Risale:Afyon Mahkemesi (1948 - 1949) (Müdafaalar)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Müdafaa: Emirdağ Hayatı (Denizli Hapsinden Sonra)Tüm MüdafaalarAfyon Mahkemesi Talebe Müdafaaları: Sonraki Müdafaa

Afyon Ağır Ceza Mahkemesi Müdafaaları (1948)

Diyanet'in aleyhteki ilk raporu[değiştir]

Rapor

Ankara Birinci Sulh Yargıçlığı huzurunda bilirkişi sıfatıyla hazırlanan aşağıda imzaları ve hüviyetleri yazılı Yusuf Ziya Yorugan, Hüsnü Erdem ve Hamdi Kasaboğlu, mahkemece usulen yapılması gerekli muamelenin îfasından sonra Afyon Cumhuriyet Savcılığından gelen 57 sayılı ve 7/2/948 günlü altı sahifelik talimat ile iki zarf içinde gelen Siracünnur, Hücumat-ı Sitte, Gençlik Rehberi adlı kitabları, siyah ve kırmızı kaplı iki defter ve ayrıca tek bir kağıt halinde bir mektub sureti ve bu talimata ek olarak Afyon Savcılığından gelen 88 sayılı ve 23/2/948 tarihli üç sahifelik talimatla Maide-i Kur'an ve Hazinet-ül Bürhan adlı risaleyi alarak önce ayrı ayrı, sonra müçtemian gerekli incelemelerde bulunduk.

Bu eserlerden Siracünnur, Arab harfleriyle ve elyazısıyla yazılarak teksir edilmiş olan 32x25 Ebadında 334 sahifelik cildlenmiş bir mecmua olup bunun içinde 14 risale ve mektublar vardır. Sırasıyla şunlardır:

1. Üçüncü Şua: Göklerin ve yıldızların Hâlıkına dair âyetlerden ve tefsirlerden iktibaslarla toplanmış ve münacat halinde yazılmıştır. (2/21)

2. Otuzbirinci Mektub'un Yirmibeşinci Lem'ası: Bu risale, hastaların maneviyatının takviyesi için yazılmış bir takım tavsiyelerden ibarettir. (2/47)

3. Yirmibeşinci Lem'anın Zeyli Onyedinci Mektub: Çocuk taziyesi hakkındadır. Sabr u tahammül tavsiye etmektedir. (2/51)

4. Otuzbirinci Mektub'un Yirmialtıncı Lem'ası: Zekeriya Peygamber hakkındaki âyetlerin tefsiri mahiyetinde ihtiyarlara hitab edilmiş ve muharririnin hal tercümesinden parçalarla ekserîsi manevî ve keramet-i evliyaya benzer bir takım şahsî hikâyelerden ibarettir. (2/101)

5. Yirmialtıncı Lem'anın Zeyli: Anaya babaya hürmet hakkındaki bir âyetin tefsiri münasebetiyle bazı vesâyâdan ibarettir. (2/104)

6. Dördüncü Şua: Hasbünallah âyetinin manasını mertebe mertebe gösteren bir risaledir. Bu mertebeler bürhanlara, bürhanlar noktalara.... (2/136)

7. Otuzbirinci Mektub'un Onüçüncü Lem'ası: Şeytanlardan istiazenin hikmetine onüç işaretten ibarettir. (2/154)

8. Otuzüçüncü Mektub: Vahdaniyet-i İlahiye bürhanlarından Otuzüç Pencere adlı eserdir. Burada enfüsî ve âfâktaki delilleri gösteren iki âyetin tefsirini ileri sürerek otuzüç suretle Allah'ın birliğini isbat etmektedir. (2/201)

9. "Eski Said'in Yeni Said'e inkılab ettiği dakikada, eskisinin güldüğüne yeninin ağlamasıdır" adlı Arabça yazılmış parçalarda ömründen kırk seneyi şöhret-i kâzibe içinde, riya ve gaflette geçirmiş olduğundan Allah'a muhtelif şekilde şikayetler ve bu münasebetle dualar etmektedir. (2/205)

10. Onyedinci Lem'anın Onikinci Notası'ndan müellifin hazîn münacatı adlı risalede, Arabça yazdığı yukarıdaki münacatın mealen Türkçeleridir. (2/208)

11. Onikinci Şua Denizli Müdafaanamesi: Risale-i Nur şakirdinin dünya cereyanlarından ve siyasetten memnu' olduklarını kendisine ve Risale-i Nur'a ilişenlerin bu hakikati bilmediklerini anlatarak, mahkemelerde ve şurada burada geçirdiği hayatı anlatıyor. Ve buna birkaç haşiye ve Denizli Mahkemesinin hâkimlerine şikayetlerini ve müdafaaları ve yine bu mevzu ile ilgili mektublar ve müddeiumumîye hitab ettiği uzun bir müdafaaname vardır ki, bu müdafaanamenin (2/235) Üçüncü Esas'ında Atatürk'e yaptığı ta'rizleri meşrutiyetten evvel söylediğini, Dördüncü Esas'ta (2/238) bu yüzden bir sene mahkum olduğunu yazıyor. Bundan sonra yine Denizli Müddeiumumisinin dört esasta itiraznamesinde (8/244) aynı fikirleri tekrar ediyor. Mahkeme reisine de iki mektub yazıyor. (2/257)

12. "Hüsrev'in mutabık bir fıkrası" adlı mektubunda, Erzincan'da, İzmir'de, Erbaa'da, Osmancık ve Ladik'te vukua gelen hareket-i arzın Risale-i Nur'un kerametlerinden olduğu izah edilmektedir. Bunu Said Nursî tasdik ediyor. Ve böyle de bazı istihraçlarda bulunduktan sonra, Ankara ehl-i vukufunun kendisine muvakkat cinnet isnad etmelerinin Peygamberin bir hadîsine tevfîk ile bundan memnun oluyor. Ve diğer töhmetli noktalara birer birer cevablar veriyor. Ve bu münasebetle Denizli Mahkemesi'ndeki müdafaalarının ehl-i vukuf raporunu kendi hakkında reklam vasıtasıyla olarak mektublar yazıyor.

13. Otuzbirinci Mektub'un Otuzbirinci Lem'asının Beşinci Şua'ı adlı risalede bir mukaddime ve yirmiüç mes'eleden bahsedilmektedir. Mukaddimede (2/293 )de: Rivayette vardır ki: Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmayacaktır. Bu sözü müellif, zikirhaneler kalkacak, ezan ve kamet Türkçe olacak diye indî surette tevil ediyor. Halbuki kıyamet hâdiselerinde Allah diyenler var oldukça kıyamet kopmayacaktır diye de bir hadîs vardır ki, bu hadîs Said'in tevilinin yanlışlığını göstermektedir. (2/296)

Birinci Mes'elede şöyle birr söz naklediliyor: Süfyan bir su içecek, eli delinecek. Bu hadîs mevzudur.

İkinci Mes'elede şu hadîs naklediliyor: Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında "Hazâ kâfir" yazılmış bulunur. Ve bunu şapka giymek ile tevil ediyor. Hadîs zaif, tevil yanlıştır.

Üçüncü Mes'elede "Âhirzamanın müstebid hâkimleri, hususan Deccal'ın yalancı cennet ve cehennemi bulunur." denilmektedir. Bu da zaîftir.

Beşinci Mes'elede şâyân ihticac olmayan şöyle bir söz vardır: Ahirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettireceklerdir. Bunun tevili de indîdir.

Yedinci Mes'elede "Süfyan büyük bir âlim olacak, ilmiyle dalalete düşecek ve çok âlimler ona tâbi' olacaklar", mevzudur.

Sekizinci Mes'elede "Rivayetlerde Deccal'ın dehşetli fitnesi İslamlarda olacağını gösterir." Bu mes'eleden sonra "Deccal'ın mühim kuvveti Yahudi'dir." denilmiştir. Her iki sözün ihticaca sâlih senedi yoktur. Bu söz zaîf olmakla beraber rivayeti "Isfahan Yahudilerinden 70 bin Taylasanlı Yahudi tâbi' olacaktır" şeklindedir ki, Said-i Kürdî'nin tevilinin ne derece yanlış ve indî olduğunu göstermektedir. Deccal'ın fevkalâde büyük ve minarelerden daha büyük bir azamet-i heykelde olacağına ve Hazret-i İsa ona nisbetle çok küçük bulunduğuna, Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve ilh... Bunlar da sıhhati sabit olmayan hadîslerdir. Ekserîsi zaîftir.

Ondokuzuncu Mes'elede "Âhirzaman alametlerinden ve Al-i Beyt-i Nebevî'den Mehdi'ye dairdir.

Yirminci Mes'ele, güneşin mağribden çıkması ve zeminden dabbet-ül arzın zuhurudur. (2/307) Müellif yalnız dabbet-ül arzın tafsilini, "Ben şimdilik başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilmiyorum" diyor. (2/308)

Sonra bu meseleleree zeyl olarak, Deccal'a Mesih denilmesinin sebebi, Büyük Deccal şeriat-ı İslâmiyenin bazı hükümlerini, İslâm Deccalı olan Süfyan dahi şeriat-ı Muhammediye'nin (A.S-M.) bir kısım ahkâmını kaldırır. Ve kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hatta elbisesine müdahale eder. Bir adamın yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumu tehcir ile perişan eder diyor. (2/310)

İslâm Deccalı'nın dahi bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Ben bir manevî âlem İslâm Deccal'ını gördüm diyor. (2/311)

Bu sözler indî ve şahsî bir takım mugalatalardan ibaret olup (2/312) Kur'anda لَيَطْغٰى âyetinin İslâm Deccalı'na lafız ve mana ile tevafuk ettiğini ve bu Deccal'in camilerde namaz kılanlara tecavüz edeceğini ve aynı sahifede İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edeceği ve bunun Anadolu'ya Horasan'dan gelmiş olabileceğini kaydediyor.

14. Merhum Hasan Feyzinin mensur ve manzum risalelerinden manzumede Risale-i Nur'u bu asırda âleme rahmet diye vasıflandırmakta, "Sen aylardan güneşlerden üstünsün, nihayetsiz sonu gelmez bütünsün" denilmektedir. (2/321) Mektub ise Said Nursî'nin zehirlenmesi ve ölümü ihtimali üzerine ona hayatında yazılmış bir mersiyedir. (2/333)

İkinci Kitab: Hücumat-ı Sitte, Yirmidokuzuncu Mektub'un Altıncı Kısmı Kur'an-ı Hakim'in tilmizlerinin ve hâdimlerinin aldanmamaları için yazılmıştır. Bu eser 51 sahifelik elyazısıyla ve Arab harfleriyle yazılmıştır. Bunda memuriyet ve makam sahibi olmak hırsı ile aldanmamak, korkmamak, tama' etmemek bahisleri yazıldıktan sonra (2/25) Kürdlük Türklük cereyanlarına karşı Müslümanlık davası güttüğünü ve güdülmesi lüzumu ileri sürüyor. (2/39)

Bundan sonra da enaniyet damarını kırmak ve tenbellik ve tenperverlik etmemek bahiseri yazılmış.

Üçüncü Kitab: Gençlik Rehberi adıyla yeni harflerle 947'de basılmış 34 sahifelik Risale-i Nur mizanlarından, iman ve âhiret burhanlarından bahseden bu kitabta Besmelenin fazileti temsilî bir hikâye ile anlattıktan sonra âhiret fikrinin gençliği kurtaracağını ve yine Eskişehir Hapishane penceresinden meşhudatını ve kadınların açık-saçık gezmelerinin mahzurlarını ve gençliğe hitab eden bir takım vesaya, İkinci Cihan Harbi'nden kendine göre çıkardığı mana, radyo hakkında bir mütalaa ve bir mektubtan dünya hayatının âhiret hayatına galebe ettiğinden şikayetler var.

Siyah kaplı defter: Arab harfleriyle ve elyazısıyla yazılmış 148 sahifelik siyah kaplı defterde 50 kadar mektub vardır. Bu mektuplarda bayramda Arabça tekbirler alınması müjdesi gibi tabirler (2/32), O mübarek Üstadımız 33 âyetle ve İmam-ı Ali'nin kasidesinde 17 yerinde ihbarı ile ve Gavs-ı Azam'ın ianatıyla gibi risaleler nuru anlatan tabirler (2/36) ve (2/28) de ise bu mealde ilm-i cifr ve tevafuklarıyla Celcelutiye ve (2) den bahis vardır. Marangoz Ahmed'in mektubunda Mehdi lafızları siyaseti ima ettiği için münasib değil. Asâ-yı Musa'yı benim için tevafukatını yaldızla yazılmasını bin bârekâllah denilmektedîr. (2/44)

Mahkemelerin kendi hakkında beraet kararı vermesi Risale-i Nur'un kerameti olduğu gibi, Mart Hâdisesi'nde Hareket Ordusu'nun kumandanını, İstanbul'un işgalinde ecnebi kumandanını, Ankara divan reisinin hiddetini tarziyeye çevirdiğini yazmaktadır. (2/48)

Mustafa imzalı mektubda: "Kahraman ordu alâmet-i küfür olan şapkayı başından çıkarıp atmağa başlaması.. silsile halinde fütuhat başladı. Bugün tedavüle çıkarılan yüz kuruşluk parada da âdet-i menhûs resim koymağa muvaffak olmamışlar. Bunu bir alâmet-i kat'iyye olarak kabul ettim ki; Süfyan'ın kendi gibi, alâmetleri de ölüyor." (2/5)

Said Nursi mektubunda: Risale-i Nur dahilinde kuvvetli manevî fütuhatı ile anarşiliğe meydan vermediği gibi, hariçten gelen ve içimizde anarşiliği yetiştirmeğe çalışan, şimalden gelen dehşetli dinsizlik cereyanına da sedd-i Zülkarneyn'dir. (4/37) Muhtelif yerlerde İmam-ı Ali, Risale-i Nur'a Siracünnur namını vermiş. (2/64)

Mektubların 102'nci sahifesinde bazı kimselerin kendisine Mehdi dediklerini kabul etmediğini ve bu cihetle husule gelen tezadı açıklaması istenilmekte ve cevaben: Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsi haklı olarak bir nevi Mehdi telakki edilmesini ve kendi şahsının manen evlâd-ı Ali'den sayılsa dahi ihlası bozmamak için uhrevî makamat bana verilse dahi bırakmağa kendimi mecbur biliyorum. demektedir. (2/105) Bundan sonra bir mektubda, otuz seneden beri siyaseti terkettiğine dair satırlar vardır. (2/110)

Mehdilik mevzuu üzerinde bir mektub (2/140) da mevcud olup, bu mektub Maidet-ül Kur'an ve Hazinet-ül Bürhan adlı Ahmed Feyzi'nin risalenin mukaddimesinde aynen zikredilmiştir. Aşağıda incelenektir. Burada "mektubun arkadaşlara gönderilmesi, tensibinize bırakılmıştır" denilmektedir. (2/144)

Bu mektublardan sonra "Risale-i Nur hakkında Birkaç Söz" adı altında bir manzume ile Bediüzzaman'ın bir veli olduğuna dair bir sahifelik bir tercüme-i hal yazısı vardır. Arab harfleriyle ve el yazısı ile yazılmış 97 sahifelik ve 32 kadar mektubdan ibaret, kırmızı kaplı defterde Ahmed Fuad imzalı mektubda Eflani Nahiyesinde yağmur duasına çıkıldığı, risale şefaatçi tutularak yağmur yağdığı kaydedilmekte (2/11).

Otomobil kabul etmediğine dair bahis (2/3 ve 14), bu memleketten harice gitmek istemediği ve Mekke'de olsa buraya geleceğini ifade ediyor. (2/22) Buraya kadar geçen satırlar arasında vali muavinleri, kaymakamlar, parti genel sekreteri ve Diyanet Başkanlık müntesibleri, Ankara ehl-i vukufunun raporunda ve adliye müdafaanamelerinden parçalar nakledilmiştir. (2/26)

Eskişehir Mahkemesi yüz risaleyi ve mektubları tedkik ettikten sonra yalnız yüzyirmide onbeş adama altışar ay, kendisine de on beş kelime ile bir sene ceza verildi. Tarikatçılık, cem'iyetçilik, şapka meselelerinden beraat ettirdiler. Biz de o cezayı çektik diyor. (2/22)

Yeni Diyanet Reisi İsparta hâdise-i Nuriyesine mani oldu, bir şefkat tokadı yedi. Otomobili parçalandı, bizim kadar zarar gördü. Fakat Zülfikar'ın kerameti olarak tehlikeden kurtuldu. (2/35, 41, 12)

Risalenin her cümlesinin taklid edilmez bir kudrette ve İbn-i Sina'ların diz çökecekleri bir ehemmiyette olduğunu ve Risale-i Nur'un bütün ilimleri cami' ve binler vecizeler olduğuna dair Mustafa Ramazanoğlu'nun mektubu. (2/66)

Bunlardan sonra 80 ve 85'inci sahifelere kadar kendi eserlerinin Şam'a, Hindistan'a, Câmi-ül Ezher'e, Ravza-i Mutahhara'ya gönderildiğinden bahisler vardır. Bunlara yazılan mektub parçaları (2/90)

85. sahifede bir kadının bülbülden Said Said sesi duyduğu ve diğer bir yerde kendisi ile alakalı hüdhüdün yolcuya rehberlik ettiğinden ve bazı kafes kuşlarından bahsedilmektedir.

Maidet-ül Kur'an ve Hazinet-ül Bürhan

Ahmed Feyzi tarafından 1366 Hicri yılında Arab harfleriyle ve elyazısıyla yazılmış 35 sahifelik bir eserdir. Baş tarafında Said Nursî'nin bir mektubu ile, bir medhalden ve iki kısımdan ibarettir.

Risalenin baş tarafına yazılmış olan mektub, mektuplar mecmuasında varıdır. Bu mektubda Said Nursî, Risale'yi gaibden yapılan istihraçların kuvvetli hücceti ve şahidi diye vasıflandırdıktan sonra, bazı Ayet-i Kur'anın ehâdis-i şerîfenin âhirzamanda gelecek bir müceddid-i ekberi mana-yı işarî ile haber veriyor. Fakat o gelecek zâtın üç vazifesi vardır: Birincisi: İmanı kurtarmak ve hakaik-ı imaniyeyi göstermek. ikincisi: Şeriatı ihya. Üçüncüsü: Hilafeti tatbiktir. Risale-i Nur'un maneviyeti bunlardan birincisini yapmışsa da, diğer iki mühim vazife nazar-ı dikkate alınmayarak bize bu müceddidlik isnad edilmiştir. Risale-i Nur dünyevî ve manevî makamlar aramaz ve bu iş siyasete dokunur. Bu sebeble ben risaleyi ta'dil ettim ve şahsıma aid kısımları kaldırdım. Ve bana kalben Nurların Fütuhatını temaşa ederken bu müceddid-i ekber Mehdi makamının Allah'ın işine karışmış gibi bir şekva geldi. Bu sebeble bu makamat-ı maneviye mesleğimizde mevzu-u bahs olmamalıdır, diyor.

Ondan sonra risalede Ebced hesabıyla "Bediüzzaman" ünvanındaki harflerin yekünü "Muhammed" ismindeki harflerinin iki misline müsavi olduğu (2/4), "El-Kürdî" tabirinin de dört defa "Muhammed" ismine müsavi olduğu (2/25), Risale-i Nur ismindeki harflerin yekününde kelimetullah âyetine müsavi olduğunu, mücahidin kelimesindeki harflerin Said kelimesi harflerine tevafuk ettiği ve وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا âyetinin ise bu mücahidin doğum ve mücahede tarihlerini gösterdiğini ve bundan يكون فى امّتى رجلان hadisinin mevzu olduğunu İbn-i Cevzî tasrih ettiği halde, bundan Ebced hesabıyla Kürdî ile 1928'de galeyan çıktığı, اَحْيَاهُ اللهُ بِالْعِلْمِ hadîsinden de El-Kürdî (2/12) çıkarıldığı görülmektedir.

Sonra Maidet-ül Kur'an metnine geçerek يا ايها المدثر ayetinin 1316'da vazifenin başlayacağı ve يا ايّها المزمل âyetinin de Kürdî kelimesini bildirdiği yazılmakta ve devamla Denizli adaleti vazife-i hilafetin başlayacağı tarihi mücahedenin başlangıcı ve Risalet-ün Nur hakkında bir takım tevafukları kayd ile Said Nursî recül-ü Kürdi'yi çıkarmakta ve يا اهل البيت diye başlayan bir hadîsin de kısa zamanda ulûmun verileceği hârika-i fıtrata Nur'un tercümanına yani Said-i Kürdî'ye (2/25) mutabık olduğunu, اِنَّمَاۤ اَنَا مُنْذِر âyetinden de 1318'den 1368'e kadar zaman göstermektedir. (2/27)

Bundan sonra Süfyan olan İslâm Deccalı hakkında hadîs nakliyle bundan başa şapka koyulacak manasını ve اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ الاِسْلام âyetinden de Ebced hesabıyla Risale-i Nuru çıkarmakta, nihayet رَبَّنَا مَاخَلَقْتَ هذَا بَاطِلاً âyetiyle müceddid-i ekber olan tercümanın 1340 tarihlerine rastlayacağı ve onun insanlığa şamil olacağı kaydedilmektedir.

