnız uhrevî ve ahlâkî bakımdan ve iman telkini gibi gayet hoş ve güzel, bilhassa bütün millet içinde ihtiyaç duyulacak telkinattan başka bir şey anlamadım ve bilmiyorum. Aynı zamanda, bende yakalanan mektuplar elinizdedir, okumuşsunuzdur. Benim için, "Said Nursî’nin talebeliğiyle kalmayıp, fikrine iştirak etmiştir." diye suçlandırılmaklığım hiçbir cürüm teşkil etmeyeceğine, velev ki fikrine iştirak etsem, onun fikrinde hiçbir fenalık ümit etmediğimi bütün imanımla tasdik ederim. Küre-i arz yüzünden adalet kalkmamış ise, bu acib lekeyi hiçbir adliye kabul etmez ve kendini kirletmez.

Sayın hâkimler,

Bize isnad edilen cemiyetçilik ve siyasetçilik ve halkı teşvik edici ve devletin asayişini bozmak olan bu suçlar; şan ve şeref ve menfaat kazanılması için takip edilen bir gayedir. Halbuki Risale-i Nur, bizi, böyle fani ve geçici dünyanın bu gibi şan ve şerefine ve menfaatine aldanmamasını bize son derece izah etmiş ve şiddetle men’etmiştir. Biz de, bu gibi suçlardan ittiham edilmekte isek de, biz bu ittihamı şiddetle reddederiz.

Sayın hâkimler,

Risale-i Nur, kendisi nur-u Kur’an’dan gelmiş hakiki bir Kur’an tefsiri olduğunu kat’î delileriyle ve kerametleriyle isbat etmiştir. Ve kendisini kopmaz bir zincirle bize bağlamıştır. Risale-i Nur’un hakiki kerametlerini gören bu gözler, bizi kendisinden kabir kapısına kadar hiçbir şeyle ayıramayacağını ve Risale-i Nur’un yolunda verilecek fani cezaların en ağırı olan idam cezası da olsa, kalbimizde zerre kadar acı hissetmeyerek aşk ile yürüyeceğimizi bilâperva ilân ediyorum.

Nur Risalelerinin yolunda verilecek fani cezalara zaten kıymet vermeyiz. Yalnız Cenab-ı Vâcibü’l-Vücud Hazretleri Kur’an’da bize bildirdiği ebedî cezaya düçar etmesin. Biz, böyle bigayr-ı hak, din öğrenme yolunda haksız cezaya maruz kalırsak, ikinci bir kurulacak olan Mahkeme-i Kübra’da hâkimlerin hâkimi olan Ahkemü’l-Hâkimîn’in huzurunda, bizi böyle suçlu yapanlardan intikamımızı alırız.. ve 1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ diyerek, dergâh-ı ilahiyeye el açarız. Bu hakikati yüksek heyetinize havale ederek, vicdanınıza bırakıyorum.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Aydınlı

Ali Akdağ

1.) Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

Refet Bey’in müdafaasıdır[değiştir]

Acaba yirmi sene devam eden tesirli alâkalarını bütün Anadolu anladığı halde, üç defa hapse beraber girmekle ve makam-ı iddia bizlere karşı emsalsiz en cüz’i şeyleri bildiği ve tedkik ettiği halde, o yirmi senelik Nur Kumandanı, Kur’an aşkıyla fevkalâde tesirli bir surette çalışan bir şakirdi; Zülfikar, Asâ-yı Musa gibi herkese menfaatli bu iki kitabı bazılara vermesi ile onu suçlandırmak ne kadar acib bir ittihamdır.

Said Nursî

Refet Bey'in müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

Afyon

Makam-ı iddianın şahsıma ait iddianamesinde medar-ı ittiham bir suç göremedim. İki adet Zülfikar Mecmuası nın iki şahsa gönderilmesine vasıta olduğum ileri sürülerek, bunun bir suç olduğu iddia olunuyor.

Ankara ehl-i vukufunun takdirkârane raporuna istinaden, Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin verdiği beraat kararı ve bu kararın mahkeme-i temyizin tasdikine iktiran etmesi, Risale-i Nur Külliyatının herkes tarafından okunabilir, parlak ve emsalsiz bir tefsir olduğu kanaatini tebarüz ettirdiğinden, yirmi seneden beri mütalâasıyla azim istifadeler temin ettiğim bu hakaik-i imaniye mecmualarından her isteyen vatandaşa vermeyi bir vazife-i diniye ve imaniye bildiğimden, talip olan o iki şahsa da gönderildi.

Eğer bu hareketim kanunen bir suç teşkil ediyorsa, verilecek cezayı maaliftihar kabul edeceğimi, aksi takdirde beraat kararının verilerek adaletin izharını yüksek mahkemenizden isteyerek maruzatıma son veriyorum.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Ispartalı

Refet Barutçu

İbrahim Edhem'in müdafaasıdır[değiştir]

İbrahim Edhem’in müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

(İbrahim Edhem’in müdafaasıdır.)

Afyon Ağırceza Mahkemesine

Afyon Cumhuriyet Savcılığının iddiasıyla, Bediüzzaman’ın eserlerini okuduğumdan ve bulunduğum yerlerde arzu edenlere okutmak suretiyle verdiğimden bahisle, "emniyet-i hükûmeti ihlâl etmek" suçuyla mahkemenize verilmişim.

Bediüzzaman’ın hem kendisini, hem eserlerini Denizli Mahkemesinden beraat etmiş olduğunu iki sene evvel Sandıklı köylerinde imamette bulunurken öğrendim. Mesleğim hocalık ve vazifem imametlik olması dolayısıyla, o vakitler elime geçirdiğim Risale-i Nur namı altındaki Bediüzzaman’ın eserlerinden okudum. Her okuduğum kitabı, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebine tam mutabık gördüm. Ve fikrime tam mutabık bulduğumdan çoklarına okudum ve kendime tedarik ettim ve arzu eden ehl-i imana verdim; onlar da okuyordu.

Gerek Kütahya’da ve gerekse bura sorgu dairesinde daha çok sorulan suallere lâzım olan cevapları doğru olarak söylediğim için, "Siz Üstadınız Said Nursî’ye müceddit diyorsunuz, gizli cemiyet kuruyorsunuz, hükûmetin emniyetini ihlâl ediyorsunuz" demekle karşılaştım.

Ben yüksek mahkemenizde her iki sorgu dairesinde söylediğim gibi tekrar ile derim:

Üstadımıza bazı talebeleri müceddit gibi isimler vermişlerse de, Üstadımız, mücedditliği şahsına kabul etmediğini elime gelen bazı mektuplarından okumuştum.

Gizli cemiyet ise; mevcud olmadığını idddia makamı da anlamış ki, "gizli cemiyetleri yok" diye bir kısım kardeşlerimizi tahliye etmişti.

Ben hükûmetin emniyetini bozmuş değilim, bilâkis asayişine hizmet etmişim. Ve hiçbir kimse böyle bir suçu bize süremez. Böyle hiç yoktan bizi perişan eden gizli düşmanların şerrinden bizi kurtarmanızı ve bu vatan ve milletin saadet-i dâreynine bu asırda hakiki bir sebep olan Risale-i Nur’un serbestiyetine karar verilmesiyle, beraetimi büyük bir ümid ve kanaatle âdil mahkemenizden talep ederim.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Balıkesir’in Balya kazasından

İbrahim Edhem Talas

Sabri'nin müdafaasıdır[değiştir]

Sabri’nin müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

Afyon

Özü: Yazılı savunmadır.

Muhterem yargıçlar,

İddia makamı ve sorgu yargıcı, "memleketin dahilî düzen ve asayişini bozmak, dini âlet ederek rejim aleyhine tahrikatta bulunmak" iddiasıyla bizleri huzurunuza sevketmiş bulunuyor.

Bin yılı mütecaviz zamandan beri Türklerin kudsî ahkâmını muhafaza için şehid verdikleri Kur’an’a bugün hizmet edebilmek veya onun ahkâmına sadakat göstermek suç mudur? Cumhuriyet idaresinin büyük bir suhûletle ve vatandaşlara dinî bir metod olarak kabul ettiği Kur’an’ımıza hizmet ve onun irşad ettiği yolda ibadet ve tetebbu etmek Teşkilât-ı Esasiye kanunumuzla teminat altına alınmıştır.

Eğer bu rejime muhalefet keyfiyetinden maksat Kur’an hakikatleri değilse, yüzlerce risale ve mektuplardan hangi birinde yirmi milyonluk bir dindar milleti ve onun bir milyonluk çelik ordusuna zımnen olsun tecavüz veya bahsedilmiş; evraklarımızda bir top tüfek, silah bahsi geçmiş midir? Ne gibi vesaik bulunmuştur. Yakalanan on dokuz kişiden bir kısmının ilk tahsili olmadığı gibi, benim gibi iki sözü bir araya getirmekten bir kısmı acizdirler.

Tamamen yersiz bir şekilde açılan bu dava hem bizi perişan ve hem de devletin yüksek adaletini fuzûlen işgal ediyor. Bu büyük Türk ve Türkleşmiş millet, din ve iman ve namus mefhumlarına en ciddi bir câmiadır. Hem hiçbir vakit Kur’an’dan ayrılmak istemez. İndî mütalâalar, muvakkat dünya zevkleri için bizi hiçbir türlü Kur’an’dan ayıramaz.

Keza; iddia makamının bana isnad ettiği cürüm eğer mevcud ise, –tabirden anlaşılacağı üzere– diğer bir "Santral Sabri"ye aittir. Ben, "Santral Sabri" değilim. Bu ise iddia makamının, sorgu yargıçlığının yapmış oldukları ilk tahkikatın ne derece sathî olduğunun bariz bir misalidir. Santral Sabri ise; Bediüzzaman’ın hüsn-ü teveccühünü kazanmış, bir "Santral Sabri" şeklinde isimlenmiş ve birçok kitaplarda "Hulûsi-i sani" namı verilmiş bir âlimdir. tahkikat netaici ise böyle bir şeref ve şöhreti, zuhûlen bile olsa bana atfetmiş ve bana şeref ve şöhret bahşetmiştir.

Ayrıca, "Hoca Efendi ile görüşmek üzere Isparta, Denizli ve Emirdağ’ına gittiğim" iddia ediliyor. Herkes istediği adamla görüşebilir. Beraat etmiş zatla görüşmek bir suç mudur? Emirdağ’ına geçen sene gidişim, ticaret kastıyladır. Hoca Efendi ile de o vesile ile görüşmüşüm. Beraat etmiş bir hemşehri ile görüşmek medar-ı mesuliyet olur mu? On altı sene zarfında ilmine hürmet ettiğim bir âlim ile ancak üç defa görüşüp, elini öpebilmek fırsatının zuhuru bir suç mudur?

Isparta’dan Konya’ya götürmüş olduğum, Asâ-yı Musa mecmuası ve bir kısım mektuplar ve Sözler’dir. Bunların her biri Denizli Mahkemesince beraat kazanmışlardır. Eğer bu risalelerde devletin emniyetini ihlâl edecek bir unsur bulunsaydı, yazıhanemde alenî teşhir etmezdim. Bir vilâyette dinî bilgileri bilmek için dinî bir eser yazmaları suç mudur?

Keza, bu eserin okunmasını vatandaşlara men’ eden bir emir de mevcud değildir. bahusus bu eserlerin ilmî bir eser olduğuna dair ilmî heyetin raporları, Denizli Mahkemesinin beraat kararı ve yüksek Yargıtayın da bu babta içtihad kararları mevcuttur. Bende bulunan eserler ise; arz edilen bu muhtelif ilim süzgeçlerinden geçmiş bahsolunan muayyen risalelerdir. Bu risaleler ise, -iddianın aksine olarak-, satmış değilim; ancak evlerinde mütalâa edilmek üzere bazı kimselere emaneten verilmiştir.

İddia makamının Risale-i Nur’a olan hizmetimi bu derece izam etmesine taaccüb etmekteyim. Meselâ: Birçok mektuplarda geçen Sabri ismi bana atfediliyor. Risale-i Nur talebelerinin içinde kimbilir ne kadar Sabriler var! Matbu veya gayr-ı matbu mektupların hangisine imzam mevcud ise, o mektupların muhtevası hakkında daima izahat verebilirim. Bunun haricindeki mektuplara cevap vermeye mecbur değilim. Şu altmış bir yaşıma kadar bir gün bile bir suç için hükûmet kapısına gitmemiş ve otuz beş senedir Konya’daki ticaret hayatımda bir defa olsun belediye cezasına mahkûm olmamışım. bilumum devletin hayır müesseselerine şu zamana kadar yaptığım yardımların makbuzları mahfuzdur. Bundan uzun uzadıya bahsetmeyi huzurunuzda fuzuli addederim.

Tahkikatın ilk safhasında verdiğim samimi ve mutlak bir hüsn-ü niyet mahsulü olan ifadelerimle, men’-i muhakeme kararıyla üzerimden haksız bu töhmetin kaldırılacağını ümid ediyorum. Fakat maatteessüf, bu beyhude mağduriyet elyevm devam etmektedir.

Bediüzzaman’a alâkadarlığımız, sırf bu yüksek din âliminin ilim ve irfanından istifade maksadıyladır. Bunun haricinde dünyevî hiçbir gaye mevcud değildir. Binaealeyh, iddia makamının ileri sürdüğü yersiz cürüm isnadlarının yüksek adalet ve vukufunuzla red edileceğine emin bulunuyor ve netice hakkımda sâdır olacak beraat kararına huzur-u kalble intizar ediyorum.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Konyalı

Sabri Halıcı

Mehmed Çalışkan’ın müdafaasıdır[değiştir]

Mehmed Çalışkan'ın müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

Afyon

Makam-ı iddia bize isnad ettiği cürümlerde Üstadımız Bediüzzaman’a karşı şiddetli alâkamızı bir suç olarak göstermiş. Biz bu alâkayı bir suç olarak değil, mukteza-yı İslâmiyet olarak biliyoruz. Çünkü, yetmiş arkadaşı ile birlikte mahkemeye verilen ve neticede beraat eden ve beraat kararını mahkeme-i temyiz tasdik eden ve hiçbir dünyevî siyaset ve işle alâkası olmayan ve bu alâkasızlığı cumhuriyet hükûmetinin adliyesince tahakkuk eden bir İslâm âlimine karşı alâkamızın hiçbir zaman suç olduğuna asla ihtimal vermiyoruz.

Zaten bütün Emirdağ halkı bilirler ki, eskiden beri hâfız, hoca, fukara, gureba kimselere fevkalâde hürmetimiz vardır. Bu hürmetimizin neticesi olarak onlarla hürmetkârane konuşur ve hizmetlerini elimizden geldiği kadar yaparız. Aynen bunun gibi, dört sene evvel kazamıza misafireten ikamete memur olarak gelen Bediüzzaman ile yakından alâkadarım. Eserlerini okumakla cidden manevî çok istifade ettim. Alâkam, kuru kuruya kalmadı. Vatana, millete nâfi olan fikirlerine iştirak ederek, eserlerinin teksiri için çalıştım. Ve oğlum Ceylan’ı –kendisi münzevî olduğu ve ihtiyar ve zaif bulunduğu için– arasıra zarurî işlerini görmek için gönderiyordum. Gayemiz rıza-yı ilâhî ve hedefimiz iman kurtarmak olduğu için, mezkûr hakikatlerden dolayı mesul olacağımızı zannetmiyoruz.

Yüksek mahkemenize samimiyet ve masumiyetimizi arz eder, beraatimizi talep ederiz.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Emirdağlı

Mehmed Çalışkan

Osman Çalışkan’ın müdafaasıdır[değiştir]

Osman Çalışkan'ın müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

Afyon

Makam-ı iddia suç olduğunu asla tahmin etmediğim bazı mesaili iddianamesinde suç olarak göstermesine karşı, vicdan ve insafınıza sığınarak bir-iki meseleyi kısaca beyan ederim. Şöyle ki:

Merhum pederimin sağlığında memleketimize gelen hoca, hâfız, gurebaya mehma-imkân yardım eder, onların dualarını almak için çalışırdık. İşte buna benzer bir şekilde kazamıza dört sene evvel ikamete memur olarak gelen Üstadım Bediüzzaman’la alâka peyda ettim. Kendisini, görülen lüzum üzerine muhakeme edildiğini, fakat mahkeme neticesinde müttefikan beraat ettiklerini ve beraat kararını –hükümleri kanun mahiyetinde olan– temyiz mahkemesinin tasdik ettiğini ve teşekkül eden ehl-i vukufların raporlarıyla, bu eserin vatana ve millete faydalı olduklarını öğrendim.

Beraat etmiş bir şahısla konuşmak ve hiçbir zararı olmayan bir eseri okumak suç olmadığı kanaati bende belirerek, Risale-i Nur’u okudum ve yazdım ve müellifini ziyaret ettim. Ve oğlum Halil’i kendisinin hizmetini arasıra görmek için bu sene ve geçen sene gönderdim. Ve elden geldiği kadar istirahati için çalıştım.

Bütün yaptığım bu olduğunu yüksek mahkemenize arz eder, beraatimi talep ederim.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Emirdağlı

Osman Çalışkan

Haşan Çalışkan’ın müdafaasıdır[değiştir]

Hasan Çalışkan'ın müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

Afyon

Muhterem heyet-i hâkime,

Makam-ı iddia maddî hiçbir delil bulamadığı halde, kardeşlerimle hemfikir olduğumu suç olarak göstermiş. makam-ı iddianın bunu nereden öğrendiğini sorar, fikir ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu vatanımızda, öz kardeşlerimle samimi olarak konuşmaklığımın bir suç teşkil ettiğini tahmin etmezdim.

Sayın heyet-i hâkime,

Bütün Emirdağ halkınca malum olduğu üzere; ecdadımızdan gelen anânevi terbiye-yi makbule ile ulemaya itaat, fukaraya yardım, gurebaya hizmet etmek bizde bir âdet hâlini almıştır. İşte böyle bir hâlin neticesi olarak vatana, millete zararsız çok menfaati bulunan Bediüzzaman’la kardeşlerim gibi ben de alâkadar oldum. Arasıra ziyaret eder, verdiği dinî, ahlâkî nasihatlerinden çok istifade ederdim. Hüsn-ü niyete dayanan alâkamın nazar-ı insafınızda bir suç olmadığına inanır; mahkeme-i âdilenizden beraatimi talep ederim.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Emirdağlı

Hasan Çalışkan

Rıfat Filizer'in müdafaasıdır[değiştir]

Rıfat Filizer’in müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

Afyon

Vatanî hizmetimi ifa etmekte iken, güya "dini ve dinî hissiyatı âlet ederek Nurcular namı altında gizli cemiyete dahil olduğum ve halkın emniyetini bozmak için propaganda yapmak"la asılsız bir isnadla Afyon Cumhuriyet Savcılığının tevkif kararıyla 25 Şubat 1948 günü tevkif edildim.

Evet ben, ecdadımıza düstur olarak kabul edilen İslâmiyet ile hem kendimi, hem vatandaşlarımı kurtarmak, milliyetçiliğimi muhafaza ederek kendime düşen dinî ve vatanî vazifelerimi yapabilmem için bu husulardaki bilgilerimi tamamlamak maksadıyla, bununla alâkadar dinî eserlere başvurmak mecburiyetinde kaldım. Ve bunun için Sabri Halıcı* ile tanıştım. Sabri Halıcı, bu dinî bilgilerimi tamamlamak için, bana İslâm dininin büyük bilgiçlerinden Bediüzzaman Said Nursî’nin eserleri olan ve müteaddit mahkemelerce beraat kazanan Risale-i Nur’dan bazı risaleleri verdi.

Bu risaleleri iki buçuk yıldan beri okumaktayım. Dikkatle okudukça, dinî gayelerden ve beşeriyetin muhtaç oldukları bilgileri öğretmekten başka gayesi olmayan Risale-i Nur’u okumakla, kendimin bütün ihtiyaçlarının tamamlanacağını gördüm. Ve kendisini kurtaran bahtiyarlar arasına katılmakla iftihar duydum.

Benim gibi böyle ihtiyaç karşısında bulunan yakın tanıdıklarıma da cumhuriyet kanunlarının ve demokrasimizin vermiş olduğu hürriyet-i insaniye haklarına dayanarak istifade ettirmek istedim.Ve bunun için lüzumlu olan bazı risaleleri istemek için de, Sabri Halıcı*ya, "Muhterem biricik amcacığım" başlıklı mektubu yazdım. Bu mektupta Ankara Üniversitesi’nin bütün fakülteleri ve teknik öğretmen ustaokulu ve yedek subay okullarına dini alet ederek rejim aleyhinde propağanda niyetinde olduğum hakkındaki isnatları tamamıyla asılsızdır. Evet Teknik Öğretmen Okulu’nda kardeşim Ziya Filizer’in bulunması dolayısıyla okula birkaç defa gittim. Babamın da vefat etmesi ile ben, Ziya Filizer’in ebeveyni vaziyetinde olduğumdan onun terbiye-i diniye ve medeniyet-i insaniyeyi kendisine nasihat ederek, onun imanını kurtarmak, beşeriyete karşı vazifesini öğretmek ve ahlaksızlık, milliyetsizlik, demokrasi hareketlerine aykırı olan komünizm rejimi tehlikelerinden kurtarmak, kendisini gelecekteki istikbale kuvvetli bir surette hazırlamak maksadıyla kendisiyle görüştüm. Aynı şekilde yakın akrabalarımdan olan ve ebeveynlerinin ricaları üzerine tıp fakültesinde Rıfat, hukuk fakültesinde Muammer Özdemir’e aynı telkinatta bulundum. Sizin yüksek vicdanınızdan soruyorum: Kendimin akraba ve tanıdıklarımın imanlarını kurtarmak, güzel ahlakla ahlaklandırmak ve ecdadımızı ebedi düşmanı olan komünizm tehlikelerinden kurtarmak ve bunun için İslam dinine, beşeriyete ve milliyetçiliğimize eserleriyle büyük hizmet eden ve bunca hizmetlerine karşı ihtiyar, kimsesiz, garip, münzevi bir şekilde yaşayan Bediüzzaman Said Nursî’yi ve eserlerini ittiham etmek doğru mudur? Bütün beşeriyet bilir ve bilmiş ki, medeniyetin ve insanlığın ilerlemesi ancak birlik ve ahlâk sayesindedir. Bundan uzak olanlar daima geri ve cahil insanlardır. Birlik ve ahlâkın ilerlemesi din iledir. O halde memleketimizin ve Türk isminin ebediyen yükselmekte devam etmesi için dine muhtaç değil miyiz? Madem ki Türküz ve asırlardan beri parmakla gösterilen yükselmemizi devam ettirmek gayemiz değil midir? Bu asırda bütün beşeriyeti titreten ve dünyanın bazı kısımlarını işgal eden komünizm tehlikesine karşı vatanımızı, milliyetimizi muhafaza etmek din sayesinde değil midir? Vicdanınızdan soruyorum.

Risale-i Nur’un bütün ilerleme hizmetini yaptığı, birçok kimselerin imanlarını iman hakikatleriyle içtimaî ve vatanî vazifeleri, kuvvetli ve yüksek yazıları ile birçok sönmekte olan bedbaht aile ocaklarını uçurumdan kurtaran ve bu yazıları okuyanlar medeniyet-i insaniyeye karşı insanlık vazifesini yapan; birçok eşkıya, komünist, kötü kimseleri düzelten bu yazıları okuyarak kendilerini kurtaran kimseler şahittir.

Böyle asılsız birtakım isnadat ile, kanunun ağır bir cezası ile tecziye edilmek istenilmesi muvafık-ı adalet değildir. binaenaleyh, kanunen hiçbir suç teşkil etmeyen bu gibi isnadların üzerimizden kaldırılması hususunda yüksek mahkemenizin kararına intizar ederek sözlerimi bitiririm.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Konyalı

Rıfat Filizer

Berber Burhan'ın müdafaasıdır[değiştir]

Berber Burhan’ın müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

Afyon

İddia makamının tarafıma tebliğ ettiği iddianamesinde; "Said Nursî"nin risalelerinin yazılıp okumasında ve Husrev Altınbaş*a Emirdağ’ından gelen mektuplarının bazen bana geldiğinde Husrev Altınbaş’a götürüp vermekliğimde ve bazen Bediüzzaman’ın diğer talebelerinden namına gönderilen kitap paralarını Husrev Altınbaş’a götürüp vermek" hiçbir cihetle suç teşkil etmez. Ve on beş seneye yakın tanıştığım Isparta’daki Risale-i Nur talebelerinden –kendim eski Arabî harfleri bilmediğimden– Said Nursî’nin okutup dinlediğim kitap ve mektuplarından, halkı hükûmet aleyhine teşvik edecek hiçbir şey duymadığım gibi, emniyeti ihlâl edecek hiçbir cümleyi de işitmediğimden, bu hususta vâki ittihamları reddeder, yüksek mahkemenizden beraatimi talep ederim.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Ispartalı

Burhan Çakın

Mustafa Oruç'un müdafaasıdır[değiştir]

Mustafa Oruç Ramazanoğlu’nun müdafaasıdır

Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Katına

Afyon

Gizli cemiyete dahil olmak, faaliyette bulunmak, emniyeti bozacak hareketlerin ittihamıyla suçlu tutuluyorum.

Hak ve hakikate müştak her insan gibi, fıtratımda hakka ulaşmak için şedit bir ihtiyaç ve iştiyakım var. Hak ve hakikat yolunu bulmak için ilmi kendime binek edinerek bu mesleği intihab etmişim. Hayatta gayeme ulaşmak için en büyük mürşidim ilimdir. Dünya ve ahiret selamet ve saadetini temin için ilim dünyasının insan konusunu inceleyen tıp fennini tahsil ediyorum. Hakiki bir insan ve tabib olabilmek için, insan denilen mahlukun yalnız maddi yapısı ve ihtiyaçlarıyla değil, manevi mahiyeti ile de meşgul olup beşerin bu ihtiyaçlarını temin ve tatmin edecek reçeteleri araştırarak bulmak, mesleğimin icaplarındandır. Ruhumda hissettiğim bu ihtiyacın saiki ile bir arı şevkiyle, ilim baharının gülşeninde bu reçeteleri dermeğe çalışıyorum. Bu gülşene hususî bir zerafet bahşeden Kur’an-ı Kerim denilen şecere-i tûbanın bir dalı olan ve Risale-i Nur tesmiye edilen çiçekleri, ruhumdaki ihtiyaçları temin ettiği gibi, emsal-i cinsiyemi de tatmin edecek bir mahiyette buldum. Ve bir arı şevkiyle, samimiyete binaen hemcinslerimi de bu kaynaktan haberdar etmek istedim.

İşte ey muhterem heyet-i hâkime,

Bu arı misalinde olduğu gibi, ben Türk camiasına mensub bir ferdim. Türk camiasından başka, yani Müslümanlık camiasının haricinde gizli bir cemiyet tanımıyorum. Ve bir arı sadakatiyle vazifemde, nizam ve intizama riayet ediyorum ve etmişim. Ve vatanımın ve milletimin emniyetini bozacak hiçbir suç yapmadığımı biliyorum. Buna bütün yakınlarımın ve benim arkadaşlarımın şehadet edeceklerinden eminim. Bu hususta daha fazla söz söylemeyi lüzumsuz hissediyorum. Yalnız şunu tebarüz ettirmek isterim ki:

Ben, samimi Müslümanlardanım ve dinî kültürümü tahsil için, birçok felsefî ve dinî eserler okumuşumdur. Bütün ilim ve din adamlarına karşı hususî bir muhabbetim ve samimi bir hürmetim vardır. Bu meyanda eserlerinden büyük istifadeler ettiğim Bediüzzaman Hazretlerine de, sırf ilmî ve dinî bir alâkam ve Kur’an ve iman hakikatlerinin neşrinde olan hizmetinden ve Kur’an’a olan sadakati ve Peygamberimizin sünnetlerine olan samimi imtisalinden dolayı hususî muhabbetim ve hürmetim vardır. Bu münasebetle, her talebe ile ilminden istifade ettiği hocası arasında cari olan karşılıklı samimi muhabere bir suç teşkil etmese gerektir.

Eğer eserlerinden müstefid olduğum için minnettarlık hislerimin ifadesi olan mektuplarım bu suçu teşkil ediyorsa; benim gibi bir feylesofun veya bir âlimin eserlerini okuyup muhabere eden bütün kari’lerin hocalarına samimi hürmet ve selâmlarını tebliğ eden talebelerin, benim gibi aynı muameleye tabi tutulması gerektir. Buna hiçbir kanun müsaade etmiyor. Ve böyle bir kanun tasavvur edilemez.