Bu eserlerde yapılan incelemelerde;

Said Nursi'nin Mehdi mes'elesi üzerinde durduğunu, kendinin müceddid olduğunu ve bu dava Ebced hesabıyla olan tevafuklardan çıkarılan bir takım manalarla teyid edildiğini,

2. Zelzelelerin vukuu ile yağmur yağmasının, otomobil kazasının ve mahkemelerin âdilane kararlarının Risale-i Nur'un kerametinden neş'et ettiği,

3. Bir takım mükâşefatla tevafukat ileri sürdükten sonra Süfvan İslâm Deccalı ve indî mütalaat çıkarmakta olduğu görülmektedir. Halbuki Ehl-i Sünnet'e göre İmam-ı Mahfî ve İmam-ı Muhtazar akidesi bâtıldır. Bir halaskarın ve Mehdi'nin geleceği akidesi Mecusi kadîm dininde mevcud idi. Babil esaretinden sonra Yahudi peygamberleri bu akideyi alarak bir halaskâr-ı fikir akidesine bağladılar. Müslümanlıktan sonra ise İsrailî âlimlerden bazıları bu fikri müslümanlığa sokmak istediler. İran halkından bazıları ber-kadîm tamamıyla kapıldıkları gibi tarikatçılık vasıtasıyla müslüman ülkelerinde bu akide cahil halk arasına girdi. Din-i İslâm'da ise Kuran-ı Kerim'in sarahatıyla hâdî ve mühdî olarak gelen Hazret-i Muhammed (A.S.M.) âhirzamanın peygamberi ve hâtem-ül mürselîn olduğu için, din-i İslâm ikmal ve itmam edilmiş, Mehdi ve halaskar fikrine müslümanlıkta mahal kalmamıştır. Ehl-i Hadîs'e gelince, Esne-l Metalib'de Mehdi'ye dair hadîslerin kâffesi zaîftir denmektedir. Bazı kitablarda her ne kadar Mehdi'ye dair rivayet edilen birbirinden çok farklı hadîsler varsa da, bunların zaif ve muzdarib olduğunda ittifak vardır. İmam-ı Şafii yalnız zaîf ve muzdarib hadîsleri değil, aynı zamanda mürsel olan hadîsleri de kabul ettiğine göre, Şafiî olan Said Nursî'nin bu hâdiseleri kabul ile bunlardan bir takım hükümler çıkarmasının manası anlaşılmamaktadır.

Zaîf hadîslerden ahlâk ve tarih gibi mevzularda istifade edilebilirse de, akaid mevzularında zaîf hadîslere istinad caiz değildir. Esne-l Metalibden naklen siyer-i celile-i Nebeviyede (2/141) Hazreti Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e isnad olunan cifir hâdiseleri فالمهدى قام sözü iftiradır denilmekte ve bu hadîslerdeki Mehdi'nin şartlarında "ıtret-i Resul'den evlâd-ı Fatıma" denilmesi, Hazret-i Ali'nin manevi evlâdlarına bu işin şamil olamıyacağına ve Mehdi'nin İsa'ya veya İsa'nın Mehdi'ye imam olacağı sözü de Said-i Kürdî'nin böyle davalara kalkmasıyla müslümanlık esaslarından ne kadar uzaklaştığını ve etrafındaki müslümanları ne derece şaşırttığını göstermektedir. Gerçi Said Nursî yazılarında Mehdiliği sarahaten kabul etmiyor. Amma Marangoz Ahmed, Mustafa'nın, Ahmed Feyzi'nin ve Mustafa Ramazanoğlu'nun mektublarını şiddetle ve kat'iyyetle reddetmesi lâzım iken, onların mektublarını Risale-i Nur'a ekliyor ve yayınlıyor ve müceddid-i ekber Nur'un tercümanı ve Kur'anın tercümanı tabirleri sık sık kullanılıyor.

2. Müceddid, Kur'an ve hadîs menba'larından aldığı feyzi yeni istinbatları bulunduğu zamanın ihtiyacına ve mesalihine, örflerine ve îcablarına göre işleyen, ilme ve ulemaya hitab edip onlarla fikri münakaşalarda bulunan, bu suretle sünnet-i Nebeviyi yapmağa çalışan, kimsedir. Avam arasından kendine bir tâbi'ler peyda edip onlarla bazan gizli, (Bunu meydana çıkarmağa izin yok) diyerek, bazan ebced hesabları ve tevafuklarla kendine bağlayarak mevzu veya zaîf hadîsleri arayıp bularak imanın esasları İslâm'ın erkânından olmayan meselelerle meşgul etmek müceddidlik ve tercümanlık olamaz.

Siracünnur'un 375'inci sahifesinde "Ben benlik peşinde koşmuyorum." dediği ve Maidet-ül Kur'an'ın başında yazdığı mektubda "Mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile gördüm ki, makâmât-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzu-u bahs olmamalıdır." dediği halde, bu eserin içinde "Ey Kur'an'ın yüzlerce çift âyetleriyle müeyyed, ezeliyet ve ebediyet hakaikinin üstadı Zât-ı Muhammediye (A.S.M) tercümanı ve ey ekmel-i mevcuddan mev'ûd zât" diye vasıflanmakta, kitabın sonunda da müceddid-i ekber diye vasıflanmayı kabul etmesi bir tezad teşkil etmektedir. Binaenaleyh bu tabirleri kullanmak ta yersizdir.

3. Maidet-ül Kur'an adlı medhiyeye ve bu medhiye fıkralarında gizli işaretlerdeki tevafuklardan çıkarılan istihraçlara gelince.. Bu eser üzerinde önemle durmak lâzımdır. Önce bu eser kimin te'lifidir? Defterin dış kapağında eseri beyaza çekenin Ahmed Feyzi olduğu yazılıdır. Said Nursî imzasını taşıyan ikinci sahifedeki mektubda ise Ahmed Feyzi'nin üç seneden beri bu risaleyi yazdığı ve kendisinin ancak bir kısmını ta'dil ettiği yazılmaktadır. Müsveddelerin görülmesi lüzumludur.

El-Münâdî'den bahseden ve Muhyiddin-i Arabi'nin eserlerinden parçalar nakleden bir kimse Arabça imlalarda bu kadar hatalara düşmemesi îcab eder.

4. Süfyan, İslam Deccalı ve Büyük Deccal gibi tabirlere gelince: Süfyan, Emevîlerde büyük bir şahsiyet olduğu için Alevî ve Şiîlerden birçok kimseler mahza Emevîler'e olan düşmanlık yüzünden Süfyan ismi altında birçok hadîsler uydurmuşlardır. Nitekim Buhari'de ve Müslim'de Süfyan üzerine hiçbir hadîs yoktur. Süfyan hakkında söylenilen sözlerde Halid bin Yezîd evladlarından geleceği ve Şam'dan çıkacağı, Kelb kabilesinden olacağı sözleri mütalaayı teyid etmektedir. Bunlar Şiiliğe mütemayil olanların eserlerinde bulunur. Ehl-i Sünnet'in akaide dair olan kitaplarında bunlara yer verilmemiştir. Keza "İslâm Deccalı'ndan maksad Süfyan'dır" gibi bir söz de yoktur. Bu da asılsızdır. Bazı hadîslerin mazmunlarından ve ekserisi zaîf veya mevzu olan hadîslerden çıkarılan Süfyan veya İslâm Deccalı hakkında Siracünnur adlı kitabın 236'nci sahifesinde açıklandığına göre, bu sözlerden maksadın Atatürk olduğunu ve bundan dolayı muhakeme edilerek bir sene hapse mahkûm olduğu anlaşılmaktadır.

5. Said-i Kürdî'ye sormalıdır.. Peygamberlik mi dava ediyor? Eğer etmiyorsa يا ايّها المزمل ayetinin "Kürdî" demek olduğunu ve bu libasın lâbisi olduğunu niye kabulleniyor? Bunlardan başka kendisine veya Hasan Feyzi'ye şunlar da sorulabilir. هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ ayetinden Said Bediüzzaman'ı çıkarmaktan maksat nedir?

هَلْ كُنْتُ اِلا بَشَرًا رَسُولا âyeti sevgilimizin besmele-i hayatı ne demektir? (2/23)

(2/24) te dört tane "Muhammed" den "Bediüzzaman Kürdi" çıkıyor, bu ne demekktir? اِلاۤ اَنَّمَاۤ اَنَا نَذِيرٌ مُبِينٌ 1318- 1268. Bu ne demektir? وَجَاۤءَ رَجُلٌ مِنْ اَقْصَا الْمَدِينَةِ âyetinden Said'in Rus esaretinden kaçışını çıkarmak, Kur'an ile istihza ve Kur'anı indî bir surette tevil değil midir?

6. Şu noktalar calib-i dikkattir. Mehdi olduğunu isbata çalışırken peygamberliğe dair âyetlere başvurulmuştur. ÇünLkü Kur'anda Mehdiliğe'dair bir söz bulamamıştır. Keza öteden beri Ebced hesabıyla cifirle ve tevafuklarla iştigal etmesi, bu suretle halkın zihni tevafuklara Kur'andan Kürd Bediüzzaman gibi manalar çıkarmaktan gaye nedir? Ve bu mahremdir, bunu herkes okumasın gibi sözlerden gaye nedir? Halkın, kaymakam, vali, hâkim kendisine hüsn-ü zan edenlerin iltifatlarını da kendine reklam diye kullanmaktan maksad nedir?

7. Ehl-i Sünnet'e göre Kur'anı kendi re'yi ile tevil veya rakamlarla veya cifırle tefsir, tevafuk ve istihrac suretiyle tevcih bâtıldır. Yine Ehl-i Sünnet'e göre, tasarrufat Allah'ındır. Yağmur yağması, güneşin küsufu, zelzelenin vukuu, şunun ve bunun için değildir. Ve gaybe ilim, Allah'a mahsustur. Hiçbir velî sarrufat yapamaz ve gaybı bilemez ve hattâ Hazret-i Peygamber (A.S.M.) dahi bilemez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de قُلْ لاَيَعْلَمُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰه buyurulmuştur. Binaen aleyh mebadi-i kıyanet 1555 (S/31), 188 tagut-u dalaletin doğumu (S/33), 1362 zuhur-u müceddid (S/20), 1371 vazife-i dalaletin mebdei, 1284 sonu (S/17) gibi şeyler, Kur'anın sarahatına muhaliftir.

Usûlüddin kitablarının ümmehatında, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafiî, Eş'arî ve Matüridî gibi İmamların eserinde ve halen ellerde dolaşan Akaid-i Adudiye ve Şerh-i Mevakıf gibi akaid kitaplarımızda bunlara yer verilmediği gibi, müslümanlıktan olmayan şeyleri müslümanlıktan göstermek ve avamın hurafeciliğe mütemayil cehaletlerini izale edecek yerde onları kamçılamak, müslümanlığı kötülemek ve mukaddesatı şahsi fikirlere ve arzulara âlet etmektir. Görülüyor ki Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini kısmen Mehdi olarak göstermek, yine Risale-i Nur'dan alâkalı sayılan Hüdhüd ve bülbül ve diğer kuşların zikirlerinin işitilmesinden bahsetmek olan hâdiseleri Risale-i Nur'un kerameti veya tokadı saymak, din namına Türk İnkılabının bazı mümessillerine ta'rizlerde ve ibhamlarda bulunmak, kendisini âyetlerle ve Hazret-i Ali'nin ve Abdülkadir-i Geylanî'nin sözlerine müeyyed saymak, Cifir ve Ebced hesabının tevafukları üzerinde ısrarla durmak, birbirine inzimam ile heyet-i mecmuası hüsn-ü niyetle kabil-i tevfik olmayan şeylerdir.

Bu cihete dikkati çekmek yerinde olurki Said-i Kürdi ilimlerine vâkıf olduğu halde tevafuklarla, cifirlerle uğraşması, kerametlerden muhtelif şekillerde dem vurması, Mehdilik tekliflerine yarı muvafakatile müceddidlikten bahsetmesi, ve Maidet-ül Kur'an adlı risalenin yayımını kabul etmesi, kendisinin sistemli bir hurafeye musab ve sabit fikirlerde mübtela olduğu şübhesini kuvvetlendirmektedir. Onu bu vehimlere ikna edecek şekilde yazı yazan birkaç kâtib ile bilhassa bu hususta ulüvv derecesine varan Maidet-ül Kur'an müellifinin de bu gibi müslümanlığa aykırı ve akla uymayan şeylere inanmaları, akıllarında hıffet olduğu şübhesini uyandırmaktadır.

Netice

Tarikatçılık, şeyhlik ve dervişlik münasebetinin seyr-i sülük ile evrad u ezkâr ile taç, hırka ve âyin (gizli toplanmalarda höykürmeler) gibi hareketlerden ve vasıflardan ibaret olduğuna göre Said Nursî ile Nurcuların hareketlerinde bu vasıflar tebellür etmemiştir.

Gizli cem'iyet kurmak ise, ikiden ziyade şahsın tarikatçılık gütmek, ulusal birliği bozmak, topluluk gayesini saklamak gibi millete ve memlekete zararı dokunacak hareketler için faaliyetlerini devamlı surette birleştirmeleridir ki, hâdisede müteşeddit yalnız bir şahıs olduğuna ve Nurcu adı verilen taliblere din dersleri vermek gayesi izhar edildiğine göre bu işi gizli cem'iyet kurmakla da vasıflandırılamaz. Ancak bu hareket, bir ilim ve din gayretiyle muhtaç olan müslümanlara dinlerini öğretecek ve imanlarını kuvvetlendirecek sırf tali mî bir mahiyette de değildir. Hâdisenin görünür tarafı, eserlerinde dinî mes'eleleri izah ederken Said Nursî bazan İslâm akidelerine aykırı taşkınlıklar ve teviller yaparak, bazan da mevzu ile ilgili olmadığı halde millî inkılabın bazı taraflarını dinsizlik gibi göstererek kendisinin ıslah edici bir salahiyette olduğunu meczubcasına veya .........cesine telkin etmek ve safdil halkı gayesi meçhul ve mananasız yazılarla meşgul etmek ve kendine bağlamak cihetinde olduğudur. Said Nursî'ye ve Risale-i Nur'a kerametler isnad edenler ve onu Mehdilik için kışkırtanlar diyaneten bu fikrî hezeyanlarından sorumludurlar ve hareketlerinde onunla müşterektirler. Diğer saf ve dinî hislerle hareket eden halk ise, derunî bir boşluğun tatmini ihtiyacıyla inanmalarında samimidirler. Bunlara iğfal nazarıyla bakılabilir.

İşbu raporun ve bağlı kitabların mahalline gönderilmesi için evrakın ve bağlı kitabların Yüksek Mahkeme'ye verilmesine oy birliğiyle karar verildi. 16/3/948

Müşavere Tedkik Memuru ... Ahmed Hamdi Kasaboglu

Diyanet Müşavere Üyesi... Hasan H. Erdem

Diyanet işleri Müşavere Üyesi.. Yusuf Ziya Yorugan

İddianameden şayan-ı hayret ve mühim notlar[değiştir]

(Afyon Sorgu Yargıçlığı’nın Afyon C.Müddeiumumîliği tarafından hazırlanan 948/27 Esas, 55 Karar, 53 Savcılık numaralı iddianameden şâyan-ı hayret ve mühim notlardır.)

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ

……………

(943 yılında Denizli Ağırceza Mahkemesi’nce Said-i Kürdî’nin Diyanet İşleri Müşavere Kurulu’ndan seçilen bilirkişilere tedkik ettirilen eserleri)

(Mezkûr mahkemede Said-i Kürdî’nin ve gerekse arkadaşlarının beraetlerine karar verilmiştir.)

Isparta Gazi Kemal Mahallesinde mukim Hüsrev Altunbaş’ın Türk Harfleri Kanunu’na aykırı olarak Said-i Kürdî’nin Asâ-yı Musa ve Zülfikar-ı Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) ve Kur’aniye adlı kitablarını Arab harfleriyle ve teksir makinesiyle basıp satışa çıkardığından Isparta C.Savcılığı’nca haber alınması üzerine yapılan soruşturma ve araştırmada, teksir makinesiyle mezkûr iki kitabdan henüz satılmamış 180 aded kadarının elde edilmesiyle yine Diyanet İşleri Müşavere Kurulu a’zalarından seçilen bilirkişiler tarafından bu iki kitab üzerinde yapılan tedkikat neticesinde 16/12/947 tarihli bilirkişi raporunda Asâ-yı Musa ve Zülfikar-ı Ahmediye (A.S.M.) ve Kur’aniye adlı iki kitabın suç konusunu ihtiva etmediği kanaatı belirtilmiştir. Said-i Kürdî’nin suça konu olan Siracünnur adlı kitabın 291’inci sahifesinde, âhirzamanda vukua gelecek hâdisata işaret eden hâdiselerin tevilini yapan yirmi mes’eleyi ve bu mes’elelere aid tetimmeyi ihtiva eden, 31’inci Mektub’dan 31’inci Lem’anın Beşinci Şua’ı başlıklı yazısı ile başlar. Kitabın 297’inci sahifesinde Beşinci Şua’ın İkinci Makamı ve Mes’eleleri diye başlayan yirmi mes’eleden İkinci, Dördüncü, Yedinci Mes’elelerle Yirminci Mes’eleye ilâve olarak yazılan Üçüncü Mes’elenin Birinci, İkincisi olan mes’elenin cihet ve sebebleri olarak takdir ve tasnif edilen 4 cihet ve sebebden ikinci ve dördüncü cihet ve sebebler suç; Maidet-ül Kur’an ve Hazinet-ül Bürhan adlı risale de suça konu olan yazıları ihtiva etmektedir. Yirmi mes’eleden suça konu teşkil eden İkinci Mes’elede:

Âhirzamanda dehşetli bir şahıs kalkar, alnında “Hâzâ kâfir” yazılmış bulur.

Bunu Said-i Kürdî şöyle tevil etmektedir:

O Süfyan kendi başına firenklerin serpuşunu giyip cebr-i kanunî ile herkese giydirir.

Dördüncü Mes’ele: Âhirzamanda Allah Allah diyecek kimse kalmaz.

Bunu da şu suretle tevil etmektedir: Allah Allah deyip zikreden tekyeler, zikirhaneler, medreseler kapanacak. Ezan ve kamet gibi şeairde İsmullah yerinde başka isim konacaktır.

Yedinci Mes’ele: Süfyan büyük bir âlim olacak. İlim ile dalalete düşecek ve bir çok âlimler ona tâbi’ olacaklar.

Bu da şu surette tevil edilmektedir: Padişahlar gibi kuvvet ve kudret veya kabile, aşiret veyahut cesaret gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde; zekâvetiyle, fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar ederek, din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip dinsizliğin terviç ve tamimine şiddetle çalışır.

Yirminci Mes’eleye tetimme olarak yazdığı Üçüncü Mes’eleden Birincisinde: “Âhirzamanda hristiyanların deccalı olan Büyük Deccal’ın şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp, hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtalarını bozarak anarşistliğe, Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazırlar.” dedikten sonra İslâm Deccalı’na geçerek, İslâm Deccalı olan Süfyan dahi şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın vesveseleriyle kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirlerini çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermekle anarşistliğe yol açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka bir şey ile zabt altına alınmaz.

İkinci Mes’elenin ikinci cihet ve sebebinde: Her iki Deccal, a’zamî bir istibdad, a’zamî bir zulüm, a’zamî bir şiddet, a’zamî bir dehşet ile hareket ettiklerinden kendilerinde a’zamî bir iktidar görünür. Evet, öyle acib bir istibdad ki, kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına ve hattâ elbisesine müdahale ederler. Hem öyle bir zulüm ve cebirdir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan eder.

İkinci Mes’elenin dördüncü cihet ve sebebinde: Büyük Deccal’ın ispirtizma nevinden teshir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalı’nın dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Ben bir manevî âlemde İslâm Deccalı’nı gördüm. Yalnız birtek gözünde teshirci manyetizmayı gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cür’et ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avam-ı nâs hakikatı bilmediklerinden, hârikulâde iktidar ve cesaret zannederler. Hem şanlı ve kahraman bir milletin mağlubiyeti hengâmında böyle istidraclı, şanlı, tali’li ve muvaffakiyetli ve kurnaz bir kumandan olduğundan gizli ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına koyar ve seyyielerini örtmek ister.” demektedir.

Mustafa Osman’ın mektubunda:

“…… Süfyan’ın prensipleri de kendisi gibi ölüyor. Senelerdir yanan cehennemi sönüyor. Artık devir dönüyor.” denilmektedir. İşte mektubun aynen yazılan bu parçasıyla Süfyan’ın Atatürk olduğu ve kendisi gibi prensiplerinin de müşarün ileyhin yaptığı inkılab eserleri olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Binaen aleyh sabah kalktığında alnında “Hazâ kâfir” yazılı olan başına firenklerin alâmet-i küfür olan şapkasını giyip herkese de cebrî kanunla giydiren ve kanun perdesinde herkesin vicdanına ve hattâ elbisesine müdahale eden Süfyan’ın ve İslâm Deccalı’nın Atatürk olduğu izah edilmiş bulunuyor.

………

Said-i Kürdî’nin Nur talebelerine “Aziz, sıddık kardeşlerim” hitabıyla yazdığı mektubda: “Hâfız Osman’ın ve Mehmed Nuri’nin bayramda Arabî tekbirler alınması müjdesi ve Isparta havalisinde eskiden beri perde altında manevî mevcud olan Nur’un medreseleri daha ziyade intişara çalışmaları bizi çok sevindiriyor. İnşâallah bir zaman Isparta câmi’-i kebiri gibi Anadolu câmia-i a’zamında şeair-i İslâmiye ve kelimat-ı mukaddese “Allahü Ekber’lerle kendini gösterecek.” demektedir. Bu mektuba göre Said-i Kürdî’ye Isparta câmi’-i kebirde bir bayram namazında Arabî tekbirler alındığı müjdelenmekte ve Said-i Kürdî de Isparta câmi’-i kebiri gibi Anadolu’nun her tarafında (Haşiye-1) şeair-i İslâmiyenin “Allahü Ekber”lerle kendisini göstermesini temenni etmektedir.

Mustafa Gül’ün evinde çıkan Said-i Kürdî’nin fotoğrafı arkasında Hüsrev imzalı yazı:

“Bugünde Mele-i A’lâ’nın arzda medar-ı süruru

Bugünde sekene-i arzın Mele-i A’lâ’da medar-ı iftiharı

Bugünde Habibullah’ın medar-ı nazarı

Bugünde müslümanların sertacı

Bugünde tarîkatların imamı

Bugünde mahbub-u Huda

Hem bugünde allâme-i asr

Hem bugünde zulmetin nuru

Hem bugünde Mehdi-i A’zam

Hem Molla Said-ün Nursî

Hem Bediüzzaman-ı Kürdî

Sevgili Üstadımızı sizlere en kudsî, en mübarek, en güzel bir hediye olarak takdim etmekle müftehiriz.” diye yazılmış.

…………

Tutuksuz bulunan otuz sanık hakkındaki C. Savcılığının men’-i muhakeme isteği yerinde görülmediğinden reddi ile sanıklardan Said-i Kürdî, Halil Çalışkan, Mehmed Çalışkan, Osman Çalışkan, Hasan Çalışkan, Mustafa Acet, Ceylan Çalışkan, Hıfzı Bayram, Mehmed Feyzi, İbrahim Edhem, Hüsrev Altunbaş, Burhan Çakır, Tahirî Mutlu, Sabri Halıcı, Mustafa Osman, Refet Barutçu, Ahmed Feyzi, Rıfat Filizer, Ali Akdağ 19. Bunların hareketlerine uygun görülen Türk C. Kanununun 163 ve 172 ve diğer İbrahim Kantar, Hasan Hüseyin, Ahmed …, Ahmed …, Edhem …, Ali …, Hayri …, Mehmed …, Mehmed …, Rasih …, Yusuf …, Nebi …, Hamid …, Mehmed …, Emin …, Ali Osman …, Hasan …, Hüsnü …, Hakkı …, Mustafa …, Salahaddin …, Nazif …, Bekir …, Ziver …, Ali Rıza …, Osman …, Ali Osman …, Mustafa Amucaoğlu …, Ali Savran …, Mehmed Acet’in dahi hareketlerine uygun görülen 163’üncü madde delaletiyle 173/212’nci maddelerine göre cezaları verilmek (Haşiye-2) üzere Afyon Ceza Mahkemesinde yargılanmalarına C.M.U. Kanununun 196’ncı maddesi gereğince tutuklu bulunan 19 haklarında tutuklu olarak ve haklarında tutuk müzekkereleri geri alınarak halen serbest bulunan yukarıda isimleri ve yerleri yazılı otuz sanığın da tutuksuz olarak son soruşturmalarının yapılmasına 26/5/948 gününde karar verildi.

Sorgu Yargıcı

Abdullah Tevfik Öz

Haşiye-1: Sene 1948 Miladi, 1367 Zilhicce 13 Teşrin-i Evvel Afyon hapishanesi bu Kurban Bayramında Anadolu’nun her tarafında bayram tekbirlerinin Allahü Ekber Allahü Ekber diye alınması, Risale-i Nur’un ve Üstadımızın bu temenni ve duasını alkışlıyor. Nur’un düşmanlarını hâk-i hasâre seriyor. İbrahim)

Haşiye-2: Tutuklardan iki defada otuzyedi kişi tahliye edilmiş. Oniki kişi hapiste iken defa yeniden üçüncü olmak üzere İbrahim Fakazlı ve defa Mustafa Oruç, Metin Halıcı, Hâfız Osman, Fahri Elazizli…

Metin Halıcı Teşrin-i Evvel’de tahliye edildi.

Mustafa Oruç Teşrin-i Evvel’de tahliye edildi. Cuma

Fahri Elazizli 1 Teşrin-i Sâni 948 Pazartesi tahliye edildi.

Hâfız Osman 1 Teşrin-i Sâni 948 Pazartesi tahliye edildi.

Tekrar tevkif ve mahkûm olanlar:

Ziver, Mustafa Sungur, Emin (Emin beraet etti.)

Afyon Mahkemesine 1.Dilekçe[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine beyan ediyorum ki:

Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı tamamıyla alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayamayacağım. Hapsin hâricinde yüzler resmi adamların tahakkümlerini, hatta bekçilerin, jandarmaların ve polislerin tahakkümlerini çekmeye iktidarım yok. Şahsıma karşı eşedd-i istibdat içinde bu tarz hayattan bıktım.

Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi taleb ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor, hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam-ı iddianın isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki yok ve beni cezalandırmaz. Fakat beni cezalandıracak kanununuzca büyük kusurlarım var... Sorunuz, söyleyeceğim.

Afyon Ceza evinde mevkuf

Said-i Nursî

Sual: Nedir kusurun ki, seni onunla cezalandıracağız?

Cevap: En büyük kusurumdan bir tek suçum budur: Yirmi seneden beri bana edilen eşedd-i zulüme karşı tahammül edip sükût ettiğimden.. ve şer'an ve vicdanen vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi yapmadığımdan af olunmaz bir suç olduğu.. ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi. Şöyle ki:

Yirmi seneden beri hayat-ı siyasiyeye dikkat etmediğim için, büyük bir tehlikeyi göremedim, lâkayd kaldım. O tehlike de budur:.......

Şimdi bu dakikada o tehlikeyi yazmamağa ihtar-ı kalbi ile sükût edip,

Yalnız yüzer numûnesinden cüzî bir numûnesi budur ki;

İmam-ı Ali Radiyallahü anhü Hilafetinde âdi bir yahûdî ile mahkemenin huzurunda oturup muhakeme olmasının delaletiyle, mahkeme-i adalet hiçbir garaza, hiçbir tarafgirliğe.. ve hâkimlerinin hiçbir hissiyat-ı hususiyelerine müsaid olmadığı, hatta bir hâkimin kendi kardeşiyle, en şedid bir düşmanına mahkemede müsavat nazarıyla bakması kanun-u adaletin muktezası olduğu halde, bir yerde gördüm ki, altmış yetmiş yaşında bir ihtiyar, başı nezleli olduğu için, yasak olmayan bir örme takkeyi kendi oturduğu menzilinin avlusunda giyerken, adliyenin mühim bir memurunun emriyle men edildiğini gördüm.

Acaba hiçbir kanunla böyle kabir kapısında bir adamın veya mahpusun başına, 1350 senede bütün ulema-i İslâmın yasak ettiği bir serpuşu giydirmeye sırf tarafgirane ve bid'iyata mutaassıbane ve bazı söylenmeyecek dalâletkâr hissiyatla mahkeme kanunları namına ve hiçbir şeye alet olmayan adliye adaletinin hesabına olan bu acib muamele, şimdiye kadar benim bunları bilmeyerek ve bu acib marazın tedavisine çalışamadığımdan en ağır cezaya müstehak olduğumu itiraf ediyorum. Ve dünyada hiçbir kanun Risale-i Nur'u mes'ul edemediğini ve Nurlar Kur'an'ın hakikatini tefsir ettiği için, hiç bir kusuru ve suçu olmadığını iddia ediyorum ve ispatına da hazırım.

Mevkuf

Said-i Nursî

Benim şahsıma karşı eşedd-i zulümün ikinci bir numunesi şudur ki;

Büyük mahkememizden ve Ramazan-ı Şeriften iki gün evvel, hem Emirdağı'nda bir iki defa benden sorulup bildiğim miktarı söylediğim ve Hüsrev'e gönderdiğim bir mektupta bir ihsan-ı ilâhi olarak o cüz'î hadiseye Nur talebelerini bulaştırmamış diye yazdığım mektup bahanesiyle müdde-i umumi geldi. Üç ay evvel müdürlük odasında şâhidlik sıfatıyla benim ifademi aldığı halde, beni bu gün Temmuzun beşinde sorguya çağırdılar. Aynı mesele, aynı şâhidliği bahane edip, beni ömrümde görmediğim bir sıkıntılı vaziyete soktular. Nezaret menzilinde lüzumsuz durdurdular. Yirmi dakika kadar beklettiler. Ben bir dakika böyle yerlerde sabır ve tahammül edemediğim halde, sıkmak için kapıyı kapadılar.

Sonra, yirmi seneden beri üç mahkemenin huzurunda ve üç vilâyetin zabıtalarının nezareti altında, başım nezleli olduğundan, başımdaki bereyi kaldırmağa mecbur edilmediğim, hatta Ankara'ya, beni Denizli hadisesinde sevkettikleri vakit, emniyet-i umumiye dairesinde Ankara Valisi Nevzat, kendisi emniyet dairesine geldi. O mesele için beni çağırdı, yine başımı açtıramadığı halde; mükerrer bir şâhidlik için "Başını aç!" diye damarlarıma dokundurmaya.. ve Nurlar'a ve talebelerine zarar gelmemek için tahammüle karar verdiğimi bilmediklerinden, kanunsuz keyfî bir tarzda beni hiddete getirmeye.. Hem mükerreren mahkemelerde bahsedip, mahkemece beraetimizle ve hiçbir vukuat Nur şakirtleri hakkında kaydedilmemesiyle tasdik edilen, "emniyeti te'min, asayişi muhafazaya.." olan Nur şâkirtlerinin hizmetini lekedar etmek bahanesiyle, bir âdi yaralamak hadisesi ki, yaralanan ne bana, ne mahkemeye ne hükümete söylemediği ve hiçbir emare, bir şâhid bulunmadığı, hatta işa'a olan iftiralar içinde bir Nur talebesi de tahminî bir ittiham sırasında, o yaralanan adam, o işa'a ile ittiham edilen talebe ile yanıma geldiler, kardeş gibi oturup, bir tatlı yeyip elimi öpüp, kardeş gibi gittikleri halde; güya adliyenin büyük bir mes'elesi imiş gibi, beni ağır bir vaziyetimde ve ağır bir mahkemeye hazırlığım sırasında, sırf bana ihanet ve ikiyüz bin talebesi içinde hiçbir vukuatlarını ne mahkemeler, ne zabıtalar kaydetmedikleri ve Nurlar daima asayişe hizmet ettiklerini ispat ettiğimiz bir davamızı cerhetmek için, bu iki dost Nur şakirtleri içinde bazı işa'alarla, belki başka bir maksad için ve onların bazı akrabalarına telaş vermek fikriyle; işa'a edilen bu küçücük hadise ile o hükmümüzü cerhetmek, şahsıma karşı eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat değil de nedir? Çünki madem yaralanan müdde-i umumi ve doktora haber vermedi. Israrlarına karşı söylemedi. Hiçbir şâhid, hiçbir emare bulunmadı. O yaralı da iyi olduktan sonra yanıma geldi. Israr ettim, bana söylemedi. Elbette memleketimde bir kardeşim farz-ı muhal olarak gelseydi, onu yaralasaydı, mahkemece bizi hiçbir suretle alâkadar edemez. Mahkeme bizi bununla münasebettar sayamaz. Demek her bir bahane ile şahsıma karşı eşedd-i istibdat içinde, eşedd-i zulüm ile bir muameleye hedef oluyorum. Sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan şeylere ehemmiyet verip, dağ gibi hizmet-i milliye ve vataniyemizi çürütmeye çalışan ve bazı resmî memurları iğfal edenler, kat'î kanaatimiz gelmiş ki, bunlar vatan ve millet aleyhinde komünistlik perdesiyle anarşiliğe çalışıyorlar.

Biz de onları mahkeme-i kübra-yı uhrevîde ittiham edeceğimiz gibi, mahkemenizde de onları bütün kuvvetimizle komünist ve anarşistlikle ittiham ediyoruz.

Madem hakikat budur, şefkat-i Kur'aniye bizi maddi mübarezeden men' ettiği ve intihar hiç bir cihetle câiz olmadığı ve ecel de vakti bilinmediği için şimdilik kabri bırakıp işkenceli tecrid ve haps-i münferidi kabul ediyorum.

Mevkuf

Said-i Nursî

Afyon Mahkemesine 2.Dilekçe[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Nur şâkirtlerinin halis ve sırf uhrevî, Nurlar'a ve tercümanına karşı alâkalarına "dünyevî ve siyasî cemiyet" namını verip, onları mes'ul etmeye çalışanlar, ne kadar hakikattan ve adaletten uzak düştüklerini üç mahkemenin o cihette beraet vermesiyle beraber deriz ki:

Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâmiyenin üss-ül esası, Akrabalar içinde ve kabile ve taifeler içinde alâkadarane irtibat.. ve İslâmiyet milliyetiyle mü'min kardeşlerine karşı muavenetkârane bir uhuvvet.. ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârane bir alâka... ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur'an hakikatlarına ve naşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle; ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle, ancak Nur şakirtlerine medar-ı mes'uliyet "Cem'iyet" namını verebilir.

Onun için Nur şâkirtleri çekinmiyerek Kur'an hakikatlarına karşı alakalarını ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle gelen her cezayı memnuniyetle kabul ettiklerini mahkeme-i âdilinizde hakikat-ı hali olduğu gibi itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavuklukla, yalanlar ile kendilerini müdafaa etmeye tenezzül etmiyorlar.

6.7.1948

Mevkuf

Said-i Nursî

Abdurrahim Zapsu'nun Üstad adına mahkemeye verdiği dilekçe[değiştir]

Eski zamanımdaki talebe ve dostlarımdan şimdi Avukatlık eden bir zat (1) benim lisanımla Başbakanlığa yazdığı bir istid'adır. Lüzum olmadığı halde, onun hatırı için, itiraznamemin ahirinde yazılmıştır..

Said Nursi

Bu istida aynı zamanda Afyon Ağır Ceza Mahkemesine de verilmiştir.

Muhterem efendiler!

Hürriyet İlanını, Birinci Harb-i Umumiyi, Mütareke zamanlarını, Millî Hükûmetin ilk teşekkülünü ve Cumhuriyet zamanını birden derk eden bütün hükûmet ricali beni pek iyi tanırlar. Bununla beraber müsaadenizle hayatıma sinema şeridi gibi göz gezdirelim:

Bitlis vilâyetine tabi, Nurs köyünde doğan ben, talebelik hayatımda rastgelen âlimlerle mücadele ederek, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inayet-i ilâhiye ile mağlub ede ede, İstanbul'a kadar geldim. İstanbul’da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederken, nihayet rakiblerimin ifsadatıyla, Sultan Abdülhamid'in emriyle tımarhaneye sevkedildim. Hürriyet ilânıyla ve Otuzbir Mart vak'asındaki hizmetlerimle, İttihad-Terakki hükûmetinin nazar-ı dikkatini celbettim. Câmi-ül Ezher gibi, Medreset-üz Zehra namında bir İslam Üniversitesinin Van'da açılması teklifiyle karşılaştım. Hatta temelini attım. Birinci harbin patlamasıyla talebelerimi başıma toplayarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettim , Kafkas cephesinde... nihayet Bitlis'te esir düştüm. Esaretten kurtularak İstanbul'a geldim. Darül-Hikmet-il İslâmiye'ye a'za oldum. Mütareke zamanında istilâ kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbul'da çalıştım.

Milli Hükûmetin gâlibiyeti üzerine, yaptığım hizmetler Ankara Hükümetince takdir edilerek Van'da Üniversite açmak teklifi tekrarlandı...

Bu andan itibaren Van tarafına giderek mağaralara kapandım. Ruhî ve vicdanî hazzımla başbaşa kaldım... Fakat kaderin cilveleri beni menfi olarak muhtelif yerlerde bulundurdu.

Bu esnada Kur'an-ı Kerim'in feyzinden kalbime doğan füyûzatı yanımdaki kimselere yazdırarak, bir takım Risaleler vücuda geldi. Bu Risaleler'in heyet-i mecmuasına Risale-i Nur ismini verdim...

Bu güne kadar yüzotuzu bulan Risaleler tamamen ahiret ve iman bahislerine aittir. Siyasetten ve dünyadan kasdî olarak bahsetmez. Buna rağmen bir takım fırsat düşkünlerinin iştiğal mevzuu oldu. Üzerinde tedkikat yapılarak, Eskişehir ve Denizli'de tevkif edildim. Muhakemeler oldu, neticede hakikat tecelli etti, adalet yerini buldu. Fakat bu düşkünler bir türlü usanmadılar. Bu defa da beni tevkif ederek Afyon'a getirmişlerdir. Mevkufum, isticvab altındayım. Bana şunları isnad ediyorlar:

1- Sen siyasî bir cem'iyet kurmuşsun.

2- Sen rejime aykırı fikirler neşrediyorsun.

3- Siyasî bir gaye peşindesin.

Bunların esbab-ı mucibe ve delilleri de, Risalelerimin iki üçünde bulunan onbeş cümledir...

Benim gibi yetmiş beş yaşına varmış ve bütün dünya hayatından elini çekmiş, sırf ahiret hayatına hasr-ı hayat etmiş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn-ü niyete makrun olduğu için pervasız olacaktır. Bunları tetkik ile altında cürüm aramak, insafsızlıktan başka bir şey değildir...

(1): Afyon Mahkemesi müdafaatı birinci Zeyli kitabının 230. sahifesinde yer alan bu istid'anın başında bu zatın Abdurrahim Zapsu olduğu yazılmıştır. A.B.

İfademin kısacık bir tetimmesi[değiştir]

İfademin kısacık bir tetimmesi

Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki:

Nazarınıza ve kanun adaletine takdim edilen ifademde bulunan, üç vech ile kanunsuz menzilimi basmak, beni sorguya çekmek ve tevkif etmek, üç büyük mahkemelerin hürmetlerini kırmak ve haysiyet ve adaletlerine ilişmektir, belki istihfaf etmektir.

Çünkü, üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun, iki sene, yirmi senelik kitaplarımı ve mektuplarımı inceden inceye tetkikinden sonra, ittifakla hem bize beraat verildi, hem kitaplarımız ve mektuplarımız iade edildi. Ve beraatten sonra üç sene, fevkalâde bir inziva ve şiddetli bir tarassut altında, haftada yalnız zararsız bir mektup bazı dostlarıma yazardım. Dünya ile alâkam kesilmiş gibiydi ki, serbestiyet verildiği halde memleketime gitmedim. Şimdi aynı meselede o üç mahkemenin âdilâne hükümlerini hiçe saymak gibi meseleyi tazelendirmek, onların şerefini kırıyor.

Benim hakkımda adalet eden o mahkemelerin haysiyetini muhafaza için mahkemenizden rica ederim. O aynı mesele olan “Risale-i Nur” ve “cemiyetçilik” ve “tarîkatçilik” ve “ihlâl-i emniyet ve âsâyişi bozmak” ihtimalinden başka bir sebep, bir mesele bulunuz, beni onunla muaheze ediniz. Benim kusurlarım çoktur. Ben de size mes’uliyetime dair yardım edeceğime dair karar verdim. Çünkü hapsin haricinde hapisten çok ziyade azap çektim. Şimdi benim için medar-ı rahat ya kabir, ya hapistir. Hakikaten hayattan usandım. Bu yirmi sene haps-i münferitteki tâzip ve işkenceli tarassutlar, ihanetler artık yeter. Sonra gayretullaha dokunur. Bu vatana yazık olur. Sizlere hatırlatıyorum. Bizim en metin melce ve siperimiz:

1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

2 حَسْبِىَ اللهُ لاَۤ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

1.) Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

2.) Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur. (Tevbe Sûresi, 9:129)

İddianameye karşı itirazname[değiştir]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ

(On sekiz sene sükûttan sonra mecburiyet tahtında bu istida mahkemeye ve sureti Ankara’ya makamata verilmişken; tekrar vermeğe mecbur olduğum iddianameye karşı itiraznamemdir.)

Malûm olsun ki, Kastamonu’da üç defa menzilimi taharri etmek için gelen iki müddeiumumî ve iki taharri komiserine ve üçüncüde polis müdürüne ve altı yedi komiser ve polislere ve Isparta’da müddeiumumînin suallerine ve Denizli ve Afyon mahkemelerine karşı dediğim ayn-ı hakikat küçük bir müdafaanın hülâsasıdır. Şöyle ki:

Onlara dedim: Ben, on sekiz, yirmi senedir münzevî yaşıyorum. Hem Kastamonu’da sekiz senedir karakol karşısında ve sair yerlerde dahi yirmi senedir daima tarassut ve nezaret altında kaç defa menzilimi taharri ettikleri halde, dünya ile, siyasetle hiçbir tereşşuh, hiçbir emâre görülmedi. Eğer bir karışık halim olsaydı, oranın adliye ve zabıtası bilmedi veya bildi aldırmadı ise, elbette benden ziyade onlar mes’uldürler. Eğer yoksa, bütün dünyada kendi âhireti ile meşgul olan münzevîlere ilişilmediği halde, neden bana lüzumsuz, vatan ve millet zararına bu derece ilişiyorsunuz?

Biz Risale-i Nur şakirtleri, Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz. Hem Kur’ân bizi siyasetten şiddetle men etmiş.

Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı imanî olan hakikatlerle gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlarla Kur’ân’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.

Evvelâ: Kur’an’ın elmas gibi hakikatlerini, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakikatlere ihanet etmemektir.

Sâniyen: Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men’etmiş. Çünkü tokada ve belaya müstahak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir-iki dinsize müteallik yedi-sekiz çoluk-çocuk, hasta, ihtiyar, masumlar bulunur. Musibet ve bela gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husulü meşkuk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men’edilmişiz.

Salisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zarurîdir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüzbin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna şahiddir. Demek Risale-i Nur’un ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler. Risale-i Nur’un, yüz otuz risalelerinin bu vatana yüz otuz büyük faidesini ve hasenesini, vehham ehl-i gafletin sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki-üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onları bunlar ile çürüten, gayet derecede insafsız bir zalimdir.

Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bilmecburiye istemeyerek derim ki: Yirmi iki sene müddetinde gurbette haps-i münferid hükmünde, yalnız ve münzevi olarak hayat geçiren ve bu müddet zarfında ihtiyarıyla bir defa çarşıya ve mecma-ı nâs büyük camilere gitmeyen ve çok tazyik ve sıkıntı verildiği halde, bütün emsali menfîlere muhalif olarak istirahatı için birtek defa hükûmete müracaat etmeyen ve yirmi sene zarfında hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etmeyen ve tam iki sene Kastamonu’da ve yedi sene başka menfalarında bütün yakın ve görüşen dostlarının şehadetiyle, küre-i arz yüzündeki boğuşmaları ve harbleri ve sulh olmuş ve olmamış ve daha kimler harb ettiklerini bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan ve üç sene yakınında konuşan radyoyu üç defadan başka dinlemeyen ve hayat-ı ebediyeyi imha eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi elem içinde eleme, azab içinde azaba çeviren küfr-ü mutlaka karşı galibane Risale-i Nur ile mukabele ettiğine onun ile imanlarını kurtaran yüzbin şahidin şehadetiyle isbat eden ve Kur’an’dan tereşşuh eden Risale-i Nur ile ölümü yüz bin adam hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çeviren bir adama bu derece ilişmek ve meyus etmek ve onu ağlatmakla, o masum yüz binler kardeşlerini ağlatmaya hangi kanun var? Hangi maslâhat var? Adalet namına emsalsiz bir gadr olmaz mı? Ve kanun hesabına, emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi?