Madem ki vicdan ve fikir hürriyeti vardır, cemiyetin emniyetine ilişmeyen bir ferde menhus bir ihtimal ve evham yüzünden lüzumsuz sıkıntı ve tazyiklerle taciz etmek ve mağduriyetine sebep olmak hiçbir kanunla kabil-i telif değildir.

Hülâsa olarak derim ki: Benim hiçbir gizli cemiyetle alâkam yoktur. Ve faaliyette dahi bulunmuş değilim. Ve devletin emniyetini bozacak hiçbir hareketim yoktur.

Yüksek mahkeme heyetinin yukarıdaki beyanatımı gözönüne alarak, hakkımda adliyenin yüksek adaletinin hayırlısıyla tecellisini bekliyorum.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Safranbolulu

Mustafa Ramazan

Ahmed Feyzi’nin müdafaasıdır[değiştir]

Ahmed Feyzi'nin müdafaasıdır

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Sayın hâkimler! Bir din âlimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait kitaplarını okumak ve yazmak ve din arkadaşlarının imdadına koşmak üzere dinine ve Kur’an’ına ve Peygamberine (a.s.m.) hizmet etmek, bir mü’minin vazifesi ve hakkı değil midir? Bizi bu hizmet-i diniyeden men’eden bir kanun maddesi var mıdır? Bazı cihetlerin zamanımızdaki küfrî ve gayr-i ahlâkî cereyanları tenkid etmesi bir suç mu teşkil ediyor? Biz ne siyasetle, ne idare ile asla alâkası olmayan, yalnız dindar, saf halk kitlesiyiz. Bir insana hüsn-ü zan etmek ve kıymet vermek herkesin şahsî bir kanaatidir. Biz Bediüzzaman’ı, zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz. Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz. Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdid eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur’an’ın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır. Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mesul olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeğe mecbur değiliz.

Ahirzamanda, hadisin haber verdiği şahısların meselesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, bazı hadislerle ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ömrünün bin beş yüz seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih hadiselerini, kıyamet alâmetleri diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dikkatini celbediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere düçar olanların ebedî şekavet ve helâket ile karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî bürhanlar mevcuttur. Bizler Allah’a ve Resulüne ve Kur’an’a inanmışız. Şimdi bu imanın ve Peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helâk-i ebedîden kurtarmak için çalışmayalım mı?.. Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? "Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir. Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım!" diye bunları mevcut dini hakikatlere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi?.. Biz de, önümüzdeki müsbet delilleri ve vücud-u ilâhiye bizi sevkeden hakaik-i müberhene ve ilmiyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâzıme-i medeniyet ve şiar-ı irfan addi ile dinimizi terketsek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim kurtaracak?.. Bunu düşünmeyelim mi?.. Bu zihniyette olan, Kur’an’dan ve onun hakaikından üstün bir şey tanımayan bir insan, sırf fani cezalar korkusuyla kendini ebedî helâke atar mı? Yahut fani bazı kıymetlere değer verir mi? Allah ve Resulüne ve dinine hizmet vazifesinden vazgeçer mi?.. İşte bizi Bediüzzamana bağlayan hakiki âmiller bunlardır. Başka bir menba-i dinî var mı ki, biz ruhumuzun bu ezelî ihtiyaçlarını onunla teskin edelim.

Sayın savcı, bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arapça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitapları tavsiye ediyor. Sayın savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkid de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nur’u seviyoruz, ve onu hakiki ve riyasız bir din kitabı ve Kur’an tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir meselesidir. Buna kimse müdahale edemez. Evet biz Risale-i Nur müellifinin daima ayn-ı hakikat dersi verdiğine kailiz.

Kendisinin kabul etmemesi bizim bu kanaatimizi sarsmıyor. Ancak bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil, Nurların dersinde harikulâde ve ekmel tezahürlerine şahit olduğumuz ve bütün cihan- irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır. Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin harikalarıyla en münteha mesail-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden ve bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?.. Fani zevahirin alâyişine edna bir meyl ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen; levs-i faninin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla kıymet vermeyen; kimseden bir şey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri kabul etmeyen; iffet ve ismetin en âlî örneklerini yaşatarak saburane, mütehammilane her nevi mahrumiyetlere göğüs germek suretiyle kendini hakikate ve envar-ı Kur’aniyeye ve maarif-i Muhammediyenin (a.s.m.) izharına vakfeden ve memleket ve milletin ızdırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan; kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmeyen, ihtiyarlığına ve bikesliğine bakmayarak insanları gayya-yı cehl ve gird-bâd-ı inkârdan kurtarmağa, hasbî ve ilahî bir cehd ile çalışan ve savaşan fazilet ve nur âbidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz?.. Kendisinin bu arzedilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz feragat ve istiğna ve şaheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla yine bir enmuzec-i kemal ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmağa ve iktida edilmeğe şayandır.

İşte biz Bediüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz. Acaba mumaileyhe sırf imanımızdan neşet eden bu bağlılığımız ve Kur’an’ın ve beyanat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) küfr ve ahlâk hakkındaki şiddetli tevbih ve tezyiflerine bu imanımız dolayısıyla iştirakimiz, bizi levs-i fani addedilen siyasetçi mi yaptı? Yoksa yirmi beş seneden beri din hakikatlerini öğrenemeyen ve helâk-i mutlaka giden soyumuzun bir kısım evladlarına; onları helâk-i ebedîden kurtarmak için, Allah ve Resulünden, hakikat ve Kur’an’dan haber vermek, onların temiz ruhlarını masum vicdanlarını ıslâh etmeğe hiç ifsad denilir mi?

Sayın hâkimler! Biz asla siyasetçi değiliz. Biz siyaseti, bizim gibi siyaset ehli olmayana bin bir çeşit veballer, tehlikeler ve mesuliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fani zevahire de zaten kıymet vermeyiz. Dünyaya ancak rıza-yı ilâhîye bizi götüren hayırlı vechesiyle bakıyoruz. Bu itibarla siyaset peşinde koşmağı ve devlet mefhumu ile mübareze ithamını şiddetle reddediyoruz. Eğer böyle bir kasd olaydı, yirmi beş seneden beri edna bir tezahürü olurdu. Evet bizim menfi bir cephemiz, ahlâksızlığa ve imansızlığa müteveccih bir takbih tarafımız var. Bu sırf imandan ve Kur’an’ın bu mevzular üzerindeki şiddet-i beyan ve azamet-i tevbihine —bizzarure— iştirakimizden ileri geliyor. Eğer bu esbab-ı mucibe, samimiyetin ve ihlâsın, hakikat ve safvetin bu tarz-ı beyanı size kanaat vermediyse; bize ne şekil isterseniz ceza veriniz. Lâkin unutmayınız ki; bugün altı yüz milyon insanın mensubiyetini taşıdığı hazret-i İsa (a.s.), zamanının idarecileri tarafından sırf insanlığın saadeti için kalbi çarptığı ve emanet-i tebliği hamil bulunduğu sebeplerle âdi bir hırsız gibi idama mahkûm edilmişti.

Biz hür söylediğimizden dolayı maruz kalacağımız bu mahkûmiyeti iftiharla karşılayacağız. Ve sadece

1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

nidasıyla dergâh-ı Kadiü’l-hâcata el açacağız.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Ortaklar Bucağından

Ahmed Feyzi Kul

1.) Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

Ahmed Feyzi’nin Üstada Mektubu[değiştir]

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ

Sevgili ve muazzez Üstadım!

El ve ayaklarınızı hasretle ve hürmetle öperim. Mahkemeden evvel arzına imkân bulunmayan ve mahkemede müsveddelerden okuduğum müdafaaların bakiyyesini de şimdiye kadar tebyiz ederek huzur-u muallâlarına takdim ediyorum. Lâkin sevgili ve muazzez Üstadım, mahkemeden beri içimi parçalayan bir ızdırabın ağırlığı altındayım. Sizin kudsî emirlerinize değil itaatsizlik, hattâ zerre kadar muhalefet benim için bütün şekavetlerin başıdır. Ben sizin sordurmak (susturmak) arzunuzu mevkiin heyecanı dolayısıyla bir türlü anlayamadım. Gerçi arkamdan Mehmed Feyzi kardeşim birkaç defa bana dokundu. Ben onu “Sıradan çok açıldın, geriye gel” der gibi bir manada anladım. Vaziyeti bilâhere mahkeme reisinin müdahalesiyle anlamış oldum. Varlığım sizin yolunuza bin defa feda olsun. Hizmetiniz uğrunda ne bir maksad-ı fâni, ne bir paye, ne de hiçbir takdir beklemeden sırf hâlisen livechillah varlığımı size ve kudsî hakikata vakfetmişim. Zerre kadar kasdî olmayarak ve sırf vazife görmek gayretiyle vaki’ olmuş olan bir sehivden ve bir hatadan dolayı benim gönlümü ızdırablar içinde bırakırsanız, buradan ağlaya ağlaya avdet ederim. Sizin hakikî hüviyetinizi pek hakikî ve kat’î olarak bilen bir insanın, size muhalefet etmesi ve cüz’î bir enaniyet hissine kapılması aslâ mümkün olamaz. Ekser evkatta

اللهم‮ ‬اجعلنى‮ ‬تراب‮ ‬تحت‮ ‬اقدام‮ ‬نور‮ ‬عين‮ ‬حبيبك‮ ‬يا‮ ‬ارحم‮ ‬الراحمين

diye dua yapan bir insanım. Sizin ve Hazret-i Kur’anın ebediyen memluk-u hassı olmasını niyaz eden bir insan, sizden ebediyen ayrılmayacaktır. Ben istiyorum ki, içinde bulunduğum meşagil-i fâniye çirkâbının tahfifine dua buyurarak beni hakikat hizmetçiliğine hasr u tavzif buyursanız.

Yavrularım ve vâlidem ve efrad-ı ailem hakkında da dilencilik yapmamı, hissî şefkatimin îcabı olarak kabul buyurunuz. Ebediyen emirlerinize münkad olan, günahkâr bîçare talebeniz

Ahmed Feyzi

5.12.948

Ahmed Feyzi [İkinci küçük müdafaa][değiştir]

(İkinci küçük müdafaa)

Bundan evvelki küçük müdafaa ile beraber duruşmanın ilk günü mahkemeye verilmiştir.

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ

Takdim ettiğimiz Denizli iddianamesinden anlaşılacağı vecihle bu dava, muhasebesi görülmüş bir davadır. Beşinci Şua ve emsali âsâr, orada tedkik edilmiş ve neticede kazanılan beraet, kaziye-i muhkeme halini almıştır. Bu âciz tarafından te’lif edilen Maidet-ül Kur’an ise kimsenin şahsî veya zümrevî şerefi veya resmî ve idarî hüviyeti aslâ kasdedilmeyerek hâdiseler üzerinde sırf ilmî teşhisleri ihtiva eden ve Kur’anın mu’cize lisanının bazı tatbikatına ma’kes olan bir eserdir. Bu eser sadece bir talebenin ilmen üstad edindiği ve ilmine itimad ettiği bir zâta netice-i tedkikatını arzetmesidir. Hakkaniyeti tasdik edilen bu eseri, aynı ilmî görüşlere ve aynı dinî telakkilere sahib bir zât sâika-i merak ile ve hususî olarak istinsah etmiş. Ve yine aynı hiss-i diyanetle mütehassis bir arkadaşına göndermiş. Ortada şahsî ve hususî mahiyetin fevkine yükselmiş ve propagandaya zemin olmuş bir vaziyet yok ki, propaganda vasıtalığı iddia edilsin? Eser Kur’anî ve hadîsî hakaikın gayet metin bir vechesine aid olmak üzere bizim ilmî kanaatımızdan ibarettir. Ve biz bu ilmî kanaatı bîtaraf, objektif sayısız delillerle, hem de delail-i kat’iyye ile isbata hazırız. Eserin davaya mevzu’ teşkil etmesi, muhtevi olduğu hakaik-ı Kur’aniyenin azamet ve belâgatından ileri geliyorsa, bundan ürkenlerin eserin fâni ve kıymetsiz tercümanını değil, o âyât-ı celileyi ve ehadîs-i Muhammediyeyi ve onların hiç de indî olmasına ve hiçbir tenkidle tebdiline imkân bulunmayan belâgat-ı adediye ve kat’iyyet-i riyaziyelerini ve o kat’iyyetin azamet ve kudret-i şümulünü mes’ul ve mahkûm etmeleri îcab eder. Halbuki o eserde, vaktiyle davası görülmüş ve beraet etmiş Beşinci Şua’ın bazı hakaikına işaretten başka bir şey yok ve memleketimizi kasıp kavuran şenaat-ı ahlâkiye ve ifsadat-ı ilhadiyenin ve müslümanlığa vaki’ gerek haricî bilcümle tecavüzlerin takbihinden başka ne bir şekl-i hükûmetin ve ne bir rejimin kasdedilmesi aslâ vârid değildir. Dinsizlerin ve sefihlerin takbih-i Kur’anîsine iştirak bir cürme dahi onu maal’iftihar icra îcabat-ı imaniyedendir ve bizden bunu hiçbir şey men’ edemez. Zira bu takbihimiz imanî ve Kur’anî bir vecibedir, bir vazife-yi diniyedir. Ve hem de mütecavizane değil, sırf yapılan tecavüzlere karşı bir mukabeledir. Eğer fâni endişeler yüzünden dinî ve ilmî hakaikı setretmeğe mecbur ve ketmetmekle mükellef isek, buna bizim kudretimiz yetmiyor. Çünki İlahî tehdid, her tehdidin fevkindedir. Amma bizim bu yüzden bazı fâni ızdırablara maruz kalmamız mukaddermiş. Ve hattâ bu vaziyet bizim hayatımıza bile mal olacakmış, ne yapalım? Allah’ı ve rızasını kazanmak o kadar kolay değil! Bizim aslâ tecavüzü olmayan ve dünyevî ve siyasî bir vechesi bulunmayan ve sırf hakaik-ı diniye ve ilmiyenin hasbî tercümanlığını yapan ve emr-i İlahîye tevfikan ketm ü setretmeyen vaziyetimiz muahaze edilecek ise ve sırf İlahî kelimeyi yükseltmek ve emr-i İlahîye temessük ve imtisal etmek cehdimizden dolayı biz mes’ul edilecek isek ve eğer dinî ve imanî ve felsefî kanaatlardan dolayı mes’ul edilmek mukteza-yı adalet ise, bunun mes’uliyeti bize aid ve raci’ değildir. Kur’anda ve hadîste böyle bir vech-i adedînin ve bir lisan-ı riyazînin varlığı yokluğu ve bunun hâdisat-ı azîmeyi gösterip göstermemesi ve o hâdisat-ı azîmeye önderlik yapacak ve mümessil olacak bazı eşhas-ı hususiyeye işaret edip etmemesi mes’elesi ise bir ilim mes’elesidir, kanun mes’elesi değildir. Maamafih bütün itiraz ve tenkidlere rağmen, bütün alâkadar hakikatları olanca azamet ve çıplaklığı ile meydana koymak ve âlem-i ilim müvacehesinde isbat etmek, elimizde şekke karin olamıyacağı her nev’ delail-i ilmiye ve Kur’aniye ve hadîsiye mevcuddur. Reddine imkân olmayan bu hakaikı, arzu buyurulursa birer birer şerh u izaha hazırız.

2) Hakkımızda tatbiki istenen kanun maddesinin de bizimle ilgisi yoktur. Zira bu madde, dini âlet yapıp siyasî maksad takib edenlere mahsustur. Maddenin sarahatına göre, hedef siyaset olacak, din de âlet olarak kullanılacaktır. En garazkâr olanlar dahi Risale-i Nur gibi bir hakikat pırlantasının bir siyaset maksadı için te’lif edilmiş bir eser olduğunu kabul etmez. Kezalik ihlas ve samimiyetin, hakikat ve istikametin, sadakat ve mürüvvetin müşahhas bir timsali olan onun muhterem müellifini de kimse sahtekârlıkla ve siyaset canbazlığı ile itham edemez. Tertemiz saf ve pürüzsüz hayatının da şehadetiyle 75 yaşındaki ihtiyar bir hakikat kahramanının rıza-yı Sübhanîden başka bir maksad takib ettiğine kimse inanmaz. Aldıkları hârikulâde gıda-yı imandan ve irfandan dolayı onun ve eserinin etrafında pervane gibi dönen bir avuç mütevazi’ ehl-i imana da siyasetçilik damgasını hiçbir insafsız yakıştıramaz. Şimdiye kadar hakkımızda tahrik edilmiş mahkemeler neticede hep bu isnadı reddetmişlerdir. Ve kaziye-i muhkeme ve delil-i kat’î halindedir. 25 seneden beri nezihane ve müstakimane ve afîfane geçen hayatımızın devamı esnasında en küçük bir siyaset vak’asının çıkmaması da iddialarımızın başta gelen bürhanıdır. Binaen aleyh aleyhine delil olmadıkça dinî inkişaflar peşinde koşan bir dindara siyasetçi damgası vurulamaz. Dinî kanaat ve inkişafın vechesi ister müsbet, ister menfî olsun, hedefi siyaset olmadıkça bu madde dindara tatbik edilemez. Yok eğer bu madde sebebiyle bütün dinî gayretleri boğmak, bütün dinî inkişafları önlemek ve söndürmek, vatandaşın vicdanı üzerinde tahakküm etmek gayesi takib ediliyorsa, o zaman mes’ele değişir ve fakat o zaman adaletle ve kanunî îcablarla aslâ alâkası olmayan, vatandaşın aslî haklarını çiğneyen bir zulüm sistemi meydana gelmiş olur.

Huzurunuza sevkedilen bu dava, tarih-i adlde eşine rastlanmayan bir hâdise olarak şâyandır. Zira safahattan geçmiş ve kaziye-i muhkeme halini almış bir mes’eleyi yeni baştan mevki’-i muameleye koymak ve vukuatı bilememezliğe ve görmemezliğe gelerek vatandaşı tekrar tazyik etmek, sadece kanunu ayak altına almak değil, aynı zamanda adli ve adliyeyi ve hattâ devlet şerefini inkâr etmek ve en yüksek bir adalet cihazını müttehem mevkiine koymak demektir. Takdim ettiğimiz Denizli iddianamesinin tedkikiyle, vaziyetin bu merkezde olduğu tamamen anlaşılır. Ve şübhesiz Türk adliyesinin böyle bir ithama tahammül etmesi aslâ vârid olamaz.

3) Son söz olarak şunu da yüksek huzurunuzda arzetmek isterim. Bu dava, alelâde bir cürmün davası değildir. Milletin dinî mukadderatı davasıdır. Bu memlekette dinî hürriyetin mevcud olup olmadığı ve vatandaşın vicdanî kanaatlarından ve müsbet ve menfî dinî gayretlerinden mes’ul olup olmayacağı ve memlekette dinî bir baskının hüküm sürmesine yer verilip verilmeyeceği davasıdır. Bu mes’eleler, yüksek kararınız neticesinde taayyün edecektir. Bütün memleket dört gözle sizden çıkacak kararı bekliyor. Millet, tarih ve hakikat ve istikbal huzurunda ve İlahî hükümranlık müvacehesinde imtihan vereceksiniz. Bizim gibi 5-10 basit vatandaşın cezadide olmasından ve biraz ızdıraba mahkûm kılınmasından bir şey çıkmaz. Fakat bizim kisvesi olduğumuz ve zahirini teşkil ettiğimiz ve temsil etmek vazifesine sevkedildiğimiz hakikatın ve hakaik-ı İlahiye ve ezeliyenin mahkûmiyeti çok ağırdır ve bu ağırlığı şübhesiz kâinat dahi kaldıramaz. Binaen aleyh en asil ve fazilet sembolü bir milletin adl cihazını temsil eden bir heyetin ise o milletin şerefine yakışır bir asaletle bu ağır ve tarihî imtihanda da muvaffak olmak suretiyle, en yüksek bir şeref halesiyle tetevvüc edeceği muhakkak ve şübhesizdir.

Ahmed Feyzi [İkinci küçük müdafaa] Genişletilmiş[değiştir]

(İlk küçük müdafaanın tevsi’ edilmiş ve Üstad’ın fevkalâde takdir ve tasvibine mazhar olmuş bir Risale-i Nur medhiyesi ve bir müdafaadır.)

Bize tevcih edilen ithamların en başta geleni “Risale-i Nur’a ne için bu kadar kıymet veriyorsunuz?” veya “Onun müellifine ne için bu derece ta’zim ediyor ve müşarün ileyhi tekrim ve tevkir ile karşılıyorsunuz?” ithamıdır. İddianame ve kararnamenin ruhuna hâkim olan mes’ele budur.

Savcılık makamı bir cürüm gibi bu ithamı bize tevcih ederken, vatandaşın vicdan hürriyetini hiç hesaba katmamakta ve bunun bir cürüm değil, buna müdahalenin bir cürüm ve haksızlık olduğunu aslâ nazara almamaktadır. Biz bu vatanda istediğimizi istediğimiz kadar sevmeğe veya istediğimiz şeye dilediğimiz kadar değer vermeğe haklı ve salahiyetli değil isek, eğer vicdanlar bazı insanların arzu ettiği fikir ve kanaatlarla çerçevelenmek ve onlara ittiba’ ve intibak etmek zaruretinde ise veya bazı insanların keyf ü arzularını kabul etmek bir mecburiyet ise, iddia edilen düşünce ve vicdan hürriyetinin manası nedir? Siyasî garazların ve memuriyet îcablarının zebunu olan ve hakikatları muayyen kalıplara sokmağa ve örtmeğe çalışan savcılık makamı Risale-i Nur’un kemalât-ı ilmiyesini ve hakaik-ı bahiresini bil’iltizam görmeyebilir, aklı sıra tenkid de edebilir, bizim hürriyet-i vicdanımıza müdahale edemez. Herhangi kıymeti dilediğimize vermemize ve rağbetimize karışamaz. Ve müellifine istediğimiz makam ve şerefi takmamıza ve dilediğimiz manevî tevcihi yapmamıza mani’ olamaz.

Evet biz Risale-i Nur’un hakikî kıymetlerini takdir ediyoruz ve onun bu milletin ihtiyacına tam mutabık ve ruhuna tam tercüman bir Kur’an tefsiri olduğunu kabul ediyoruz. Kıymet hükümleri vicdanî bir takdir mes’elesidir. Risale-i Nur’un mezayası ancak fikirleri ifsad edilmemiş, vicdanları bozulmamış, enaniyetleri şişirilmemiş, garaz ve menfaat endişeleri gözlerini bürümemiş insanlar ve bilhassa safvet-i ruh ve incizab-ı tamla ve şevk-i imanla hakaik-ı âliye ve ezeliye peşinde koşan, garazsız ivazsız hakikat âşıkları bilir ve anlar ve takdir ederler. Onu anlamak için ulûm-u mevruse-i diniyenin bütün şuubatından, vechelerinden hakikî surette haberdar olmak, ruh-u diyaneti kavramak ve mesail-i hazıra-i İslâmiyenin bütün şuubat ve îcablarına hakkıyla vâkıf olmak, muhtelefün fih mesail hakkında mesaî sarfetmiş olmak ve netaic-i âliye-i ilmiye ve fenniyeden dahi sahihan behredar bulunmak ve felsefenin dünkü ve bugünkü cereyanlarına ve son inkişaflarına âgâh olmak lâzımdır. Yarım yamalak malûmatlar ve menfî ve tek taraflı düşüncelerle ve düşmanane telkinlerin tesiri altında ve bilhassa siyasî garazlarla ve menfaat mülahazalarıyla ma’lul zihniyetler, onun hâmil bulunduğu maâlîyi göremezler ve mâlik olduğu ulviyet ve kemalâtı ve mezaya-yı satıasını, ruh-u asaleti takdir edemezler. Risale-i Nur’un ulviyet ve mezayasını ve parlak hakikatlarını ve eşsiz mükemmeliyetini ve pâyansız bir feyze mazhar olduğunu, ancak hakikatlara gözlerini kapamış olanlar görmeyebilir. Bu da koyu bir taassub ve mülhidane bir tarafgirlik neticesidir. Arzu edenler ve anlamak isteyenler Risale-i Nur’da en münteha mesail-i ilmiyenin en âlî şekillerini, en tatminkâr ve şifabahş izahlarını bulurlar. Ve keza onda en yüksek efkâr-ı felsefeye tefevvuk eden hâkim fikirler ve efkâr-ı mütezaddeyi tar u mar eden emsalsiz ve kudretli mantık ve üstünlüğü bulurlar. Onda tasavvufun ve İlahiyatın en yüksek mesailinin en veciz ve hem de şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir makuliyet ve kat’iyyetle izahı ve isbatı vardır. Ve bu itibarla o ruh-u Kur’anın en parlak bir tersimidir ve hikmet-i ezeliyenin bütün dünya efkârına tefevvuk eden ve hikmet-i Kur’aniyeyi bütün ihtişamı ile belirten bir ifadesi ve envâr-ı Kur’anın inkişaf etmiş bir manzarasıdır. Risale-i Nur nur-u risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) âhirzaman karanlıklarını dağıtmak için zamanımıza aksetmiş bir inşiaından başka bir şey değildir. Risale-i Nur’dan aldığımız pâyansız feyz ve nihayetsiz ilhamdır ki, bize bu samimi ve hasbî kanaatlara sevkediyor. Bizim bu kanaatımız belki yanlış görülebilir, hattâ mübalağaya da hamledilebilir. Fakat samimidir. Onun için buna kimsenin karışmağa hakkı yoktur. Müellifinin Türk şivesine ve tarz-ı tekellümüne yabancı olması ve risalelerin muhtelif istinsah merhalelerinden geçmesi sebebiyle bazı mahallerinde rastlanan ufak tefek bazı kaide hataları ve ehemmiyetsiz bazı siyak u rabt noksanları, ancak satıhbîn olanları aldatabilir. Fakat hakikat arayıcılarına onun ruh-u ulviyet ve asaleti emsalsiz ve şeffaf bir pırlanta gibi kendini göstermekte ve elmas gibi lemaan etmektedir. Sayın savcının bize kütübhanelerdeki kitabları tavsiye zahmetinde bulunması gerçi şükrana sezadır. Biz ancak bu neslin yalnız mazinin hamule-i irfanını nakleden eserlerde değil, bugünün ihtiyacına cevab verecek olan ve bugünün netaic-i irfanını hâmil bulunan ve o netaice göre efkâr inşa ve tesis etmiş bulunan eserlere ihtiyacı vardır. İşte biz bu esbabdan dolayı Risale-i Nur’a kıymet veriyoruz. Ve bilhassa taşıdığı emsalsiz hararet ve feyz-i manevî-i iman dolayısıyla ona inanıyoruz ve tebcil ediyoruz. Yoksa ona inanışımız safdilane ve körükörüne bir hayranlığın veya umumî bir cereyanın sürüklemesiyle hasıl olan bir şuursuzluğun sebebiyle değil.

Risale-i Nur müellif-i muhteremine verdiğimiz kıymet ise, bu samimi görüşten ve bu şeffaf, garazsız anlayış ve duyuştan neş’et etmektedir. Evet biz müşarün ileyhe çok üstün bir kıymet-i ilmiye ve yüksek bir makam-ı manevî tanıyoruz ve onu hakikî ve üstün kemalâta mâlik bir fazilet ve hakikat kahramanı biliyoruz. Hattâ müşarün ileyhin a’zamî bir şekilde feyz-i Muhammediyeye nail olduğunu ve bu feyzin tam mazharı ve vârisi bulunduğunu ve İlahî bir memuriyetin hâmili olarak vazife gördüğüne inanıyoruz. Kendisinin bu tevcihatı hüsn-ü zan diye karşılaması ve şahsına mal etmemesi ve kendine kıymet verilmesini kat’iyyen istememesi, bizim bu garazsız ilme ve bürhana dayanan kanaatımızı sarsmıyor. Zira vazife-i tebliğ ve hizmet-i davette bu derece şiddetle ısrar ve neşr-i hakikat ve emr-i hidayette bu derece kat’î ve sarsılmaz bir ikdam ve emr-i İlahîye ittiba’ ve feraiz-i Rabbaniyeye temessük ve ikbalde bu derece yüksek bir azim ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyen riayette ve hakka teslimiyet ve tefviz-i umûrda bu derece âlî bir himmet ve i’tisam ve i’zaz-ı din ve i’lâ-i kelimetullah’ta bu derece yüksek bir şecaat ve azm-i hâlis ve davasında bu kadar kat’î bir sebat ve metanet ve mesail-i ilmiyeyi izahta bu kadar keskin bir vuzuh ve kat’iyyet ve bu derece pervasız bir tamamiyet ve vecazet ve câmiiyet ve mevzulara tasarrufta bu kadar kat’î bir hâkimiyet ve nüfuz başka türlü izah edilemez. Lâkin bizim müşarün ileyhte kabul ettiğimiz bu üstün mazhariyet kevnî kerametlere ve âlî kemalât ve Rabbanî ihsanat ve onun tasarruf ve havarik-i velayete mâlik olmasından değil, bilhassa Risale-i Nur ile izhar ettiği emsalsiz mertebe-i irfaniyetten ve müşa’şa’ tezahüratına şahid olduğumuz hârika kemalât-ı ilmiyesinden dolayıdır. Zira kemalât-ı kevniyenin hakaik-ı ilmiyeye ve inkişafat-ı imaniyeye nazaran nazar-ı hakikatta kıymetleri daha yüksek değildir. Bilakis ehl-i hakikat nazarında bir mes’ele-i imaniyenin inkişafı, bin kerametten evlâdır. Nitekim Peygamber-i Zîşan (A.S.M) Efendimizin de en âlî mazhariyeti, onun en büyük ve daimî mu’cizesi olan ve ukûl ve ezhana en hâkimane bir kudret, erişilmez bir belâgat ve üstünlükle hitab eden ve beşerin karihası ve ilmi ilerledikçe azamet ve şaşaası artan ve hakaik-ı ulviyesi tezayüd eden bir inkişaf ile tezahür eden ve hakaik-ı mekşufe ve müsbete ile ahenk ve tetabuku ziyadeleşen ve beşerin henüz vâsıl olduğu hakaik-ı külliye ve netaic-i ilmiyeyi vaktinden asırlarca evvel haber vermiş olduğu meydana çıkan Hazret-i Kur’an sebebiyledir. Peygamberimizin diğer kevnî mu’cizatı, azamet-i Kur’ana nisbet ile çok küçük kalır. Ve onlar şems-i Kur’andan ve onun envâr ve hakaikinden intişar etmiş lem’alar hükmündedir. O en ziyade hakaik-ı ulviye ve desatir-i ma’kuleyi insanın vicdan-ı tefekkürîsine arz u tebliğ-i Peygamberî olmuştur. O getirdiği yüksek hakikat itibariyle insanların hürriyet-i tefekkürünü aslâ lekelemeyen, iradesini ibtal etmeyen ve hiçbir meslek-i ilmînin ve cereyan-ı felsefînin kudret ve nüfuz ve şaşaasından aslâ ürkmeyen ve perva etmeyen ve bütün menfî tehacümat-ı fikriyeye karşı kemal-i sekinet ve vakar ve kemal-i emniyet ve hâkimiyetle meydan okuyan ve en küçük bir saklılık tanımayan bir hürriyet-i vicdan-ı Peygamberîdir. Bu tavsifat hâşâ diğer Peygamberan-ı İzam bu evsaf-ı âliyeyi haiz olmadıkları manasına gelmez. Zira enbiya-i salife hazeratının zamanları mesail-i âliye ve tefekkürat-ı nihaiyenin hazm u idrakini mümkün kılacak derecede henüz kâfi bir olgunluğa ve kariha zenginliğine erişmemişlerdi. Bu sebeble akvam-ı salifeyi nimet-i hidayetten mahrum etmemek için, daha fazla mu’cizelere yer verilmişti. Peygamberimiz ba’s buyurulduğu zaman ise ezhan-ı beşeriyenin kusva-yı tefekküre irtika edecekleri ilâ yevm-il kıyam bütün zamanları içine alan medeniyet-i kâmile zamanıdır. Bu itibarla zaman insaniyet rehber-i beşeriyet olan Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) insanlığı tam bir tefekkür ve iz’an serbestliği ile içinde daire-i hidayete irşad etmesi yegâne tarîk-i savabdır. Ve acz-i insanî bakımından Rahmeten lil’âlemîn sıfatının îcabatındandır. İşte bu sebebden dolayı müslümanlığın en esaslı düsturlarından biri de ve tarîk-ı hidayetin en sahih ve salim şekli hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir düsturudur. Peygamberimizin kevnî mu’cizeleri ancak mesalih-i cüz’iye ve muvakkata için vârid olmuşlardır. Rehber-i insaniyet ve maden-i kemalât hazretlerinin asıl hakikî ve ebedî mu’cizesi, beşerî iz’anı muhatab yapan ve ezhan-ı hakkaniyeyi, ukûl-ü munsıfeyi teshir eden Hazret-i Kur’andır. İnsanlığı rahmet-i İlahiyeye kavuşturmak ve zulmet ve şekavetten kurtarmak için ba’s buyurulan Zât-ı Pâk-i Risalet, insanlığı istila eden küfr ü dalalet zulümatını, şenaat ve şekavet karanlıklarını ancak Hazret-i Kur’an ile ve o neyyir-i saadet, nur-u hidayetle o irade-i galiye-i ezeliyenin feyz ü nuraniyetidir ki, her türlü denaet ve şenaatin kökünü kesmeğe imkân verdi. Şimdi dahi aynı tecelli-i rahmetin, yümn ü tezahür-ü rububiyetin tekerrürünü görüyoruz. Bugün dahi aynı sünnet-i Muhammediye (A.S.M.) cereyan ediyor. Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) nasıl beşerin en muzdarib ve felâketli zamanında, en zulmetli ve şekavetli anında işrak-i envâr eyledi. Zavallı beşerin imdadına yetişti ise, her türlü şenaat ve hıyanetin mahşeri olan ve her türlü ifsad ve dalaletin mecmaı bu devr-i zulmette rezailin ve her türlü zulüm ve her türlü levsiyat ve hunharlığın ayyuka çıktığı bu şeamet ve mefsedet asrında ve her türlü esbab-ı helâkin, şenaat-ı beşeriyenin azgınlaştığı devirde ilhad ve irtidadın a’zamî haddini bulduğu, ukubet ve felâket beşer üzerine çöktüğü ve insanlık mukadderat-ı beşeriyeyi kararttığı felâketzede ve bîçarelerin âhlarının semaları deldiği, melce’siz ve himayesizlerin feryad ü figanlarının arş-ı a’zama yükseldiği bir zamanda o Nebiyy-i Âlîşan’ın (A.S.M.) veraset-i ulyâ ve emanet-i kübrasını kemal-i şecaat ve ehliyetle telebbüs ederek merdane ve hudapesendane bir asaletle deruhde ederek ve liva-i Kur’anı omuzlarına alarak arslanlar gibi küfr ü dalalet putlarına, zulm ü ceberut tagutlarına saldıran ve bir melek-i rahmet gibi imdada yetişerek insanlığa rahmet-i İlahiyeyi müjdeleyen ve iman ışıklarını ve teselli nurlarını muzdarib ve me’yus ve bedbaht beşeriyete getiren, ulaştıran, fazilet ve necabet elmaslarını harab ve perişan gönüllere ulaştıran büyük kahraman Bediüzzaman’dır (Radıyallahü Anh). Üstad’ın tevcihini Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde görüyoruz ve aynı inayet-i İlahiyenin ve aynı füyuzat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) temadîsini müşahede ediyoruz. Yüce kahraman o Peygamberini canını feda ederek ve o yüksek şems-i hidayetin şan-ı bülendini izhar ve i’lâ ederek o Zât-ı Muhammedî’nin (A.S.M.) uhde-i emanetine tevdi’ ettiği liva-i İslâm olan meş’ale-i Kur’an ile cihan-ı zulm ü inkâr ve âlem-i dalalet ve şekavete meydan okuyor. Bu kadar ihtiyaçlı ve felâketli bir devirde hudapesendane bir gayret ve hamasetle ve İlahî bir azm ü himmetle âbide-i İlahî ve ferman-ı İlahî olan Hazret-i Kur’anın azamet ve şaşaasını izhar etmek ve vaz’-ı İlahî olan din-i celilin şanını i’lâ etmek ve dâr-üs selâm diyarının letafet ve ulviyetini ve ihtişam ve ciyadetini belirtmek için çalışan ve savaşan ve bu uğurda en küçük bir karşılık beklemeyen bu yüce kahramanını, bu hakikat ve fazilet gazanferini ve iman fedaisini siyasî zecirlerle te’dibe çalışmak veya onun değerini ve îfa ettiği vazifenin kıymet ve ulviyetini kirletmek istemek, çok nâmerdane ve şerefsiz bir harekettir. Bütün füyuzat ve envârımız İlahî memuriyetin bütün delailini üzerinde taşıyan böyle bir zâta ihanet etmek, doğrudan doğruya onu o vazifeye tayin eden Allah ve Resulüne ihanet olmaz mı? Ve onların fermanlarına mücadele manasına olan tâgiyane ve iblispesendane bir muamele hükmünde değil mi? Eğer onunla uğraşmak isteniyorsa, darbe-i silâh-ı irfan ile çıkmak îcab eder. Merdane ve medenî bir mukabele ve mücadele ancak böyle olur. Zamanın ilim şefliği makamını işgal ettiklerini zanneden ve böbürlenen bir takım ilim bezirgânları, onun isbat-ı tevcih sahasında gösterdiği şâyan-ı hayret ve kudretli mantık ve izah parlaklığını sadece inkâr ve hakaik-ı me’sureyi redd yolu ile körletmek istiyorlar. Halbuki inkâr çok kolay bir iştir ve tarîk-i ilim değildir. Cehle dayandığı ve acz ve inadın mahsulü olduğu için aslâ bir ilmî değeri yoktur. Bu zevat-ı muhtereme hiç düşünmüyorlar ki, bu kadar âsâr-ı eslaf meydanda iken hakaik-ı hadîsiyeyi ceff-el kalem inkâr etmek ve garaz-ı siyasî uğrunda ve tevatür-ü manevî halindeki ihbarat-ı Nebeviyeyi bir cür’et-i cahilane ile reddetmek ne derece büyük bir hamakat ve ne derece vebal ve hatarlı ve mes’uliyet-i maneviyeyi mûcib bir harekettir. Onlar bu halleriyle erbab-ı dalaletin yardımcıları ve yardakçıları oldukları ve o menzile düştüklerini ve küfr ü dalale giden yolları desteklediklerini acaba bilmiyorlar mı? Şübhe edilemez ki, âsâr-ı eslafta bir alay ihbarat-ı hadîsiyenin muhakkak bir hakikat tarafları vardır. Bunların bazılarının müteşabih olması ve lihikmetin remzî ve âsârî perdelere bürünmesi, bunların kâffesinin hâşâ uydurma olmasına imkân olmaz. Bunlardan bir kısmının senedlerinin zaîf olmaları, onların tamamen uydurma ve yalan olmalarını îcab ettirmez. Hele inkârlarına aslâ vesile teşkil etmez. Eğer bu inkârcıların zanları hilafına bu rivayetin bir hakikat tarafları varsa ki muhakkak vardır, mahiyet ve şekilleri ve manalarındaki garabet itibariyle bunların siyasî maksadlardan dolayı erbab-ı fesad tarafından uydurulmuş olmalarına da imkân yoktur. Meselâ: يكون‮ ‬فى‮ ‬امتى‮ ‬رجلان hadîsinin uydurulmasına hiçbir siyasî sebeb yoktur. Manasındaki garabet, beşer hayalinin bunu tasni’ etmesine de imkân vermemektedir. Binaen aleyh bunların inkârı dolayısıyla hakaik-ı hadîsiyeye vaki’ tecavüzün ve bu inkârı yegâne ilim addetmek suretiyle gösterilen cür’etin derecesi ne derece büyüktür ve bu inkârı nişane-i kudret göstermek suretiyle mevki-i siyasîlerimiz ve memuriyet ve mensablarını kurtarmağa çalışan bu ülema-i muhteremenin ne derece mes’uliyet-i maneviyeye ve vebal-i elîme düştükleri vâreste-i iştibahtır.

Hârika-i ilmiyesi ve kemalât-ı ahlâkiyesi ve ekmel mertebe-i fazileti aşikâr ve zahir olan ve mücahede-i kübrasının delaletiyle ve şekliyle Rabbanî bir memuriyete ve veraset-i Muhammediyeye (A.S.M.) mâlik ve mazhar olduğu meydanda bulunan bir zât-ı mükerremin beyanlarında ve tevcihlerinde ise bir hakikat aramak ve onlara değer vermemek, hayli cür’etkârane ve gafilane bir enaniyet ve inad tezahüründen başka bir şey değildir. İşte bizim Bediüzzaman’a (Radıyallahü Anh) verdiğimiz kıymet bu hakikatlar dolayısıyladır.

Sayın hâkimler! Acaba müşarün ileyhe sırf kıymet-i ilmiye ve kemalât-ı ahlâkiyesi sebebiyle vaki’ olan bu tekrimimizin bir siyaset mes’elesi addedilmesine imkân var mıdır? Hakaik-ı diniyeden ve îcabat-ı imaniyeden dinin ilme verdiği yüksek paye ve şerafet ve kemalât-ı ahlâkiye tanıdığı üstün itibar meydanda değil midir? Ve ruh-u faziletten ilham alan ve nebean eden bu tavr-ı mü’minanemizi bu asil ve necib temayülatımızı, bu hakkanî ve İlahî tavrımızı bir siyaset çirkâbına nisbet etmek ne derece garazkârane bir haksızlıktır? Bizi bu yüzden mes’ul etmek, dinî temayüllerimiz ve imanî ve ilmî cehdlerimiz sebebiyle tecziye etmek ancak imanı ve ilmi cezalandırmaktır. Bu da ancak komünizm diyarında rastlanan bir tedhiş ve cebbarlık sistemidir. Ehl-i imanı senelerden beri tazyik eden ve nazarî formüller ve vakıa gayr-ı mutabık bahanelerle bîgünah ve masum müslümanları hapishane dolduran, koca bir milletin dinini öğrenmeyi 25 seneden beri çok zalimane ve cebbarane bir insafsızlıkla men’ eden hakikî mücrim ve cebbarlara huzur-u adalette soruyoruz: Bu imanını her şereften üstün tutan ve dini ile iftihar eden ve onun için her fedakârlığı göze alan bu asil ve necib müslüman millet, bu İslâmiyetin şerefine asırlarca alemdarlık yapmış ve onun kemalâtını temsil etmiş ve onunla hal olmuş ve haşr ü neşrolmuş ve onun fezaili ile şereflenmiş ve onu canından aziz bilmiş bu dindar ve vefakâr millet, bu göğsü iman dolu temiz Türk çocuğu kendi manevî varlığını teşkil eden iman ve mukaddesatına vaki’ tecavüzler ve ruh-u iffet ü namusuna ve mekârim-i ahlâkiyesine karşı irtikâb edilen şeni’ sû’-i kasdlar ve denaetkârane ihanetlere mukabele etmek hakkına mâlik değil midir? Müslüman dinine karşı vaki’ olan bu mühinane savletleri karşılamak ve onlara müdafaa etmek için ehl-i imanın hakkı yok mudur? Bu hakk-ı hürriyetten, bu kudsî ve aslî hakk-ı müdafaadan mahrum mudur? Bu müslüman ülkesinde, bu şerefli milletin dinini ve fezail-i ahlâkiyesini tezyif eden ve onu dinsizliğe ve ilhada davet eden ve rezail-i sefihaneye teşvik eden ve esasat-ı diniyeyi yıkmağa uğraşan mel’unane ihanetlere göz yumuluyor. Ses çıkarılmazken ve hattâ onu yapanlar teşvik ve himayeye mazhar olur ve alkışlanırken ve milletin mukaddesatına vaki’ tecavüzlere karşı âmmenin hukukunu sıyanete memur adlî makamlar zerre kadar bir eser-i merhamet göstermezken, bilakis dini yıkmak, dine vaki’ ihanetleri desteklemek ve körüklemek için her nev’ cür’eti pervasızca irtikâb edenleri himaye etmek bir vatanperverlik şiarı ve fikr-i milliyete hizmet addedilirken ve bu vicdangüzar ve vicdan-ı milliyetle alay eden denaetkârane şımarıklıklar, kanun şöyle dursun bilakis her nev’ himaye ve taltife mazhar edilirken; vatanın unsur-u hâkimi olan bu faziletli milletin kendi vicdan ve imanına ve canından fazla sevdiği mukaddesatına karşı vaki’ bu alçakça ihanetlere mukabelesi ve hukukunu müdafaası ne için bir suç sayılıyor? Ruh-u İslâmla 1000 seneden beri imtizaç etmiş ve onu yegâne rehber-i hayat ve saadet tanımış ve âbide-i hakikat kabul etmiş ve onunla yekpare bir vücud olmuş ve kendi dinini kendinden nez’etmek ve yıkmak için kimseye hak ve salahiyet vermemiş olan bu necib milletin ve bu vatanın unsur-u hâkiminden bu müdafaa hakkını kim ve hangi kuvvet men’ ediyor. Vatanın hakikî sahibi olan bu asil milletin vicdanını hiçe sayarak, aslî ve cibillî hukukuna karşı vaki’ olan haksız tecavüzleri ve kanunsuz müdahaleleri mazur görmeye imkân var mıdır? Bunları âdeta meşru’ ve haklı göstermek ve setretmek için onun pâk ve afîf nasiyesine her fırsat düştükçe bir siyaset damgası yapıştırarak onu tenkil etmeğe ve onu mürteci’ ve inkılab düşmanı diye vatandaşı imanından dolayı tezyif etmek hangi kanun ve adaletin îcabıdır? Mahkemelerde ve hapishanelerde çürütmek, hangi insaf ve adaletle kabil-i te’liftir? Eğer irtica’ dinsizlikten dönmek, televvüsat-ı ahlâkiyeden mekârim-i ahlâka suud etmek ise, bu vatandaşın hakkıdır. Eğer irtica’ müslüman dininin ulvî hakikatlarını izhar ve isbat etmek ise, onun metin ve kudsî ahkâmının isabet ve ulviyetini, hakkaniyet ve makuliyetini belirtmek ise, keza bu onun en kudsî ve şerefli bir vazifesidir ve buna imanen mecburdur. Bundan dolayı tahkir ve tazyik ve bîhuzur edenlerin gaye-i maksadları, göğüslerdeki imanı kökleyip çıkarmak için kazmalarla 25 seneden beri bilâ-ârâm çalışanlar bizzât kendileri mücrim değil midirler? Ruhen ve cismen İslâm olan ve samimi ruhunda İslâm heyecanı yaşayan ve kalbi nur-u imanla dolu olan bu asil ve necib millet hakikî bir fazilete müteveccih bir inkılaba, nura ve i’tilâya yönelmiş terakkiye, saadete …… kemale münteha bir teceddüde aslâ düşman değildir. Eğer inkılab dinsizlerin, habaset-i ahlâkiye naşirlerinin arzuları vechile milleti dinsizleştirmek ve onu iman ve itikadından soymak ise, eğer terakki bütün müsbet ve küllî faziletleri redd ü inkâr etmek ve bütün iffet ü namus kaygılarından sıyrılmak ve her türlü şenaat ve sefahet-i ahlâkiyeye kapıları açmak ve bütün rezail-i içtimaiyeyi medeniyet ve meziyet diye millete mal etmek ise ve asrî îcab ve ilmî meziyet ve medenî zaruret diye dinsizliği en mergub bir hareket ve şâyan-ı imtisal bir lâzıme-i şeref ve bir medeniyet ve dûrendişlik zihniyeti ve ileri görüşlülük alâmeti ve hurafattan tecerrüd üstünlüğü kabul etmek ise ve hakaik-ı diniyeyi hurafat adıyla redd ü tezyif etmek ise, böyle bir inkılab ve terakkiye bu milletten vefa beklemek ve böyle bir teceddüde karşı bu müslüman halktan hayırhahlık istemek, hattâ hürmet ve muhabbet taleb etmek cidden abes bir teklif ve beyhude bir gayrettir.

Eğer inkılab şerleri, şerefsizlikleri, denaetleri, habasetleri, atalet ve cehaleti bırakmak, ilme ve hakikata kapıları açmak, fazilete ve ……… koşmak, eğer terakki milletin hayra ve hakikî ve faziletkâr refaha müteveccih bir hamlesi demek ise, eğer teceddüd mülevvesat-ı ahlâkiye ve efkâr-ı bâtıla ve muzırradan temizlenip hayata ve saadete doğru i’tilâ ise, kemal-i şerefe doğru bir ilerleyiş azmi ise, bu bizim baş tacımız ve en büyük emelimizdir. İnkılab beş-on kişinin şahsî arzusu değildir. İndî kanaatlar ve efkâr-ı felsefiyesi ve zümrenin indî telakkisi veya keyfî arzusu olamaz. Buna hamle-i millî denemez. Dinsizleştirmeğe matuf şahsî ve keyfî arzuları olamaz. İrtidadın adına inkılab demek, bu milleti tanımamak ve hakikatlara karşı küfranda bulunmak demektir. Bu asil millet dinsizliği ve dinsizleşmeyi bir inkılab olarak hiçbir zaman kabul etmiş ve bu bâbda kimseye salahiyet de vermiş değildir. Böyle düşünenler, bu milleti tanımayan ve bu milletin ruhuna yabancı olan kozmopolit seciyeli bedbahtlardır. Bunlar kendi keyiflerini ve meramlarını milletin iradesi gibi göstermek ile, milleti hiçe sayan ve onun re’yine ve iradesine ve şuur ve iz’anına aslâ kıymet ve ehemmiyet vermeyen mütecavizlerdir. Bunlar millette hayr u şerri tefrik kabiliyeti tanımayan ve milletin başında fuzulî rehberlik iddiasında bulunan ve onun ruhuna ve hissiyatına kıymet vermeyen, aslî haklarına tecavüzde be’s görmeyen küstahlardır. İstibdadı ve maziyi yıkmak iddiasıyla, bin misli istibdad tesisini halas ve refah yolu diye ve milletin istediği diye vasıflandıran hodgâmlardır.

İnkılab muayyen eşhasın keyfî arzusu olmadığı gibi ve alelâde başıboş kaideler de değildir. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu inkılabın hududunu çerçevelemiş ve mahiyetini tesbit etmiştir. Teşkilat-ı Esasiye’de dindarı en çok alâkadar eden inkılab kaidesi lâikliktir. Bu kaide gerçi dinî esasatı tanımamak ve onunla vatandaşın ruhunda meknuz ve ruh-u İslâmiyette mündemiç bulunan hakikî bir tesamuh ruhuyla kendi hakikatının üstünlüğüne olan itimadı sebebiyle bu millet bu kaide ile muaraza haline düşmeğe lüzum ve hacet görmemiştir ve mücadele etmemektedir. Elverir ki o resmî formalitelerdeki tarifi vechile hürriyet-i vicdan ve bîtaraflık ve medeniyet düsturu olarak ve Teşkilat-ı Esasiye’nin tanıdığı haklar dâhilinde tatbik edilsin. Dinsizlerin ve farmasonların bu vatanda soysuzluk, kozmopolitlik ve iffet düşmanlığı mikroplarını yayan sefihlerin elinde dindara çekilmiş bir dinsizlik kılıncı olarak kullanılmasın. Vatandaşın imanına saldıran, vicdanına tahakküm eden, ruhunu rencide eden, aslî haklarını çiğneyen ve gasbeden bir taarruz silâhı olmasın. Acaba bu vatandaki azlıklar her nev’ hürriyet-i diniyeye mazhar ve dinlerini istedikleri gibi tahsil ve tedris ve icra ve dinî cemaat teşkilatları kurmak salahiyet ve imkânlarına mâlik iken, bu vatanın unsur-u hâkiminden bu haklar ne için esirgeniyor? Acaba ne için bu unsur-u aslî senelerden beri dinini ve faziletinin menba’larını öğrenmek hakkından mahrum olmuştur? Ve ne için kendi imanını ve dinî tecessüslerini olgunlaştırmak ve vicdanının sesine ve emirlerini uygun bir şekilde ruhî ihtiyaçlarına cevab bulmak için bir dinî cemaat vücuda getirmek hakkına mâlik değildir? Lâik bir sistemin en bariz vasfı, vatandaşın dinine karışmamak, vicdan hürriyetine müdahale etmemek değil midir? Bu esas ana kanunla bağlanmış iken, bir milletin topyekûn imanını yıkmağa savaşmak, vicdanlarını tazyik etmek ve dinin medar-ı bekası ve zıman-ı mevcudiyeti olan tedrisat-ı diniyeyi men’ etmek, ne ile kabil-i te’liftir? Bunların lâiklikle uyuşabilen tarafı neresidir? Dinî hürriyetin yegâne teminatı ve hissiyat-ı diniyenin zıman-ı bekası olan din tedrisinin men’ edilmesi, lâiklik perdesi altında dinin inkırazını ve imhasını hedef tutan bir kasd-ı iblisanenin eseri değilse nedir? Anayasa Kanunu vatandaşın aslî haklarını ayak altına alan ve adına inkılab ve temeddün hareketi diye ad konan ve o namla maskelenen bu mütecavizane hareket, dini kökünden kazımak maksadıyla girişilen bir faaliyet-i mülhidanenin tam kendisi değil midir?

Bunun başka ne suretle tevili mümkündür? Dinimizden dolayı bizi mücrim sandalyesine oturtanlar, din tedrisatını men’ etmek ve bu milleti dinsizleştirmek ve milletin vicdanına ve imanına saldırmak ve faziletini çürütmek ve yok etmek salahiyetini nereden aldılar? Bu müslüman millet kendi vicdan ve imanına saldırmak ve onu kendisinden nez’ etmek için kimseye hak ve salahiyet vermiş değildir. Asıl inkılab düşmanlığı ve kanuna ihanet, vatandaşın hukuk-u asliyesine tecavüz ve dindara bu vatanda hakk-ı hayat tanımayan ve ana kanunu bir korkuluk mahiyetine tenzil eden, kanun ve adalet ve insaf düşmanlarına teveccüh eden bir cürümdür. Yoksa müslümanlık hürriyet-i vicdan düsturunu ve akl-ı selimin nazarını esasatında en kuvvetli düsturlarından addettiği için, hürriyet-i vicdan manasına olan lâiklikle muaraza vaziyetine girmiş değildir. Müslümanlık kendi esasatını zorla kabul ettirmek için kimseye minnet etmez ve kimseyi zorlamaz. Müslümanlıktan kendini müstağni kılanlar ve ahkâmını tatbike kıymet vermeyenler, ancak İslâmiyetin füyuzat ve nimetlerinden kendilerini mahrum kılmaktan başka bir netice elde etmezler. Bunun avakibi de kendilerine raci’ ve müteveccihtir. Yoksa müslümanlığın kimseye minneti ve ihtiyacı yoktur. Cebirden müstağni ve münezzehtir. Ruh-u İslâmiyet bir kısım insanların adem-i icabetinden bir şey kaybetmez. Zira onun mevki-i muallâsı emin ve mahfuzdur. Binaen aleyh madem ki dindar, lâikliği kendisi için bir mücadele mevzuu yapmamaktadır. İmanı îcabı İslâmî kavaide aykırı olan şeylere muhalif olsa bile, İslâmiyetin verdiği istiğna sebebiyle bu mevzuda ikraha ve mücadeleye düşmemektedir. Bu itibarla onun fiilen inkılab düşmanlığı mevzu-u bahis olamaz. Ancak fikren muhalefet mevzu-u bahistir ki bu da iman îcabıdır ve aslâ cürüm addedilemez. Buna rağmen acaba ne için lâik olan ve hürriyet-i vicdan düsturunu kabul eden bir idare, dindarlarla uğraşıyor? Hürriyet ve vicdanlarına ikide bir müdahale ediyor, ibadetlerine karışıyor. Onlara yeniden nizam ve şekil vermeğe yelteniyor. Çeşitli vesilelerle onları tazib ve rencide ediyor. Acaba ne için insanları soysuzlaştıran, anarşiliğe sevkeden ve çeşitli ceraimin îkaına sebeb olan, devlet ve milletin emniyetini ve câmianın refah ve huzurunu temin eden ve cem’iyeti sayısız fedakârlıklara sevk u icbar eden ve insanı manevî murakabeden mahrum ve hayvanî ihtiraslarıyla ve onun îcabları ile başbaşa bırakan, dinsiz ve imansız telkinatı ve şenaat-ı ahlâkiye ifsadatı devletin emniyetini ihlâl âmili sayılmıyor da; insanların vicdanına manevî bir yasakçı, fedakârlıkların ve faziletlerin îfasına manevî bir müşevvik ve hattâ âmir-i mücbir ve ef’al ü harekât-ı beşeriyeyi kontrol eden ve hayra ve insaniyete, nizam ve huzura tevcih eden bir manevî müfettiş ve murakıb bırakan ve şuur-u insanîyi ezeliyet ve ebediyet iz’anı ile terbiye edip küllîleştiren ve zenginleştiren ve onu cüz’î ve fâni ve muvakkat mahiyetten kurtaran ve ruh-u insanîyi ahlâk ve fezailin kudsiyet ve asliyetine inandıran ve mes’uliyet-i hakikiye iksiriyle techiz eden ve onu fâni beşeriyet ve behimî hayvanat derekesinden alarak necaib-i âliye ve kemal-i ahlâkî ve feragat-ı hakikiye şahikasına çıkaran, fâni muvakkat akîm ve meyyit gayeler ve mefkûreler vartasından kurtarıp daimî ve ezelî hakikat ve saadet ve hakikî nuraniyet ve inşirah fezasına yükselten ve verdiği misilsiz medeniyet ve hakikî insaniyet telkinleriyle câmianın ve hattâ bütün zîhayatın emniyetlerini ve hakikî huzur ve inşirahlarını ve içtimaî nizamını koruyan ve sağlayan ruh-u diyanet ve iman, devletin emniyetini ihlâl sayılıyor? İnsan bu hal karşısında ve haklı olarak acaba lâik idarenin vasf-ı fârıkı dinsizlerin ve dinsizliğin hâkimiyeti midir, diyeceği gelir. Çeşitli tarihî ve gayr-ı dinî inhitat, muhtelif inkıraz âmillerini görmeyerek ve cehaletin dinimize sokmak istediği bir takım ebâtılı, hâşâ din zannederek dinimizi kötülemek isteyenler, ancak cehaletlerini izhar etmektedirler. Kendisini fıtrat ve hakikat dini diye ilân eden ve ilm ü hakikatın penahı, müşevviki ve baş hâmisi olduğunu dava eden ve beşerin muhtelif mümkün saadet ve refahı için ilme ve hakikata müstenid, hayra ve fazilete ve i’tilâya saik her nev’ terakkiyatı emreden bir dini itham etmek ve onu medenî ve insanî inkişaflara engel tanımak ancak koyu garaz ve cehaletin neticesidir.