Eğer bu taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz ki: Sen ve bir-iki risalen rejime ve usûlümüze muhalif gidiyorsunuz?

Elcevap: Evvelen: Bu yeni usûlünüzün münzevilerin çilehanelerine girmeğe hiçbir hakkı yoktur.

Saniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve asayişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükûmette bulunur. Hattâ Hazret-i Ömer’in (r.a.) taht-ı hâkimiyetindeki Hristiyanlara, kanun-u şeriatı ve Kur’anı inkâr ettikleri halde ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risale-i Nur’un bir kısım şakirdleri; idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usûlünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse hattâ rejimin sahibine adavet etse, onlara kanunen ilişilmez. Risaleler ise, o gibi risalelere mahrem demişiz, neşrini men’etmişiz. Hattâ bu defa bu hadiseye sebebiyet veren risale Kastamonu’da sekiz sene zarfında bir veya iki defa bir tek nüsha birisi bana getirdi. Aynı günde kaybettirdik. Şimdi siz onu zor ile teşhir ediyorsunuz ve iştihar da etti.

Malûmdur ki; bir mektubda kusur olsa, yalnız o kusurlu kelimeler sansür edilir, mütebâkisine izin verilir. Eskişehir Mahkemesinde dört ay tedkikat neticesinde, yüz Nur Risalelerinde medar-ı tenkid yalnız on beş kelime bulmaları ve şimdi dört yüz sahifeli Zülfikar’ın yalnız iki sahifesinde irsiyet ve tesettür ayetlerinin otuz sene evvel yazılmış tefsiri bulunması ve şimdiki kanun-u medenîye uygun gelmemesi kat’î isbat eder ki; onun hedefi dünya değil, herkes ona muhtaçtır. O dörtyüz sahifelik herkese menfaatli Zülfikar, iki sahife için müsadere edilmez. O iki sahife çıkarılsın, o mecmuamız bize iade edilsin ve onun iadesi hakkımızdır.

Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hadisede bazıların dedikleri gibi derseniz: "Bu risalelerin ile medeniyetimizi, keyfimizi bozuyorsun."

Ben de derim: "Dinsiz bir millet yaşayamaz" dünyaca bir umumî düsturdur ve bilhassa küfr-ü mutlak olsa Cehennem’den daha ziyade elîm bir azabı dünyada dahi verdiğini, Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberi gayet kat’î bir surette isbat etmiş. O risale ise, şimdi resmen tab’edildi. Bir müslüman el’iyazü billah, eğer irtidad etse, küfr-ü mutlaka düşer; bir derece yaşatan küfr-ü meşkûkta kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi de olmaz. Ve lezzet-i hayat noktasında, mazi ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünkü geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedî müfarakatları, onun dalâleti cihetiyle, onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları ve elemleri yağdırıyor. Eğer iman gelse kalbe girse, birden o hadsiz dostlar diriliyorlar. "Biz ölmemişiz, mahvolmamışız" lisan-ı halleriyle diyerek, o cehennemî hâlet, cennet lezzetine çevrilir.

Madem hakikat budur, size ihtar ediyorum:

Kur’an’a dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlub olmaz, bu memlekete yazık olur. (Haşiye) O başka yere gider, yine tenvir eder. Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.

Yirmi seneden beri bir münzevinin elbette ifadedeki kusuruna bakılmaz. Risale-i Nur’u müdafaa ettiği için, saded haricine çıktı denilmez. Madem Eskişehir Mahkemesi, mahrem ve gayr-ı mahrem yüz risaleleri dört ay tedkikten sonra yalnız bir-iki risalede hafif bir cezaya temas edecek bir-iki maddeden başka bulmamış ve yüz yirmi adamdan on beşine altışar ay ceza verdi. Biz dahi bu cezayı çektik. Ve madem birkaç sene evvel Risale-i Nur’un bütün eczaları Isparta hükûmetinin eline geçti. Birkaç ay tedkikten sonra, sahiblerine iade edilmiş. Ve madem o cezadan sonra Kastamonu’da sekiz sene zarfında şiddetli taharriyatta zabıtayı ve adliyeyi alâkadar edecek bir tereşşuh bulunmamış. Ve madem Kastamonu’daki son taharride bir kısım risalelerimin, hiç bulunmayacak ve neşredilmeyecek bir tarzda kaç sene evvel odun yığınları altına saklanmış olduğu göründü ve heyet-i zabıtaca tahakkuk etti. Ve madem Kastamonu’da polis müdürü ve adliyesi o saklanmış zararsız kitablarımı bana iade etmek üzere kat’î söz verdikleri halde, ikinci gün birden Isparta’dan tevkif emri geldiğinden, daha o emanetlerimi almadan sevkedildim. Ve madem Denizli ve Ankara Mahkemeleri bizi beraet ve umum risalelerimizi bize iade ettiler. Elbette ve elbette bu mezkûr altı hakikate binaen, Denizli Adliyesi ve müdde-i umumîsi gibi, Afyon Adliyesi ve müdde-i umumîsi benim çok ehemmiyetli bu hukukumu nazar-ı dikkate almaları, vazifeleri muktezasıdır. Ve hukuk-u umumiyeyi müdafaa eden müdde-i umumîden, Risale-i Nur münasebetiyle ehemmiyetli bir hukuk-u âmme hükmüne geçen bu şahsî hukukumu da müdafaa edeceğine ümidvarım ve bekliyorum.

Yirmi iki seneden beri hayat-ı içtimaiyeden çekilen ve şimdiki kanunları ve tarz-ı müdafaayı bilmeyen ve Eskişehir ve Denizli Mahkemelerinde cerh edilmez yüz sahifelik müdafaatını, bu yeni mahkemeye karşı da aynen takdim eden ve o zamana kadar, kusurlarının cezasını çeken ve ondan sonra Kastamonu’da ve Emirdağı’nda mütemadiyen tarassud altında ve haps-i münferid tarzında yaşayan Yeni Said, sükût ile sözü Eski Said'e bırakıyor.

Eski Said de diyor ki: Yeni Said dünyadan yüzünü çevirdiği için, ehl-i dünya ile konuşmayı, müdafaat-ı kat’iye mecburiyeti olmadan yapmıyor, lüzum görmüyor. Fakat bu meselede çok masum rençber ve esnaf adamlar bize az bir münasebetiyle tevkif edilerek, iş zamanında, çoluk-çocuklarına nafaka tedarik edemediklerinden, şiddetli rikkatime dokundu. Derinden derine beni ağlattı. kasem ederim, eğer mümkün olsaydı, onların bütün zahmetlerini kendime alırdım. Zâten bir kusur varsa benimdir. Onlar masumdurlar. İşte bu elîm halet için, Yeni Said’in sükûtuna rağmen, ben diyorum:

Madem Isparta ve Denizli ve Afyon müdde-i umumîlerinin yüzer lüzumsuz suallerine bîçare Yeni Said cevab veriyor. Benim de, onüç sene evvel, başta Kaya Şükrü olarak, dâhiliye vekaletinden ve şimdiki adliye vekaletinden hukukumuzu müdafaa niyetiyle üç sual sormak bir hakkımdır.

Birincisi: Risale-i Nur’un talebesi olmayan ve yanında yalnız âdi bir mektubumuz bulunan Eğirdir’li bir adamın bir jandarma çavuşuyla vukuatsız bir münakaşa-i lisaniyesi yüzünden, beni ve yüz yirmi adamı tevkif ile, dört ay mahkeme tahkikinden sonra, on beş bîçareden başka bütün beraet kazanmakla, masumiyetleri tahakkuk eden, yüzden ziyade adamlara binler lira zarar vermek, hangi kanun iledir. Böyle imkânatı vukuat yerinde istimal etmek hangi usûl iledir? Ve Denizli’de dokuz ay tedkikten sonra, beraet kazanan yetmiş bîçarelere binler lira zarar vermek, adaletin hangi düsturu iledir?

İkinci sual: 2 وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ferman-ı esasîsi ile, bir kardeşin hatâsıyla diğer öz kardeşi mes’ul olmadığı halde, yanlış mânâ verilmemek için neşrini men ettiğimiz ve sekiz sene zarfında bir veya iki defa elime geçen ve yirmi beş seneden daha evvel aslı yazılan ve ehemmiyetli noktalarda imanı şüphelerden ve mânâsı anlaşılmayan bir kısım müteşabih hadîsleri inkârdan kurtaran bir küçük risalenin bizden uzak bir yerde, bilmediğimiz bir adamda bulunmasıyla ve yanlış mânâ verilmesiyle ve Kütahya ve Balıkesir tarafında bir dokunaklı mektup bulunmasıyla bizleri o vakit Ramazan-ı Şerifte ve şimdi bu dehşetli soğukta pek çok mâsum rençber ve esnafları, hattâ âdi ve eski bir mektubumuz yanında bulunmasıyla ve arabası beni gezdirmesiyle ve bize bir dostluk münasebetiyle veya bir kitabımı okumasıyla tevkif edip perişan etmek ve maddeten ve mânen onlara ve vatana ve millete, lüzumsuz bir evham yüzünden binler lira zarar vermek hangi adalet kanunuyladır? Adliyenin, hangi madde-i kanuniyesiyledir? Ayağımızı yanlış atmamak için, o kanunları bilmek talep ederiz.

Evet, hem Denizli’de, hem Afyon’da tevkifimizin bir sebebinin bir hakikati şudur ki: Bir kısım hadîslerin mânâsı ve te’vili bilinmemesinden, “Akıl kabul etmiyor” diye inkâr edenlere karşı avâmın imanını kurtarmak fikriyle, çok zaman evvel Dârü’l-Hikmet-i İslâmiyede iken ve daha evvel aslı yazılan Beşinci Şuâ, farz-ı muhal olarak, dünyaya ve siyasete baksa ve bu zamanda da yazılsa, madem gizlidir ve taharriyatta bizde bulunmadı ve gaybî haberleri doğrudur ve imanî şüpheleri izale eder ve âsâyişe dokunmuyor ve mübareze etmiyor ve yalnız ihbar eder ve şahısları tâyin etmiyor ve ilmî bir hakikati küllî bir surette beyan ediyor. Elbette o hakikat-i hadîsiye bu zamanda dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa ve münakaşaya sebep olmamak için mahkemelerin teşhir ve neşirlerinden evvel bizce tam mahrem tutulsa, adalet cihetinde hiçbir vech ile bir suç teşkil etmez. Hem bir şeyi reddetmek ayrıdır ve ilmen kabul etmemek veya amel etmemek bütün bütün ayrıdır. “O risale yakın bir istikbalde gelecek bir rejimi ilmen kabul etmiyor” diye bir suç olduğuna, dünyada adliyelerin bir kanunu bulunmasına ihtimal vermiyoruz.

Elhasıl: Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi dehşetli bir zehire çeviren ve lezzetini imha eden küfr-ü mutlakı otuz seneden beri köküyle kesen ve tabiiyyûnun dehşetli bir fikr-i küfrîlerini öldürmeye muvaffak olan ve bu milletin iki hayatının saadet düsturlarını harika hüccetleriyle parlak bir surette ispat eden ve Kur’ân’ın hakikat-i arşiyesine dayanan Risale-i Nur, böyle küçük bir risalenin bir iki maddesiyle değil, belki bin kusuru dahi olsa, onun binler büyük haseneleri onları affettirir diye dâvâ ediyoruz ve ispatına da hazırız.

Üçüncü sual: Bir mektubun yirmi kelimesinde beş kelime kusurlu görülse, o beş kelime sansür edilir. Mütebâkisine izin vermek bir düstur iken, Eskişehir Mahkemesinin dört ay tetkikten sonra, yüz bin kelime içinde zâhirî nazarda zararlı tevehhüm edilen yalnız on beş kelimeden başka bulmamasıyla ve Heyet-i Vekile de dört yüz sahifeli Zülfikar’ın yalnız iki sahifesinde (şimdiki kanuna uygun olmamasından) otuz sene evvel yazılan iki âyetin tefsirinden başka ilişmemesi ve Denizli ve Ankara ehl-i vukufu on beş sehivden başka ilişmemesiyle ve şimdiye kadar yüz binler adamın ıslahına vesile olmasıyla, vatana ve millete bin büyük menfaati tahakkuk eden Risale-i Nur’a küçük bir hizmet eden veya kendi imanını kurtardığı için bir risalesini yazan ve Emirdağında garip ve ihtiyarlığıma şefkaten bana kardeşlik eden Çalışkanlar gibi rıza-yı İlâhî için bana hizmet eden bîçareleri iş mevsiminde ve dehşetli kışta taht-ı tevkife almak, hükûmet-i cumhuriyenin hangi prensibiyle kàbil-i tevkif olabilir? Ve hangi kanunu, müsaade etmeye imkânı var?

Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile dinsizlere ilişmiyor; elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir. Bin seneden beri bu milletin gıda ve ilâç gibi bir hâcet-i zaruriyesi olan takvâyı ve salâhati bu mazhar-ı enbiya olan Asya’da hükmeden ehl-i siyaset yasak etmez ve edemez biliyoruz.

Yirmi seneden beri münzevî yaşayan ve yirmi sene evvelki Said’in kafasıyla sorduğu bu suallerde bu zamanın tarz-ı telâkkisine uygun gelmeyen kusurlarına bakmamak, insaniyetin muktezasıdır.

Vatan ve millet ve âsâyişin menfaati hesabına bunu da hatırlatmak bir vazife-i vataniyem olması cihetiyle derim:

Böyle bize ve Risale-i Nur’a az bir münasebetle taht-ı tevkife alınmak, gücendirmek yüzünden vatana ve âsâyişe dindarâne menfaati bulunan pekçok zâtları idare aleyhine çevirebilir, anarşiliğe meydan verir. Evet, Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaattar vaziyete girenler yüz binden çok ziyadedir. Hükûmet-i cumhuriyenin belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faideli ve müstakimâne bir surette bulunuyorlar. Bunları gücendirmek değil, belki himaye etmek elzemdir.

Şekvâmızı dinlemeyen ve bizi söyletmeyen ve bahanelerle sıkıştıran bir kısım resmî adamlar, vatan aleyhinde anarşiliğe meydan açıyorlar diye kuvvetli bir vehim hatırımıza geliyor.

Hem maslahat-ı hükûmet namına derim: Madem Beşinci Şuâyı, hem Denizli, hem Ankara mahkemeleri tetkik edip ilişmemişler, bize verdiler. Elbette onu yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece zarurîdir. Biz o risaleyi, mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükûmet ve mahkemesi dahi onu medar-ı sual ve cevap etmemeli. Çünkü kuvvetlidir, reddedilmez. Kablelvuku haber vermiş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil; olsa olsa, ölmüş gitmiş bir şahsa, müteaddit mânâlarından bir mânâsı muvafık geliyor. Onun dostluğu taassubuyla o gaybî ihbarı ve mânâyı resmiyete koymamayı ve bizi onunla muaheze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve âsâyiş ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi.

Haşiye: Dört defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler, “Yazık olur” hükmünü isbat ettiler.

1.) Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.. Onunla yardım isteriz..

2.) Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (Fâtır Sûresi, 35:18)

Denizli Mahkemesine arz ettiğim Dokuz Esas[değiştir]

Afyon Müddeiumumîsi ve Mahkeme Reisi ve âzâlarına

Denizli’nin adliyesine hukukumu müdafaa için arz ettiğim Dokuz Esası aynen size de takdim ediyorum.

Yirmi senedir hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa böyle resmî ve ince ve siyasî hayatı terk etmişim. O hallere karşı alınması lâzım gelen vaziyeti bilmiyorum ve düşünmüyorum ve düşünmesi beni cidden incitiyor. Fakat mecburiyetle başka mahkemede insafsız bir zâtın intizamsız ve mükerrer ve lüzumsuz pek çok suallerine verdiğim cevapların hâtimesi ve hülâsası olan bu intizamsız müdafaatım ve istidamda belki sadet harici ve lüzumsuz tekrarat ve intizamsızlık ve aleyhime dönecek şiddetli tabirler ve bilmediğim yeni kanunlara muhalif ifadeler bulunabilir. Fakat madem hakikat üzere gidiyor; hakikatın hatırı için o kusurlara bakmamak gerektir. O istida ve müdafaatım Dokuz Esas üzerine gidiyor.

Birincisi: Madem, hükûmet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette, dindarlara ve takvâcılara da ilişmemek gerektir. Ve madem dinsiz bir millet yaşamaz ve Asya din noktasında Avrupa’ya benzemez ve İslâmiyet, hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde Hıristiyanlığa uymaz ve dinsiz bir Müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına karşı salâbet-i diniyesini kahramanâne müdafaa eden bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrîsi hükmüne geçen diyanet, salâhat ve bilhassa iman hakikatlerinin öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tutamaz. Ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükûmet, Risale-i Nur’a adalet ve kanun ve âsâyiş cihetinde ilişemez ve iliştirmemeli.

İkinci esas: Madem bir şeyi reddetmek başkadır ve onunla amel etmemek bütün bütün başkadır. Ve her hükûmette şiddetli muhalifler bulunur. Ve Mecusi hâkimiyeti altında Müslümanlar ve hükûmet-i İslâmiye-i Ömeriyede Yahudiler ve Hıristiyanlar bulunması ve âsâyişe ve idareye ilişmeyenin hürriyet-i şahsiyesi her hükûmette vardır ve ilişilmez. Ve hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. Ve madem âsâyişe ve idareye ve siyasete ilişmek isteyen herhalde hiç şüphesiz gazetelerle ve dünya hâdisâtı ile alâkadar olacak, tâ kendine yardım eden cereyanları ve vaziyetleri ve hâdisâtı bilsin, tâ yanlış ayağını atmasın. Ve Risale-i Nur ise, şakirtlerini o derece men etmiş ki, benim yakın dostlarım biliyorlar ki, yirmi beş senedir, değil gazeteleri okumak, belki sormasını ve merak etmesini ve düşünmesini bana terk ettirmiş. Şimdi on senedir kat’iyen dünya cereyanlarından ve vaziyetlerinden, Alman’ın mağlûbiyeti ve bolşeviğin istilâsından başka hiçbir haber almayacak derecede beni hayat-ı içtimaiyeden çekmiş. Elbette ve elbette, hikmet-i hükûmet ve kanun-u siyaset ve düstur-u adâlet bana ve benim gibi kardeşlerime ilişemez. Ve ilişen, herhalde ya evhamından, ya garazından veya inadından ilişir.

Üçüncü esas: Sabık mahkememizde bir müddeiumumînin yanlış bir mânâ ile Beşinci Şuâya dair suallerinde kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına mânâsız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle bu gelecek uzunca tafsilâtı vermeye mecbur oldum.

Evvelâ: Bu Beşinci Şuâyı hükümetin eline geçmeden evvel biz mahrem tutuyorduk. Hem bütün taharrilerde bende bulunmadı. Hem maksadı yalnız avâmın imanlarını şüphelerden ve müteşabih hadîsleri inkârdan kurtarmaktır. Dünya cihetine üçüncü, dördüncü derecede, dolayısıyla bakar. Hem verdiği haberler doğrudur. Hem ehl-i siyaset ve dünya ile mübareze etmiyor, yalnız ihbar eder. Hem şahısları tayin etmiyor. Küllî bir surette, bir hakikat-i hadîsiyeyi beyan eder. Fakat, o küllî hakikati bu asırdaki dehşetli bir şahsa tam tatbik etmişler. Onun için bu senelerde yeni telif edilmiş zannıyla itiraz ettiler. Hem o risalenin aslı, Dârü’l-Hikmetten daha eskidir. Yalnız bir zaman sonra tanzim edildi, Risale-i Nur’a girdi. Şöyle ki:

Bundan kırk sene evvel ve Hürriyetten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın Başkumandanı, İslâm ulemasından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.

Ezcümle, bir hadîste, “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında ‘Hâzâ kâfirün’ yazılmış bulunur” diye hadîs var deyip benden sordular. Dedim: “Bir acîp şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar, başına şapka giyer ve giydirir.”

Bu cevaptan sonra bunu sordular: “Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?” Dedim: “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat, baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah Müslüman edecek.”

Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile ‘Süfyan’ olduğu bilinecek.” Ben de cevaben dedim: “Bir darb-ı mesel var. Çok israflı adama eli deliktir denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zâyi oluyor deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya müptelâ olup, onunla hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.”

Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbul’da dikili taşta şeytan dünyaya bağıracak ki, filân öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla haber verilecek.” Fakat bir zaman sonra, radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dârü’l-Hikmette iken dedim: “Şeytan gibi radyoyla dünyaya işittirecek.”

Sonra sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc ve Me’cüc ve dâbbetü’l-arz ve Deccal ve nüzûl-ü İsa (a.s.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevap vermiştim. Hattâ eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar. Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki defa şifre ile Van vilâyetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Beyin vasıtasıyla beni, neşredilen Hutuvât-ı Sitte’ye mükâfaten taltif için Ankara’ya celb etti, gittim. Şeyh Sinusî Kürtçe lisanı bilmediğinden, beni onun yerinde üç yüz lira maaşla vilâyât-ı şarkıye vâiz-i umumîsi, hem meb’us, hem Diyanet Riyaseti dairesinde, Dârü’l-Hikmet âzâlarıyla beraber, eski vazifemle memnun etmek ve benim Van’da temelini attığım Medresetü’z-Zehrâ ve şark dârülfünunuma Sultan Reşad’ın verdiği on dokuz bin altın lira, iki yüz mebus içinde yüz altmış üç mebusun imzasıyla yüz elli bin banknota iblâğ edilerek kabul edildiği halde, ben Beşinci Şuâ aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve “Bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez” diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim. Fakat bazı zâlim ve insafsız memurlar, bana dünyaya bakacak iki üç risaleyi yazdırdılar.