Müslümanlığı itham edenlerin dinimiz hakkındaki bilgileri Avrupa hristiyanlığının dinimize karşı beslediği garaz, düşmanlık ve kin duygularından mülhemdir ve Avrupa dinsizlerinin hristiyanlık hakkındaki menfî telakkilerinden muktebestir ve onların aynen taklididir. İslâmiyet aleyhinde hristiyanlığın beslediği gayz u nefret hisleriyle meşbu’dur. Farmason ruh-u meş’umunun hakikat-ı diyanete karşı beslediği yıkıcı ve bozguncu telkinatının ve denaetkârane ihanetinin mahsulüdür. Onlar İslâmiyeti aslâ bilmiyorlar ve bilmeğe de nahvetleri ve cahilane gururları mani’dir. Onlar Avrupa ve garb inkişaf-ı ilmîsinin şaşaasından gözleri kamaşmış, hayr u şerri tefrik kabiliyetleri azalmış ve iz’an ve insafları tek taraflı olmuş ve dumura uğramış kimselerdir. Onlar nur-u ezelîyi görmeyecek derecede kör, İlahî hakikatları ve hakikî insaniyet düsturlarını ve kudsî telkinatları işitmeyecek derecede sağır ve hayvanî ihtirasların ve dünyevî ve muvakkat duygu hatırı için necaib-i kudsiyeyi ve hakaik-ı âliyeyi söyleyemeyecek derecede dilsizdirler. Onlar nur-u hidayete kapılarını kapamış bedbahtlardır. Hristiyanlık kininin ve farmasonluk iblisiyetinin ruhlarına ektiği zehirli tesirler ve İslâmiyet aleyhindeki şiddetli adavet ve taassubları, onların insafa gelmelerine aslâ müsaade etmemektedir. Garb inkişaf-ı ilmîsinin ve teknik terakkiyatının ilk üstadı İslâm medeniyeti olduğunu bizzât Avrupalı fikir ve ilim dâhîleri dava ettikleri halde, medeniyet-i İslâmiye üzerine çeşitli felâketlerin ve ihanetlerin çökmesi yüzünden vukua gelmiş olan şark inhitatını müslümanlığa atfederler. Baş müsebbib ve hakikî âmil telakki ederler. Ve müslümanlığın gerilik ve inkıraz âmillerini ihtiva ettiğini dava ederler. En metin ahkâm ve esasata ve en yüksek desatire mâlik olduğu, düşmanları tarafından teslim edilen İslâmiyete topyekûn hurafat ve ebâtıl tesmiye ederler. Onlara göre müslümanlık kurûn-u vustâ ve barbarlık kaideleridir. Akvam-ı ibtidaiye ve vahşiyenin düsturlarıdır. Bugünkü medenî tekâmül kaidelerinin yanında kıymet ifade etmezler ve başlıca terakki engelleri ve teâlî ve inkişaf maniaları halindedirler. “Din terakkiye mani’dir” sözü, onların en kat’î düsturudur.

Halbuki İslâmiyet bugünkü ulûm-u müsbete inkişafları müvacehesinde hakkaniyet ve isabeti tamamıyla tezahür etmiş bir nizam-ı ekmeliyettir. Ve beşerin yegâne zıman-ı halas ve kâfil-i saadeti olan bir şehrah-ı selâmettir. Ve insanlığın arayıp özlediği hakikat ve bir hazine-i hidayettir. Ruh-u İslâmiyetin fışkırttığı misilsiz enerji ve vücuda getirdiği hârika ve muazzam inkılab ve tatbik ve tahakkuk ettirdiği eşsiz nizam-ı medeniyet ve bünyan-ı adalet ve ebedî fazilet tarih sahifelerinde eşsiz ve nazirsiz yatmaktadır. İslâmiyeti bilmeyenler ve her nev’ dinî telakkilere ve manevî inançlara sahib olmayı mahz-ı cehalet ve belâhet sayanların iman sahiblerine ve maneviyata inananlara hücumu ve onların hakkını tanımamak hususundaki gaddarlıkları, onların nazarında cehalet ve hurafe ile mücadele ve mücahededen ma’duddur. Bunların ilmî iz’anlarına ve eğer varsa insaflarına hitab ediyoruz:

Acaba kâinatın bize arzettiği hakikata yüzleri sadece münkirlere hak verecek bir mahiyette midir? İman tarafdarlarını te’kid ve tasdik edecek vücuh-u hakaik yok mudur? Fikir ve ilim dünyasının pehlivanları yalnız münkirler midir? İlimde ve felsefede metbu’ ve üstad tanınan yüksek mütefekkirler arasında dindarlar ve iman vechesini isbat edenler ve kâinatın hârikalar cihanı olduğunu ve bunların ancak en yüksek akıl ve iz’anın teşkil ü tertibi ile mümkün olabileceğini söyleyenler az mıdır? İnsanlar hududsuz masnuat-ı fikriyeye ve sayısız ma’kulat-ı hilkate bir fâil bulmak cehdiyle ârâmgüzar değiller midir? Acaba ilim ve fikir sahasındaki yegâne ve müberhen ve vakıa mutabık bu hakikat 17 ve 18’inci asırların mecruh ve pürşeamet ve akîm ve kasvetli dar yüzleri yetmiyor mu? Felsefede isbatiyecilik ve tabiat kanunlarından başka bir şey tanımayan ve inkâra dayanan bir meslek ve kör sağır tabiatçılık, katı ve uğursuz maddîcilik midir? Acaba yegâne tarîk-i hayat ve saadet maddî ve sonsuz sistemlere bağlanmak ve kasvetengiz ve yeis verici ve birbirini hırpalayan mütezad nazariye içinde boğulup kalmak ve yolunu şaşırmak ve bilmiyeceğimize inanarak hakaik-ı âliyeyi inkâr etmek ve İlahî ebediyet tesellilerinden mahrum yaşamak ve necaib-i ulviyeye müstenid olacak desatir-i ezeliyeyi taharriden sarf-ı nazar etmek midir? Acaba beşerin gaye-i tesellisi ve inşirah-ı saadeti, kendisini bu karanlıklar ve ümidsizlikler cehennemi içinde hapsetmek midir? Acaba vatanı teâlîye ve milleti refah u saadete kavuşturmak, terakki ve medeniyete ulaştırmak, ümid ve teselli-i insanînin yegâne menbaı, ezeliyet ve ebediyete dayanan hakikî insaniyet ve beşerî saadet mefkûresinin yegâne kaynağı ve bu mefkûreye göre ayarlanan hakikî ve müstekar ve müemmen fazilet ruhunun yegâne zımanı ve vazife aşkının ve cehd-i gayret heyecanının yegâne mevlidi ve bina-yı ahlâkînin rakibsiz mesnedi ve huzur-u insanînin yegâne müessiri ve baş âmili olan ruh-u diyanetten sıyrılmakla ve insanı hayvaniyeti ile ve behimî ihtiraslarıyla başbaşa bırakmakla mı mümkün olacak? Acaba hayattan istenilen matlab, sadece hayvanî ihtirasların tatmininden mi ibarettir? Acaba insanın hayvaniyet fevkinde hiçbir vechesi ve matlabı ve gayesi yok mudur? Acaba ruh-u insanîye aslâ şifa vermeyen, onların ebediyete ve daimî hayata teşne gönüllerini aslâ teskin ve teselli etmeyen fâni ve akîm gayeler ve o cansız mefkûreler mi insanı ruh-u fazileti aşılayarak onları hayatı istihkar bahasına en yüksek fedakârlıklara kahramanlık ve necaib-i ahlâkiyeye ve her hal ü kârda istikamet ve sadakata sevkedecek? Acaba hayat-ı dünyeviyeden fedakârlıkta bulunabilmek ve feragata razı olabilmek için muahhar bir hayat-ı bâkiyeye, bu âlemden daha gerçek, daha vefalı bir saadet zeminine inanmaktan başka yol ve çare var mıdır? Tesis-i ahlâkın ancak böyle bir inanışa vabeste bulunmasından başka bir tarîk mevcud mudur? Hodgâm insan fedakârlıklarının karşılığını göreceği bir hayat-ı diğere inanmayınca, fena sıfatlarından ve nefsanî arzularından ve şahsî isteklerinden kolay kolay feragat edebilir mi? İleride bir ümid ve ışık görmeyince fedakârlıkta bulunabilir mi? Ahlâk şahsın kendi aleyhine ve diğeri lehine ve cem’iyet hesabına ferdî matlablarından ve ihtiyaçlarından feragatta bulunmasından başka nedir? Amelî hayat bakımından ahlâk başka ne suretle tarif edilebilir? Acaba müessese-i diyanetin hiç tecrübe ve istikraî ve müşahedeye dayanan bir sahası yok mudur? Yahut bina-i iman isbatî ve tahkikî mahiyetten mahrum ve hakikat-ı hariciyesi gayr-ı mevcud bir hayal ve efsane midir? Acaba zümre-i enbiya ve evliyanın mesnedleri hâşâ sümme hâşâ evham ve hayalât mıdır? Acaba hakikat-ı imana aid böyle bir tahkikî sahaya herkesin yükselmemesi, onun inkârı için kâfi bir sebeb midir? İlmî netaic-i âliyeyi herkesin bizzât tecrübe etmeğe liyakat-ı ilmiyesi kifayet etmediği gibi, ruh-u fazilet olan ihlasın ve bâtınî safvetine, derece-i iktisabına muallak olan bu şuhudî ve îkanî sahaya herkesin yükselmemesi, tarîk-i ilimde herkes için açık olmayan bir istisnaiyet kapısı manasına mı gelir? Yahud bu İlahî ve hakkanî merhaleye herkesin ulaşmaması, onun tahakkuku imkânsız bir faraziye olmasına mı delalet eder? İnsana ümidsizlik ve nevmidî mikropları zerkeden ve adem ve kasvet zehirleri aşılayan ve onu behimî ihtiraslara yönelten, koyu ve katı maddecilik ve bunaltıcı ve sert çehreli isbatiyecilik yerine; güya hakikat-ı hariciyeden mahrum kabul edilen iman esasatı yani bu mefruzu hayal-i insanın ferdî ve ma’şerî ihtiyaçlarına ve pratik hayatına daha uygun değil midir? Seviye-i fikriyeleri vasatın fevkine yükselmeyen halk kitleleri hesabına daha faideli değil midir?

Şimdi soruyorum: Bu efkâr ve hakaik ve hakaikâlûd bulunan ve ebediyet gayeleri peşinde koşan insanların siyaset gibi fâni ve muvakkat, hatarlı ve mes’uliyetli ve hukuk-u ibadîyi dâî bir dünya canbazlığına rağbet etmeleri ve onun peşine düşmeleri nasıl vârid olabilir? Bu mülahazat bizim endişe-i imaniyeden ve cehd-i ilmîden başka veche ve çehremiz olmadığı ve aslâ fâni maksadlar zebunu olmadığımızı isbat eder ve gösterir.

Ve keza senelerden beri bir nizam ve fazilet unsuru olmak vasfımıza devam ve sadakatta her nev’ zulümden sakınmak şiddet-i ihtiyacımızın mana ve hikmetini izah eder. Bizi dinî bağlılığımızdan dolayı mes’ul etmek, beyhude bir gayrettir. Tazyikler, tehdidler, hapisler ve işkenceler ancak maddeye kadar uzanabilir. Bunların tesirleri ancak kişver-i imanın harîm-i muallâsına yükselemez ve aslâ müntehası ebediyet ve uluhiyet olan yollarından ve azimetlerinden ve imanlarının îcabatını icradan döndüremez.

İktibas 12 Mayıs 1949 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden:

İhtiras……… nam roman yazan……

Konuşma: Eğer iffeti düşünüyor isen bil ki o aslında hiçbir şeydir. Ve çirkin kadınlar tarafından her şeymiş gibi gösterilmekle birçok büyük kusurlar kapatılır.

Bazı arkadaşların hapis sıkıntısından müteessir olarak bir nev’ iştikâ tavrı takınmalarına ve bazı kardeşlerin ef’al ü harekâtını hapse sebebiyet gibi telakki etmelerine binaen yazılmış bir hasbihal ve Afyon mücahedesinin bir tasviridir.

Muhterem kardeşlerim! Afyon müdafaa-i diliranesi فقاتل‮ ‬ولا‮ ‬تخش kudsî fermanının bir tezahürüdür ve nazar-ı hakikatta kıymeti çok yüksektir. Sizler hidemat-ı sâbıkanıza mükâfat olmak üzere bu âlî mücahedenin feyizlerine doğrudan doğruya mazhar olmak için ve onun mücahidleri meyanına girmeniz için ikramen buraya getirildiniz. Bu itibarla tenkid ve şekva değil, şükretmeniz lâzımdır. Yoksa şekva edecek ve evvelce etmekliğimiz lihikmetin vazifeye sevkedilmiş ve bazı ef’alin icrası kendilerinden zuhur etmiş bir kısım kardeşlerinizi müsebbib diye tenkid edecek ve onları rencide edecek ve gönüllerini kıracak ve şevklerini ye’se çevirecek şekilde idare-i kelâm ederseniz, buradan kazanacaklarınız kısmen heder olur. Müsterih olunuz, vaki’ olanların hepsi mukadderdir, behemehal vaki’ olacaktır. İnşâallah bu yüksek mücahedenin neticesi manasız değil, belki pek çok parlaktır. İnşâallah çok yakında pek hayırlı ve pek feyizli neticelerle karşılaşacağız. Yoksa tenkid ettiğimiz bazı aşırı vazifeperver kardeşleriniz vazifelerini gayr-ı müdrik olarak yapmamışlar, bilakis müdrik olarak ve anlayarak ve tam şuurla îfa etmişlerdir. Bizden beklenen, vazifeyi hüsn-ü îfaya gayret etmektir. Gerisi Allah’ın vazifesidir. Netice ve muvaffakiyet, Cenab-ı Hakk’ın ikramatındandır ve ona aiddir. Ona karışmağa hakkımız yoktur. Evet vazife-i hakka mani’ olacak şekilde ifratkârane ve maksadsız, neticesiz alayişperverane hareketler zararlıdır. İhtiyat edip, alayişe kapılmamak lâzımdır. Lâkin ihtiyat vazife görmemek, hizmet terettüb edince vazifeden kaçmak ve hizmet deruhde etmemek ve hattâ nefsini kahramanca ve seve seve Allah (Celle Celalühü) ve Resulü (A.S.M.) ve onun sevgili memuru uğruna kurban etmemek değildir. İhtiyat daha faideli hizmetlere ve daha esaslı ve semeredar neticelerin teminine vakit ve imkân bulabilmek ve hazırlatmak için, kuvvetini neticesiz ve mazarratlı maksadlar uğrunda lüzumsuz yere sarf etmemektir. Evet şurası muhakkaktır ki, biz bu mahkûmiyeti zarurî ve faideli bulmaktayız. Eğer böyle olmasa idi, Nur’un İlahî ve kudsî sesi daha yüksek mertebelere ve daha ileri ufuklara aksetmezdi. Elbette hak ve hakikat mücadelesinde bu kabil cilveler ve çetin imtihanlar olacaktır. Eğer hak uğruna mücadele ve mücahede o kadar kolay bir şey olsa idi, fazilet ve kudsiyeti o kadar yüksek olmazdı. Ne mutlu böyle çetin imtihanlar kazanan, sarsılmayan, yılmayan kahramanlara! Sizin tenkid ettiğiniz ve manasız zannettiğiniz ef’al ve kahramanlıklar inşâallah pek yakında o kadar büyük fütuhat ve inkişafatın anahtarı ve saiki olacaklardır ki, siz de imrenecek ve iftihar edeceksiniz. Ve bugün burada bulunmanızdan dolayı şükredeceksiniz.

Elbette müdhiş savletler ve hakikat-ı kudsiyeyi ve onun dellâlı olan mübarek Üstadımızı tezlil ü tezyif suretiyle yapılan ihanetlere tahammül edemezdik. Elbette dalalet namına meydan okuyan mağrur başların müftehirane ve mutaazzımane tafrafüruşlukları ve hezeyanları müvacehesinde, kadınlar gibi zelilane boyun eğemezdik. Elbette izzet-i İslâmın ve hakikat-ı kudsiyenin ve şeref-i diyanetin ayaklar altında çiğnenmesine sabredemezdik. Elbette Hücumat-ı Sitte’nin şakirdleri, ihanetkâr ve hainane savletlere karşı kahramanca göğüs gerecekler. Boynumuza ayağını basmış insafsızların suratlarına tükürecekler ve şeref-i İslâma yakışır bir asaletle ve ilm ü faziletin gür sesiyle haykıracaklar ve ölümü zillete tercih edeceklerdi. Nitekim Allahımıza hesabsız hamd ü sena olsun, Nur’un kahraman fedaileri vazifelerini arslanca Allah’ın ve Resulünün rıza ve tahsinine ve bütün melaikenin ve ruhaniyyunun sürur ve iftiharına lâyık bir şekilde ve sevgili Üstadlarının şerefiyle mütenasib ve onların şerefini tam ilân edecek bir tarzda îfa etmişlerdir. Tarih ve hakikat onları ebede kadar anacaktır. Onların ettirdiği tarraka-i hakikat, münkirlerin bile hayret ve takdirini ve ceza verenlerin bile tahsinini mûcib olacak derecede ulvî ve parlaktır.

Denizli melhamesi yanında, Afyon melhame-i kübradır. Şeref-i İslâm tam ilân edilmiş ve onun alemdar-ı muazzezi tam müdafaa ve tevkir edilmiştir. Kardeşlerim! Üstadımızın beyanıyla ve kudsî delillerin işaretiyle, burası son medrese-i Yusufiyedir ve son meydan-ı imtihandır. Bu itibarla cümlemiz iftihar edelim. Cenab-ı Hak bizim gibi acezeyi ve hattâ günahkârları, Habib-i Zîşan’ının en son ve sevgili halifesine yâr ve hemdem yapmış ve onun hizmet-i kudsiyesine bizleri hizmetçi olarak intihab u ihtiyar buyurmuştur. Bu ne büyük devlettir. Biz bu emsalsiz mazhariyeti, rü’yada görsek bile inanmazdık. Bu yüksek şerefe aslâ lâyık ve müstehak değildik. Cenab-ı Hak bizim kemal-i aczimize şefkaten bu âlî mazhariyetle bizi taltif buyurmuş. Bundan dolayı ne kadar şükretsek yine azdır.

Elhamdülillah koca bir umman-ı zulmet ve derya-yı dalalet içinde parlayan bir avuç muhlisîn içindeyiz. Bugün Allah ve Resulünün nazarları Risale-i Nur şakirdleri denilen bu zümre-i ehl-i ihlasa müteveccihtir. Bütün acz ve kusurlarımıza rağmen Rabbimizin bu emsalsiz âtıfetine, bu misilsiz şefkatine, in’amına ve ihtiyarına karşı haşre kadar başımızı secdeden kaldırmasak yeridir. Mübalağa değil, Sultan-ül Enbiya Hazretlerinin birçok ehadîs-i celileleri bugün şem’-i hidayeti taşıyan bu muhlisîn ordusu hakkındadır. Kur’an hizmetkârları denilen bu zümre-i naciye hakkındadır. Hizbullah na’t-ı celili ile tavsif edilen ve ashab-ı Resulullah ile mizan-ı teşbihe konulan ve ümmet-i Muhammed’in (A.S.M.) âhirindeki hayra ma’kes olan bir hizb-i hidayettir. Binaen aleyh şekva değil, şükür edeceğiz ve ebediyen Rabbimizin bu âtıfetine ehil olmağa çalışacağız.(Haşiye)

Haşiye: 1) ليدركن‮ ‬الدجال‮ ‬قوما‮ ‬مثلكم‮ ‬بل‮ ‬خيرًا‮ ‬منكم

2) خير‮ ‬امتى‮ ‬اولها‮ ‬او‮ ‬آخرها‮ ‬و‮ ‬فى‮ ‬وسطها‮ ‬نهج‮ ‬اعوج

Ahmed Feyzi [Son müdafaa][değiştir]

Son müdafaa

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ

ارجع‮ ‬الى‮ ‬اللّه‮ ‬وتب‮ ‬عن‮ ‬الامر‮ ‬الذى‮ ‬فصلت

Sayın hâkimler!

Sayın savcının baştan başa garaz ve mugalatadan ibaret olan son mütalaasını dinledik. Kendisinden yüksek huzurunuzda şu suali sormak istiyoruz. Bize yaptığı isnadat Denizli beraetinden evvelki zamanımıza mı aiddir? Yoksa o beraetten sonraki zamana mı aiddir? Eğer o beraetten evvelki zamana aid ise, o beraet ve kaziye-i muhkeme onları tamamen silmiş, tasfiye etmiş ve hesabını görmüştür. Yok, ondan sonraki zamana aid ise bu cihetin üzerinde biraz duralım.

Sayın savcının en belirli ithamı olan bu gizli cem’iyet Denizli beraetinden sonra kurulmuş ise, nerede ne zaman kaç kişi tarafından kurulmuştur? Ve müessisleri kimlerdir? Bunlara dair edna bir emare ve delail elde etmişler midir? Bizi mevkuf tutabilmek için bir nakarat halinde bütün mahkemenin devamı müddetince tekrarladığı bu uydurma cem’iyet isnadı, ilk iddianamesinde sarihan mevcud değildi. Zira ondaki itham aynen “İdlâl ve iğfalinin derece-i şümulü de gözönüne alınmak suretiyle hareketi Ceza Kanunu’nun 163. maddesinin birinci fıkrası ile 173. maddenin son fıkrasına uygundur” şeklindedir.

Halbuki cem’iyetçilik hakkındaki itham 163. maddenin ikinci fıkrasına göredir. Mahkemenin devamı müddetince cem’iyetçilik hakkında edna bir delil zahir olmadığı halde, muma ileyhin bu isnadını daha kuvvetli tekrarlaması iddiasının kanuna ve delaile değil sırf hissiyata dayandığını göstermektedir. Sayın savcı bu son talebinde cem’iyet isnadına dair hiçbir delil ve emare elde edilmediğini itirafla beraber, heyet-i celileden delilsiz olsa da cem’iyetin vücudunu kabul etmelerini ister bir tarzda, gizli cem’iyette delil aramağa lüzum olmadığını âdeta bir vâzı’-ı kanun gibi tasrih etmiş ve o yolda talebini yapmıştır.

Sayın hâkimler! Heyet-i celileniz bu takdirde hükmünü neye istinad ettirecektir? Delilsiz nasıl hüküm verecektir? Delile dayanmayan bir hükmün kanunla ve adaletle alâkası kalır mı? Halbuki kanunda “Devletin emniyetini ihlâl edebilecek harekete halkı teşvik veya bu bâbda cem’iyet teşkil edenler ve teşkilatın bir gûna fiilî eseri çıkmamış olsa bile” şeklindedir. Buna nazaran cem’iyetin vücudu için sayın savcının formalite dediği kanunî teşkilatın vücudu şarttır. “Teşkilatın bir gûna fiilî eseri çıkmamış olsa” fıkrası, bu teşkilata dair bir gûna delil elde edilmemiş olsa manasına mıdır? Yoksa bu teşkilatın hariçte bir hâdise-i fiiliyesi zuhur etmemiş olsa manasına mıdır? Fıkranın evvelindeki teşvikat kelimesi maksud manayı tamamen izhar etmektedir. Fıkrayı yalnız teşvikat kelimesi ile okusak, “Teşvikatın bir gûna fiilî eseri çıkmamış olsa” şekline girer. Buna nazaran teşvikat olacak, fakat bunun neticesinde hariçte bir hâdise-i fiiliye zuhur etmeyecek. Aynen teşkilat olacak fakat bu teşkilat sebebiyle hariçte bir hâdise, bir eser-i fiilî tekevvün etmeyecek demektir. Fiilî eser kelimesi de bu manayı ifade eder.

Sayın savcı bizim tesanüdümüze ve bağlılığımıza ve imanî resanetimize ve yekdiğerimize muhabbetimize ve birbirimiz için feragat ve fedakârlığımıza bakarak cem’iyet hükmünü veriyor. Halbuki bunlar evsaf-ı mü’minîndir. İmanı kavî, bid’at ve dalaletlere boyun eğmemiş hakikî ve hâlis ehl-i iman, elbette müslümanlığın bu kabil cevahir-i maneviyesiyle yani hakikî mezaya-yı insaniye ile müzeyyen olacaktır. Şübhesiz dinde alâkası daha menba-yı diyanet olan Kitabullah’ın kaç sure olduğunu fark etmeyecek kadar zaîf olan bir insandan, gayret-i diniye ve hamiyet-i imaniye ve şevk-i iman ve Allah sevgisi gibi hasail-i aliyenin manasını bilmesini ve onların şümul ve tesirlerini anlamasını beklemek abes olur.

Sayın hâkimler! Müslümanın ve müslümanlığın haiz olduğu necaib-i ahlâkiyeyi ve fezail-i kudsiyeyi ve rabıta-i İslâmiye ve uhuvvet-i diniyenin mertebesini sizin yüksek huzurunuzda tekrar zaid olur. Yalnız burada teberrüken birkaç misal vereceğim ki; diyanet bağından ve uhuvvet-i imaniyeden haberi olmayanlar anlasınlar. Hazret-i Kur’an mü’minlerin birbirine karşı sevgi ve merhamet muamelelerini ve yekdiğerine karşı a’zamî bir feragat ve tevazu ile bağlanmalarını ve bilhassa esna-i mücadelede şiddet-i tesanüdlerini ve aralarındaki rabıta-i müştereke olan Allah sevgisinin azamet ve derecesini şu vasıflarla bildiriyor ve emrediyor:

1) أذلة‮ ‬على‮ ‬المؤمنين‮ ‬أعزة‮ ‬على‮ ‬الكافرين

2) أشداء‮ ‬على‮ ‬الكفار‮ ‬رحماء‮ ‬بينهم

3) كأنهم‮ ‬بنيان‮ ‬مرصوص

4) يا‮ ‬أيها‮ ‬الذين‮ ‬آمنوا‮ ‬اصبروا‮ ‬وصابروا‮ ‬ورابطوا

5) والذين‮ ‬آمنوا‮ ‬أشد‮ ‬حبا‮ ‬لله

6) واعتصموا‮ ‬بحبل‮ ‬الله‮ ‬جميعا‮ ‬ولا‮ ‬تفرقوا‮ ‬واذكروا‮ ‬نعمة‮ ‬الله‮ ‬عليكم‮ ‬إذ‮ ‬كنتم‮ ‬أعداء‮ ‬فألف‮ ‬بين‮ ‬قلوبكم‮ ‬ فأصبحتم‮ ‬بنعمته‮ ‬إخوانا

7) إنما‮ ‬المؤمنون‮ ‬إخوة

Ehadîs-i şerifenin sayısız örneklerinden birkaç misal:

1) مثل‮ ‬المؤمنين‮ ‬فى‮ ‬توادهم‮ ‬وتراحهم‮ ‬وتعاطفهم‮ ‬مثل‮ ‬الجسد‮ ‬اذ‮ ‬اشتكى‮ ‬منه‮ ‬عضو‮ ‬تداعى‮ ‬له‮ ‬سائر‮ ‬الجسد‮ ‬بالسهر‮ ‬والحمى

2) مثل‮ ‬المؤمن‮ ‬اذ‮ ‬القى‮ ‬المؤمن‮ ‬فسلم‮ ‬عليه‮ ‬كمثل‮ ‬البنيان‮ ‬يشد‮ ‬بعضه‮ ‬بعضًا

3) مثل‮ ‬المؤمن‮ ‬كمثل‮ ‬العطار‮ ‬ان‮ ‬جالسته‮ ‬نفعك‮ ‬و‮ ‬ان‮ ‬ماشيته‮ ‬نفعك‮ ‬و‮ ‬ان‮ ‬شاركته‮ ‬نفعك

4) مثل‮ ‬المؤمن‮ ‬كمثل‮ ‬اليدين‮ ‬يغسل‮ ‬احدهما‮ ‬الاخرى

5) ليس‮ ‬المؤمن‮ ‬بالذى‮ ‬يشبع‮ ‬و‮ ‬جاره‮ ‬جائع‮ ‬الى‮ ‬جنبه

6) ان‮ ‬المتحابين‮ ‬فى‮ ‬الله‮ ‬لعلى‮ ‬عمود‮ ‬من‮ ‬ياقوته‮ ‬حمراء‮ ‬فى‮ ‬رأس‮ ‬العمود‮ ‬سبعون‮ ‬الف‮ ‬غرفة‮ ‬اذا‮ ‬اشرفوا ‮ ‬على‮ ‬اهل‮ ‬الجنة

اضاء‮ ‬حسنهم‮ ‬الجنة‮ ‬كما‮ ‬تضيئ‮ ‬الشمس‮ ‬لاهل‮ ‬الدنيا‮ ‬فيقول‮ ‬اهل‮ ‬الجنة‮ ‬انطلقوا‮ ‬فلننطر‮ ‬الى‮ ‬المتحابين‮ ‬فى‮ ‬الله‮ ‬عليهم

‮ ‬ثياب‮ ‬من‮ ‬سندس‮ ‬خضر‮ ‬مكتوب‮ ‬على‮ ‬جباههم‮ ‬هؤلاء‮ ‬المتحابون‮ ‬فى‮ ‬الله‮ ‬تعالى

7) افضل‮ ‬الاعمال‮ ‬الحب‮ ‬فى‮ ‬الله‮ ‬و‮ ‬البغض‮ ‬فى‮ ‬الله

8) افضل‮ ‬الاعمال‮ ‬بعد‮ ‬الايمان‮ ‬بالله‮ ‬التودد‮ ‬الى‮ ‬الناس

9) افضل‮ ‬الاعمال‮ ‬ان‮ ‬تدخل‮ ‬سرورًا‮ ‬على‮ ‬اخيك‮ ‬المؤمن‮ ‬او‮ ‬تقضى‮ ‬عنه‮ ‬دينه‮ ‬او‮ ‬تطعمه‮ ‬خبزًا

Ehl-i imanın bir de ilme ve ülemaya muhabbet ve bağlılık ve yekdiğerini ilmen ve hidayeten ıslah ve ikmal etmek ve emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker vazife-i diniyesini yapmak bakımından ve ilme ve âlime verilen ve âlimin vazife ve memuriyeti noktasından yekdiğeriyle münasebet ve alâkasını ve rabıtasını tedkik edelim:

Emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker hakkında:

1) ان‮ ‬التارك‮ ‬للامر‮ ‬بالمعروف‮ ‬و‮ ‬النهى‮ ‬عن‮ ‬المنكر‮ ‬ليس‮ ‬مؤمنًا‮ ‬بالقرآن‮ ‬ولانبيا

2) امن‮ ‬امر‮ ‬بالمعروف‮ ‬و‮ ‬نهى‮ ‬عن‮ ‬المنكر‮ ‬فهو‮ ‬خليفة‮ ‬الله‮ ‬فى‮ ‬الارض‮ ‬و‮ ‬خليفة‮ ‬كتابه‮ ‬و‮ ‬خليفة‮ ‬رسوله

Vazifesini yapmayan ülema hakkında:

1) اشد‮ ‬الناس‮ ‬عذابا‮ ‬عالم‮ ‬لم‮ ‬ينفعه‮ ‬علمه

2) من‮ ‬كتم‮ ‬علمًا‮ ‬يعلمه‮ ‬الجم‮ ‬يوم‮ ‬القيمة‮ ‬بلجام‮ ‬من‮ ‬نار

3) اذا‮ ‬ظهرت‮ ‬البدع‮ ‬فى‮ ‬امتى‮ ‬و‮ ‬شتم‮ ‬اصحابى‮ ‬فليظهر‮ ‬العالم‮ ‬علمه‮ ‬فان‮ ‬لم‮ ‬يفعل‮ ‬فعليه‮ ‬لعنة‮ ‬الله

Vazifesini yapan ülema hakkında:

1) فضل‮ ‬العالم‮ ‬على‮ ‬العابد‮ ‬سبعون‮ ‬درجة

2) فضل‮ ‬العالم‮ ‬على‮ ‬غيره‮ ‬كفضل‮ ‬النبى‮ ‬على‮ ‬امته

3) عالم‮ ‬ينتفع‮ ‬بعلمه‮ ‬خير‮ ‬من‮ ‬الف‮ ‬عابد

4) حملة‮ ‬العلم‮ ‬فى‮ ‬الدنيا‮ ‬خلفاء‮ ‬الانبياء‮ ‬و‮ ‬فى‮ ‬الآخرة‮ ‬من‮ ‬الشهداء

İlmin ve talibinin fazileti ve emr-i hidayetin yüksekliği hakkında:

1) العلم‮ ‬ميراثى‮ ‬و‮ ‬ميراث‮ ‬الانبياء‮ ‬قبلى‮ ‬فمن‮ ‬كان‮ ‬يرثنى‮ ‬فهو‮ ‬معى‮ ‬فى‮ ‬الجنة

2) طالب‮ ‬العلم‮ ‬طالب‮ ‬الرحمن‮ ‬طالب‮ ‬العلم‮ ‬ركن‮ ‬الاسلام‮ ‬و‮ ‬يعطى‮ ‬اجره‮ ‬مع‮ ‬النبيين

3) العلم‮ ‬حياة‮ ‬الاسلام‮ ‬و‮ ‬عماد‮ ‬الايمان‮ ‬و‮ ‬من‮ ‬علم‮ ‬علما‮ ‬انمى‮ ‬الله‮ ‬له‮ ‬اجره‮ ‬الى‮ ‬يوم‮ ‬القيمة

4) الان‮ ‬يهدى‮ ‬الله‮ ‬على‮ ‬يديك‮ ‬رجلا‮ ‬خير‮ ‬لك‮ ‬مما‮ ‬طلعت‮ ‬عليه‮ ‬الشمس‮ ‬و‮ ‬غربت

5) من‮ ‬طلب‮ ‬بابا‮ ‬من‮ ‬العلم‮ ‬ليحيى‮ ‬به‮ ‬الاسلام‮ ‬كان‮ ‬بينه‮ ‬و‮ ‬بين‮ ‬الانبياء‮ ‬درجة

6) مَا‮ ‬اَهْدَى‮ ‬مُسْلِمٌ‮ ‬ِلاَخِيهِ‮ ‬هَدِيَّةً‮ ‬اَفْضَلَ‮ ‬مِنْ‮ ‬كَلِمَةِ‮ ‬حِكْمَةٍ‮ ‬يَزِيدُهُ‮ ‬هُدًى‮ ‬وَ‮ ‬يَرُدُّهُ‮ ‬بِهَا‮ ‬عَنْهُ‮ ‬رِدًا

Ülemaya hürmet ve tevkirin ve onları ziyaretin lüzumu ve vücubu hakkında:

1) اَكْرِمُوا‮ ‬الْعُلَمَاءَ‮ ‬و‮ ‬وقروهم

2) اَكْرِمُوا‮ ‬الْعُلَمَاءَ‮ ‬فَاِنَّهُمْ‮ ‬وَرَثَةُ‮ ‬اْلاَنْبِيَاءِ‮ ‬فمن‮ ‬اكرمهم‮ ‬فقد‮ ‬اكرم‮ ‬الله‮ ‬و‮ ‬رسوله

3) من‮ ‬استقبل‮ ‬العلماء‮ ‬فقد‮ ‬استقبلنى‮ ‬و‮ ‬من‮ ‬زار‮ ‬العلماء‮ ‬فقد‮ ‬زارنى‮ ‬و‮ ‬من‮ ‬جالس‮ ‬العلماء‮ ‬فقد‮ ‬جالسنى‮ ‬و‮ ‬من‮ ‬جالسنى‮ ‬فكانما‮ ‬جالس‮ ‬ربى

İlimden murad hakaik-i İlahiye ve ulûm-u Kur’aniye maksud olduğu ve hulefa-i Resulullah kimler olduğu hakkında:

1) حملة‮ ‬القرآن‮ ‬هم‮ ‬المعلمون‮ ‬كلام‮ ‬الله‮ ‬المتلبسون‮ ‬بنور‮ ‬الله‮ ‬والاهم‮ ‬فقد‮ ‬وال‮ ‬الله‮ ‬و‮ ‬من‮ ‬عاداهم‮ ‬فقد‮ ‬عاد‮ ‬الله

2) اَكْرِمُوا‮ ‬حملة‮ ‬القرآن‮ ‬فمن‮ ‬اكرمهم‮ ‬فقد‮ ‬اكرم‮ ‬الله‮ ‬الا‮ ‬فلا‮ ‬تنقصوا‮ ‬حملة‮ ‬القرآن‮ ‬حقوقهم‮ ‬فانهم‮ ‬من‮ ‬الله‮ ‬بما‮ ‬كان‮ ‬

كاد‮ ‬حملة‮ ‬القرآن‮ ‬ان‮ ‬يكونوا‮ ‬انبياء‮ ‬الا‮ ‬انه‮ ‬لا‮ ‬يوحى‮ ‬اليهم

3) العلماء‮ ‬مصابيح‮ ‬الارض‮ ‬و‮ ‬خلفاء‮ ‬الانبياء‮ ‬و‮ ‬ورثتى‮ ‬و‮ ‬ورثة‮ ‬الانبياء

4) الا‮ ‬ادلكم‮ ‬على‮ ‬الخلفاء‮ ‬منى‮ ‬و‮ ‬من‮ ‬اصحابى‮ ‬و‮ ‬من‮ ‬الانبياء‮ ‬قبلى‮ ‬هم‮ ‬حملة‮ ‬القرآن‮ ‬و‮ ‬الاحاديث ‮ ‬عنى‮ ‬و‮ ‬عنهم‮ ‬فى‮ ‬الله‮ ‬و‮ ‬لله

5) رحم‮ ‬الله‮ ‬على‮ ‬خلفاى‮ ‬قيل‮ ‬وما‮ ‬خلفائك‮ ‬يا‮ ‬رسول‮ ‬الله‮ ‬قال‮ ‬الذين‮ ‬يحيون‮ ‬سنتى‮ ‬و‮ ‬يعلمونها

Sayın hâkimler! Hazine-i Kur’aniye ve cevahir-i hadîsiyenin sırf birkaç nümune olarak sıraladığım bu misalleri teemmül buyurduktan sonra, Nur talebeleri arasındaki tesanüdün ve üstadlarına karşı gösterdikleri hakikî alâkanın manasını tamamen anlamış olursunuz ki, bu serapa bir irtibat-ı imaniye ve bir tesanüd-ü diniyedir. Ve böyle bir tesanüd ve rabıta, dinimizin evamir-i kudsiyesindendir. Acaba bu uhuvvet-i diniye ve alâka-i imaniyenin adına bir gizli cem’iyet yaftası yapıştırınca, din rabıtasına nerede yer vermelidir? وَاعْتَصِمُوا‮ ‬بِحَبْلِ‮ ‬اللّه âyet-i celilesindeki i’tisam nerede tecelli edecektir? Yoksa gizli cem’iyet ithamına maruz kalmamak için, muhabbet-i diniyeyi ve uhuvvet-i imaniyeyi ve teavün-ü İslâmiyeyi terk mi edelim? Allah ve Resulünü sevip, emirlerine itaat etmeyelim mi? Hablullah etrafında toplanmayalım mı? Dinde müçtehidlik yapacak kadar ileri ve aşırı ilmî davalara kalkışan ve dine dair kendi kendine hükümler veren sayın savcı bize yol göstersin. Bizim İslâmlık rabıtamızı gizli cem’iyet diye vasıflandırıp mahkûm edecek ise, ondört asırlık bir tarihe mâlik olan bu kudsî ve İlahî cem’iyeti hâşâ biz kurmadık. Onun banisi, bütün cihan-ı beşeriyetin huzur-u kemal ve iclalinde boyun eğdiği Zât-ı Pâk-ı Risalettir. Acaba fezail-i İslâmiyenin kudsî hakikatlarıyla seciyelenen bir mü’min, zararlı siyaset ve saire gibi çirkâba tenezzül eder mi? Ve hâşâ o hakaik-ı âliyeyi süflî, fâni ve dünyevî maksadlara âlet yapar mı? Evet bir mü’min imanından dolayı hakkaniyet ve kudsiyetine inandığı hakaik-ı İslâmiyenin her yönden muta’ olmasını arzu eder. Bundan daha tabiî ne olabilir? Fakat onu muta’ yapmayanlara karşı da icbar ve ikraha aslâ tenezzül etmez. Çünki İslâmiyet âlî ve müstağnidir ve bütün ikrahlardan müteâlîdir. Kimsenin kendi evamir-i kudsiyesine icabet ve ittiba’ etmesine o muhtaç değildir. Bilakis insan ona muhtaçtır. Hakikî bir mü’min ise o hazine-i kudsiyeden aldığı cevher-i fazilet ve terbiye-i asilane dolayısıyla, bu istiğna-yı tammı bir vakar-ı nezahetle labistir. Hele vicdan ve fikir hürriyetine karşı a’zamî bir hürmetle mütehassistir.

Sayın savcıya göre itham edilmekte olduğumuz cem’iyetin siyasî olmasına da ihtiyaç yokmuş. Yalnız dinî topluluk, dinî akide ve fikir birliği cem’iyet ifade edermiş. Acaba a’zamî bir muhabbet ve sevgi ile yekdiğerine alâka, dinin evamir-i kudsiyesinden değil midir? Eğer imanî ve İslâmî ilimleri öğrenmek ve zaruriyat-ı diniyesini ve hakaik-ı imaniyesini tahsile çalışmak ve bundan diğer din kardeşlerini faidelendirmek ve bir inkişaf-ı dinî etrafında toplanmak ve onu genişlendirmek yani dinin evamir-i kudsiyesine tebean izzet-i İslâma çalışmak ve şeref-i İslâmı tebarüz ettirmek ve dinin hakkaniyetini belirtmek ve ilmî inkişaflarını takib etmek, sayın savcının kasdettiği gizli cem’iyet ise; sayın savcı bize açıkça söylesin ki, bu din artık mülgadır, evamirine ittiba’ edilmez. Biz de vaziyeti ona göre anlayalım. Kanun maddesi “dini ve dinen mukaddes tanınan şeyleri âlet etmek ve bu bâbda cem’iyet teşkil etmek” kaydını koyuyor. Yoksa din sevgisi ve ilmî alâka ve imanî inkişaf yüzünden hasıl olan tesanüdü cem’iyet saymıyor. Ve bu maksada göre dine âlet olacak gaye de, devlet emniyetini ihlâl etmek ve devletle uğraşmak gibi siyasî maksadlar olacak. Buna göre kanunun aradığı cem’iyet, din sevgisinden ve uhuvvet-i diniyeden hasıl olan tesanüd değildir. Cem’iyet teşkili hakkında 313. maddenin sarahatı da bunu âmirdir. Bu bâbdaki kayıdda “Adliye veya âmmenin selâmeti aleyhine cürüm işlemek için cem’iyet teşkili” şeklindedir. Acaba otuz seneden beri muhtelif kimseler üzerinde yapılan âni araştırmalar ve resmî tedkiklerde Risale-i Nur faaliyeti içinde adliyenin veya âmmenin selâmeti aleyhinde cürüm işlemek kasdına dair edna bir emareye rastlanmış mıdır? Tenkid ve takbih etmek, menfî görüşe ve düşünceye sahib olmak, dinin kötü dediğine kötü demek, kötülükleri belirtmek ve izah etmek, cürüm işlemek kasdı manasına gelmez. Acaba Risale-i Nur’un sayısız risaleleri, hakaik-ı İslâmı ve envâr-ı tevhidi güneş gibi gösteren birer abide-i hakkaniyet ve samimiyet olmaktan başka bir mana mı taşıyorlar? Yoksa siyaset mevzuları ve fâni îcabların hatırı, hakaik-ı İlahiye ve ezeliyenin fevkinde birer mevzu’ mudurlar ki; İlahî ve ilmî hakikatları serdederken siyaset mevzu’larını ve fâni varlıkları rencide etmemek için fikirlerimize zincir ve lisanlarımıza bukağı vuralım. Fâni insanların fâni karihalarının müsbet veya menfî isabetli veya isabetsiz görüşlerinden ibaret olan siyaset telakkileri, insanlık için son merhale-i tekâmül müdür ki veya son penah-ı saadet midir ki; onları rencide etmemek için ezelî ve ebedî hakikatları, küllî ve nihaî kıymetleri ayak altına alalım ve siyasetin hatırı için ilmin şaşmaz, eğilmez, bükülmez, îcab tanımaz lisanını susturalım. Bunları devlet aleyhine cürüm işlemek kasdı mı diyeceğiz?

Sayın savcı Nurcu, metbu’ ve hizb-i makbul gibi tabirleri de bu bâbdaki iddiasına mesned yapmakta ve çok yaman bir mugalata ile نورك‮ ‬احسن‮ ‬من‮ ‬كل‮ ‬النور tabirini Hazret-i Kur’an ile muaraza eden ve hâşâ onun karşısına çıkan bir cümle şeklinde göstermektedir. Hâşâ Risale-i Nur hiçbir zaman kendini şems-i hidayet olan Hazret-i Kur’anın feyzinden başka müstakil bir varlık iddia etmemiştir ki, böyle bir itham doğru olsun. Bilakis Risale-i Nur daima kendini Hazret-i Kur’anın nuru olarak göstermekte ve hemen her yerinde Kur’anın malı, Kur’anın tefsiri, Kur’anın hikmeti diye dava etmektedir. Onun ahsen olması, nur-u Kur’anın ahsen ve eltaf olduğu manasına gelmez mi? Asr-ı Saadetten bugüne kadar devam eden inkişafat-ı ilmiye hep Hazret-i Kur’anın füyuzatıdır, envârıdır. Kanaatımıza göre ise Risale-i Nur, o envârın şahikasıdır ve eriştiği en yüksek merhale-i kemaldir. Bu itibarla ahsen ve eltaftır.

Risale-i Nur’u siyaset gözlüğü altında seyreden ve onu küçük ve ehemmiyetsiz görmek isteyen sayın savcı, onun dünyaya meydan okuyan çehresini göremiyecek kadar garaz bulutları ile muhat ise bilsin ki, Risale-i Nur her bakımdan eşsiz bir mükemmeliyete mâliktir. Onun bir kemal-i tam teşkil eden mezayası karşısında hiç tereddüd etmeden dava edebiliriz ki, o her sahada gayr-ı kabil-i taklid ve tanzirdir. Onun mehasini kendisinden başka kimsenin medh ü senasına ihtiyaç bırakmıyacak kadar zahir ve barizdir. Onun hüsn ü cemali, aslı olan şems-i Kur’andan nüzul ediyor. Onun kemal ve hakaikı, aslının kemal ve hakaikından nebean etmektedir. Hâyır diyenlere bilâfütur “İşte meydan” diyebiliriz. Kendine güvenenler, onun emsalsiz pırlantalarından birinin nazirini meydana getirsinler. Onun Kur’anın bir mu’cize-i kübrası olan tevafuk mu’cizesinin inkişaf ve tenevvü’ etmiş ve çiçeklenmiş tevafuk gülistanına bir nazire yapsınlar. İlmî ihata ve rüsuhun şahikasını teşkil eden ve hikmet-i İlahiye ve ezeliyenin beyyine ve âbidesi olan âsârını ve meselâ bir Âyet-ül Kübra’sını, bir Otuzuncu Söz’ünü, bir Otuzuncu Lem’asını, bir Yirmiüçüncü Söz’ünü, bir Yirmidokuzuncu Söz’ünü, bir İhlas Lem’asını, bir Münacat Risalesi’ni, bir Onyedinci Lem’asını ve evrada dair Birinci, İkinci, Üçüncü Lem’alar Risalesini meydana getirsinler. Arabçada üstadlık payesine yükselmiş olan zevat-ı kiram, bir Hizb-ün Nuriye vücuda getirsinler. Onun hakaik-i İslâmiyeyi ve desatir-i ezeliyeyi ve nevamis-i İlahiyeyi güneş gibi gösteren ve katıksız ilim ve cevher-i imandan yapılmış ve muzdarib gönüllere iman ve necat revhi serpen, felah ve saadet ışığı getiren ve heyecan-ı hayat aşılayan ve insanlığı ebedî kasvet ve karanlıktan kurtaran ve içinde bulunduğumuz âlemi tabiatçıların kör ve sağır mabudu gibi korkunç ve katı ve hissiz bir mevta-yı camid ve ıssız ve tehlikeli bir beyaban-ı vahşetgâh olmaktan kurtarıp bir Sultan-ı Kerimüşşan’ın, bir Hâmi-i Lütufkâr’ın emr ü fermanındaki behişt-i dilrübaya ve tenezzühgâh-ı ebedîye, bir saray-ı daimeye çeviren ve ölümü ve ebedî yokluğu ifna eden ve dinsizliği ve ilhadı kökünden kazıyan ve anasır-ı küfr ü dalaleti ve vesail-i ye’s ve yevm-i raybı zîr ü zeber eden ve böylece insanlığa en hakikî teselliyi ve en parlak ümid-i saadeti müberhen bir hakikat-ı ilmiye halinde sunan ve bina-yı fazilet ve mes’udiyetin tesisine medar en yüksek bir huzur-u kalb ve emniyet-i vicdan ve en âlî bir istikrar-ı ruh ve itminan-ı tefekkür bahşeden ve en feyyaz bir şevk-i hayat ve aşk-ı vazife hissi ve heyecanını takdim eden ve erkân-ı imanı ilmî berahin derecesinde müsbet hakikatlar meyanına çıkaran ve onları en kuvvetli ve aslâ tezelzül etmez bir zemin-i emniyet ve saadet halinde hayata destek yapan, velhasıl insanlığın kurtuluşu ve dünya ve âhirette huzuru ve vâdi-i helâktan ve vahîm …… ve ebedî şekavetten halası için her nevi’ malzeme-i saadeti bahşeden ve ilmin tebellur ve tecessüm etmiş elmasları halinde bulunan Risale-i Nur’un çehre-i maneviyesine bir örnek göstersinler.

Sayın hâkimler! Meydan açıktır. Safdil halkı manasız yazılarla meşgul ediyor diyenler buyursunlar. Güneşi balçık ile sıvamak isteyenler bilmelidirler ki, Risale-i Nur namıyla ortada duran âlî hakikat, ferman-ı İlahî ve şems-i hidayet eli olan Hazret-i Kur’anın envâr-ı hayatbahşasıdır. O meş’ale-i Samedanî’nin eşi’a-i dilrübasıdır. O âbide-i Rabbanînin pertevleri, nazar karib lem’aları ve sünbüllenmiş çiçekleridir. O doğrudan doğruya Hazret-i Kur’anın hazine-i feyzinden nebean ediyor ve harîm-i hidayetinden fışkırıyor. Onun bizzât kendisi lisan-ı haliyle ve vaz’-ı zîkemaliyle “Ben Kur’andan geldim. Bana insanî tefekkür ve beşerî irade karışmadı.” demektedir. Acaba bunlar günlük ve gelip geçici kıymetler uğrunda feda edilecek hakikatlar mıdır? Sayın savcı bu evsafta bir yüksek eseri, bu Kur’anın en saf ve berrak nurunu, bu en satı’ hakikatını ahsen addedişimizde istiğrab mı buluyorlar? Gulüvv müdür?

Metbu’ kelimesini kullanmak için mutlaka kendilerinin arzu ettikleri gibi bir siyasî cem’iyetin vücudu mu şarttır? Bir ilmî inkişafın, bir felsefî olgunluğun başkanlığını yapmış ve etrafına sayısız fikir kitleleri toplamış bir sürü ilm-i hakikat üstadları, kendilerini sevenlerin ve fikirlerini benimseyenlerin ve ilmî kanaatları arkasına düşenlerin metbu’ları değil midirler? Hârikulâde latif ve metin bir üslûb ve gayet cazibedar ve revnakdar bir selaset-i beyan ve gayet âhenkdar bir seyyaliyetle gönülleri teshir eden ve gayet berrak ve şeffaf bir akışa mâlik bulunan bu hârikulâde şaheserin mazharı olan zât-ı muhteremi metbu’ addetmek ve kendisine ilmen iktida etmek, çok mu büyük bir gaflet ve hata-yı ilmî ve safdillik nişanesidir? Değil böyle bir şaheserin, alelâde bir yazının bile selaset-i beyanını bozmadan ve ifade-i meramını ve maksad-ı beyanını zîr ü zeber etmeden, insan zekâ ve kudretinin tertibine ve tasniine imkân bulamıyacağı tevafuk hârikasının sarih delaletiyle de Kur’anın öz malı olduğu tahakkuk ve tebeyyün eden bir eser-i âlîyi tahsin ve tebcil etmemiz mi gulüvv sayılıyor?

Risale-i Nur’un ketmetmeyen ve hakikatları olduğu gibi açıklayan hakkanî vechesinden müteessir olanlar, bilirkişi profesörlerinin tavsifi gibi “Bazan İslâm akidelerine aykırı taşkınlıklar” diye eşrat-ı saat mesail-i imaniyesine dair risalesini ve bu hususları bildiren mebahisini bahane ederek ona hücum ediyorlar. Ve onun mülhidlerin din-i celil hakkındaki besledikleri âmâl-i müfsidanelerine ve kasd-ı ihanetkâranelerine karşı sırf imandan gelen cevabları muhtevi müdafaat-ı beliganesini ve küfr ü dalal aleyhine giriştiği bîaman mücahedeyi vesile yaparak ona itiraz ediyorlar. Ve yine sırf onun ilmî ve imanî rıza-yı İlahî hedefiyle müteharrik mahiyetini kasden inkâr etmek ve onu siyasî bir faaliyet gibi göstermek suretiyle onu kötülemek ve çürütmek istiyorlar. Halbuki eşrat-ı saat mes’eleleri füruat-ı imandandır ve dinin hakikatları meyanındadır. Onların bîtaraf ve ilmî bir nazarla belirtilmesi, şerh ve izahı ve veche-i makuliyetlerinin iraesi bu ümmet-i İslâmiye için lâzımdır. Bilhassa ilim namına bir zarurettir. Birçok hakaik-ı hadîsiyenin halli ve esrar-ı Kur’aniyenin inkişafı, onların hall ü izahına vabestedir. Zât-ı Pâk-i Risalet’in (A.S.M.) hakkaniyet ve sıdkını ve asırları kucaklayan nazarını ve ihata-i nuraniyesini ve feraset-i mu’cizanesini onların halli ile anlayacağız. Onun tâkat getirilmez bir kudret-i kudsiye olduğunu, o şevahid-i risaletle mertebe-i bedahete çıkaracağız ve içinde yaşadığımız hâdiselerin ve kâinatın seyr ü cereyanının tesadüflerin mahsulü olmadığını ve kâinat yed-i kudretinde bulunan bir Hâkim-i Âlîşan’ın bir kudret-i külliye-i ezeliyenin eser-i tertib ve takdiri olduğunu ve etrafımızı bir irade-i âliyenin muhit bulunduğunu, bu suretle mertebe-i kat’iyyete îsal edeceğiz. Şübhesiz bu neticeler, ehemmiyetsiz şeyler ve umum insanlık için küçük görülecek kazançlar değildirler. Ancak bu tarîk ile bugünkü muzdarib ve sergerdan beşeriyete muhtaç olduğu mesnedli ve müberhen iman ve necat sahası açılabilecektir. Fâni düşüncelerin ve günlük siyaset îcablarının hatırı için ve fâni eşhasın vaziyetlerini rencide etmemek için bu ezelî hakikatları ayak altına almak, her an tasarrufuyla hayatımıza ve istikbalimize ve mukadderatımıza hâkim olan kudret-i Samedaniyeyi hiçe saymak değil midir?