Sonra bazı zâtlar, âhirzaman hâdisatını haber veren müteşabih hadîsleri suâl etmek münasebetiyle, o eski risalenin aslını tanzim ettim. Risale-i Nur’un Beşinci Şuâı namını aldı. Risale-i Nur’un numaraları, telif tertibiyle değil. Meselâ, Otuz Üçüncü Mektup, Birinci Mektuptan daha evvel telif edilmiş ve bu Beşinci Şuânın aslı ve Risale-i Nur’un bir kısım eczaları, Risale-i Nur’dan evvel telif edilmiş. Her ne ise... Bu makamda bir müddeiumumînin, Mustafa Kemal’e dostluğu taassubuyla, kanunsuz ve lüzumsuz ve yanlış itiraz ve sualleri beni bu sadet harici gibi izahatı vermeye mecbur eyledi. Ben onun, adliye kanunu namına tamamen şahsî ve kanunsuz bir sözünü misal olarak beyan ediyorum.

Dedi: “Beşinci Şuâda sen hiç kalben nedamet etmedin mi ki, onu rakıdan ve şaraptan su tulumbası gibi tâbirlerle tezyif etmişsin?”

Ben onun bütün bütün mânâsız ve yanlış ve dostluk taassubuna mukàbil derim: Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez, yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasıl ki ordunun ganimeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.

Evet nasıl o insafsız, o çok kusurlu adamı sevmemekle beni ittiham etti, âdeta vatan hâini yaptı. Ben de onu, orduyu sevmemekle ittiham ediyorum. Çünkü bütün şerefi ve mânevî ganimeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfîler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünkü birşeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının vücudu ile olur ki, kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademiyle ve bir rüknün bozulmasıyle olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudîdir. Başlar sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir ve tahribîdir. Reisler mes’ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki bir aşiret fütuhat yapsa, “Aferin Hasan Ağa”; mağlûp olsa “Aşirete Tuh” diye aşiret tezyif edilse, bütün bütün hakikatin aksine hükmedilir. Aynen öyle de, beni ittiham eden o müddeî bütün bütün hak ve hakikatin aksine bir hatâsıyla, güya adliye namına hükmetti.

Aynen bunun hatası gibi: Eski Harb-i Umumîden biraz evvel, ben Van’da iken, bazı dindar ve müttakî zâtlar yanıma geldiler. Dediler ki: “Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.”

Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.”

O zâtlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, Harb-i Umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi, o ordudan yüz bin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o dâvamda tasdik edip kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar.

Her ne ise... Biraz uzun söylemeye mecbur oldum. Çünkü hiçbir hissiyatla ve hâricî tesiratla müteessir olmamak, mâhiyetinin kat’î bir hassası bulunan adalet hakikatı namına, cüz’î ve hattâ hissiyat ve tarafgirlikle bize ve Risale-i Nur’a karşı müzeyyifâne hareket eden bir müddeiumumînin acîp vaziyeti beni bu uzun ifadeye sevk etti.

Dördüncü esas: Eskişehir Mahkemesi, yüzer risaleleri ve mektupları dört ay tetkikten sonra, yalnız yüz yirmi adamdan on beş adama altışar ay ceza ve bana da, yüz risaleden yalnız bir iki risalede on beş kelime ile, bir sene ceza verebildi. Tarîkatçilik ve cemiyetçilik ve şapka meselelerinde beraat ettirdiler. Biz dahi o cezayı çektik. Ondan sonra Kastamonu’da çok defa taharrilerde hiçbir ilişiğimi bulmadılar. Ve kaç sene evvel Isparta’da mahrem ve gayr-ı mahrem Risale-i Nur’un bütün eczaları bilâistisna hükûmetin eline geçti. Üç ay tetkikten sonra umumu sahiplerine iade edildi. Birkaç sene sonra, Denizli ve Ankara mahkemelerinde bütün risaleler iki sene kaldı. Tamamen bize iade edildi.

Madem hakikat budur. Beni ve Risale-i Nur’un şakirtlerini ittiham eden ve o gibi kanun namına kanunsuz ve garazla ve hissiyatla bizi muaheze edenler, elbette bizden evvel, hem Eskişehir Mahkemesini, hem Kastamonu hükûmetini ve zabıtasını, hem Isparta adliyesini, hem Denizli Mahkemesini, hem Ankara’nın Ağırceza Mahkemesini ittiham edip, onları—varsa—suçumuza tam teşrik ediyorlar. Çünkü bir suçumuz olsaydı, bu üç dört hükûmet yakınında çok zaman tecessüsüyle görmedi veya aldırmadı ve iki mahkeme iki sene inceden inceye bakıp bilmedi veya aldırmadı; bizden ziyade onlar suçlu olurlar. Halbuki bizde dünyaya karışmak arzusu bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti.

Evet, otuz bir (31) Mart’ta Divan-ı Harb-i Örfîde ve Mustafa Kemal’in hiddetine karşı, divan-ı riyasette şiddetli ve dokunaklı ve serbest müdafaa eden bir adam on sekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya entrikalarını çeviriyor diye onu ittiham eden, elbette bir garazla eder. Biz Denizli Müddeiumumîsinden ümit ettiğimiz gibi, Afyon Müddeiumumîsinden de ümit ederiz ki, bizi böylelerin itirazından ve garazlarından kurtarsın ve hakikat-ı adaleti göstersinler.

Beşinci esas: Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünkü hâlisâne hizmet-i Kur’âniye, onlara herşeye bedel, kâfi geliyor.

Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatâsıyla onun mâsum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlûp düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatleri, bir poraganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlerde hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.

Altıncı esas: Bu meselede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur’ân’a bağlanmış ve Kur’ân dahi Arş-ı Âzamla bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün? Hem bu memlekete maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla ve İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) kat’î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur; bizim âdi ve şahsî kusurlarımızla mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddî, hem mânevî, telâfi edilmeyecek derecede zarar olacak.

Risale-i Nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi, cüz’î ve neticesiz hâdiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet-i kat’iye derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükûmeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.

Elhasıl, madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim âhiretimize ve imanî hizmetimize ilişmesinler.

Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latîf bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.”

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

İşte, ey müddeiumumî ve mahkeme âzâları, elli seneden beri bende olan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. Yirmi beş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm 1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ olarak sizin beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukàbil derim:

Ben, Risale-i Nurun keşf-i kat’îsiyle, idam olmuyorum, belki terhis edilip Nur ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey gizli düşmanlarımız ve dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferitle mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım, onlara demiştim.

Yedinci esas: Afyon Mahkemesi başka yerlerdeki sathî tahkikata binaen bize bir cemiyet-i siyasiye noktasında bakmış. Buna cevabımız:

Evvelâ: Bütün benimle arkadaşlık eden zâtların şehadetiyle, on dokuz seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve sormayan ve bu on sene beş aydır Harb-i Umumîden, Alman’ın mağlûbiyetinden ve komünistin dehşetinden başka hiçbir haber almayan ve merak etmeyen ve bilmeyen bir adamın elbette siyasetle hiçbir alâkası yoktur ve siyasî cemiyetlerle hiçbir münasebeti olmaz.

Saniyen: Risale-i Nur’un yüz otuz parçaları meydandadır. İçinde imanî hakikatlerden başka bir hedef, bir maksad-ı dünyevî olmadığını anlayan Eskişehir Mahkemesi, yalnız bir iki risaleden başka ilişmemesi ve Denizli Mahkemesi hiçbirine ilişmemesi ve koca Kastamonu zabıtasının sekiz sene zarfında daimî tarassutla beraber iki hizmetçimden ve yalnız üç adamdan başka bahane ile müttehem hiçbir kimseyi bulmaması kat’î bir hüccettir ki, Risale-i Nur şakirtleri hiçbir vech ile siyasî cemiyet değiller.

Eğer iddianamedeki cemiyetten maksadı, imanî ve uhrevî bir cemaat ise, ona cevaben deriz ki: Eğer dârülfünun talebelerine ve her nevi esnafa birer cemiyet namı verilse, bize de o neviden bir cemiyet namı verilebilir.

Eğer dinî hissiyatla emniyet-i dahiliyeyi ihlâl edecek bir cemaat namı veriyorsanız, buna mukàbil deriz: Yirmi sene zarfında bu fırtınalı halde Nur şakirtleri hiçbir yerde hiçbir vukuatla emniyet-i dahiliyeye ilişmemeleri ve iliştikleri ne hükûmetçe ve ne de mahkemelerce kaydedilmemesi bu ittihamı çürütüyor.

Eğer hissiyat-ı diniyeyi kuvvetlendirmesinden istikbalde emniyet-i dahiliyeye zarar verebilir diye bir cemiyet namı verilmişse, buna mukàbil deriz:

Evvelen: Başta Diyanet Riyaseti, bütün vâizler aynı hizmeti görüyorlar.

Saniyen: Risale-i Nur şakirtlerinin değil emniyete ve âsâyişe zarar vermek, belki bütün kuvvet ve kanaatleriyle milleti anarşilikten muhafaza ve emniyet ve âsâyişi temin etmek için çalıştıklarına delil ise, birinci esasta beyan edilmiş.

Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız, evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferitten kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhâya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.

Sekizinci esas: Risalelerde bazı dokunaklı cümleler var diye, başka yerlerin nâkıs ve sathî tahkikatlarına binaen bizi ittiham ediyorlar. Buna mukàbil deriz:

Madem maksadımız iman ve âhirettir, ehl-i dünya ile mübareze değil. Ve madem o pek cüz’î ve yalnız bir iki risaleye mahsus ilişmek kastî değil; belki maksadımıza yürürken onlara çarpmışız. Elbette bir garaz-ı siyasî mânâsında olamaz. Ve madem imkânat başkadır, vukuat başkadır. Hakkımızda âsâyişe zarar yapmış değil, “yapabilir” diye ittiham ise, herkes bir adamı öldürebilir diye ittiham gibi mânâsız bir ittihamdır. Ve madem yirmi sene müddetinde yirmi binler adamda ve binler nüshalar ve mektuplarda hem Eskişehir, hem Kastamonu, hem Isparta, hem Denizli şiddetli tetkik ve taharrilerde hakiki bir suç teşkil edecek maddeleri bulamadılar. Eskişehir Mahkemesi birşey bulamadığından mecburiyetle bir lâstikli kanun maddesinden tek bir küçük risale ile bizi mes’ul ettiği gibi, bütün dinî dersini vereni dahi mes’ul eder bir tarzda, yüz adamdan on beş adama altışar ay ceza verebildi. Acaba bizim gibi bir adamın sizden olsa, bir senede yirmi mahrem mektupları bu tarzda tetkik edilse, onu mes’ul ve mahcup edecek yirmi cümle bulunmaz mı? Halbuki, bizde yirmi bin adamdan yirmi bin nüsha risale ve mektuplarda hakikî mes’ul edecek yirmi cümle bulamamalarından gösteriyor ki, Risale-i Nur’un hedefi doğrudan doğruya âhirettir. Dünya ile alışverişi yoktur.

Dokuzuncu esas: Denizli Mahkemesinin insaflı müddeiumumîsinin başka yerlerin insafsız ve sathî zabıtnamelerine binaen iddianamede kaydettiği maddeler gibi, Afyon Mahkemesi dahi sorguda gördüğümüz vaziyet delâletiyle, aleyhimizde aynı maddeler ve tarihsiz mektuplar, hem yirmi ve on beş ve on sene zarfındaki muhaberelerden ve kat’î cevabı üçüncü esasta ve iddiamın ikinci sualinde bulunan Beşinci Şuâda ve yüz otuz risalelerin yalnız dört beş risalelerinde ve Eskişehir Mahkemesinin tetkikinden geçen ve cezasını çektiren ve af kanunları gören ve Denizli beraatini gören mektuplar ve risalelerde ittihamımıza medar bazı bahaneler var. Acaba, otuz bir (31) Mart hâdisesinde Bab-ı Seraskerîde Şeyhülislâm ve ulemayı dinlemeyen sekiz taburu bir nutukla itaate getiren bir adam sekiz sene zarfında—zabıtnâmelere göre—çalışmış, böyle yirmi otuz adamı kandırabilmiş, meselâ koca Kastamonu’da beş adamı iğfal edebilmiş denilebilir mi? İşte Kastamonu’da, Denizli hâdisesinde mahrem ve gayr-ı mahrem bütün evrak ve kitaplarımı odunlar yığını altından çıkarıp, üç ay tetkikten sonra yalnız Feyzi, Emin, Hilmi, Tevfik ve Sadık’tan başka kimseyi o koca Kastamonu’da bulmadılar. Bu beş zât ise, lillâh için bana şahsî hizmet münasebetiyle ve üç buçuk senede Emirdağı’nda üç kardeş ve üç dört adamı bulup göndermişler. Eğer o sathî zabıtnâmeler gibi yapsaydım, beş on değil, belki beş yüz, belki beş bin ve belki beş yüz bin adamları kandırabilirdim. O zabıtnâmelerde ne kadar yanlışlar bulunduğuna, Denizli Mahkemesinde söylediğim gibi, bir iki nümuneyi beyan ediyorum:

Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar câri bir âdet-i İslâmiyeye ittibaen, Risale-i Nur’un hususi menbaları olan yüzer âyât-ı meşhureyi büyük bir en’am gibi Hizb-i Kur’ânî yaptığımızı, “Dinde tahrifat yapıyor” diye muahaze etmişler.

Hem bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnâmede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risalesi bu sene yazılmış ve neşredilmiş gibi bizi ittiham etmek istiyor. Hem Ankara’da hükûmetin riyasetinde bulunan malûm birisine ettiğim itirazlara ve ağır sözlere karşı o reis mukabele etmeyip sükût etmesi ve o öldükten sonra, onun yanlışını gösteren bir hakikat-i hadîsiyeyi kırk sene evvel beyandaki fıtrî ve lüzumlu ve küllî ve mahrem tenkitlerim, makam-ı iddia, cerbezesiyle ona tam tatbikle bize medar-ı mes’uliyet yapılmış. Ölmüş ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede? Hükûmetin ve milletin bir hâtırası ve Cenâb-ı Hakkın bir tecellî-i hâkimiyeti olan adalet kanunları nerede?

Hem biz hükûmet-i cumhuriye esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinad ve onun ile kendimizi müdafaa ettiğimiz hürriyet-i vicdan esası, bizim aleyhimizde medar-ı mes’uliyet tutulmuş. Güya biz hürriyet-i vicdan esasına muarız gidiyoruz!

Hem bir risalede medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkit ettiğimden, hatır ve hayâlime gelmeyen bir şeyi zabıtnâmelerde isnad ediyor: Güya ben radyo (Haşiye) ve tayyare ve şimendiferin kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde bulunduğumla mes’ul ediyor.

İşte bu nümunelere kıyasen ne kadar hilâf-ı adalet bir muamele olduğunu, inşaallah, insaflı ve adaletli olan Denizli Müddeiumumîsi ve Mahkemesi gibi, Afyon Mahkemesi göstererek, o zabıtnâmelerin evhamlarına ehemmiyet vermeyecekler.

Hem en garibi şudur ki, bir yerde demişim: Cenâb-ı Hakkın büyük nimetleri olan tayyare ve şimendifer ve radyoyu, büyük şükürle mukabele lâzımken, beşer şükretmedi; tayyarelerle başlarına bombalar yağdı. Ve radyo öyle büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, ona mukàbil şükür ise, o radyo milyonlar dilli bir küllî hâfız‑ı Kur’ân olup zemin yüzündeki bütün insanlara Kur’ân’ı dinlettirsin. Yirminci Sözde Kur’ân’ın medeniyet harikalarından gaybî haber verdiğini beyan ederken, bir âyetin işareti olarak, kâfirler şimendiferle âlem-i İslâmı mağlûp ederler demişim. İslâmı bu hârikalara teşvik ettiğim halde, bir sebeb-i ittiham olarak, şimendifer, tayyare ve radyo gibi terakkiyat-ı hâzıra aleyhindedir diye sâbık mahkemelerin bazı müddeiumumîleri bizi ittiham etmiş.

Hem hiçbir münasebeti olmadığı halde, bir adam Risale-i Nur’un ikinci bir ismi olan Risaletü’n-Nur tâbirinden, “Kur’ân’ın nurundan bir risalettir, yani bir ilhamdır ve risaletin şeriat vazifesini yapan bir vâristir” demiş. Bir iddianamede, başka yerin verdiği yanlış mânâ ile, güya “Risale-i Nur bir resuldür” diye benim için bir sebeb-i ittiham tutulmuş.

Hem müdafaatımda yirmi yerde kat’î bir surette hüccetlerle ispat etmişiz ki, bütün dünyaya karşı da olsa, dini ve Kur’ân’ı ve Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve edilmez. Ve biz onların bir hakikatını dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz. Ve bu dâvânın emâreleri yirmi senede binlerdir. Halbuki şimdi Afyon sorgusunun gidişatında ve iddianamede, başka zabıtnâmelere binaen, güya bizim maksadımız ve sa’yimiz dünya entrikalarını çevirmek ve dünya garazlarına koşmak ve dini hasis şeylere âlet etmek ve kudsiyetini düşürtmektir diye bizi ittiham ediyor. Madem öyledir; ben ve biz bütün kuvvetimizle deriz:

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Said Nursî

Haşiye: Radyo gibi azîm bir nimet-i İlâhiyeye karşı azîm bir şükür olmak için, radyo Kur’ân’ı okuyup bütün zemin yüzündeki insanlara dinlettirip, küre-i havanın bir hafız-ı Kur’an olmasıdır” demiştim.

1.) Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

İddianameye karşı itiraznamenin tetimmesidir[değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Afyon Mahkemesinin bizi ittiham etmesine karşı itiraznamenin tetimmesidir

Bu itirazımda muhatabım Afyon Müddeîsi ve Mahkemesi değil, belki başka yerlerdeki müddeiumumîlerin ve muhbir ve taharricilerin yanlış ve nâkıs zabıtnameleriyle burada ve sorgu dairesindeki acip vaziyeti aleyhimize çeviren garazkâr ve vehham memurlardır.

Evvelen: Asl u faslı olmayan ve hatırıma gelmeyen bir siyasî cemiyet namını mâsum ve siyasetle hiç alâkaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve iman ve âhiretinden başka bir maksatları bulunmayan bîçareleri, o cemiyetin nâşiri veya faal bir rüknü veya mensubu veya Risale-i Nur’u okumuş ve okutmuş veya yazmış diye suçlu sayıp mahkemeye vermek ne kadar adaletin mahiyetinden uzak olduğunun kat’î bir hücceti şudur ki:

Kur’ân aleyhinde yazılan, Doktor Duzi’nin ve sair zındıkların o muzır eserlerini okuyanlar, hürriyet-i fikir ve hürriyet-i ilmiye düsturuyla suçlu sayılmadığı halde, hakikat-i Kur’âniyeyi ve imaniyeyi öğrenmeye gayet muhtaç ve müştak olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nur’u okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve hem, yüz risale içinde yanlış mânâ verilmemek için mahkemelerin teşhirlerinden evvel mahrem tuttuğumuz iki üç risalede yalnız birkaç cümlelerini bahane gösterip ittiham etmiş. Halbuki o risalelerden biri müstesna Eskişehir Mahkemesi tetkik etmiş, icabına bakmış, yalnız birtek Tesettür Risalesinin bir iki meselesine ilişmiş. Ve müstesnasının hem istidamda ve hem itiraznamemde gayet kat’î cevabı verildiği ve “Elimizde nur var, siyaset topuzu yok” diye Eskişehir Mahkemesinde yirmi vech ile kat’î ispat edildiği ve Denizli Mahkemesi bilâistisna bütün risaleleri tetkik etmiş, hiçbirisine ilişmediği halde, o insafsız müddeîler, o iki üç risalenin üç dört cümlelerini bütün Risale-i Nur’a teşmil edip, hattâ dört yüz sahifeli Zülfikâr’ı iki sahife için müsadere eder gibi, Risale-i Nur’u okuyan ve yazanı suçlu ve beni de hükûmetle mübareze eder diye ittiham etmişler.

Ben ve bana yakın ve benimle görüşen dostlarımı işhad ve kasemle temin ederim ki bu on seneden ziyadedir ki, iki reis ve bir mebustan ve Kastamonu Valisinden başka, hükûmetin erkânını, vükelâsını, kumandanlarını, memurlarını, mebuslarını kimler olduğunu kat’î bilmiyorum ve bilmeyi de merak etmemişim. Yalnız bir sene evvel bir iki zât benimle alâkadarlık göstermelerinden, beş altı erkânını bildim. Acaba hiç imkânı var mı ki, bir adam mübareze ettiği adamları tanımasın ve bilmeyi merak etmesin ve dost mu, düşman mı diye karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin? Bu hallerden anlaşılıyor ki, bil’iltizam herhalde beni perişan etmek için gayet asılsız bahaneleri icad ederler.

Madem keyfiyet böyledir. Ben de buradaki mahkemeye değil, belki o insafsızlara derim: Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem ve hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş beş yaşındayım. Böyle mazlum ve mâsum bir iki sene hayatı şehadet mertebesiyle değiştirmek, benim için büyük saadettir. Risale-i Nur’un binler hüccetleriyle kat’î imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer zâhirî idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat, siz ey gizli düşmanlar ve zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle sebepsiz meşgul eden insafsızlar! Kat’î biliniz ve titreyiniz ki, siz idam-ı ebedî ile ve ebedî haps-i münferitle mahkûm oluyorsunuz. İntikamımız sizden pek çok muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz. Hattâ size acıyoruz. Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatinin elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her meselesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurîsi ve kat’îsidir. Acaba, bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirtlerini ve o çareyi binler hüccetlerle bulduran Risale-i Nur’u âdi bahanelerle ittiham edenler ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem oluyor, divaneler de anlar.

Bu insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmayan bir siyasî cemiyet vehmini veren üç maddedir.

Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim benimle kardeş gibi şiddetli alâkadar olmaları, bir cemiyet vehmini vermiş.

İkincisi: Risale-i Nurun bazı şakirtleri, her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen cemaat-ı İslâmiye heyetleri gibi hareket etmelerinden bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki o mahdut üç dört şakirdin niyetleri cemiyet memiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesanüddür.

Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalâlet ve dünyaperestlikte bildiklerinden ve hükûmetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından fikren diyorlar ki: “Herhalde Said ve arkadaşları bizlere ve hükûmetin, bizim medenîce nâmeşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise, muhalif bir cemiyet‑i siyasiyedirler.”