Esasat-ı İslâmiye ve şeair-i diniyeye vaki’ olan tecavüz ve ihanetlere karşı müdafaa mes’elesine gelince: Bu bir vazife-i diniyedir. Bir cihad, hem de çok âlî bir cihad hizmetidir. Ve bilhassa ülema-i din üzerine terettüb eden bir fariza-i İslâmiyedir. Elbette dinsizlerin savletlerine ve din yıkıcı ihanetlerine karşı ehl-i iman boş duracak ve müdafaasız kalacak değildir. Elbette onlar meşru’ haklarını müdafaa edecekler. Gittikleri yolun hakkaniyetini ve taşıdıkları dinin yüksek kıymetini ve ulvî makamını belirtecekler. Ve en aziz hislerinin kaynağı olan ve kayd-ı namus ve haysiyetlerinin menbaı ve mesnedi bulunan cevher-i imanlarının şerafet ve kudsiyetini izhar ve isbat edecekler ve vicdan-ı manevîlerine ve haysiyet-i imaniyelerine uzanan……… tecavüzleri önleyeceklerdir. Şübhesiz bu onların meşru’ ve kudsî bir hakkıdır. Ve elbette onlar bu kudsî vazifeyi yapacaklardır. Ancak bu şerefli vazifeyi îfa ederken a’zamî bir vakar ve sekinet ile ve a’zamî bir nezahet ve asaletle ve en hakikî bir insan tavrıyla hareket edeceklerdir. Ve en yüksek bir centilmenliğin ve en medenî bir insan tavrının nümunesi olacaklardır. İşte Risale-i Nur ve Nurcular faaliyetinin hakikî ve dinî durumu bundan ibarettir. Sayın savcının devlet emniyetini ihlâl edecek hareketlere halkı teşvik damgasıyla yaftalamak istediği vaziyet budur. Ve bu faaliyet-i imaniyeye sırf imanlarından ve merak-ı ilmîlerinden dolayı katılmış olan saf ehl-i imanı cem’iyetçi süsüyle müfsid ve idlâlkâr tavrıyla tecziye ve te’diblerini taleb eylediği vaziyet bundan ibarettir. Acaba bu asil mukabeleye, bu menbaını harîm-i imandan almış hamle-i kudsiyeye haklı olarak hangi kanun müdahale edebilir? Hangi icbar vardır ki, bu ulvî vazifeyi bu necib ve şerefli hizmeti, bu meşru’ ve aslî hakkı, zalim olmadan men’edebilir?

Sayın hâkimler! Huzurunuzda bulunanlar müfsid ve idlâlkâr değildirler. Memleketin emniyetine sû’-i kasd eden bozguncular değillerdir. Dini âlet yaparak makasıd-ı süfliye peşinde koşan sahtekârlar değildirler. Devletle ve idare ile mübarezeye kalkışmış ve milletin huzurunu selbedecek fanalıkları millete telkin etmiş anarşilik unsurları değillerdir. Ve hele bu uğurda cem’iyet mem’iyet kurmuş insanlar aslâ değildirler. Onların böyle süflî şeylerle alâkaları yoktur. Onlar böyle mülevves ve çirkin yollara aslâ tenezzül etmezler. Onların 25-30 sene afîfane ve müstakimane hayatları meydandadır. Onların uzun bir devre esnasında hiçbir cereyan-ı siyasîye karışmamış olmaları ve en küçük bir vak’a ihdas etmemiş bulunmaları meydanda bir hakikattır. Onlar memlekette hakikat ve faziletin barınmasını, insaniyet ve ahlâkiyetin revaç ve tekâmülünü ve hakikî kıymetlerin üstünlüğünü, elhasıl memleketi refah ve saadete…… ve hakikata, hakikî medeniyet ve kemale ulaştıracak değerli kudretlerin elde edilmesini, ruh-u iman ve kemal-i ahlâkînin ve nur-u irfanın yükselmesini isteyen hakikî ve samimî vatan çocuklarıdır. Bu milletin ruhunu benimseyen vatan evlâdlarıdır. Fazileti, birr ü ihsanı ve hayrı meslek edinmiş hakikî insanlık nümuneleridir. Onların bir şeye veya bir mesleğe düşmanlıkları, sadece memleket ve millete ve ruh-u hakikata vaki’ olan zarar ve ihanetler sebebiyledir. Onlar bu yüzden dinsizliğe ve ahlâksızlığa ve keyfî cebirlere düşmandırlar. Onların tek kabahatları, kendilerini din hakikatlarına, İlahî ve ezelî hakaika fazla vücud vermiş olmalarıdır. Onların zamanın sakatlıklarına ve içtimaî redaetlerine ve ihbar-ı vakıanın tahakkuk vechelerine ancak ilim yolunda yürümeleri yüzünden rastlıyorlar. Yoksa onlar kendileri bir kasd-ı mahsusla tesis ve tasni’ etmiş ve o hakikatların o şekilde zahir olmasını istemiş değildirler. İlahî ve ezelî bir ilmin telkin ettiği zaruretlere boyun eğmeleri yüzünden elde ettikleri kanaatlara kabahat bulmak, ilmin şaşmaz ve hatır gönül tanımaz vechesine kabahat bulmak demektir. Onlar bu noktada mazurdurlar. Şübhesiz her ferd saadet ve selâmette olmasını ve istikbalinin emniyetini arzu eder. Bu sebeble mebde’ ve mead mes’elelerini düşünür ve bunlara dair bilgi edinmeğe ve bu bâbdaki ilimleri öğrenmeğe gayret eder. İşte vatanın her köşesinde kendini hissettiren bu öğrenme ihtiyacıdır ki, Risale-i Nur faaliyeti diye kendini göstermektedir. Ve bu sırf bir dinî talim ve taallüm cihetinden başka bir şey değildir. Şübhesiz 25 seneden beri sırf keyfî bir istibdad sebebiyle tatbik edilen din tedrisi memnuiyeti karşısında, dindar halkın kendi cehdi ve kendi gayretiyle hüsn-ü zan ettiği ve ilmine itimad ettiği bir din adamından dinini öğrenmeğe gayret etmesi ve kazandığı servet-i ilmiyeyi memur olduğu emr-i teavün îcabı olarak muhtaç bildiği din kardeşlerine ulaştırması ve o din adamının da imanından aldığı bir mecburiyet ve memuriyetle ilmî hazinesini o muhtaç ehl-i imana bezletmesi, bir cem’iyet faaliyeti sayılamaz. Bu ancak bir dinî tedris ve tederrüs gayretidir. Ve şübhesiz bu gayret-i diniye ve hamle-i imaniye din hürriyeti îcabı olarak ehl-i imanın hem hakkı hem de vazifesidir.

Sayın savcının aslâ vârid olmayan cem’iyetçilik ithamını böylece reddettikten sonra diğer ithamlarına cevab vermeden evvel, kendisinden şu suali sormak istiyoruz. Bizim bugün tekrar sorumlu olduğumuz faaliyet yani kitab yazmak ve neşretmekten ve mektublaşmaktan ibaret olan tek cürmümüz Denizli beraetinin neticesi değil midir? Yani onun îcabatından ve ona müstenid değil midir? Ve âdeta bize orada bahşedilen bir nevi’ müsaade ve salahiyet değil midir? Kitab neşrinden ve dinî talim ve taallüme vasıta olmaktan ibaret olan bu tek cürmümüz orada mahkûm edilse idi, biz tekrar bu faaliyeti yapabilir mi idik? Yahud halen neşrinden dolayı mes’ul edilmek istendiğimiz eser, orada mahkûm edilse idi biz tekrar neşredebilir mi idik? Devlet merkezinin şiddetli alâkası ve bizzât aylarca tedkikatı ve Dâhiliye Bakanlığı’nın ve Heyet-i Vekile’nin Beşinci Şua üzerinde bizzât durması da dâhil olmak üzere dokuz ay en keskin bir dikkatle üzerimizde duran Denizli Mahkemesi bize bu beraeti ne için verdi?

Diyelim ki, Denizli Mahkemesi bizi himaye etti ve devlete ihanet etti ve kanunları ayak altına altı. Ya adaletin kalbi ve re’skârı olan Temyiz Mahkemesi de mi devlete ihanet etti ve kanunları hiçe saydı ve gaflet-i tam içinde bulundu? Ve bizim gibi, bu vatan için hâlâ Afyon savcılığının muzır saydığı insanları himaye etti? Denizli Mahkemesi’ndeki bütün müdafaalarımız ve iddia edilen esrarımız ve bizim müracaatlarımız doğrudan doğruya ayrıca devlet reisi ve bakanlara ve Büyük Millet Meclisi’ne de gönderilmişti. Bütün bir devlet teşkilatı baştan başa mı gaflette bulundu da, bugün Afyon savcısının büyük bir feraset ve dikkatle teşhis buyurduğu gizli cem’iyeti göremedi. Ve 25 senelik a’zamî gayretle sarfeylediğini iddia ettiği devam-ı faaliyetin mana ve mahiyetini anlayamadı. Halbuki Denizli iddianamesi, Afyon’a nazaran daha şiddetli ve ondaki ithamlar daha ağırdı. İddianamede aynen “Bu gizli cem’iyet, medeniyetimize mimsiz medeniyet yani alçaklık medeniyeti diyecek kadar tuğyanını artırmış ve inkılabımıza taarruz etmiştir.” denmekte idi. O halde sayın savcıdan soruyoruz: Bu Denizli beraeti olmasa idi, biz bugün bu yüksek mahkemenin huzurunda bulunacak mı idik? Acaba devletin en yüksek adl cihazı da mı devlet emniyetine hıyanet etti? Sorumlu olduğumuz fiillerden ve eserlerden beraet kazanmamız, bizim onları işlemekte muhtar ve hür olduğumuz manasına gelmez mi? Bizde ne gibi bir kusur var ki, beraet etmiş bir eseri okuyup yazmış olmamızdan ve başkalarının okuyup yazmasına hasbî olarak vasıta olduğumuzdan dolayı mes’ul ediliyoruz? Bize o beraeti veren devlet, başka bir devlet mi idi? Derecattan geçmiş ve kaziye-i muhkeme olmuş bir hükmü tanımamak, devleti ve adliyeyi ve kanunları tanımamak ve hiçe saymak değil midir? Hesabı görülmüş ve suç olmadığına karar verilmiş ef’ali veya onların mümasilini işlemek, bir cürüm müdür? Sayın savcı Denizli Mahkemesi’nde hesabı görülen hâdiselerden maada ve onlardan farklı neyi bulmuşlardır ki, bizi aylardan beri mevkuf tutuyorlar? Hesabı görülmüş ve kanun süzgeçinden geçmiş ef’al ve vekayii işlemenin tekrar suç konusu sayılması kadar, tarih-i adlde eşine rastlanmış bir tezad var mıdır? Madem birtek insanın aleyhinde bulunduğumuz iddia edilerek tecziyemiz taleb ediliyor. O aleyhdarlığın en esaslı kaynağı addedilen Beşinci Şua Denizli’de niçin beraet etti? Ve ortadan kaldırılmadı? Ve niçin en yüksek adl cihazı, o beraeti tasdik etti? Halbuki kavga ve fırtına onun başında kopmuştu, dava o yüzden tahaddüs etmişti. Dokuz ay mahkeme onunla uğraşmıştı. Ankara makamatı onunla meşgul olmuştu. A’zamî bir hiddet ve şiddetle her tarafın tahriki ve her taraftan vatandaşların celbi o sebebden olmuştu. Madem bu suçtu da, devlet devairi bunu cezadide etmekten ne için gaflet etti? Ve mütecasirlerini ne için mahkûm etmedi? Mahkûm edilmeyen eserin ve mahkûm edilmeyen faaliyet-i neşriyenin bugün tekrar bir suç konusu olarak ele alınması, muazzam bir tezaddan başka nedir? Mahkûm edilmeyen bir eserin mümasili, aynı vasfı haiz olduğu iddiasıyla takibe mevzu’ teşkil ediyor.

Beşinci Şua ilmî bir vesika olduğu ve ehadîse dayandığı için beraet etti ise, aynı Beşinci Şua gibi sırf ilmî bir teşhisten ibaret olan ve ifadenin ve objektif bir mahiyette bulunan ve Beşinci Şua gibi aynı ithamın mevzuuna dâhil addedilen ve bürhanı içinde bulunan ve âyât ve ehadîsin riyazî kat’iyyetlerine dayanan ve kimse hakkında sarih bir tevcih yapmayan bir eser yani Maidet-ül Kur’an ne için vesile-i muahaze oluyor? Denizli Beraetindeki kanunlar, bugünkü aynı kanunlar değil midir? Ve aynı vasfı taşıyan bir eseri beraet ettirmiş olan kanunun, mümasilini yeni bir hâdise olarak vesile-i cürüm yapması nasıl mümkün oluyor? Maidet-ül Kur’anın mevzu-u muahaze olan mesaili daha evvel muahazeye ve ithama konu almayı mevzu’ teşkil etmiş olan mesailin aynı değil midir? Halbuki onun kasdettiği mana, küfr ü dalalin ve denaet-i ahlâkiyenin ve cereyanat-ı ilhadiyenin şahs-ı manevîsidir. Ejder-i küfr birtek insanın değil, muazzam bir cereyan-ı küfrînin ve bir savlet-i mülhidanenin remzidir, küfr-ü dalaletin timsalidir. Sonra bu tabir, sırf bu vatandaki hâdisatı da kasdetmiş değildir. Bu tavsif, âyet-i celilenin şümul ü ihatası îcabı olarak, memleket ve milliyet hududu içine sığmayan ve tahsis kabul etmeyen ve ruh-u diyanete saldıran savletlerin kâffesini ifade eden âmm bir tabirdir. Hatırlamak lâzımdır ki, Bolşevizm denilen kızıl küfür salgını aşağı yukarı yüz milyon müslümanın hayat ve mukadderatlarını şiddetle sarmıştır. Garbın ceberut-u kâfiranesi asırlardan beri vücud-u İslâmiyetin üzerinde bir ejder-i hunin halinde çöreklenmektedir. Ve onun mütemadiyen kanını emmekte ve üzerinden gitmek için hiçbir niyeti görülmemektedir. Hakikî bir müslüman ruhu elbette vücud-u İslâmiyetin üzerinde barınan bu müdhiş karhaya karşı lâkayd kalmaz. Ve ferman-ı İlahînin bütün asırları kucaklayan ifadatını elbette nazar-ı itibare alır. İşte Maidet-ül Kur’an sırf İslâmiyet ve din noktasından hâdiselerin teşhisini ele alan ve aslâ siyasetle ve kimsenin şahsî şeref ve resmî tavrıyla alâkası olmayan bir hakikat-ı Kur’aniye adesesidir. Orada Kur’anın ve ehadîsin sesi vardır. Onun bürhanları içinde mevcuddur. Arayanlar orada bulurlar. Orada şahsın rol almağa hisseli Kur’anın envârını ve ehadîs-i Resulullah’ın tevcihini üzerine çeken hâdiselerin “Ve işte Kur’anın ve hadîsin hakikatları bizleriz” diye kendilerini takdim eden vak’aların dillerine sadece ma’kes olmaktan ibarettir. Sayın savcı onun içinde umumî hakikatın birer ferdi ve örneği bulunan birkaç misalini ele almış ve külliyetindeki yüksek ve çok kudretli hakikat-ı İlahiyeyi ihata ceberutu aslâ görmek istememiştir. Kur’anın ve ehadîsin kaide-i mazbuta ve ilmiye ile arzettiği bu manzara-i hakikatta, beşer iradesinin dahli nedir? Riyaziyenin kat’iyyetini hamil olan, mübhemiyetten ârî ve herkes için açık bir kapı bulunan bu manzara-i hakikatı hikmetsiz ve manasız mı addedelim? İrade-i beşeriyenin mahsulü mü telakki edelim? Kur’anın nesc-i ezelîsini manasız ve tesadüfî addetmeğe imkân var mıdır?

Sayın savcı وَالَّذِينَ‮ ‬جَاهَدُوا‮ ‬فِينَا‮ ‬لَنَهْدِيَنَّهُمْ‮ ‬سُبُلَنَا âyet-i kerimesinden çıkan 1372 rakamı hakkında tenkidlerini esirgemezken فَاْتُوا‮ ‬بِسُورَةٍ‮ ‬مِنْ‮ ‬مِثْلِهِ âyet-i celilesinin 1880 rakamını medar-ı mes’uliyet addederken, bu ikinci âyet-i celilenin üst tarafı olan وَاِنْ‮ ‬كُنْتُمْ‮ ‬فِى‮ ‬رَيْبٍ‮ ‬ِممَّا‮ ‬نَزَّلْنَا‮ ‬عَلَى‮ ‬عَبْدِنَا cümle-i kudsiyesinin yine aynen Üstad’ın hayatında çok ehemmiyetli bir rakam olan 1316 ile mevzubahis 1372 rakamını gösterdiğini ve bu suretle her iki âyet-i celilenin menazır-ı kudsiyesini isbat ettiğini ve aslâ bu menazır-ı hakikatta beşer iradesinin dahli olmadığını meydana koyduğunu nazar-ı itibare almıyorlar. Keza يكون‮ ‬فى‮ ‬امتى‮ ‬رجلان hadîs-i şerifini şiddetle itham ederken onunla beraber olan ve yekdiğerinin hakkaniyetini isbat eden onun yanıbaşındaki diğer hadîsleri ve hele Maide’nin başındaki 13 âyetin manidar manzaralarını aslâ mevzubahis etmiyorlar. Acaba bürhanı ve şahidi ortada bulunan ve hiçbir tenkidle tebdil ü tahviline imkân bulunmayan bu İlahî tevcihatı, bu ezelî menazır-ı hakikatı hâşâ biz mi icad ettik ki, bu yüzden sorumlu oluyoruz? Maidet-ül Kur’an’daki birbirini teyid eden Kur’anın adedî ve riyazî vechelerini ve manalarındaki tetabuku ve hâdiselere kat’iyyetle tevafukunu hâşâ biz mi uydurduk? Ve hadîsteki فتنته‮ ‬على‮ ‬هذه‮ ‬الامة‮ ‬اشد‮ ‬من‮ ‬فتنة‮ ‬الشيطان fıkrasını ve keza diğer hadîsteki يبعث‮ ‬يوم‮ ‬القيمة‮ ‬امة‮ ‬وحده cümlesini hadîslere biz mi ilâve ettik ki, Peygamber’in bu kudsî ve İlahî itham ve tevcihleri mevzu-u muahaze yapılarak bu eser siyaset vesikası bir propaganda vasıtası diye ele alınıyor? Davaya mevzu teşkil ediyor? O hesablar bizim eser-i icadımız mı? Rakamları biz mi ihdas ettik? Manalarla rakamların tevafukunu biz mi vücuda getirdik? Bu işde bizim irademizin dahli nedir? Maide’deki âyetler ve hadîsler nazar-ı im’anla görenler için yekdiğerinin bürhanıdırlar. Nazarları ekmeklerine ve maaşlarına bağlı olan kiralık âlimler ise, hakikattan ürktükleri ve izharından çekindikleri için beylik tenkid usûlleriyle kendini gösteren ve karihaları icbar eden bu veche-i hakkaniyeti usûl bakımından inkâr ile işin içinden çıkmayı eslem-üt tarîk addetmişler. Güneşe gözlerini kapamakla güneş zâil olmaz. Onların inkârlarıyla Kur’anın ve hadîsin bu hakkanî manzarasını izale etmek mümkün değildir. Duruşmada bütün dünya ilim âlemi müvacehesinde objektif delillerle isbatına hazır olduğumu dava ettiğim bu veche-i hakkaniyet Kur’anın ve onun fer’i olan ehadîsin en ehemmiyetli bir cebhe-i hakikatıdır. Bunu oyuncak zannedenlere ve yapmacık hesabların ve beşerî irade ve tevcihin mahsulü bilenlere meydan açıktır. Kim isterse âyât-ı celilenin bu manzara-i kudsiyesini tahvil etmeğe çalışsın ve bizim eşhas-ı mahsusaya yönelttiğimiz tevcihleri veche-i makuliyetlerini ve münasebet-i kaviyelerini bildirmek üzere onlar da mümkün ise başkalarına yöneltsinler. Madem biz şahsî fikirlerimizi Kur’anı ve hadîsi âlet yapmışız. Ve Kur’anı hâşâ istediğimiz kalıba sokmuşuz. Ebced hesabı da bizim cebimizde değildir. O halde onlar da bu bâbda bir marifet göstersinler ve Kur’an ve hadîsi kendi arzularına uygun bir şekilde diledikleri eşhasın leh ve aleyhine tevcih edebilsinler. Ve meselâ: Biz nasıl Bediüzzaman’ı sevdiğimiz için onun hakkında tevcihat yapabilmiş isek, onlar da sevmemeleri sebebiyle aleyhinde tevcihat yapabilsinler. Ve başka her hangi bir şahsın ve hattâ tek bir ferdin lehinde tevcihat yapsınlar. Bize bu tarîk ile Kur’an ve hadîsle müeyyed tek bir şahıs göstersinler. Ve mümkünse davaları vechile, Kur’anı âlet yapan ve hâşâ tahrif eden Bediüzzaman’ın aleyhine çevirsinler. Bizim kullandığımız usûlleri aynen kendilerine haber verelim, bu hususta irae-i tarîk yapalım. Buyursunlar, meydan açıktır.

Hâyır! Hazret-i Kur’an -hâşâ, bin kerre hâşâ- şahsî fikir ve maksadlara âlet edilmekten münezzeh ve müteâlîdir. Onun her sahası gibi riyazî vechesi de müstekar bir mahiyete mâliktir. Beşerî iradeye, şahsî maksadlara râm olamaz. Kur’anın bu cebhe-i hakikatı, istenildiği gibi tevcihata tâbi’ olamaz. Sebebsiz ve alel’ıtlak yapılan tevcih ve tevafukun ise aslâ kıymeti yoktur. Tevcihe imkân verebilmek için münasebet-i kaviye ve mana tetabuku ve hâdiselerin onu isbat ve teyidi ve şehadetleri şarttır. Maide’de yapılan tevcihat hep bu kabildendir, bürhanlı ve teyidlidirler. Selef-i sâlihînde bazı cüz’î emarat ve inkişafattan başka bu ilim mevcud değildi. Ve meselâ yalnız İstanbul’un fethine yani liva-i Kur’an altına geçmesine dair olan ve aynen 857 tarihini gösteren بَلْدَةٌ‮ ‬طَيِّبَةٌ cümle-i kudsiyesinin vaziyeti gibi bazı tereşşuhattan maada bir vaziyet malûm değildi. Çünki bu ilim, Kur’anın bu veche-i kudsiyesini haber verecek ve bununla Kur’anın ve hadîsin kat’î mu’cizelerini izhar edecek ve onunla zamanın cihanşümul küfr ü dalaletini istîsal edecek memur-u İlahînin vüruduna ta’lik edilmişti.

Bu mu’cizattan çok şâyan-ı dikkat ve bizi titretmeğe yeter bir misal haber vereyim. O da Hazret-i Kur’anın bizim tarafımızdan terkedileceğini ve terkedecek zümreyi kıt’atı, hüviyeti ile yine Hazret-i Kur’anın haber vermesidir. Sure-i Furkan’ın otuzuncu âyet-i celilesi olan وَ‮ ‬قَالَ‮ ‬الرّسُولُ‮ ‬يَا‮ ‬رَبِّ‮ ‬اِنَّ‮ ‬قَوْمِى‮ ‬اتّخَذُوا‮ ‬هذَا‮ ‬الْقُرْآنَ‮ ‬مَهْجُورًا âyet-i kudsiyesinin هذَا‮ ‬الْقُرْآنَ‮ ‬مَهْجُورًا fıkra-i celilesi 1344 rakamı ile bizim tarîk-i Kur’andan udûl ile ahkâm-ı efrenciyeye ittiba’ tarihimiz olan 1926 rakamının tam karşılığını aynen gösterdiği gibi, اِنَّ‮ ‬قَوْمِى‮ ‬اتّخَذُوا cümle-i kudsiyesi ile 1913-1914 rakamı ile o tarihte umûr-u devleti ele alan zümreyi göstermesidir. Ne kadar şâyan-ı dikkattir ki, tek âyetin yan yana olan iki fıkra-i celilesi hem manalarıyla, hem adedî karşılıkları ile yekdiğeriyle şiddetle alâkadar hâdiseleri şekke yer vermeyecek şekilde ve edna bir ferasete mahal bırakmıyacak derecede ayan-beyan izhar ediyorlar ve birbirinin isbatı ve müeyyidesi oluyorlar. Hazret-i Kur’anın bu i’cazkâr vechesi, öyle yalnız bazı esrarşinas mütebahhirîne de münhasır değildir. O herkes için açık ve her sınıftan halkın tecrübesine küşade bir tarîk-i ilimdir. Ve zâten kıymeti de buradadır. Her yaptığımız tevcihin, daha doğrusu Kur’anın ve hadîsin bizzât izhar ettiği işaratın veche-i münasebetini ve esbab-ı ilmîsini mufassalan izah ve isbata her zaman hazırız. Araştıranlar bunu Maide’de kendileri de görebilirler.

Bu bahsin ana mes’elelerine bilâhere tekrar avdet etmek üzere şimdi sayın savcının tenkid ve ithamlarına geçelim.

(Mâba’di gelecek.)

Sayın savcı son mütalaasını iki bölüme ayırmıştır. Bunlardan birincisi: Bizi behemehal cem’iyetçi yapmak ve o suretle cezalandırabilmek gayret ve hırsı ile bir araya topladığı özenişlerinin yekûnü. Diğeri de: Bizim bu memleket ve millete muzır fikirlere sahib olduğumuzu isbat edebilmek kaygısıyla serdettiği delail.

Birinci kısımda sayın savcı çeşitli mugalataları bir araya getirerek ve emarat-ı lafziyeden istiane ederek ve kelimelerin gölgesine sığınarak bizi behemehal uydurma cem’iyet heyülasına yerleştirmek istemiş ve gizli olan Nurcular cem’iyetinde cem’iyetin belirli olan teşekkül formalitesini aramıyacağız diye verdiği bir hükümle bizi mutlaka cem’iyetçi yapmak ve o tarîk ile cezalandırmak istemiştir. Sayın savcı bizde formalite dediği kanunî teşekkül şartını aramıyabilir ve kendine göre hükmünü verebilir. Çünki öyle arzu etmektedir. Ancak kanun sayın savcının bu istekleri hilafına kanunî bir neticeye varabilmek için behemehal kanunî şeraiti arayacak ve hükmünü ona bina edecektir. Sayın savcının son müdafaasını bir dokuma gibi ördüğü garaz ve mugalatalarından birkaç misal göstereceğiz:

1) Cürmün vücuduna yer verebilmek için cürmün evveliyatı hikâye edilirken onbeş sene evvelki Eskişehir iltizamî mahkûmiyeti yani 120 kişiden birkaç kişiyi suçlandırmak yoluyla zevahiri kurtarmak mahkûmiyete kaydedildiği halde ona mukabil daha dört sene evvel cereyan eden ve adlin ve hakkın sesini ve hükmünü ifade eden Denizli beraeti bil’iltizam meskût geçilmiştir.

2) Bilirkişi raporu “Bu hareket sırf bir ilim ve din gayreti ile değil ve sırf talimi mahiyetinde de değil” kayıdlarıyla ekseriyetin yanında cüz’iyete müteveccih tenkidleri muhtevi olduğu ve tenkidsiz bırakmamak suretiyle zevahiri kurtarmak yoluna gidildiği halde; sayın savcı insafsızca bir mugalata ile bunları mutlak bir itham haline kalbetmiş ve bizi suçlandırmak için bunları kat’î mesned yapmıştır.

3) Sayın savcı bu defaki bilirkişi raporunun yazıcılarının kanaatlarını kıymetlendirebilmek ve istinadını bürhan haline sokabilmek için onlar hakkında Türkiye’nin tanınmış ve seçilmiş din ve ilim adamları dediği halde, Denizli raporunu hazırlayan ve üç aydan fazla bir zaman bütün Risale-i Nur Külliyatı üzerinde tedkikler yapan ve hepsi de “Ordinaryüs Profesör” lakabını taşıyan âlimlere edna bir paye vermemiş ve onların ne kendilerinden, ne de raporlarından aslâ bahsetmemiştir. Halbuki sayın savcının tanınmış ve seçilmiş din ve ilim adamları dediği zevatın ilim âleminde kendilerini tanıttıracak en küçük bir eserleri yoktur. Ve kıymetleri, bir etiket âlim olmaktan ileri geçemiyor.

Bilirkişi raporu güya bizim ilmen ve dinen birçok yanlışımızı çıkararak ve birçok hakikatları, siyaset ve mevki’ hatırı için inkâr ederek sathî ve kıymet-i ilmiye taşımayan tenkidlerinin nihayetinde bizi dinen sorumlu yaptığı halde, sayın savcı bu sorumluluğu kanunî bir sorumluluk haline çevirmiştir.

Denizli beraeti daha evvelki hâdiseleri tasfiye etmiş olduğu halde ona kıymet ve değer vermeyen sayın savcı “Yirmi senedir çok gizli bir faaliyet sarfetmiş” gibi ithamlarla şimdiye kadar âdeta gizli kalmış bir faaliyet-i muzırranın kâşifliği şerefini kendine tahsis etmiş ve kendine gelinceye kadar hakikatı kimsenin anlamadığını ifade eder bir tarzda eski tedkiklerin kâffesini itham altına sokmuştur. Halbuki yirmi seneden beri kanunî tedkiklere tâbi’ kılınmış bir malûmiyet hali ortada duruyor. Kanunî daha birçok mugalatalardan başka sayın savcı, Risale-i Nur’un müemmen ve masun şerefini körletmek ve müellifinin muhterem ve muvakkar değerini küçültmek ve kırmak için, mevkiinin nüfuzuna dayanarak kendini mütebahhir, salahiyetli bir profesör mevkiine çıkardıktan sonra birçok hâkimane ilmî tenkidlere girişiyor. Meselâ: Risale-i Nur bir tefsir değilmiş, onda metn-i Kur’anı görmüyormuş. Okuyucularına bir şey öğretme bakımından ilmî bir kıymet ve mahiyet taşımıyormuş. Said’in (Radıyallahü Anh) risaleleri, mahkemelere aid müdafaalar ve saire gibi bir takım muhaverat-ı lisaniye kabilinden bir şeylermiş. Hattâ 81 yanlış cetveli de ileride bu kabil bir risale olacakmış. Said (Radıyallahü Anh) hâdiseleri kerametlere bağladığı için İlahî ve tabiî tasarrufatı inkâr etmiş ve bu suretle mü’minün bihîden ikisini yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu inkârla bir tezada düşmüş imiş.

Bunlar çocukça ve gülünç iddialar ve kanunî makamın vakar ve mehabetine yakışmayan davalardır. Bunlarla çocuklar kandırılabilir. Sonra seylâblarda ve zelzelelerde (Haşiye) ölen imanı bütün hâlis müslümanlar ve masumlar da varmış. Acaba bu çocukların günahları ne imiş. Madem ki maddî manevî suç işleyenlere verilirmiş. Masum çocuklar ve hattâ beşikteki yavrular da mı Nur’a tecavüz etmişlermiş. Said (Radıyallahü Anh) bunları izah etmemiş ve edememiş… Bunlar mi’yar-ı cehalet olan kuru sözlerdir.

Sayın savcının bütün bu müşkillerini hall için ve şâyan-ı hayret bir eser-i feraset gibi bâlâpervazane meydan okuyan mantığını cevablandırmak için, Hazret-i Kur’anın bir tek âyetini haber verelim. Manasını öğrenerek sorularının toptan cevabını alsınlar. O da Esteîzü billah وَاتَّقُوا‮ ‬فِتْنَةً‮ ‬لاَ‮ ‬تُصِيبَنَّ‮ ‬الَّذِينَ‮ ‬ظَلَمُوا‮ ‬مِنْكُمْ‮ ‬خَاصّة âyet-i kerimesidir. Sonra hayır ve şer, mü’minün bîhin ikisi değil, biridir. Kadere inanmanın tafsili ve izahıdır. İyice öğrensinler de ondan sonra ortaya çıksınlar. Kaza ve kader hakkında sayısız te’lifatı bulunan ve bu hususta en yüksek izah tarzlarını vermiş olan bir zâta karşı böyle âmiyane ta’rizler bir kıymet-i ilmiye ifade etmez. İlk iddianamesinde “İlahî ve tabiî” diyen sayın savcı son mütalaasında “tabiî tasarrufat” tabirini kaldırmıştır ki, bu da 81 yanlış cetveli ile mülzem olduğunu gösterir. Böylece basit bilgilerden mahrum olduğu tebeyyün eden bir zâtın, Risale-i Nur gibi eşsiz bir şaheserin okuyanlara bir şey öğretme bakımından ilmî mahiyet ve kıymet taşıyıp taşımadığı mes’elesini takdir etmesine imkân yoktur. Dinî malûmatları vaktiyle ibtidaî mekteblerinde öğrendikleri beş-on fıkıh kaidesine münhasır olanların ve dini yalnız bazı eşkâl ü merasimden ibaret zannedenlerin ve ilmi sadece ahkâm-ı fıkhiye öğrenmekten ibaret sananların, dinimizin ruh-u hakikatından ve esasat-ı İslâmiye ve maâlî-i Kur’aniyenin bîhudud menazır-ı bediinden ve maarif-i Muhammediyenin (A.S.M.) gûna-gûn pür-ihtişamından haberdar olmamaları gayet tabiîdir. Müslümanlık, din hakkında yalnız hristiyanlık telkinatından başka bir şey bilmeyenlerin zannettikleri gibi eşkâl ü merasim, âdât u zevahir dini değil; bütün insanlığın bilumum ihtiyacatına ekmel bir tarzda cevab veren, manayı madde ile te’lif eden, fâniyi bâki ile birleştiren ve tahkim eden hayatın ve saadet-i beşeriyenin hududunu genişleten bir hakikat ve medeniyet dinidir. Dünyayı uhrâ ile bölünmez bir bütün haline getiren, hayat-ı fâniyeyi hayat-ı bâkiye ile düzenleyen ve küllîleştiren en yüksek bir tarîk-i insaniyet ve en âlî bir idare nizamıdır. Cevahir-i İslâmiyenin en feyizli ve mücella bir âyinesi olan Risale-i Nur gerçi bize ahkâm-ı fıkhiye öğretmiyor. Zira kavaid-i ameliye bazı muhtac-ı hall mesail müstesna olmak üzere onüç asırlık bir tekâmülün son merhalesindedir. Bugünkü müşkilat ise, dinin esasatına taarruzların, ruh-u diyanete saldıran müdhiş savletlerin karşılanması ve şecere-i imanın mel’un ihanetlerden ruh ve vicdanlarını istila eden şeni’ dinsizlik salgınının ve ahlâksızlık vebasının önlenmesidir. İşte Risale-i Nur imandan sonra muahhar olan a’mali değil, a’malin istinad edeceği zemin-i imanı ve menba-yı diyaneti ele alıyor. Yıkmak için sayısız insafsızların üzerine çullandıkları bina-i imana vaki’ mel’un tecavüzleri önlemek, kırmak ve onları tesirsiz bırakmak ve iflas ettirmek için savaşıyor. Hakaik-ı ezeliyeyi ilân ediyor. Desatir-i İslâmiyeyi, felsefe-i hakikiyeyi talim ediyor. Desatir-i fıtratı ve hakaik-ı ezeliyeyi tedris ve neşrediyor. Ve hududsuz bir hararet ve bîintiha bir feyz-i mütezayidle coşuyor ve akıtıyor. Ve âleme meydan okuyor. İslâmiyeti kökünden kaldırmak için iblisane ve sinsi metodlarla saldıran ruh-u habasetle boğuşuyor. Silâh olarak da sadece ilim ve hidayet kılınçlarını, maâlî-i Kur’aniye ve hakaik-ı İlahiye nurlarını kullanıyor.

Yüksek bir din profesörü ve bir ilim şahsiyeti gibi tenkidler savuran ve bize dindeki noksanlarımızı ihtar eden sayın savcı, Risale-i Nur’u kötüleyebilmek için ilk iddianamesinde şu yüksek hikmetleri serdeylemişti:

“140 sureden ibaret olan ve yirmiüç senede inzali tamamlanan Kur’an-ı Kerim’e âdeta bir nazire olarak 140 parçadan ibaret olan Nur Risaleleri…” Ve satırlar birbirinden kopya edilmiş bir halde ilk iddianame ve kararnamede aynen münderiçtir. Hususî ahvalde bile bir ilmî tenkid yapabilmek için az-çok bir salahiyet-i ilmiye lâzımdır. 40-50 seneden beri vatanın ve hattâ İslâm dünyasının âfâk-ı ilminde sayılı bir şahsiyet olarak bir necm-i ziyadar gibi parlamış ve nâmağlub bir hüviyet-i ilmiye olarak kabul ve tasdik edilmiş ve muhiti ve erbab-ı ilim tarafından zamanın örneksiz şahsiyeti diye Bediüzzaman adıyla adı konmuş bir şahsiyet-i ilmiyeyi tenkid etmek ve ilmî değerlerini ölçmek için ise, tebahhur derecesinde bir vüs’at-i ilmiye ve kariha-i kâmile lâzımdır. Daha Hazret-i Kur’anın kaç sure olduğundan bîhaber olarak derin bir cehl ü nâdanî içinde pûyan olan bir kariha ile ve yekdiğerinin cehlini anlamıyacak ve eser-i cehli farkında olmayarak yekdiğerinden aynen kopya edecek derecede koyu bir gaflet ve acz-i mutlakla ilmî işlere karışmak insanı nihayet gülünç yapar. Kaldı ki vatandaşın mukadderatını tayinle muvazzaf resmî makamların mümessili olarak böyle bir hale düşmek sadece fecaattir. Ve bu hal şübhesiz idare mevkiinde bulunanların idare eyledikleri câmianın temayülat-ı ruhiyeleri hakkındaki derece-i alâkalarına ve behre-i ilmiyelerine ve o câmiadan kendilerini ne kadar müstağni ve yabancı telakki eylediklerine bir mi’yar teşkil eder. Kur’an-ı Kerim malûm olduğu üzere 140 sure değil, 114 suredir. Risale-i Nur ise aslî adedi 33 Söz, 33 Mektub, 33 Lem’a, 33 Şua olmak üzere 132 adeddir. Bunların ilâveleri ve zeyilleri ayrıca numara almazlar. Bu rakam Muhammed (A.S.M.) ism-i pâkinin beyan-ı adedîsidir ve Fatiha-i Şerife’nin de Allah ve Rahman ism-i şeriflerinin gayr-ı mektub meddeleriyle aded-i hurufudur. İsm-i pâk-i Muhammed’in (A.S.M.) adedî beyanına iki rakam tekabül etmektedir: Birisi 132 rakamı, diğeri de ortadaki müşedded mim tek hesab edilmek şartıyla 92 rakamıdır. Resul-i Mücteba’nın sinn-i şerifleri rakamı 63, şemsî 62’dir. Buna hadîslerde hilafet-i nübüvvet denilen hakikî ve meşru’ hilafetin müddeti olan 30 adedi de ilâve edilince 92 çıkar ki, böylece ism-i pâk-i Muhammed (A.S.M.) hem sinn-i Resulullah’ı, hem de onun namına hakikî şekilde icra edilen hilafet-i meşruanın müddetini gösterir. Ve böylece Peygamber’in hakikî ve hükmî yaşını yani hayat-ı dünyeviyesinin müddetini ifade etmiş olur. Şu münasebet-i adediye bize şâyan-ı hayret bir mu’cize-i İlahiyeyi göstermekte ve adedî beyanların aslâ tesadüfî ve manasız olmadığına bilakis İlahî irade ve kasdın eseri olduğuna delil teşkil etmektedir. Zira ……… 92 olması Zât-ı Pâk-i Risalet’in hayat-ı kudsiyesi ile onun fer’i olan Hulefa-i Raşidîn zaman-ı hayatının o adede göre zuhur etmelerini iktiza ettirmez. Bu hayatların bu adede göre zuhur etmeleri, onların o adede göre ayarlandıklarını ve bu ayarlanmanın o hayat-ı kudsiyelere tasarruf eden ve onları tanzim eden kudret-i âliyenin eseri olduğunu açıkça gösterir. Bu hal Kur’andaki adedî vecihlerin hakkaniyetine açık bir bürhan ve bu veche-i ilmiyeye miftah olacak beyyinelerden biridir ve gayr-ı kabil-i red bir delil-i kat’îdir. Bu itibarla 92 rakamı hayat-ı maddiye-i Muhammediye’nin (A.S.M.) remzî beyanıdır.

132 adedine gelince: Bu aded bütün teşkilat-ı Kur’aniye içinde mündemiç bulunan ve bu itibarla Ümm-ül Kur’an Fatiha-i Şerife’nin de aded-i hurufu olduğundan hakikat-ı Fatiha’yı ve bu tarîkle hakikat-ı Hazret-i Kur’anı ifade eylediği için bu hakaikın hâmili olan ve envâr-ı Kur’aniyenin ma’kesi ve tecelliyat-ı İlahiyenin mir’atı olan maneviyet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) gösterir. Yani erbab-ı hakikat meyanında hakikat-ı Muhammediye tesmiye edilen nur-u risalet ve nübüvveti ve Peygamberimizin tecelliyat-ı İlahiyeye mir’at olan hakikat-ı maneviye ve hüviyet-i nuraniyesini yahud veche-i maneviyesini irae eder. İşte Nur Risalelerinin 132 aded olması, bunların hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) tam feyzine mazhar olarak envâr-ı Kur’aniyeye hakikî ve katıksız tercümanlık yapmakta olduklarını gösterir. Ve hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) tam ma’kesi ve mir’atı bulunduklarını ve nur-u risalet ve nübüvvetin füyuzat ve inşiaatı olduklarını irae eder. Ve bu hal Risale-i Nur’un hakikî mazhariyet ve hüviyetini izhar etmektedir. Bu itibarla Risale-i Nur, nur-u risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) âhirzamandaki bir in’ikas ve tezahüründen başka bir şey değildir. Şübhesiz her ciheti hârika olan böyle bir hakikat eserinin hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) remzi olan 132 adedine tevafuk etmesi, beşerî bir kasd u iradenin tasniine nisbet edilmekten çok uzaktır. Çünki Risale-i Nur’un bizzât kendisi ve şekl-i ifadesi ve tarz-ı tensîkı ve mahiyet-i te’lifi onu ez-her cihet tasni’-i beşerînin çok fevkinde bir hârika olarak göstermektedir. Münasebet gelmiş iken sayın savcının şu sorularını da cevablandıralım:

Ahmed Feyzi şeddesiz iki kerre Muhammed’den (A.S.M.) Bediüzzaman, şeddeli iki kerre Muhammed’den (A.S.M.) El-Kürdî çıkarmıştır. İki kerre Muhammed ne demektir? Muhammed’in şeddelisi, şeddesizi olur mu? Âhirzaman Peygamberi’nin adı Mehmed değil, Muhammeddir.

Sayın savcının bu yüksek ilmî ihtarına doğrusu teşekkür etmek gerek. İlk iddianamesinde de bu mes’eleye şu cümlelerle temas etmişti: “Maidet-ül Kur’anda şeddesiz iki kerre Muhammed’in Bediüzzaman, şeddeli iki kerre Muhammed’in El-Kürdî’ye tevafuk ettiği bulunmuştur. Said-i Kürdî’ye tanınan Bediüzzaman ve El-Kürdî kelimelerini bulmak için, şeddeli ve şeddesiz olarak iki kerre Muhammed kelimesiyle tevafukun bulunmasıyla acaba Said-i Kürdî, Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya mı benzetilmek istenmiştir?”

Elcevab: Lafzatullahın adedî karşılığı 66 rakamıdır. Bunu ikiye katlayınca 132 çıkar ki, yukarıdan beri izah edildiği gibi vechile ism-i pâk-i Muhammed’dir (A.S.M.). Sayın savcı iyi dikkat buyursunlar. Şimdi bu şâyan-ı hayret tevafukun bulunmasıyla Peygamber-i Âlîşan Efendimiz hâşâ Zât-ı Ecell-i A’lâ Hazretlerine mi benzetilmiş oluyor. Lafzatullah yazılı bir levhayı âyinenin karşısına koyar isek, âyinenin içinde aynen bir lafzatullah görürüz. Bu iki Lafzatullahın mecmuu 132 yapar ki, ism-i pâk-i Muhammed’dir (A.S.M.). Bu hakikat bize Zât-ı Pâk-i Risalet’in mir’at-ı İlahî olduğu hakkındaki ehl-i hakikatın beyanlarını izah etmiş olmaz mı?

Sayın savcı dikkat buyursunlar. Aynı mantığı Bediüzzaman hakkında kullanırlarsa, pek hırpalamak istedikleri zâtın âhirzaman Peygamberi’nin (A.S.M.) naziri değil, onun mir’atı olduğu neticesine varmazlar mı? Acaba iki kerre Muhammed’in Bediüzzaman ve El-Kürdî çıkması bizim eser-i icadımız mı? Hele ism-i pâk-i Muhammed’in (A.S.M.) iki nevi hesabının da bir zâtın üzerinde temerküz etmesi bir mu’cize değil midir? Yalnız bu hal, başka hiçbir delil olmasa, bu zâtın mazhariyet-i hakikiyesini isbat etmez mi? O zâtın hem cismaniyet-i Muhammedî’nin (A.S.M.), hem de maneviyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) mir’atı olduğunu göstermez mi? Sayın savcı kahr ü tenkil etmek için uğraştığı zâtın kim olduğuna iyi dikkat buyursunlar. Ve bizim kasdettiğimiz manaları biraz daha iyice teferrüs buyurarak üzerimize öyle hücum etsinler. Şeddeli şeddesiz Muhammed olur mu imiş diye bize ders-i fetanet veren sayın savcıya, biz de bilmukabele bir ilim dersi verelim:

Malûm olduğu üzere Arab lisanı mutlaka okunduğu gibi yazılmaz. Yazıldığı halde okunmayan harfler çok olduğu gibi, okunduğu halde yazılmayanlar da vardır. Hemze-i vasıllar ve lâm-ı tariflerin hemzeleri halet-i vasılda okunmayanlara misal olduğu gibi; Allah ve Rahman ism-i celillerinde lâm ve mim’i çeken elifler yazılmadıkları halde okunanlara misaldir. Şeddeli harfler aynı cinsten iki harf oldukları halde tek harf yazılır ve iki harf okunurlar. Bazı harfler ise aslında mevcud olduğu halde hem yazılmaz, hem okunmaz. Meselâ Elhamdülillah cümle-i kudiyesindeki “lillah”, لالله olduğu yani lâm-ı ta’lil ile lafzatullahtan mürekkeb olduğu halde elif hem yazılmaz, hem de okunmaz. Keza lâm-ı ta’lil, lâm-ı tarifin başına gelirse lâm-ı tarifin hemzesi okunmaz. İşte hesabat bu eşkâl nazar-ı itibare alınmak suretiyle bir usûl-ü mazbuta ve muntazama dâhilinde icra edilir. Okunuşa göre hesabat, yazılışa göre hesabat, her ikisinin mecmuuna göre hesabat, aslında mevcud olduğuna göre hesabat (tenvinleri nun saymak, okunuşa göre hesabat meyanındadır). Bu eşkâl-i hesabatın hepsinin de ayrı ayrı ve müstakil manaları vardır. İşte lafz-ı pâk-i Muhammed’in (A.S.M.) bir yazılışa göre, bir de okunuşa göre iki türlü hesabatı buna binaendir. Ve her iki türlü hesabın ayrı ayrı manalara delalet ettiğini ve ayrı ayrı iki veche-i hakikatı gösterdiğini yukarıda gördük.

Bir hakikatı daha ilâve edelim ki, cevablarımız muzaaf bir bürhan halini alsın: Fatiha-i Şerife mektub ve melfuz 132 harfini yukarıda gördük ki, ism-i pâk-i Muhammed’in karşılığıdır. Lâkin “Lillah” kelime-i kudsiyesinde mündemiç hem yazılmayan, hem okunmayan İsm-i Celal hemzesi de vardır ki, bununla Fatiha-i Şerife’nin aded-i hurufu 133 olur. Bu 133 adedinin 132 kısmını ism-i celil-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın remzi olarak ayırsak geriye 1 adedi kalır ki, vahdaniyet-i İlahiyenin remzidir. Ve zâten Lafzatullah’ın hemzesi olmak itibariyle Zât-ı Akdes-i Uluhiyet’i gösterir. Bu Lâ ilahe illallah kelime-i kudsiyesinin manasını ifade eder. 132 de risalet-i Muhammediye’nin remzi olunca, bu da Muhammedür Resulullah değil midir? Ve bu itibarla 133 rakamında hem Lâ ilahe illallah, hem Muhammeddür Resulullah cümle-i kudsiyeleri mündemiç olmuyor mu? Yani kelime-i şehadet, Fatiha-i Şerife’nin aded-i hurufuyla da ifade edilmiş olmuyor mu?

Sâniyen: 132 rakamını mir’at-ı Muhammedî (A.S.M.) kabul ettiğimizde 1 rakamı o mir’atta tecelli etmekte olan Zât-ı Vâhid-i Ehad Hazretlerini göstermiyor mu? Ve böylece Peygamberimizin mir’at-ı İlahî olduğu, ikinci bir manzara ile tezahür etmiyor mu?

Sâlisen: Bu 133 rakamı Besmele-i Şerife’nin 19 rakamının yedi mislidir. Yani 133 rakamında yedi defa Besmele-i Şerife mevcuddur. 7 ise Fatiha-i Şerife âyetlerinin adedidir. Demek Fatiha-i Şerife’nin harfleri miktarınca harf alınmış ve Fatiha-i Şerife o suretle inşa edilmiştir. Besmele-i Şerife’nin miftah-ul Kur’an olduğu da hadîs ile sabittir. Demek Fatiha tam tamına 7 Besmele mikdarı harften yapılmıştır. Veyahut Besmele Fatiha’nın 7 müsavi parçasından birine muadildir. Bu da Besmele-i Şerife’nin Fatiha’dan olduğuna dair hadîslerin manasını açıklıyor ve tasdik ediyor. Sonra bütün surelerin adedi 114’tür. Buna Besmele-i Şerife’nin aded-i hurufu olan 19 ilâve edilince mecmuu 133 yapmaktadır ki, böylece surelerin adedi, Besmele-i Şerife’nin aded-i hurufunun tam tamına, eksiksiz ve noksansız altı mislidir. Demek ki bir Besmele mikdarı kadar daha sure olsa idi, sure adedi hem 133 olur, hem de Besmele-i Şerife’nin aded-i hurufunun yedi misli yani Besmele mikdarınca sure olması îcab ederdi. Bu kıyasa göre sure-i celile adedi, Besmele’nin altı misli olmuş; yedinci makamına da âdeta 19 sure yerine geçmek üzere Besmele-i Şerife bizzât oturmuştur. Bu suretle sure-i celile adedi 114, miftah-ul Kur’an olan Besmele-i Şerife 19 sure hesab edilmek veya o makamda kabul edilmek üzere 133 olur ki; kelime-i şehadetin remzi olan bu rakamda hem suver-i Kur’aniyenin mecmuu, hem miftah-ul Kur’an olan Besmele o miftah kaç defa kullanılmak suretiyle bu teşkilatın vücuda getirildiğini bildiren Fatiha-i Şerife’nin yedi âyeti mevcud olmuş olur. Bu manzara-i âli-l âl bize ne müdhiş esrar ve hakaikın ve tertibat-ı İlahiyenin karşısında bulunduğumuzu ve yukarıdan beri izah edilen adedî münasebetlerin nerelere kadar dayandığını ve Kur’anın gelişigüzel bir eser olmayıp, her sahasının birbirine tamtamına mutabık bir tertib-i ezelî olduğunu bedahetle gösterir.

Sure-i celile-i Kur’aniye adedi: 114 Besmele-i Şerife hurufu: 19

114+19= 133

Fatiha-i Şerife’nin aded-i âyâtı: 7 Besmele-i Şerife hurufu: 19

19x 7= 133

Lâ ilahe illallah:1 Muhammedür Resulullah: 132

1+132=133

Sayın savcının yüksek feraset eserlerinden birisi de, “Sellemehullah” tabirini anlayışında ve Üstad’ı, Hasan Sabbah Kefersutî’ye benzetişinde buluyoruz. Güya “Sellemehullah” tabiri Peygamber’e ıtlak edilen salât ü selâmdanmış. Onu Peygamber’in gayrıya ıtlak, onun peygamberliğini iddia demek imiş. Nurcular Said-i Kürdî’yi peygamber yapmışlarmış.

Cevab: Ülema beyninde mütearef ve müstamel bir edeb-i müstahsen olmak üzere Peygamber-i Âlîşan Efendimizin ism-i pâk-i mübarekleri akabince “Aleyhissalâtü Vesselâm” yahud yalnızca “Aleyhisselâm”, Sahabe-i Kiram zikredilince “Allah ondan razı olsun” manasında “Radıyallahü Anh”, Tâbiîn ve ondan sonra gelen rical-i ümmet hakkında da “Allah selâmette kılsın” manasına “Sellemehullah” kullanılır. Salât ü selâm Peygamberimizden maada onun âl-i pâkine de şamil olduğu için Ehl-i Şîa sâdât-ı kiram hazeratına da “Aleyhisselâm” kullanırlar. Hazret-i Gavs-ı A’zam gibi evliyaullahın ve kümmelînine de “Radıyallahü Anh” dendiği çok kerre vaki’dir. Bunlar dinde bir vücub ifade eden nasslar değil, müstahsen teamüllerdir. Bilhassa “Sellemehullah” tabiri tam yerinde kullanıldığı halde, kıllet-i malûmatlarından dolayı bunu da farkedememişlerdir. Ve ganîmet bulmuş gibi, bu vesileyi de bize yüklenmek için bir fırsat telakki etmişlerdir.

Hasan Sabbah mes’elesine gelince: Bu adam İslâm tarihinde sayılı din yıkıcı deccallardan birisidir. Malûm olduğu üzere âhirzamanda bir gözü kör, din yıkıcı hakikî deccal gelmezden evvel lâakal 27 veya 30 deccalın geleceği hadîslerde musarrahtır. Bu hadîslerden ikisini okuyalım:

1) فى‮ ‬امتى‮ ‬كذابون‮ ‬دجالون‮ ‬سبعة‮ ‬و‮ ‬عشرون‮ ‬منهم‮ ‬اربعة‮ ‬نسوة‮ ‬و‮ ‬انى‮ ‬خاتم‮ ‬النبيين‮ ‬لا‮ ‬نبى‮ ‬بعدى

2) ان‮ ‬بين‮ ‬يدى‮ ‬الساعة‮ ‬الدجال‮ ‬كذابين‮ ‬ثلاثين‮ ‬او‮ ‬اكثر‮ ‬فاما‮ ‬آتيهم‮ ‬قال‮ ‬ان‮ ‬يأتوكم‮ ‬بسنة‮ ‬لم‮ ‬تكونوا‮ ‬عليهما يغيرون‮ ‬سنتكم‮ ‬و‮ ‬دينكم‮ ‬فاذا‮ ‬رأيتموهم‮ ‬فاحذروهم‮ ‬و‮ ‬عادوهم‮ ‬غلاة

Şîa’nın en azgınlarından olan ve İslâm tarihinde çok fazla ifsadat yapmış olan İblistıynet bir adamı, sünnet-i Muhammediyenin ve ahlâk-ı Ahmediyenin hâmili ve lâbisi bir zât-ı kerim-üs sıfât ile ve حامل‮ ‬القرآن‮ ‬حامل‮ ‬راية‮ ‬الاسلام‮ ‬من‮ ‬اكرمه‮ ‬فقد‮ ‬اكرم‮ ‬الله‮ ‬و‮ ‬من‮ ‬اهانه‮ ‬فعليه‮ ‬لعنة‮ ‬الله hadîs-i şerifine hâssaten mazhar bir alemdar-ı hidayete nisbet ve teşbih etmek, garaz ve insafsızlığın en üstün şeklidir. Mahkeme günü halk toplanıyorlarsa, bunları bir kimsenin teşvik ile toplamasına acaba imkân var mıdır? Bu toplanma devleti ve adliyeyi bir tehdiddir de, niçin sayın savcı vazifesini yaparak bunları hapishanelere ve mahkemelere sevketmiyor?