Ben de derim: Hey bedbahtlar! Eğer dünya ebedî olsaydı ve insan içinde daimî kalsaydı ve insanî vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı, belki bu iftiranızda bir mânâ bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girseydim, yüz risalelerde on cümle değil, belki bin cümleyi siyasetvâri, mübarezekârâne bulacaktınız. Hem, farz-ı muhal olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksatlarına ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz diye-ki şeytan da bunu inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez-haydi böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor. Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz ve herbir hükûmette şiddetli muhalifler bulunur. Elbette adliye kanunu ile bizleri mes’ul etmezsiniz. Son sözüm

2 حَسْبِىَ اللهُ لاَۤ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

dir.

Said Nursî

1.) Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

2.) Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur. (Tevbe Sûresi, 9:129)

On cihet ile kanunsuzluğun beyanı[değiştir]

Denizli beraatimizden sonra üç sene münzevî ve siyasetten alâkasız olduğum halde Afyon hapsini netice veren bu yeni hâdisenin on vech ile kanunsuz olduğunu beyan ediyorum.

Birincisi: Üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun ve Ankara’nın yedi makamatında ve adliyelerin elinde iki sene Risale-i Nur tetkikten geçtiği halde, ittifakla hiçbiri muhalif kalmadan hem umum risalelerin beraatine, hem Said ile beraber yetmiş beş arkadaşı birlikte beraat ettirildiği ve bir gün bile ceza verilmediği halde, yeniden evrak-ı muzırra gibi o risalelere el uzatmak ne derece kanunsuzdur, zerre kadar insafı olan bilir.

İkincisi: Beraatten sonra üç buçuk sene Emirdağı’nda münzevî, garip, kapısını hem dışarıdan kilit, hem içeriden sürgüyle kapayan ve yüzde bir adamı zarurî bir iş olmadan yanına kabul etmeyen ve yirmi seneden beri devam eden telifini de bırakıp, daha telif etmeyen bir adama dünya siyaseti için kapısının kilidini kırarak gelip, Arabî evradından ve başındaki levha-i imaniyeden başka taharriciler birşey bulamadıkları halde, bu eziyetin verilmesi ne derece hilâf-ı kanun olduğunu, zerre kadar insafı bulunan anlar.

Üçüncüsü: Mahkemede dediği gibi, yetmiş şahidin tasdikiyle, yedi sene Harb‑i Umumîyi bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan-ki şimdi on senedir aynı halde bulunan-ve yirmi beş seneden beri hiç bir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve otuz seneden beri

1 اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ

deyip, siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi iki sene işkenceli sıkıntılar çektiği halde ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini kendine celb etmemek ve siyasete karışmamak için bir defa istirahati için hükümete müracaat etmeyen bir adama, dehşetli bir siyasî gibi ve siyasî entrikacısı gibi onun menzilini ve inzivagâhını basıp hasta halinde emsalsiz bir sıkıntı vermek, hiçbir kanuna muvafık gelir mi? Zerre kadar vicdanı bulunan bu hâle acıyacak.

Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tetkikten sonra, sebebi de cemiyetçilik, tarîkatçilik olduğu ve o evham bahanesiyle büyük reisin ona şahsî garazıyla onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde, cemiyetçilik ve tarîkatçilik ve Risale-i Nur cihetinde beraat ettirip, yalnız Risale-i Nur’un bir küçük parçası olan Tesettür Risalesini bahane ederek, kanun ile değil de, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüz şakird içinde beş on şakirde altışar ay ceza verdiler ki, tetkik zamanına kadar dört buçuk ay mevkuf, yani bir buçuk ay hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi yine dokuz ay cemiyetçilik ve tarîkatçilik gibi birkaç bahane ile yirmi senelik bütün mektubat ve telifatlarını inceden inceye tetkikle beraber, Ankara’nın Ağırceza Mahkemesine beş sandık kitapları gönderdikleri ve iki sene o kitaplar ve mektuplar Ankara ve Denizli Mahkemelerinde tetkikten geçtikleri halde, o mahkemeler ittifakla cemiyetcilik, tarîkatçilik (Haşiye-1) vesair bahaneler cihetinde beraat kararı verip o kitap ve mektupları aynen sahiplerine iade ve Said’i arkadaşlarıyla beraber beraat ettirdikleri halde, bir siyasî cemiyetçi nazarıyla ve entrikacı bir adam tarzında onu ittiham etmek ve adliye memurlarını onun aleyhinde tarîkat noktasında sevk etmek ne kadar kanunsuz olduğunu, insaniyeti sukut etmeyen bilir.

Beşincisi: Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî zarar gelmemek için, o dört beş mâsumların hatırına binaen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helâl ediyorum.

İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki, idare ve âsâyişe kat’iyen ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma o derece tavsiye etmişim ki, üç vilâyetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki, “Bu Nur şakirtleri mânevî bir zabıtadır; idare ve âsâyişi muhafaza ediyorlar” dedikleri ve bu hakikate binler şahit ve yirmi sene hayatıyla tasdikleri ve binler şakirtlerin de zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemeleriyle teyid ettikleri halde, o bîçare adamın ihtilâlci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulamamakla beraber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi, hattâ gayet kıymettar ve antika ve mu’cizeli Kur’ân’ını ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba hangi kanun müsaade eder? Böyle âsâyişe hüsn-ü ahlâk ile hizmet eden dindar binler zâtları, evham yüzünden idare ve âsâyiş aleyhine zorla sevk etmek, hangi maslahat icabıdır?

Altıncısı: Bundan otuz sene evvel, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle dünyanın muvakkat şan ve şerefinin ve enâniyetli hodfuruşluğunun, şöhretperestliğinin ne kadar faidesiz ve mânâsız olduğunu, hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle anlamış bir adamın o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmâresiyle mücadele edip mahviyet etmek, benliğini bırakmak, tasannu ve riyakârlık yapmamak için elden geldiği kadar çalıştığına, ona hizmet eden veya arkadaşlık edenler kat’î bildikleri ve şehadet ettikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan ve teveccüh-ü nas ve şahsını medh ü senâdan ve kendini mânevî makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçtığı ve hem has kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip, o hâlis kardeşlerinin hatırını kırması ve yazdığı cevabî mektuplarında onun hakkındaki medihlerini ve ziyade hüsn-ü zanlarını kabul etmemesi ve kendini faziletten mahrum gösterip bütün fazileti Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i Nur’a ve dolayısıyla Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsine verip kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat’î ispat ediyor ki, şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan edip medhetmeleri, bir makam vermeleri ve Kütahya havalisinde tanımadığı bir vâizin bazı sözleriyle ve Kütahya’ya hiç mektup göndermediğim ve benim imzamı taklitle yazılan ve medar-ı mes’uliyet tevehhüm edilen bir mektupla ve kimin yazısı bilinmeyen dokunaklı bir kitap Balıkesir’de bulunmasıyla, acaba hangi kanun ile medar-ı mes’uliyet olur ki, o bîçare hasta ve çok ihtiyar ve garibin münzevî odasına, büyük bir cinayet işlemiş gibi, kilidini kırıp taharri memurlarını sokmak, hem evradından ve levhalarından başka bir bahane bulamamak, acaba dünyada hiç bir kanun, hiç bir siyaset bu taarruza müsaade eder mi?

Yedincisi: Bu sırada dahilde o kadar dahilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlâsına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki, “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokunmayınız” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri, eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde, ehl-i dünyanın dünyalarına hiç karışmayıp kendi âhiretiyle meşgul olan ve memleketinde, Nurs karyesinde öz kardeşine yirmi iki sene zarfında birtek mektup yazmayan ve o vilâyetlerdeki dostlarına yirmi senede on mektup yazmayan bir bîçareye, onun âhiret meşguliyetine bu kadar ilişmeye hangi kanun müsaade ediyor?

Vatana ve millete ve ahlâka çok zararlı olan dinsizlerin kitaplarının intişarına ve komünistlerin neşriyatına serbestiyet kanunuyla ilişilmediği halde, üç mahkeme medar-ı mes’uliyet olacak içinde hiçbir maddeyi bulmayan ve millet ve vatanın hayat-ı içtimaiyesini ve ahlâkını ve âsâyişini temine yirmi seneden beri çalışan ve bu milletin hakikî bir nokta-i istinadı olan âlem-i İslâmın uhuvvetini ve bu millete dostluğunu iadeye ve o dostluğu takviyesine tesirli bir surette çabalayan ve Diyanet Riyasetinin uleması tenkit niyetiyle, Dahiliye Vekilinin emriyle, üç ay tetkikten sonra, tenkit etmeyerek, tam kıymetini takdir edip “kıymettar eser” diye diyanet kütüphanesine konulan Zülfikar ve Asâ-yı Mûsâ gibi ve-Kabr-i Peygamberî (Aleyhissalâtü Vesselâm) üzerinde alâmet-i makbuliyet olarak Asâ-yı Mûsâ mecmuasını hacılar gördükleri halde-Nur eczalarını evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermek, acaba hiçbir kanun, hiçbir vicdan, hiçbir insaf buna müsaade eder mi?

Sekizincisi: Yirmi iki sene sıkıntılı sebepsiz bir nefiyden sonra tam serbestiyet verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek, gurbeti, kimsesizliği tercih ederek, tâ ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete temas etmesin, ve çok sevaplı olan camideki cemaatin hayrını bırakıp, odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir hâlet-i ruhiyeyi taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle ve binler Türk kıymettar zâtların tasdikiyle, dindar, müttakî bir Türkü, lâkayt çok Kürtlere tercih eden, hattâ mahkemede Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan bir Türk kardeşini yüz Kürde değiştirmediğini ispat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve camiye gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle, bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve senâ-i Kur’âniyeye mazhar olduğu için o milleti çok seven ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisanla ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için “O Kürttür, siz Türksünüz, o Şâfiîdir, siz Hanefîsiniz” deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması ve yirmi senede ve iki mahkemede tarz-ı kıyafeti değiştirilmeye mecbur edilmeyen ve şapka yarı askerin başından kalkmasıyla beraber, münzevi bir adamın zorla başına şapka giydirmeye cebretmeyi hangi maslahat, hangi kanun buna müsaade eder?

Dokuzuncusu: Çok mühimdir,(Haşiye-2) kuvvetlidir, fakat siyasete temas ettiği için sükût ediyorum.

Onuncusu: Bu da, hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiç bir maslahat bulunmadığı ve yalnız mânasız evhamdan bir habbeyi kubbeler yapmaktan ve hiçbir kanuna girmeyen bir taarruzdur. Bu da mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için sükût ediyoruz. Böylece on vech ile kanunsuz muamelelere karşı yalnız

2 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

deriz.

Said Nursî

Haşiye-1: Nurların esası ve hedefi, iman-ı tahkikî ve hakikat-i Kur’âniyedir. Onun için üç mahkeme tarîkat noktasında beraat vermişler. Hem bu yirmi senede hiçbir adam dememiş: “Said bana tarîkat vermiş.” Hem bin seneden beri, bu milletin ekser ecdadı bağlandığı bir meslek, sebeb-i mes’uliyet olamaz. Hem gizli münafıklar hakikat-i İslâmiyete tarîkat namını takıp, bu milletin dinine taarruz ettiklerine karşı galibâne mukabele edenler, tarîkatle ittiham edilmezler. Cemiyet ise, uhuvvet-i İslâmiye cihetinde bir uhrevî kardeşliktir. Yoksa siyasî cemiyet olmadığına, üç mahkeme hüküm vermişler, o cihette beraat ettirmişler.

Haşiye-2: İslâm hükûmetlerinde Hıristiyan ve Yahudi bulunması ve Hıristiyan ve Mecusî hükümetlerinde Müslümanlar bulunduğu gösteriyor ki, idare ve âsâyişe bilfiil ilişmeyen muhaliflere kanunca ilişilmez. Hem imkânat, medar-ı mes’uliyet olamaz. Yoksa herkes bir adamı öldürebilir diye, herkesi bu imkânat ile mahkemeye vermek lâzım gelir.

1.) Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.

2.) Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

Birkaç nokta da maruzat[değiştir]

Afyon hükûmet ve mahkemesine ve zabıtasına daha birkaç nokta mâruzatım var

Birincisi: Ekser enbiyanın şarkta ve Asya’da zuhurları ve ağleb-i hükemanın garpta ve Avrupa’da gelmeleri, kader-i ezeliyenin bir işaretidir ki, Asya’da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen, Asya’da hüküm süren, dindar olmazsa da din lehine çalışanlara ilişmemeli, belki teşvik etmelidir.

İkincisi: Kur’ân-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer—el’iyâzübillâh—Kur’ân küre-i arzın başından çıksa, arz divâne olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir.

Evet, Kur’ân Arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır; câzibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor. İşte bu Kur’ân-ı Azîmüşşanın hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu asırda, bu vatanda, bu millete yirmi seneden beri tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlâhiye ve sönmez bir mu’cize‑i Kur’âniyedir. Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ondan ürkütüp vazgeçirmek değil, belki himaye etmek ve okunmasına teşvik etmek gerektir.

Üçüncüsü: Ehl-i imandan bütün gelenler, mâziye gidenlere mağfiret dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli Mahkemesinde demiştim:

“Mahkeme-i kübrâda, milyarlar ehl-i iman olan dâvâcılar tarafından, Kur’ân hakikatlerine hizmet eden Nur talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki, ‘Serbestiyet kanunuyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârâne bakıp ilişmediğiniz halde, vatanı ve milleti anarşistlikten ve dinsizlik ve ahlâksızlıktan ve vatandaşlarını ölümün idam-ı ebedîsinden kurtarmaya çalışan Risale-i Nur ve talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz’ diye sizlerden sorulsa ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.” Onlara demiştim. O zaman o insaflı, adaletli zâtlar bizi beraat ettirdiler, adliyenin adaletini gösterdiler.

Dördüncüsü: Ben bekliyordum ki, ya Ankara veya Afyon beni sorguda, pek büyük mes’eleler için, Nurların o meselelere hizmeti cihetinde bir meşveret dairesine alıp bir sual ve cevap beklerdim. Evet, üç yüz elli milyon Müslümanların eski kardeşliğini ve muhabbetini ve hüsn-ü zannını ve mânevî yardımlarını bu memleketteki millete kazandıracak çareleri bulmak ki, en kuvvetli çare ve vesile Risale-i Nur olduğuna bir emâresi şudur:

Bu sene Mekke-i Mükerremede gayet büyük bir âlim hem Hind lisanına, hem Arab lisanına Nurun büyük mecmualarını tercüme edip Hindistan’a ve Arabistan’a göndererek “En kuvvetli nokta-i istinadımız olan vahdet ve uhuvvet-i İslâmiyeyi temine çalıştığı gibi, Türk milletinin daima dinde ve imanda ileri olduğunu Nur Risaleleri ile gösteriyor” demişler.

Hem beklerdim ki, “Vatanımızda anarşiliğe inkılâp eden komünist tehlikesine karşı Nurların hizmeti ne derecededir ve bu mübarek vatan bu dehşetli seyelândan nasıl muhafaza edilecek?” gibi dağ misillü meselelerin sorulmasının lüzumu varken, sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan ve hiçbir medar-ı mes’uliyet olmayan cüz’î ve şahsî ve garazkârların iftiralarıyla habbe, kubbeler yapılmış meseleler için, bu ağır şerait altında hiç ömrümde çekmediğim bir perişaniyetime sebebiyet verildi. Bize üç mahkemenin sorduğu ve beraat verdiği aynı meselelerden ve âdi ve şahsî bir iki mesele için mânâsız sualler edildi.

Beşincisi: Risale-i Nur’la mübareze edilmez, o mağlûp olmaz. Yirmi senedir en muannid feylesofları susturuyor, iman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir.

Altıncısı: Benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurlarıyla beni çürütmek ve ihanetlerle nazar-ı âmmeden düşürmek, Risale-i Nur’a zarar vermez, belki bir cihette kuvvet verir. Çünkü, benim bir fâni dilime bedel Risale-i Nur’un yüz bin nüshalarının bâki dilleri susmaz, konuşur. Ve hâlis talebeleri, binler kuvvetli lisanlarla o kudsî ve küllî vazife-i Nuriyeyi, şimdiye kadar olduğu gibi, inşaâllah kıyamete kadar devam ettirecekler.

Yedincisi: Sâbık mahkemelerde dâvâ ettiğim ve hüccetlerini gösterdiğimiz gibi, bizim gizli düşmanlarımız ve hükûmeti iğfal ve bir kısım erkânını evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevk eden resmî ve gayr-ı resmî muarızlarımız, ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilâlcidir veya İslâmiyete ve hakikat-i Kur’ân’a karşı mürtedâne mücadele eden bir dessas zındıktır ki, bize hücum etmek için istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, hem adliyeyi bizimle mânâsız meşgul eylediler. Onları Kahhâr-ı Zülcelâlin kahrına havâle edip, kendimizi onların şerrinden muhafaza için

1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

kal’asına iltica ederiz.

Sekizincisi: Geçen sene Ruslar, çoklukla hacıları hacca gönderip, onlarla propaganda yapıp ki, Ruslar başka milletlerden ziyade Kur’ân’a hürmetkâr diye, âlem-i İslâmı din noktasında bu vatandaki dindar millet aleyhine çevirmeye çalıştığı aynı zamanda, Risale-i Nur’un büyük mecmuaları hem Mekke-i Mükerremede, hem Medine-i Münevverede, hem Şam-ı Şerifte, hem Mısır’da, hem Halep’te âlimlerin takdirleri altında kısmen intişarlarıyla o komünist propagandasını kırdığı gibi, âlem-i İslâma gösterdi ki, Türk milleti ve kardeşleri eskisi gibi dinine ve Kur’ân’ına sahiptir ve sair ehl-i İslâmın dindar büyük bir kardeşi ve Kur’ân hizmetinde kahraman kumandanıdır diye o ehemmiyetli, kudsî merkezlerde o Nur mecmuaları bu hakikati gösterdiler. Acaba Nurun bu kıymettar hizmet-i milliyesi bu tarz işkencelerle mukabele görse, zemini hiddete getirmez mi?

Dokuzuncusu: Denizli müdafaatında izahı ve ispatı bulunan bir meselenin kısacık bir hülâsasıdır.

Bir dehşetli kumandan dehâ ve zekâvetiyle ordunun müsbet hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden, dehşetli bir zulüm ve hilâf-ı hakikat olmasından, ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen, sâbık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumîye dedim: “Gerçi onu hadîslerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise, birtek dostun için, Kur’ân’ın bayraktarı ve âlem-i İslâmın kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun” dedim. İnşâallah, o müddeî insafa geldi, hatâdan kurtuldu.

Onuncusu: Adliyede, adalet hakikati ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki, İmam-ı Ali (r.a.) hilâfeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup muhakeme olmuşlar. Hem bir adliye reisi, bir memuru kanunca bir hırsızın elini kestiği vakit, o memurun o zâlim hırsıza hiddet ettiğini gördü, o dakikada o memuru azleyledi. Hem çok teessüf ederek dedi: “Şimdiye kadar adalet namına böyle hissiyatını karıştıranlar pek çok zulmetmişler.”

Evet, “Hükm-ü kanunu icra etmekte o mahkûma acımasa da hiddet edemez; etse zâlim olur. Hattâ, kısas cezası da olsa, hiddetle katletse, bir nevi kàtil olur” diye, o hâkim-i âdil demiş.

İşte, madem mahkemede böyle hâlis ve garazsız bir hakikat hükmediyor. Üç mahkeme bizlere beraat verdiği ve bu milletin yüzde—bilseler, belki—doksanı, Nur talebelerinin zararsız olarak millete ve vatana menfaatli olduklarına pekçok emârelerle şehadet ettikleri halde, burada o mâsum ve teselliye ve adaletin iltifatına çok muhtaç Nur talebelerine karşı ihanetler ve gayet soğuk hiddetli muameleler yapılıyor. Biz her musibete ve ihanetlere karşı sabra ve tahammüle karar verdiğimizden, sükût edip Allah’a havale ederek, “Belki bunda da bir hayır var” dedik. Fakat evham yüzünden ve garazkârların jurnalleriyle bu bîçare mâsumlara böyle muameleler, belâların gelmesine bir vesile olacağından korktum, bunu yazmaya mecbur oldum. Zaten bu meselede bir kusur varsa benimdir. Bu bîçareler, sırf imanları ve âhiretleri için bana rıza-yı İlâhî dairesinde yardım etmişler. Pek çok takdire müstehak iken, böyle muameleler, hattâ kışı dahi hiddete getirdi.

Hem medar-ı hayrettir ki, bu defa da yine bir cemiyet vehmini tekrar ileri sürüyorlar. Halbuki üç mahkeme bu ciheti tetkik edip beraat vermekle beraber, mâbeynimizde böyle medar-ı ittiham olacak hiçbir cemiyet, hiçbir emâre mahkemeler, zabıtalar, ehl-i vukuflar bulmamışlar. Yalnız bir muallimin talebeleri ve dârülfünun şakirtleri ve Kur’ân dersini veren hâfızın hıfza çalışanları gibi, Risale-i Nur talebelerinde bir uhrevî kardeşlik var. Bunlara cemiyet namını veren ve onunla ittiham eden, bütün esnaf ve mekteplilere ve vâizlere siyasî cemiyet nazarıyla bakmak gerektir. Bunun için ben böyle asılsız ve mânâsız ittihamlarla buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye lüzum görmüyorum.

Yalnız, hem bu memleketi, hem âlem-i İslâmı çok alâkadar eden ve maddî ve mânevî bu vatana ve bu millete pek çok bereket ve menfaati tahakkuk eden Risale-i Nur’u üç defa müdafaa ettiğimiz gibi, tekrar aynı hakikatle müdafaamı men edecek hiçbir sebep yok ve hiçbir kanun ve hiçbir siyaset yasak etmez ve edemez.

Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve hergün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.

2 اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ

kudsî programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususî vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî ve berzahî haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz. Ve dört mahkeme, inceden inceye tetkikten sonra, o cihette bize beraat vermişler.

Said Nursî

1.) Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

2.) Mü’minler ancak kardeştirler. (Hucurât Sûresi, 49:10)

İtiraznamenin tetimmesi ve lahikası[değiştir]

Ankara’nın altı makamatına ve Afyon Ağırceza Mahkemesine verilen müdafaanın itirazname tetimmesi ve lahikasıdır.

Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki: Artık yeter, sabır ve tahammülüm kalmadı. Yirmi iki sene sebepsiz bir nefiy içinde daimî tarassutlarla, hem tecrid‑i mutlak ve haps-i münferit tarzında beni sıkmakla beraber, altı mahkeme iki üç meseleden başka Risale-i Nur’un yüz kitabında medar-ı mes’uliyet bulmadığı halde, evham yüzünden ve imkânatı vukuat yerinde istimal etmek cihetiyle, kanunsuz, bizi üç defa hapse sokup yüz binler lira Nur şakirtlerine zarar vermek, dünyada emsali hiç vuku bulmamış bir gadirdir ki, istikbâl ve nesl-i âti, pek şiddetli olarak, bunun o zâlim müsebbiplerini lânetle yad edecekleri gibi, mahkeme-i kübrâda dahi Cehennemin esfel-i sâfilînine atmakla o zâlimleri mahkûm edeceklerine kat’î kanaatimizle şimdiye kadar bir derece teselli bulup sükût ederek tahammül ediyorduk. Yoksa hakkımızı tam müdafaa edebilirdik.

İşte, on beş sene zarfında, altı mahkeme, yirmi sene Nur risalelerini ve mektuplarımızı tetkik edip, beşi bize her cihetle beraat vermek mânâsıyla ilişmediler. Yalnız Eskişehir Mahkemesi tek bir mesele olan tesettür-ü nisâ hakkındaki bir küçük risalenin beş on kelimesini bahane ederek, lâstikli bir kanunla hafif bir ceza verdiği zaman, Mahkeme-i Temyizden sonra lâyiha-yı tashihimde kanunsuzluğun yalnız tek bir nümunesi olarak resmen Ankara’ya yazdım ki: “Bin üç yüz elli senede, üç yüz elli milyonun kudsî bir düsturuyla daimî ve kuvvetli bir âdet-i İslâmiyeyi ders veren ve emreden tesettür âyetini, eskide bir zındığın Kur’ân’ın bu âyetine itirazına ve medeniyetin tenkidine karşı müdafaa için üç yüz elli bin tefsirin icmâına ve hükümlerine ittibâ ederek o âyeti tefsir edip bin üç yüz elli senede geçen ecdadımızın mesleğine iktidâ eden bir adama o tefsiri için verilen ceza ve mahkûmiyeti, dünyada adalet varsa, elbette o hükmü nakz edecek ve bu acip lekeyi bu hükûmet-i İslâmiyedeki adliyeden silecek” diye lâyiha-yı tashihimde yazdım, oranın müddeiumumîsine gösterdim. Ondan dehşet aldı, dedi: “Aman, buna lüzum kalmadı. Cezanız az, hem pek az kaldı. Bunu vermeye lüzum kalmadı.”

İşte bu nümune gibi size ve Ankara makamatına takdim edilen itirazname ve müdafaanamemde böyle acip çok nümuneleri elbette anlamışsınız. Ben Afyon Mahkemesinden talep ve ümit ederim ki, bu milletin ve bu vatanın menfaatine bir ordu kadar hizmeti ve bereketi bulunan Risale-i Nur’un tam serbestiyetine karar vermenizi, hakikat-i adalet namına sizden bekliyoruz. Yoksa, münasebetimle hapse giren beş on adam arkadaşımın gitmesiyle beraber size haber veriyorum ki, beni en büyük cezaya çarpacak bir suç işleyip bu çeşit hayattan veda edeceğime mecbur eden bir fikir kalbime gelmiş. Şöyle ki:

Hükûmet beni tam himaye ve bana yardım etmek, milletin maslahatına ve vatanın menfaatine çok lüzumu varken beni sıkması îma eder ki, kırk seneden beri benimle mücadele eden gizli zındıka komitesiyle şimdi onlara iltihak eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli birer resmî makam elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükûmet ise, ya bilmiyor veya müsaade ediyor diye çok emâreler bana endişe veriyor.

Reis Bey, müsaadenizle çok hayret ettiğim bir şeyi soracağım. Neden hiç siyasete karışmadığım halde ehl-i siyaset beni bütün hukuk-u medeniyeden ve hukuk-u hürriyetten, belki hukuk-u hayattan iskat ediyorlar? Hattâ, yüz cinayeti bulunan gibi, beni üç buçuk ay tecrid-i mutlak içinde hayatıma suikast edenler, on bir defa zehirleyen gizli düşmanlarımın şerrinden beni muhafazaya çalışan çok dikkatli kardeşlerimin ve sadık hizmetçilerimin de benimle temaslarını yasak etmişler ve ihtiyarlık ve gurbet ve hastalık içinde, yalnızlığımdan daimî ünsiyet ettiğim mübarek ve zararsız kitaplarımın mütalâasından dahi beni mahrum etmişler?

Müddeiumuma çok rica ettim ki, “Bana bir kitabımı ver.” Vaad ettiği halde vermedi. Yalnız olarak büyük, kilitli, soğuk bir koğuşta meşgalesiz durmaya mecbur edip, alâkadar memurları ve hademeleri bana karşı dostluk ve teselli vermek yerinde, âdetâ adavetkârâne bakmaya teşvik ediyorlar. Bir küçük nümunesi şudur:

Müdüre, Müddeiumuma, Mahkeme Reisine bir istida yazdım. Bir kardeşime gönderdim, tâ bilmediğim yeni hurufla yazsın. Ve yazıldı, onlara verildi. Güya büyük bir suç işlemişim diye benim pencerelerimi mıhladılar. Ve duman beni sıkıyordu, bir pencereyi bırakmadım ki mıhlanmasın. Şimdi onu da mıhladılar. Hem hapis usulü tecrit on beş gün kadar olduğu halde, beni üç buçuk ay tecrid-i mutlakta hiçbir arkadaşımla temas ettirmediler. Hem üç aydan beri benim aleyhimde kırk sahifelik bir iddianame yazılıp bana gösterildi. Yeni hurufu bilmediğimden, hem rahatsız ve hattım çok noksan olmasından, çok rica ettim ki, “Bana biri iddianameyi okuyacak ve dilimi bilen talebelerimden benim itiraznamemi yazacak iki adama izin veriniz” dedim; izin vermediler. Dediler, “Avukat gelsin, okusun.” Sonra onu da bırakmadılar. Yalnız bir kardeşe dediler ki: “Eski hurufa çevir, ona ver.” Halbuki, o kırk sahifeyi yazmak altı yedi günde ancak olur. Bir saatte bana okumak işini, altı yedi güne kadar uzatmak, tâ benimle kimse temas etmesin fikri ise, pek dehşetli bir istibdat ile benim bütün hukuk-u müdafaamı iskat etmektir. Dünyada, yüz cinayeti bulunan ve asılacak bir adam dahi böyle muamele göremez. Ben hakikaten bu emsalsiz işkencenin hiçbir sebebini bilmediğimden çok azap çekiyorum. Ben haber aldım ki, Mahkeme Reisi vicdanlı ve merhametlidir. Bu kanaate binaen, ilk ve son bir tecrübe olarak makamınıza bu istirhamname ve şekvâyı yazdım.

Tecrid-i mutlakta hasta ve perişan

Said Nursî

İddianamede benim hakkımda dört esas var[değiştir]

İddianamede benim hakkımda dört esas var

Birinci esas: Güya bende tefahur ve hodfuruşluk var ve kendimi müceddit biliyorum.

Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem mehdîlik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli’deki ehl-i vukuf “Eğer Said mehdîliğini ortaya atsa bütün şakirtleri kabul edecek” dediklerine mukàbil, Said, itiraznamesinde demiş ki: “Ben Seyyid değilim. Mehdi Seyyid olacak” diye onları reddetmiş.

İkinci esas: Neşriyatı gizlemesi-gizli düşmanlar yanlış mânâ verdirmesin. Yoksa siyasete ve dünya âsâyişine temas cihetiyle değildir. Hem eski harfle teksir makinesini bir bahane bulmasınlar. Mustafa Kemal’e karşı Nurun tokadı ise (Haşiye-1) altı mahkeme ve Ankara makamatı bilmiş, ilişmemişler ve bize beraat verdiler ve Beşinci Şuâ ile beraber bütün kitaplarımızı iade ettiler. Hem onun fenalığını göstermek, ordunun kıymetini muhafaza etmek içindir. Bir şahsı sevmemesi, orduyu muhabbetkârane senâ içindir.

Üçüncüsü: “Emniyeti ihlâle teşvik ediyor” demesine mukàbil, yirmi sene zarfında, yüz bin adam Nurcuların, yüz bin nüsha Nur risalelerinin altı mahkemede ve on vilâyette emniyeti ihlâle ve âsâyişi bozmaya dair, on vilâyetin zabıtaları ve altı mahkeme hiçbir maddeyi kaydetmemesi ve bulmaması, bu acîp ittihamı çürütüyor. Bu yeni iddianamede üç mahkemenin bize beraat verdikleri aynı noktalara ait ve cevapları mükerreren verilmiş, ehemmiyetsiz birkaç meseleye cevap vermek mânâsızdır. O meselelerle bizi ittiham etmek, ondan bize beraat veren Ankara Ağırceza ve Denizli ve Eskişehir mahkemelerini ittiham etmek hükmünde olmasından, cevabını onlara bırakıyorum. Ve ondan başka da iki üç mesele var.

Birisi: İki sene Denizli ve Ankara Ağırceza Mahkemelerinde inceden inceye tetkikden sonra bize beraat verip o kitabı bize iade ettikleri halde, o Beşinci Şuânın bir iki meselesini, ölmüş gitmiş bir kumandana tatbik edip bize suç gösteriyor. Biz dahi deriz:

Ölmüş gitmiş, hükümetten alâkası kesilmiş bir şahıs aleyhinde tatbik edilebilen küllî bir haklı tenkidi hiçbir kanun suç saymaz.

Hem küllî bir te’vil mânâsından makam-ı iddia cerbezesiyle o kumandana bir hisse çıkarıp ona tatbik etmiş. Böyle yüzde bir adam ancak fehmeden bir mânâ mahrem ve gizli bir risalede bulunmasını hiçbir kanun suç sayamaz. Hem o risale harika bir tarzda müteşabih hadîslerin te’villerini beyan etmiş. O beyan otuz kırk sene evvel olduğu ve üç mahkemeye ve mahkemenize ve Ankara’nın altı makamatına üç sene zarfında iki defa takdim edilip tenkit görmeyen müdafaa ve itiraznamemde kat’î cevap verildiği halde, o hadîsin hakikatini beyan sadedinde bir kusurlu şahsa mutabık çıkmasını hiçbir kanun suç sayamaz.

Hem o şahsı tenkit, o içinde bulunduğu ve kusurlara sebep olduğu bir inkılâbın hasenatı yalnız onun değil, belki ordunun ve hükûmetindir. Onun da yalnız bir hissesi var. Onun kusurları için onu tenkit etmek elbette bir suç olmadığı gibi, inkılâba hücum ediyor denilemez. Hem bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yâdigârı olan Ayasofya Camiini puthaneye ve Meşîhat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkânı var mı?

İddianamede sebeb-i ittiham ikinci mesele:

Üç mahkemede ondan beraat kazandığımız ve kırk sene evvel bir hadîsin harika te’vilini beyan ederken, cin ve insin Şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendinin “Şapkayı şaka ile dahi başa koymaya hiç bir cevaz yok” demesiyle beraber, bütün şeyhülislâmlar ve bütün ulema-i İslâm cevazına müsaade etmedikleri halde, avâm-ı ehl-i iman onu giymeye mecbur olduğu zaman, o büyük allâmelerin adem-i müsaadeleri ile, onlar tehlikede, yani ya dinini bırakmak, ya isyan etmek vaziyetinde iken, kırk sene evvel Beşinci Şuânın bir fıkrası, “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah Müslüman edecek” demesiyle, avâm-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilâlden, hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtardığı; ve hiçbir kanun münzevîlere böyle şeyleri teklif etmediği; ve yirmi senede altı hükûmet beni onu giymeye mecbur etmediği; ve bütün memurlar dairelerinde ve kadınlar ve çocuklar ve camidekiler ve ekser köylüler onu giymeye mecbur olmadıkları; ve şimdi resmen askerin başından kalktığı; ve örme ve bere çok vilâyetlerde yasak olmadığı halde, hem benim, hem kardeşlerimin bir sebeb-i ittihamımız gösterilmiş. Acaba dünyada hiçbir kanun, hiçbir maslahat, hiçbir usul bu pek mânâsız ittihamı bir suç sayabilir mi?

Üçüncü medar-ı ittiham:

Emirdağı’nda emniyeti ihlâle teşviktir. Buna karşı itiraz ise:

Evvelâ: Buradaki mahkemeye, hem Ankara’nın altı makamatına bu mahkemenin malûmat ve müsaadesiyle verilen ve cerh edilmeyen itiraznamedir. Onu aynen şimdi iddianameye karşı itiraz olarak izhar ediyorum.

Saniyen: Emirdağı’nda, orada bütün benimle konuşan zâtların şehadetleriyle ve ahalinin ve zabıtanın tasdikiyle, beraatimden sonra bütün kuvvetimle inzivamda dünya siyasetine karışmaktan çekinmişim. Hattâ telifi ve muhabereyi de bırakmıştım. Yalnız tekrarat-ı Kur’âniye ve meleklere dair iki nükteden başka telif etmedim. Ve haftada bir mektup bir yere Nurlara teşvik için yazardım. Hattâ müftü olan öz kardeşime ve yirmi sene yanımda talebelik eden ve beni çok merak eden ve bayram tebrikleri yazan o biraderime üç senede üç dört mektup yazdım. Memleketimdeki biraderime yirmi senede hiç yazmadığım halde, iddianamede beni emniyeti ihlâl suçu ile ittiham edip ve cerbeze ile eski nakaratı tazeleyerek “İnkılâba karşı geliyor” demiş. Buna karşı deriz:

Yirmi sene zarfında yirmi bin Nur nüshalarını merak ve kabul ile okuyan yirmi bin, belki yüz bin adamdan altı mahkeme ve alâkadar on vilâyetin zabıtaları emniyeti ihlâle dair hiçbir maddeyi kaydetmemesi gösteriyor ki, hakkımızda binler ihtimalden ancak bir tek ihtimalle bir imkâna, kat’î vukuat nazarıyla bakıyor. Halbuki iki üç ihtimalden bir ihtimal olsa, eseri görülmezse, hiçbir suç olmaz. Hem binler ihtimalden bir ihtimal değil, belki her adam, hem aleyhime hücum eden müddeî çok adamları öldürebilir, anarşist ve komünist hesabına emniyeti, âsâyişi bozabilir, emniyeti ihlâl edebilir. Demek böyle pek acip ve ifratkârâne imkânatı vukuat yerinde istimal etmek, adliyeye ve kanuna karşı ihanettir.

Hem her hükûmette muhalifler bulunur. Yalnız fikren muhalefet bir suç olmaz. Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. Ve bilhassa vatan ve millete zararsız çok hizmeti ve faidesi bulunan ve sonra hayat-ı içtimaiyeye karışmayan ve tecrid-i mutlakta yaşattırılan ve eserleri âlem-i İslâmın en mühim merkezlerinde kemâl-i takdir ve tahsinle karşılanan (Haşiye-2) bir adam hakkında bu pek acip ve asılsız ittihamları yapanlar, anarşilik, belki komünistlik hesabına bilmeyerek istimal ediliyor diye endişe ediyoruz.

Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki:

Bazı emârelerle bildim ki, gizli düşmanlarımız Nurun kıymetini düşürmek fikriyle, siyaset mânâsını hatırlatan mehdîlik dâvâsını tevehhüm ile, güya Nurlar buna bir âlettir diye çok asılsız bahaneleri araştırıyorlar. Belki benim şahsıma karşı bu işkenceler, bu evhamlarından ileri geliyor. Ben o gizli zâlim düşmanlara ve onları aleyhimizde dinleyenlere deriz: Hâşâ! Sümme hâşâ! Hiç bir vakit böyle haddimden tecavüz edip iman hakikatlerini şahsiyetime bir makam-ı şan u şeref kazandırmaya âlet etmediğime bu yetmiş beş, hususan otuz senelik hayatım ve yüz otuz Nur Risaleleri ve benimle tam arkadaşlık eden binler zâtlar şehadet ederler.

Evet, Nur şakirtleri biliyorlar ve mahkemelerde hüccetlerini göstermişim ki, şahsıma değil bir makam, şan u şeref ve şöhret vermek ve uhrevî ve mânevî bir mertebe kazandırmak, belki bütün kanaat ve kuvvetimle ehl-i imana bir hizmet-i imaniye yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fâni makamatımı, belki-lüzum olsa—âhiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevî bâki mertebeleri feda etmeyi, hattâ cehennemden bazı bîçareleri kurtarmaya vesile olmak için—lüzum olsa—Cenneti bırakıp Cehenneme girmeyi kabul ettiğimi hakikî kardeşlerim bildikleri gibi, mahkemelerde dahi bir cihette ispat ettiğim halde, beni bu ittihamla Nur ve iman hizmetime bir ihlâssızlık isnad etmekle ve Nurların kıymetlerini tenzil etmekle, milleti onun büyük hakikatlerinden mahrum etmektir.

Acaba bu bedbahtlar dünyayı ebedî ve herkesi kendileri gibi dini ve imanı dünyaya âlet ediyor tevehhümüyle dünyadaki ehl-i dalâlete meydan okuyan ve hizmet-i imaniye yolunda hem dünyevî hem-lüzum olsa-uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dâvâ ettiği gibi, bir tek hakikat-i imaniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyen ve siyasetten ve siyasî mânâsını işmam eden maddî ve mânevî mertebelerden ihlâs sırrıyla bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi sene emsalsiz işkencelere tahammül edip siyasete meslek itibarıyla tenezzül etmeyen ve kendini nefsi itibarıyla talebelerinden çok aşağı bilen ve onlardan daima himmet ve dua bekleyen ve kendi nefsini çok bîçare ve ehemmiyetsiz itikad eden bir adam hakkında, bazı hâlis kardeşleri, Risale-i Nur’dan aldıkları fevkalâde kuvve-i imaniyeye mukàbil, onun tercümanı olan o bîçareye, tercümanlık münasebetiyle Nurların bazı faziletlerini hususî mektuplarında ona isnad etmeleri ve hiçbir siyaset hatırlarına gelmeyerek, âdete binaen, insanlar sevdiği âdi bir adama da “Sultanımsın, velînimetimsin” demeleri nev’inden yüksek makam vermeleri ve haddinden bin derece ziyade hüsn-ü zan etmeleri ve eskiden beri üstad ve talebeler mâbeyninde câri ve itiraz edilmeyen makbul bir âdetle teşekkür mânâsında pek fazla medh ü senâ etmeleri ve eskiden beri makbul kitapların âhirlerinde mübalâğa ile medhiyeler ve takrizler yazılmasına binaen, hiç bir cihetle suç sayılabilir mi?

Gerçi mübalâğa itibariyle hakikate bir cihette muhaliftir; fakat kimsesiz, garip ve düşmanları pek çok ve onun yardımcılarını kaçıracak çok esbab varken, insafsız çok muterizlere karşı sırf yardımcılarının kuvve-i mâneviyelerini takviye etmek ve kaçmaktan kurtarmak ve mübalâğalı medhedenlerin şevklerini kırmamak için, onların bir kısım medihlerini Nurlara çevirip bütün bütün reddetmediği halde, onun bu yaşta ve kabir kapısındaki hizmet-i imaniyesini dünya cihetine çevirmeye çalışan bazı resmî memurların ne derece haktan, kanundan, insaftan uzak düştükleri anlaşılır. Son sözüm,

1 لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: إِنَّا ِللهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ

dur.

Said Nursî

Haşiye-1: İddianamede yanlış bir mânâ verip, Nurun kerametlerinden tokat tarzındaki bir kısmını, medar-ı ittiham saymış. Güya Nurlara hücum zamanında gelen zelzele gibi belalar Nurun tokatlarıdır. Hâşa sümme hâşâ! Biz öyle dememişiz ve yazmamışız. Belki mükerrer yerlerde hüccetleriyle demişiz ki: Nurlar makbul sadaka gibi belâların def’ine vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, Nurlar gizlenir; musibetler fırsat bulup başımıza geliyorlar. Evet, Nurun binler şakirtlerinin tasdik ve müşahedeleriyle, yüzler vukuat ve hâdisat ile, tesadüf ihtimali olmayan o hâdisatın tevafukları ve Kur’ân’ın müteaddit işârat ve tevafukatıyla, hattâ mahkemelerde kısmen gösterildiği cihetle kat’î kanaatimiz var ki, o tevafukat Risale-i Nur’un makbuliyetine bir ikram-ı İlâhîdir ve Kur’ân hesabına Nurlara bir nevi kerametlerdir.

Haşiye-2: Bu eserleri hakkında makam-ı iddia, iddianamesinde yüz yanlışından, sekseninci yanlışında demiş ki: “Beşinci Şuadaki te’viller yanlıştır.”

Elcevap: Beşinci Şuada; “Allahu a’lem, bir te’vili budur” cümlesi denildiğinden mânâsı budur ki: “Bu hadîsin bir ihtimal ile mânâsı bu olmak mümkündür” demektir. Bu ise mantıkça tekzibi kabil değil. Yalnız muhaliyetini ispat ile tekzip edilebilir.

Saniyen: Yirmi seneden beri, belki kırk seneden beri benim muarızlarım ve Risale-i Nur’a itiraza çalışanlar hiçbir te’vilimizi ilmen, mantıken reddetmedikleri ve o muarız ulemalarla beraber Nur şakirtlerinin binler âlimleri tasdik edip, “fîhi nazarun” demedikleri halde, Kur’ân’ın kaç sûre olduğunu bilmeyen, bunu inkâr ile karşılasa ne kadar insaf haricinde olduğunu insafınıza havale ediyorum. Elhasıl, te’vilin mânâsı hadîsin veyahut âyetin birçok mânâlarından bir mümkün ve muhtemel mânâsı demektir.