Kefersutî teşbihine gelince: O güya ahlâk ve mişvar itibariyle Üstad’a benziyormuş. Devlete isyan etmiş yüz bin kişi baltalı ordusu varmış. Sonra tutulup asılmış. Bunlar tarihte olağan hâdiselerdir. Fakat sayın savcı unutuyor ki, Üstad’ın baltalı ordusu yoktur. Buna mukabil, “Aman sakın siyasî bir cereyana kapılmayın, bir partiye girmeyin, farkında olmayarak siz de garazkârlığa kapılır ve zulümkârlığa taraftar olursunuz. Particilik, tarafgirlik yapmakla siz de zulümkârlık zihniyetine sürüklenirsiniz. Bize hizmet-i Kur’an yeter. Elimizde şimdikinin yüz misli de kuvvet olsa, yine Nur’a sarfedeceğiz. Elimizde Nur var, topuz yok.” diye telkinatta bulunan ve bana zulüm yapanlar eğer Risale-i Nur’la imanlarını kurtarsalar da bid’at ve dalaletten vazgeçseler ve ba’dehu bu yüzden beni i’dam etseler yine onlara hakkımı helâl ederim diyen bir İlahî rahmet müjdecisinin munis ve lütufkâr sesi var. Sonra Kefersutî ve saire gibi insanlardan hangisinin elinde Risale-i Nur gibi feyyaz bir hakikat-ı şamile ve nur-u ilim mevcuddu. Sonra milyonlarca insanın okuduğu tefsirler olabilir. Ve o kütüb-ü diniye etrafında bir müntesib kitlesi toplanmayabilir. Fakat o zaman din tahsil evleri harıl harıl çalışıyor ve halkın vicdanî ve imanî ihtiyaçlarına şifabahş oluyordu. Lâiklik bahanesiyle dinin tedrisi men’ edilen ve Kitab-ı Mukaddese’nin öğrenilmesi Arabça dinî tedrisat yapıyor diye baskınlara uğrayan, mahkeme kapılarına dökülen bir milletin her mihneti göze alarak fedakâr bir fazilet ve hakikat naşirinin etrafında bir hale-i muhabbet ve vefa ve muavenet teşkil etmişlerse, bunu bir gizli cem’iyet formülü ile boğmak ve ifna etmek için yapılmadık tertibler bırakılmazsa, bu millet hukukunu kime arz edecektir? Bunlar Nurcuyum demişler, Medrese-i Nuriye demişler, mahkemenin yargılamasıyla alâkası olmayan bir insana Medrese-i Nuriyemize kaydedilen dediği için sanıkların gizli cem’iyet kurdukları anlaşılmış. Metbu’ demek, gizli cem’iyetin başı demek imiş. Said Nurculara Nur talebesi dediği için, müntesibler kendinin değil, Nurcular cem’iyetinin talebeleri imiş. Said’e Mehdi demişler, Peygamber demişler. Cennet’in kapısını başkalarına kapamışlar. Bunlar milletimiz içinde ayrı varlıklar imiş. ilh… Vatandaşın cibillî ve aslî hukukunu ayak altına almak için ne plânlı ve ustalıklı hücumlar ve ithamlar… Dünyada kelimelerin kalıbı o kadar mı katıdır ki, behemehal sayın savcının istediği manaları ifade etsin. Cinas, istiare, kinaye, teşbih artık insanların karihalarından tamamen silindi mi? Denizli Mahkemesi sandıklar dolusu kitab ve evrakı tedkik etti. İçlerinde belki yüz milyon kelime vardı. Bunların içinde suç olarak bir tek cem’iyet kelimesi bulunmuş mu? Cinaslardan ve teşbihlerden faidelenerek bir cem’iyet heyulası ihdas etmek, kanunşinaslığın ve vatandaş hukukunun şerefine çıkar mı? Bu devletin emniyeti dinsizlik ile mi kaimdir ki, dindarlığımız ve dinî hakikatları öğrenmek ve öğretmek cehdimiz devlet emniyetini ihlâl sayılıyor? Acaba bu devlet, dinsizlerin devleti midir? Veya dinsizliği ve dinsizleşmeyi kendine gaye edinmiş midir? Madem ki devlet lâiktir, bizim dinimize ne karışıyor? Bizim eşrat-ı saat mes’elelerini öğrenmemiz, dilediğimize Mehdi ve saire dememiz, onu ne alâkadar ediyor? Zât-ı Uluhiyet’in alenen inkâr edildiği ve erkân-ı dinin müftehirane tezyif edildiği ve onun yerine fâniler …… edilerek kendilerine hâşâ yaratıcılık isnad edildiği bir devirde, bizim bir insana Mehdi dememiz çok mu büyük bir cürümdür? Mehdi, peygamber değildir. Fevk-al beşer de değildir. Din-i celil-i İslâm’ı i’zaz ve i’lâya ve neşr-i hidayete memur bir insandır. Fakat teyid-i Muhammedî’ye (A.S.M.) mazhar bir insandır. Mehdi kelimesi, mervi mebni gibi ism-i mef’uldür. Hidayete nail olmuş manasınadır. Bunda ne gibi fevkalâdelik var da tehaşî buyuruluyor? Mehdiyim diye dava eden yok. Ortada Menemen’in esrarkeşleri de yok. Ortada bir hakikat-ı ulyâ, bir nur-u kudsî meydandadır. Eğer Mehdi insanların hidayetine sebeb olan bir insan demek ise, bu kadar evsaf-ı bergüzide ile neşr-i hidayet yapan bir insana ve esere Mehdi demek, ne gibi bir tezad ve eblehliği îcab ettiriyor? Sayın savcının bütün suallerine cevab vermek için cildler doldurmak lâzımdır. Fakat zamanın müsaadesizliği bizden bu imkânı almaktadır. Yalnız kemal-i tehevvürle serdettiği sualleri de cevablandırmak bir zarurettir.

“Mevzu ile ilgisi olmadığı halde millî inkılabın bazı tarîklerini dinsizlik göstermek isteyen Said-i Kürdî, hükûmetin kanunlarına tecavüz etmeyi ve millî inkılabı dinsizlik gibi göstermeyi hedef tutmak suretiyle hareket eden Said-i Kürdî inkılab hareketlerini münafıklık, zındıklık, dinsizlik ve zalim olarak tavsif eden ve yurdumuzda böyle bir zümre olduğunu ileri süren Said-ül Kürdî… “Bu ithamlara göre biz millî inkılabı, hâssaten şapka giymeyi dinsizlik addediyormuşuz. Kılık kıyafet mes’elesi olan, kalbdeki iman ile alâkası olmayan böyle sathî mes’eleler yüzünden devleti kötülüyor ve muzır telkinler yapıyormuşuz. Halbuki memlekette ne dinsizlik varmış, ne de dinsiz bir zümre mevcud imiş. Herkes câmilerde istediği gibi namaz kılabiliyormuş. Din ve dindar aleyhine hiçbir şey yokmuş.

Cevab: Eğer dinsizliğin cismanî bir mevcudiyeti olsa idi, işe geldiği zaman böyle şimdiki gibi inkâr o kadar kolay olmazdı. Yahut din yıkıcılığı maskeli ve kurnazca formüllerle aldatıcı ve şaşırtıcı plânlarla yapılmasa idi, o zaman dindarı tenkil ve onun hakk-ı itirazını boğmak o kadar kolay olmazdı. Sayın savcıya soruyoruz: Umûr-u maneviyeden olan ve vicdanlarda barınan dini yıkmak ve onu unutturmak ve vicdanlardan silmek için onun tedrisini men’ etmekten daha müessir bir tarîk var mıdır? Din tedrisatı, dinin yegâne medar-ı beka ve zıman-ı mevcudiyeti değil midir? Ve onun üsare-i hayatı değil midir? Din tedrisatının men’i, dinin belkemiğine indirilen en kahhar bir ölüm darbesi değil midir? Biz bu vartalara dinimizi öğrenmek, imanımızı kaybetmemek endişesiyle düşmüş değil miyiz? Memleketimizde lâikliği barındırmak bahanesiyle İslâm dinine ve müslüman halkın vicdanına indirilen müdhiş ve kahhar darbe ve elîm sû’-i kasd ve tahakküm olmamış olsaydı, bugün biz burada mevcud bulunacak mı idik?

Bugün 40 yaşına kadar yetişen nesil hangi imanın sahibi ve hangi dinin sâlikidir? Koca bir nesli dinden, imandan soymak, bir milleti tam mürted bir hale getirmek için bundan daha kurnazca plân ve tarîk mevcud mudur? Bolşevik diyarında “Din afyondur” diye alenen men’ edildi. Fakat bu açık darbe, dini kaldıramadı, vicdanlardan din hissini sökemedi. Fakat bizim memlekette dinin bazı eşkâline müsaade edilir gibi hareket edilerek esas plân gizlendiği için tesir daha kahhar oldu. Bugün münevver gençlik dinsizliği medar-ı şeref, dindarlığı zillet ve meskenet sayıyor. Devlet reisliği makamından “Dinin tabiat kanunları dışındaki hayaller” olduğu ilân edilmemiş midir? Devlet idaresi makamından dinin zehir olduğu söylenmedi mi? Beş-on safdil müslümanın câmilerde merasim kabilinden ibadet yapmasına müsaade edilmesi, zevahiri kurtarmak ve aks-ül amele meydan vermeyerek plânı daha kuvvetle tatbik etmek ve müessir kılmak için değil midir? Madem lâiklik Kanun-u Medenî’nin esbab-ı mûcibe-i layihasına göre dinin hüküm halinde kanunlara girmemesi demekti ve madem ki din, devlet nazarında ve vicdanlarda kaldıkça muhteremdi ve masundu. Ve madem ki lâiklik dine hakikî müebbed bir taht olarak vicdanları tahsis ediyordu. O halde dini vicdanlardan söküp çıkarmağa, din tedrisatının men’ine ve onu unutturmağa ne lüzum vardı? Ve madem ki eski ve yeni Anayasa Kanunu Türk’e aslî ve cibillî hak olarak din ve vicdan hürriyetini tanıyordu. Dinin tenkil ve tezyifi için 25 sene bilâ-ârâm çalışmanın ve gayretin ve dinsizleşmek için a’zamî bir taassubla faaliyet sarfetmenin manası ne idi? Demek ki yukarıdaki parlak va’dler, bir iğfal ve aldatma formülünden başka bir şey değildir. Din yıkıcılığı nasıl olmalı? Allah akidesi yeminlerden ve mahkemelerden dahi kaldırılmakla, bu milletin terakki teceddüdü ne kazanmıştır? Çocuklarımızın masum gönüllerine, âmentü yerine “Türküm, doğruyum, yasam büyüklerimi saymak, küçüklerimi korumak, yurdumu, ulusumu özümden çok sevmek” gibi ölü ve …… formüller doldurmakla bu milletin fazileti ne kazanmıştır? Sayın savcı hangi dinden ve dinî mevcudiyetten bahsediyor? Ölü ve şekilden ibaret olan isimden mi bahsediyor? Dinin üsare-i hayatı kurutulduktan sonra kalan posadan mı bahsediyor? Azlıklara Lozan Sulhu îcabınca bahşedilen her nev’ din ve vicdan hürriyetinin Türk ve Müslüman câmiasından esirgendiğinden mi bahsediyor? Bu hal imansızlığın ve imansızlık metodunun takib edildiğinin bir delili ve bariz bir alâmeti değil midir?

Sayın savcıya soruyorum: Bu millete 25 seneden beri dinini öğrenmesinin men’ edilmesi, hangi kanuna dayanılarak yapılmıştır? Vatandaşın aslî ve cibillî haklarından olan ve Anayasa ile teyid edilen bu hakk-ı hürriyeti milletin elinden alanlar hangi salahiyete dayanmışlardır? Bu haklı şekvayı yükselten bir insana inkılab düşmanı, vatan ve rejim aleyhdarı demeğe kimin hakkı var? Haklarımızı aramamak ve söylememek mi fazilettir?

Sayın savcı bizi duruşmada mevzu-u bahs edilen bir mes’ele hakkında şiddetle sıkıştırmaktadır. Memleketin nizam ve ahengini bozmamak için, bu hususta tamamen açıklama yapmamayı bir vatan borcu bildiğimizden savcının açık ithamlarını kısmen kapalı olarak cevablandıracağız. Fakat bu hususta kendimiz sahadan çekilerek, sayın savcının tabiriyle İlahî ve kudsî makamın sahibi olan Zât-ı Pâk-i Risalet’e vekalet vereceğiz.

Savcının ithamı: Millete ve memlekete hizmet, dine hizmettir. Atatürk hayatı boyunca bu yurda ve Türk Milletine hizmet etmiştir. Onun bir cihan-ı husumete karşı gelerek Türk vatanını düşman çizmesinden, Türk Milletini zincir-i esaretten kurtarması, istisgar edilecek bir hizmet midir?

Cevab-ı Risaletpenahî:

1) انه‮ ‬ستفتح‮ ‬لكم‮ ‬مشارق‮ ‬الارض‮ ‬و‮ ‬مغاربها‮ ‬و‮ ‬ان‮ ‬عمالها‮ ‬فى‮ ‬النار‮ ‬الا‮ ‬من‮ ‬اتقى‮ ‬الله‮ ‬و‮ ‬اوفى‮ ‬الامانة

2) ستفتح‮ ‬مشارق‮ ‬الارض‮ ‬و‮ ‬مغاربها‮ ‬على‮ ‬امتى‮ ‬الا‮ ‬و‮ ‬عمالها‮ ‬فى‮ ‬النار‮ ‬الا‮ ‬من‮ ‬اتقى‮ ‬الله‮ ‬وادّى‮ ‬الامانة

İtham: Süfyan adında bir İslâm Deccalı zuhur edeceğine dair bir hadîs yoktur.

Cevab:

احذركم‮ ‬سبع‮ ‬فتن‮ ‬تكون‮ ‬بعدى‮ ‬فتنة‮ ‬تقبل‮ ‬من‮ ‬المدينة‮ ‬و‮ ‬فتنة‮ ‬تقبل‮ ‬بمكة‮ ‬و‮ ‬تقبل‮ ‬من‮ ‬اليمين

‮ ‬و‮ ‬تقبل‮ ‬من‮ ‬الشام‮ ‬و‮ ‬فتنة‮ ‬تقبل‮ ‬من‮ ‬المشرق‮ ‬و‮ ‬فتنة‮ ‬تقبل‮ ‬من‮ ‬المغرب‮ ‬و‮ ‬فتنة‮ ‬تقبل‮ ‬من‮ ‬بطن‮ ‬الشام‮ ‬

و‮ ‬هى‮ ‬فتنة‮ ‬السفيانى

Sayın hâkimler! Süfyan hadîslerindeki kayıdlar, Süfyan değil, yâ-yı nisbî ile Süfyanî’dir. Sonra Şam mes’elesinden murad, bildiğimiz vecihle Suriye’deki Dımışk şehri değildir. Kamus’un kaydına göre Şam, Kâ’be’nin sol ve şimal tarafına düşen ülkelerin adıdır. Dımışk şehri, Şam ülkesinin şehirlerinden biridir. Kâ’be’nin canib-i yeminine Yemen denildiği gibi, Şam lügatta sol ve şimal taraf manasına gelir. “Batn” kelimesi ise, Batn-ı Mekke tabirinde görüldüğü gibi, karib-i Mekke yani bir şehrin civarı ve ahalisi ve şehre yakın yerler manasınadır. Bu kelimeyi, bugün kullandığımız “banliyö” kelimesi ifade eder. Tabiî bir şehrin havalisiyle, bir ülkenin veya ülkelerin havalisi vüs’at ve imtidad bakımından aynı şeyler değildir.

Sayın savcının en kuvvetli ve bütün davanın merkez-i sıkleti ve baş mahreki olan ithamına gelince: Bu hususta yüzde yüz bürhan teşkil edecek her nev’ ilmî vesaike mâlikiz ve bunları arz u izaha da hazırız. Lâkin duruşmada bu cihet mevzu-u bahs edilmediği için sayın savcının kuvvetli tahrik ve ithamlarına rağmen, memleket nizam-ı içtimaîsinin selâmeti bakımından bu hususta ihtiyar-ı sükût ediyoruz.

Sayın hâkimler! Eğer bir insanın menfî düşünüşü, ilmî ve samimî kanaatları, idarî cihazın hatalarını belirtmesi, tenkid etmesi, umumî kanaatlara aykırı fikirler taşıması, hâmili olduğu ilmin îcablarını kayıdsız şartsız açıklaması, bir insanın cezalandırılması için kâfi bir sebeb ise; huzurunuzda bulunanların en çok mûcib-i ceza olanı benim. Benim kanaatlarım hakikata menfîdir. İçinde bulunduğumuz durumu aslâ iyi görmeyen ve beğenmeyen bir adamım. Bu itibarla bana ne kadar ceza verirseniz haklısınız. Lâkin kanaatlarımda samimiyim. Zira kanaatlarımda ilmîyim. İlmin berrak sesinin arkasına düşmüşüm. Yanlış olabilirim, fakat bütün varlığım hüsn-ü niyetten yapılmış bir insanım. Elinizde iki ilmî kitab da benim nihayet ilim endişesi peşine düşmüş mahiyetimin bürhanıdırlar. Bir ilim yolcusu menfî görüşe sahib olabilir. Bunun siyasî manası olamaz. Eğer ilmî araştırmalar muayyen çenberler içinde sıkıştırılırsa, onun ilim olmasına ve hakikî feyzini vermesine imkân yoktur. Beni yazdığım kitabdan ve taşıdığım menfî kanaatlar yüzünden mahkûm edebilirsiniz. Fakat bu hükmünüz, Sure-i Maide’nin 45, 46, 47’inci âyetleri olan:

ومن‮ ‬لم‮ ‬يحكم‮ ‬بما‮ ‬أنزل‮ ‬الله‮ ‬فأولئك‮ ‬هم‮ ‬الكافرون

ومن‮ ‬لم‮ ‬يحكم‮ ‬بما‮ ‬أنزل‮ ‬الله‮ ‬فأولئك‮ ‬هم‮ ‬الظالمون

ومن‮ ‬لم‮ ‬يحكم‮ ‬بما‮ ‬أنزل‮ ‬الله‮ ‬فأولئك‮ ‬هم‮ ‬الفاسقون

âyet-i celilelerini okuyan ve onlara inanan ve bu âyet-i celilelerin manalarını söyleyen bir adama ceza vermeğe benzer. Son sözümü Hazret-i Kur’ana terkediyorum:

حَسْبُنَا‮ ‬اللّهُ‮ ‬وَ‮ ‬نِعْمَ‮ ‬الْوَكِيلُ

Ahmed Feyzi

Haşiye: Bediüzzaman Hazretlerinin İzmir, Erzincan zelzelesi münasebetiyle yazdığı zelzele risalesi, savcının bütün müşkillerini hallediyor.ص‮.‬ج

Ahmed Feyzi [Mahkemeye son verilen tahliye dilekçesi][değiştir]

Mahkemeye son verilen tahliye dilekçesi

Afyon Ağır Ceza Başkanlığına

Aleyhimizdeki bütün itham sebebleri ve mahkûmiyet âmilleri yüksek Yargıtay’ın müdellel bozma kararına göre cürüm mevzuu haricinde kalmıştır. Mevkufiyet ve mahkûmiyetimizin imkânı, Eskişehir ve Denizli’de gereği icra kılınmış mevaddan maadasının bulunup çıkarılmasına vabestedir. Ortada mevkufiyet ve mahkûmiyeti mûcib sarih ve kat’î ve müsbet bir delil olmadan sırf ihtimal ve imkâna dayanan bir mesned yüzünden vatandaş mevkufiyetinin temadisine rıza göstermek, hiçbir adalet ölçüsüyle kabil-i te’lif değildir. Maamafih mukadder cezaları da hemen hemen yatmış bulunuyoruz. Hiçbir fâni emel ve maksada tenezzül etmeyen, saf bir iman ve fazilet sevgisi yüzünden ve dinimizin kudsî hakikatlarını rehber yapmamız ve onun müsbet ve menfî ahkâm ve evamirine kulak vermemiz ve Allah (Celle celalühü) ve Resulünün (A.S.M.) reddettiklerini reddetmemiz ve ancak şerlere ve dinsizlere ve onun âmillerine karşı imanen bir muhalefet ve takbih ruhu taşımamız dolayısıyla dokuz ay Denizli’de, onsekiz ay Afyon’da tam bir gurbet ve mahrumiyet haliyle maruz kaldığımız ızdırab gözönüne alınarak vicdanlarınızca da müsellem olan ve meydanda bulunan elîm mağduriyetimize bir nihayet verilmesini ve son bir cemile olarak tahliyemize karar vermenizi saygılarımla rica ederim.

İlâvesi

İlim ve din ve fazilet ve hakikat yolcularının kahr u tenkile maruz bırakılması; imana değil küfre, fazilete değil şerre, nura ve hakikata değil zulme ve dalalete muavenet manasını ifade eder. Yüzde doksanbeşi müslüman olan bu asil ve mazlum milletin taşıdığı ruh-u imanın ve nisbet-i kudsiyenin hatırını sayınız. Müslüman âbâ ü ecdadın evlâdları olduğunuzu nazara alınız. Müslümanın dalkavuk olamıyacağı ve hakikatları aslâ faramuş edemiyeceğini de düşününüz. Bu asil milletin bir hâle-i şeref halinde 1000 seneden beri taşıdığı fazilet ve hakikat kaynağı yüksek müslümanlığın o millet için mûcib-i töhmet olamıyacağını ve bu milletin müslümanlığı sebebiyle kahr u tenkile müstehak bulunmadığını kabul ediniz. 25 seneden beri milletin göğsünden imanını söküp çıkarmak için millete reva görülen enva’-ı tezvirat ve ifsadatı, çeşitli ihanet ve hıyanetleri, gaddarlık ve insafsızlıkları müslüman vicdanlarınız görsün. Milleti topyekûn irtidada ve dinsizliğe ve ebedî helâk-i mutlaka sevketmek isteyenlerin ve dini tabiat kanunları dışındaki hayaller diye alenen tezyif ve inkâr edenlerin ve “Din zehirdir” na’rasıyla milletin imanını i’dam etmeğe ve bu vatanda müslümanlığı yok etmeğe pervasız çalışanların maksadlarına ve milleti müslümanlıktan dolayı mahkûm etmeğe uğraşanların kötü emellerine yardımcı olmayın. Vicdanınızın sesini fâni îcablara zebun kılınca, yarın Huzurullah’ta itizara yol kalmayacağını hatırlayınız. Beşeriyet için yegâne felah u saadet kaynağı, nur hazinesi olduğu bütün cihan-ı mütefekkir ve âlem-i insaf ve irfanca kabul ü teslim edilen müslümanlığın irtica’ olamıyacağını, irticaın ancak dinsizlik ve dalalet-i ruhiye yoluyla insanları fetret ve cehalet asrının karanlıklarına götürmek isteyenlerin, ilhad ve irtidada ve şamanperestliğine, Yahudi masonluğuna sürüklemek isteyenlerin, küfrü ve imansızlığı din yapmak, her türlü fazilet ve insaniyet his ve idrakine yer vermeyen kör ve sağır tabiat ve esbabperestliğe rücu’ etmek, her türlü necaib-i âliyenin kökünü kesen koyu bir dalalet ve kasvet ruhunun kaba ve haşin hissizliğine, insafsızlık ve gaddarlığına ulaştıran katı ve meş’um maddeperestliğe, menfaat ihtirasına ve azgın hodgâmlığa döndürmek isteyenlerin yolu olduğunu düşününüz. Evet şübhe yoktur ki, irtica’ beşeriyeti huzur ve istirahattan mahrum eden, hodgâmlıkları azgınlaştıran, vicdanları nasırlaştıran, hissiyat-ı necibaneyi, merhamet hürmet vefa ve sadakat hislerini söndüren dinsizlik ve maddeperestlik yoludur. Her türlü iffet ü namus kaygılarını silip süpüren, insanları iğrenç ve mübtezel bir fuhuş bataklığının müteaffin gayyasına ve en korkunç bir hayvanî soysuzluğa sürükleyen fezahat-ı ahlâkiye ve şenaat-ı sefihane mürevviclerinin yoludur. Milletin kazandığı zaferi istismar ederek ve onu basamak yaparak, onun bütün ahlâkî ve imanî servetini ve manevî kıymetlerini ve onların mesnedi olan mukaddesatını hurafe adıyla i’dam ve ifna edenlerin yoludur. Lâikliği bahane ederek, milletin dinini mahkûm edenlerin, bütün hakaik-ı imaniyeyi ayak altına alanların, ferman-ı İlahîyi merdud ve menfur yapanların, evamir-i İlahiyeyi kurûn-u vustâ ahkâmı veya barbarlık an’anatı diye tezyif edenlerin, necaib-i imaniye ve fezail-i İslâmiyeyi iktisaba ve hakaik-ı ezeliyeyi telebbüse ve iz’ana irtica’ diyenlerin, dinsizliği ve rezail-i sefihaneyi, içki kumarı fuhuş israfı ve hayvanî ezvakı medeniyet diye alkışlayanların, bu vatanda İslâma hakk-ı hayat vermemek ve müslümanın ağzına kilit vurmak ve müslümanlığın bu vatanda kökünü kesmek için milletin en aslî haklarını hiçe sayanların, her türlü şerait-i medeniye ve îcabat-ı hayatiyeyi müstecmi’ irfan ve medeniyet dini, iz’an ve şuur mesleği, hürriyet-i vicdaniye ve en hakikî fezail-i insaniye kâ’besi olan yüce müslümanlığı, her türlü iz’an ve idrak heyecanından mahrum kupkuru eşkâl ü merasim menziline indirenlerin, elhasıl vicdan ve iman hürriyeti düşmanlarının yoludur. Bir asırdır milletimizin bu zulüm şebekesinden, bu küfür ve irtidad ifritlerinden, bu kendilerini masonluğa satmış Yahudi uşaklarından çekmediği kalmamıştır. Bu yüzde doksanbeşi müslüman olan bir halk namına icra-i adalet eden hâkimlerimizin milletin can evine kasdeden, onu ahlâk ve an’anatından, iman ve mukaddesatından dolayı sefil ve mübtezel yapanların meş’um fenalıklarını ve şeni’ ihtiraslarını ve Yahudilik elinde baziçe olan menfur gaye ve hedeflerini, şuursuz ve iz’ansız çılgınlıklarını görmeleri lâzımdır. Millet hürriyetinin yegâne teminatı adl mekanizmasının milletin isteklerine hem-ayar olarak a’zamî bir hakperestlikle çalışması millet hukukunu vikaye etmiştir. Bu millet masonluk ifsadatıyla korkutulmaz. Bununla mason bozgunculuğu ile kemalât-ı ahlâkiyeye ulaşmaz. Mason dinsizliği namına feragat, fedakârlığa ve kahramanlığa sevkedilmez. Masonluk saltanatı için bu vatanı müdafaa etmez. Yahudi iblislerinin sevk u idaresi altında gözü kapalı çalışan şuursuz çılgınların hatırı ve meş’um hedefleri için bu vatanı müdafaa etmez. Bu vatan Yahudi uşaklarının vatanı değildir. Islah ve selâmet mürtedlerin, iman ve mukaddesat düşmanlarının yolu değildir. Hürriyet-i fikir insanların her türlü manevî mesnedlerden mahrum, her türlü kanaat-ı imaniyeden muarra, ruhî bir anarşiye mâlik olmaları değildir. Hürriyet-i fikriye, saadet-i insaniye içindir. Ruhî tezebzüb, içtimaî sefalet için değildir. Cem’iyet-i beşeriyeyi felâket ve sefalete sürükleyecek istikrarsızlık ve insafsızlığın adına hürriyet-i fikriye denemez, ruhî anarşi denir. Böyle bir hürriyet-i fikriye, felâket-i içtimaiye yolunun ana tarîkidir. Vicdan ve fikir hürriyetini mutlak imansızlıkla ve mukaddesat düşmanlığı ile tev’em görenler, masonluk zehirlerinin telkini altında hareket eden ve ruhlarda ıslah edici, yapıcı ve birleştirici büyük hakikatlara tam bir iz’an ve tefekkür serbestîsi ile bağlanmak ve onları kabul etmeyi cinayet sayan çılgınlardır. Elbette bir vahdet ve intizam deryası olan mükevvenat, büyük ve küllî ve müstekar hakikatların bir mecmua-i nizam ve mükemmeliyetidir. Bu büyük ve küllî hakikatlara inanış, tam bir fikir olgunluğu ile yüksek merhalelere ulaşmanın ve kemal-i iz’an ve tefekkürün bir ifadesidir. Bu millet çılgınların ve gözü kapalı giden yolunu şaşırmışların kılavuzluğu ile saha-i necata gidemez. Fikir cihanının yüce kâ’bına ulaşamaz. Yüksek kahramanları, büyük rehberleri, âlî şahikaları vardır ki; ilhamlarını iman semasından almışlar, fikir sahasında en yüksek mertebelerde rakibsiz cevelan etmişlerdir.

Uluborlu’lu

Ahmed Feyzi

Önceki Müdafaa: Afyon Mahkemesi (1948 - 1949)Tüm MüdafaalarAfyon Mahkemesi Kararnamesi: Sonraki Müdafaa