1.) Her türlü musîbet karşısında söylediğimiz söz şudur: Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz. (Bakara Sûresi, 2:156)

Lahika[değiştir]

Lâhika

Sorgu hâkimliğinin son tahkikat kararnamesinin arkasında denilmiş ki: “Hey’et-i vekile Mu’cizât-ı Kur’âniyeyi, yani, yalnız Yirmi Beşinci Söz risalesini, üç âyetin medeniyete karşı beyanatı şimdiki kanun-u medeniyete uygun gelmediği bahanesiyle resmen dağılmasının yasak edilmesine ve toplanmasına dört ay evvel bir karar vermiş” diye yazılı gördüm.

Buna cevaben: Mu’cizât-ı Kur’âniye şimdi Zülfikar’dadır ve Zülfikar’ın dört yüze yakın sahifesinden yalnız iki sahifesinde otuz sene evvel medeniyetin Kur’ân’a karşı tenkitlerine itiraz edilmez bir tarzda cevap verilen ve üç eski risalelerimde bulunan üç âyetin tefsiridir. Biri tesettür-ü nisvan hakkındaki âyet, ikincisi irsiyet hakkında

1 فَـِلاُمِّهِ السُّدُسُ

üçüncüsü yine irsiyet hakkında

2 فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ

âyetlerindeki hakikatlerin hikmetini, feylesofları ilzam edecek bir surette, iki sahifeyi yirmi sene evvel ve başka risalelerimde otuz sene evvel yazdığım halde, bugün yazılmış gibi tevehhümüyle dört yüz sahife Zülfikar yasak edilmesinin yerine o iki sahifeyi Zülfikar’dan çıkarıp kitabımızı bize iade etmek kanunen hakkımızdır. Nasıl bir mektupta zararlı bir iki kelime bulunsa, o kelimeler kaldırılır, mütebâkisinin neşrine izin verilir. Bu kàbilden, mahkeme-i âdilinizden bu hakkımızı isteriz.

Bir ay evvel bize verilen kırk sahifelik iddianameyi birisi yanıma gelip bana okumaya imkân bulamadığından, bugün 11 Haziran’da yeni olarak iddianameyi bana okudular. Ben dinledim. Gördüm ki, size yazdığım iki ay evvel itiraznamem, bir aya yakın evvel de itiraznamemin tetimmesi ve lâhikası, hem Ankara’nın altı makamatına, hem makamınıza da verilmiş. İşte bu itirazname, o iddianameyi esasıyla kesiyor ve reddediyor. Yeniden iddianameye karşı itirazname yazmaya hiç lüzum görmüyorum. Yalnız iki üç noktayı makam-ı iddiaya hatırlatmak nev’inden derim ki:

Ben iddianameyi nazar-ı itibara alıp cevap vermediğimin sebebi, bizi beraat ettiren üç âdil mahkemenin haysiyetini kırmamak ve ihanet etmemek içindir. Çünkü o mahkemeler, şimdi iddianamedeki esasları tamamıyla inceden inceye tetkikten sonra bize beraat vermişler. Onların beraatini hiçe saymak, adliyenin şerefine ilişmektir.

İkinci nokta: Makam-ı iddia, cerbezesiyle, binler mesail içinde bir-iki meseleye, hatırımıza gelmeyen bazı mânâlar vererek bizi ittiham ediyor. Halbuki o mesâiller Nurun büyük mecmualarında var. Mısır Câmiü’l-Ezher uleması ve Şam-ı Şerif büyük âlimleri ve Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevverenin müdakkik hocaları ve Halep ve saire, hususan Diyanet Riyasetinin muhakkik âlimleri onları görüp kemâl-i takdirle tahsin ve tasdik ettikleri halde, hocavâri ve âlimâne bazı ilmî itirazları bu iddianamede hayretle ve taaccüple gördüm. Haydi, bazı yanlışlarım bulunsa bile, binler âlimlerin görmedikleri veya ilişmedikleri itiraznamedeki o yanlışlar hakikî olsa da, bir suç olamaz, yalnız ilmî bir hatâ olabilir.

Hem üç mahkeme bütün Risale-i Nuru ve bizleri beraat ettirdi. Yalnız Eskişehir Mahkemesi bir tesettür-ü nisvan meselesine dair Yirmi Dördüncü Lem’anın on beş kelimesini sebep gösterip bana ve yüzde on beş arkadaşıma hafifçe bir ceza verdi. Size takdim ettiğim tetimme-i itirazımda, üç yüz elli bin tefsirin hükmüne ittibâ ile o tefsirim için mahkûmiyetimi, rû-yi zeminde adâlet varsa o hükmü kabul etmez diye yazmışım. Makam-ı iddia, bin dereden su getirir gibi, yirmi seneden beri yazılan kitap ve mektupların bazı cümlelerini zekâvetiyle aleyhimize çevirmeye çalışmış. Halbuki bu noktada bizi beraat ettiren üç değil, belki beş altı mahkeme bu mevhum suçta bize şerik oluyorlar. Ben o âdil mahkemelerin haysiyetine ilişmemek lâzım geliyor diye makam-ı iddiaya hatırlatıyorum.

Üçüncüsü: Ölmüş gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş ve inkılâptaki bazı kusurata sebep olmuş bir reise, sarîhan tenkit ve itiraz da olsa, kanunen bir suç olamaz. Halbuki sarahat değil, o kendi cerbezesiyle küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş. O mahrem ve herkese bildirmediğimiz mânâları izhar ve teşhir edip umumun nazar-ı dikkatini celb ediyor. Eğer onda bir suç varsa, o makam-ı iddia suçlu olur. Çünkü halkı teşvik edip o mânâlara nazar-ı dikkati celb ediyor.

Dördüncüsü: Üç mahkeme cemiyet noktasında bize kat’î beraat verdiği halde, yine eski nakarat gibi gizli cemiyet vehmine bin dereden su toplamak gibi emâreler araştırmış. Halbuki siyasî ve vatan ve millete zararlı olan müteaddit cemiyetler varken, onlara müsaade ve müsamahakârâne bakmakla beraber, bizim gibi binlerle şahitlerin ve emârelerin şehadetleriyle ve altı vilâyetin ilişmemeleriyle sabit olan Nur talebelerinin ders arkadaşlıklarına ve sırf vatan ve millet ve din menfaatine ve saadet-i dünyeviye ve uhreviye hesabına ve hariçten ve dahilden gelen ifsad cereyanlarına karşı mücahidâne tesanüdlerine gizli cemiyet namını vermek ve yirmi senede yüz binler Risale-i Nur şakirtlerinin emniyeti ihlâle dair hiçbir vukuatları kaydedilmediği halde, “Dini âlet ederek emniyeti ihlâle halkı teşvik ediyor” diye makam-ı iddia onları ittiham etmesi, değil nev-i beşeri, belki zemini de hiddete getirip o ittihamı reddeder. Her neyse, daha fazla söylemeye lüzum görmüyorum. İddianameden çok evvel yazılan itirazname ve tetimmesi ona bir cevabımızdır.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Said Nursî

1.) O zaman annesinin hakkı üçte birdir. (Nisâ Sûresi, 4:11)

2.) Eğer vârisler hem erkek, hem de kız kardeşler ise, erkeğe iki kız hissesi vardır. (Nisâ Sûresi, 4:176)

Afyon Mahkemesine ve Ağır Ceza Reisine[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine beyan ediyorum ki:

Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar mânâsız, lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayamayacağım. Hapsin haricinde yüzler resmî adamların tahakkümlerini çekmeye iktidarım yok. Bu tarz hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi talep ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam-ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim.

Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.

Nur şakirtlerinin hâlis ve sırf uhrevî Nurlara ve tercümanına karşı alâkalarına dünyevî ve siyasî cemiyet namını verip onları mes’ul etmeye çalışanların ne kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı üç mahkemenin o cihette beraat vermesiyle beraber deriz ki:

Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâmiyenin üssü’l-esası, akrabalar içinde samimâne muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı, mânevî, muavenetkârâne bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur’ân hakikatlerine ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine medar-ı mes’uliyet cemiyet namını verebilir. Onun için, hakikî Nur şakirtleri, çekinmeyerek Kur’ân hakikatlerine karşı kudsî alâkalarını ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle gelen herbir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerinden, mahkeme-i âdilenizde hakikat-i hali olduğu gibi itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavuklukla ve yalanlarla kendilerini müdafaaya tenezzül etmiyorlar.

Mevkuf

Said Nursî

İtiraznamenin tetimmesinin bir zeylidir[değiştir]

Afyon Mahkemesine, iddianameye karşı verilen

itirazname tetimmesinin bir zeylidir

Evvelâ: Mahkemeye beyan ediyorum ki, bu yeni iddianame de Denizli ve Eskişehir mahkemelerimizdeki o eski iddianamelere ve aleyhimizde sathî ehl-i vukufların sathî tahkikatlarına bina edildiğinden, mahkemenizde dâvâ ettim ki: Bu iddianamenin yüz yanlışını ispat etmezsem, yüz sene cezaya razıyım. İşte o dâvâmı ispat ettim. Yüzden ziyade yanlışların cetvelini isterseniz takdim edeceğim.

Saniyen: Ben Denizli Mahkemesinde, kitap ve evraklarımız Ankara’ya gittiği sırada, aleyhimize hüküm verilecek diye telâş ve meyusiyetle beraber, arkadaşlarıma yazdım. Ve bazı müdafaatımın âhirinde bulunan o yazdığım parça şudur:

“Eğer Risale-i Nuru tenkid fikriyle tetkik eden adliye memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idamla mahkûm etseler, şahit olunuz, ben hakkımı onlara helâl ediyorum. Çünkü biz hizmetkârız. Risale-i Nur’un vazifesi imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmaya mükellefiz.”

İşte, ey heyet-i hâkime, bu hakikate binaen, Risale-i Nur’un cerh edilmez kuvvetli hüccetleri elbette mahkemede kalbleri kendine çevirmiş. Aleyhimde ne yapsanız ben hakkımı helâl ederim, gücenmem. Bunun içindir ki, eşedd-i zulüm ile bir eşedd-i istibdat tarzında, şahsımı hiç ömrümde görmediğim ihanetlerle çürütmekle damarıma dokundurulduğu halde tahammül ettim. Hattâ beddua da etmedim. Bize karşı bütün ittihamlara ve bütün isnad edilen suçlara karşı elinizdeki Risale-i Nur’un mecmuaları, benim mukabele edilmez müdafaanamem ve cerh edilmez itiraznamemdirler.

Medar-ı hayrettir ki, Mısır, Şam, Halep, Medine-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme allâmeleri ve Diyanet Riyasetinin müdakkik hocaları o Nur mecmualarını tetkik edip hiç tenkit etmeyerek takdir ve tahsin ettikleri halde, iddianameyi aleyhimize toplayan zekâvetli (!) zât, Kur’ân’ı, yüz kırk sûredir diye, acip ve pek zâhir bir yanlışıyla ne derece sathî baktığı ve Risale-i Nur bu ağır şerait içinde ve benim gurbet ve kimsesizliğim ve perişaniyetimde ve aleyhimde dehşetli hücumlarla beraber yüz binler ehl-i hakikate kendini tasdik ettirdiği halde, daha Kur’ân’ın kaç sûresi var olduğunu bilmeyen o iddiacı zât, “Risale-i Nur Kur’ân’ın tefsirine ve hadîslerin te’viline çalışmasıyla beraber, bir kısmında okuyanlara birşey öğretme bakımından ilmî bir mâhiyet ve kıymet taşımadığı görülmektedir” diye tenkidi ne derece kanundan, hakikatten, adaletten ve haktan uzak olduğu anlaşılıyor.

Hem size şekvâ ediyorum ki, kırk sahifeli ve yüzer yanlışı bulunan ve kalblerimizi yaralayan iddianameyi tamamıyla bize iki saat dinlettirdiğiniz halde, ayn‑ı hakikat bir buçuk sahifeyi ona karşı ısrarımla beraber iki dakika okumaya müsaade etmediğiniz için, ona mukàbil itiraznamemi tamamıyla okumaya, adalet namına sizden istiyorum.

Salisen: Herbir hükûmette muhalifler var. Âsâyişe ilişmemek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar, elbette bin üç yüz elli senede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur’ân’ımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üç yüz elli milyon mü’minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desiseleriyle, fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihâne bir medeniyetin ahlâksızcasına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyâne kanunlara, düsturlara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiçbir insan bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez. Yalnız o muhaliflere deriz: Bize ilişmeyiniz, biz de ilişmemişiz.

İşte bu hakikate binaendir ki; Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siyasete karışmadık, idareye ilişmedik, âsâyişi bozmadık. Yüz binler Nur arkadaşım varken, âsâyişe dokunacak hiç bir vukuatımız kaydedilmedi. Ben şahsım itibarıyla hiç hayatımda görmediğim bu âhir ömrümde ve gurbetimde şiddetli ihanetler ve damarıma dokunduracak haksız muameleler sebebiyle yaşamaktan usandım. Tahakküm altındaki serbestiyetten dahi nefret ettim. Size bir istida yazdım ki, herkese muhalif olarak ben beraatimi değil, belki tecziyemi talep ediyorum ve hafif cezayı değil, sizden en ağır cezayı istiyorum. Çünkü, bu emsalsiz, acip zulmî muameleden kurtulmak için, ya kabre veya hapse girmekten başka çarem yok. Kabir ise, intihar caiz olmadığından ve ecel gizli olmasından şimdilik elime geçmediğinden, beş altı ay (Haşiye) tecrid-i mutlakta bulunduğum hapse razı oldum. Fakat, bu istidayı mâsum arkadaşlarımın hatırları için şimdilik vermedim.

Rabian: Benim bu otuz sene hayatımda ve yeni Said tabir ettiğim zamanımda bütün Risale-i Nur’da yazdıklarım ve şahsıma temas eden hakikatlerinin tasdikiyle ve benimle ciddî görüşen ehl-i insaf zâtların ve arkadaşların şehadetleriyle iddia ediyorum ki: Ben nefs-i emmâremi elimden geldiği kadar hodfuruşluktan, şöhretperestlikten, tefahurdan men’e çalışmışım ve şahsıma ziyade hüsn-ü zan eden Nur talebelerinin belki yüz defa hatırlarını kırıp cerh etmişim. “Ben mal sahibi değilim. Kur’ân’ın mücevherat dükkânının bir bîçare dellâlıyım” dediğimi hem yakın dostlarım, hem kardeşlerimin tasdikleriyle ve emârelerini görmeleriyle, ben, değil dünyevî makamatı ve şan ü şerefi şahsıma kazandırmak, belki mânevî büyük makamat faraza bana verilse de, fakat hizmetteki ihlâsıma nefsimin hissesi karışmak ihtimaline binaen korkarak o makamatı da hizmetime feda etmeye karar verdiğim ve fiilen de öylece hareket ettiğim halde, mahkeme-i âlinizde güya en büyük bir siyasî mesele gibi, bana karşı bazı kardeşlerimin Nurdan istifadelerine mânevî bir şükran olarak ben kabul etmediğim halde, pederinden çok fazla hürmet etmesini medar-ı sual ve cevap yaptınız. Bir kısmını inkâra sevk ettiniz ve bize hayretle dinlettirdiniz. Acaba kendi razı olmadığı ve kendini lâyık bulmadığı halde başkalarının onu medhetmeleriyle o bîçareye bir suç tevehhüm edilebilir mi?

Hamisen: Kat’îyen size beyan ediyorum ki, hiçbir cemiyetçilik ve cemiyetlerle ve siyasî cereyanlarla hiçbir alâkası olmayan Nur talebelerini, cemiyetçilik ve siyasetçilikle ittiham etmek, doğrudan doğruya kırk seneden beri İslâmiyet ve iman aleyhinde çalışan gizli bir zındıka komitesi ve bu vatanda anarşiliği yetiştiren bir nevi bolşevizm namına bilerek veya bilmeyerek bizimle bir mücadeledir ki, üç mahkeme cemiyetçilik cihetinde bütün Nurcuların ve Nur risalelerinin beraatlerine karar vermişler. Yalnız Eskişehir Mahkemesi, tesettür-ü nisâ hakkında bir küçük risalenin birtek meselesini, belki bu gelen cümleyi, “Mesmuatıma göre, merkez-i hükûmette bir kundura boyacısı, çarşı içinde bir büyük adamın yarım çıplak karısına sarkıntılık edip o acip edepsizliği yapması tesettür aleyhinde olanın hayâsız yüzüne şamar vuruyor” diye eskiden yazılmış cümle sebebiyle, bir sene bana ve yüz yirmi adamdan on beş arkadaşıma altışar ay ceza verdiler. Demek, şimdi Risale-i Nur’u ve şakirtlerini ittiham etmek, o üç mahkemeyi mahkûm etmek ve ittiham ve ihanet etmek demektir.

Sadisen: Risale-i Nur ile mübareze edilmez. Onu gören bütün ulemâ-i İslâm Kur’ân’ın gayet hakikatli bir tefsiri, yani hakikatlerinin kuvvetli hüccetleri ve bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi ve şimalden gelen tehlikelere karşı bu millet ve bu vatanın bir kuvvetli seddi olduğunu tasdik ettiklerinden, mahkemeniz bunun talebelerini bundan ürkütmek değil, belki hukuk-u âmme noktasında tergib etmek bir vazifeniz biliyoruz ve onu sizden bekliyoruz. Millete, vatana, âsâyişe muzır dinsizlerin ve bazı siyasî zındıkların kitaplarına ve mecmualarına hürriyet-i ilmiye serbestiyetiyle ilişilmediği halde, mâsum ve muhtaç bir gencin imanını kurtarmak ve su-i ahlâktan kurtulmak için Nura talebe olması, elbette değil bir suç, belki hükûmet ve maarif dairesi teşvik ve takdir edecek bir hâlettir.

Son sözüm: Cenâb-ı Hak, hâkimleri adalet-i hakikiyeye muvaffak etsin. Âmin deyip,

1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

2 نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ

3 اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

dir.

Said Nursî

Haşiye: Şimdi on yedi ay oldu, aynı hal devam eder.

1.) Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

2.) O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır. (Enfâl Sûresi, 8:40; Hac Sûresi, 22:78)

3.) Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. (Fâtiha Sûresi, 1:2)

Son sözüm[değiştir]

Son sözüm

Heyet-i hâkimeye beyan ediyorum ki:

Hem iddianameden, hem uzun tecridlerimden anladım ki, bu meselede en ziyade şahsım nazara alınıyor ve şahsımı çürütmek maslahat görülmüş. Güya şahsiyetimin idareye, âsâyişe, vatana zararı var. Ve ben de din perdesi altında dünyevî maksatlar güdüyormuşum, bir nevi siyaset peşinde koşuyormuşum. Buna karşı, size bunu kat’iyetle beyan ediyorum:

Bu evham yüzünden, benim şahsiyetimi çürütmek suretinde Risale-i Nur’a ve bu vatana ve bu millete fedakâr ve kıymettar olan şakirtlerini incitmeyiniz. Yoksa bu vatana ve bu millete mânevî büyük bir zarar, belki bir tehlikeye vesile olur.

Bunu da size kat’iyen beyan ediyorum: Şahsıma tahkir ve ihanet ve çürütmek ve işkence, ceza gibi ne gelse; Risale-i Nur’a ve şakirtlerine benim yüzümden zarar gelmemek şartıyla, şimdiki mesleğim itibarıyla kabule karar vermişim. Bunda da âhiretim için bir sevap var. Ve nefs-i emmârenin şerrinden kurtulmama bir vesiledir diye, bir cihette ağlarken memnun oluyorum. Eğer bu bîçare mâsumlar benimle beraber bu meselede hapse girmeseydiler, mahkemenizde pek şiddetli konuşacaktım. Siz de gördünüz ki, iddianameyi yazan, bin dereden su toplamak gibi, yirmi otuz senelik hayatımda, mahrem ve gayr-i mahrem bütün kitap ve mektuplarımdan, cerbezesiyle ve kısmen yanlış mânâ vermesiyle, güya umum onlar bu sene yazılmış, hiç mahkemeleri görmemiş, af kanunlarına ve mürur-u zamana uğramamış gibi, onunla benim şahsiyetimi çürütmek istiyor. Ben kendim, şahsımın çürük olduğunu yüz defa söylediğim ve aleyhimde olanlar her vesile ile yine şahsımı çürüttükleri halde, ehl-i siyaseti evhamlandıracak derecede teveccüh-ü âmmeye karşı faide vermediğinin sebebi: İmanın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet şiddetli bir ihtiyac-ı kat’î ile ders‑i dinde bazı şahıslar lâzımdır ki, hakikati hiçbir şeye feda etmesin, hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin. Tâ ki, imana dair dersinden istifade edilsin, kanaat-i kat’îye gelsin.

Evet, hiçbir zaman, bu zeminde bu zaman kadar böyle bir ihtiyac-ı şedid olmamış gibidir. Çünkü tehlike hariçten şiddetle gelmiş. Şahsımın bu ihtiyaca karşı gelmediğini itiraf edip ilân ettiğim halde, yine şahsımın meziyetinden değil, belki şiddet-i ihtiyaçtan ve zâhiren başkalar çok görünmemesinden şahsımı o ihtiyaca bir çare zannediyorlar. Halbuki ben de çoktan beri buna taaccüp ve hayretle bakıyordum ve hiçbir cihetle lâyık olmadığım halde, dehşetli kusurlarımla beraber bu teveccüh-ü âmmenin hikmetini şimdi bildim. Hikmeti de şudur:

Risale-i Nur’un hakikati ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi, bu zaman ve bu zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü kendine çevirmiş. Benim şahsımı—hizmet itibarıyla binden bir hissesi ancak bulunduğu halde—o harika hakikatin ve o hâlis, muhlis şahsiyetin bir mümessili zannedip o teveccühü gösteriyorlar. Gerçi bu teveccüh hem bana zarar, hem ağır geliyor. Hem de hakkım olmadığı halde hakikat-i Nuriyenin ve şahsiyet-i mâneviyesinin hesabına sükût edip o mânevî zararlara razı oluyorum. Hattâ İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (k.s.) gibi bazı evliyanın ilham-ı İlâhî ile bu zamanımızda Kur’ân-ı Hakîmin mu’cize-i mâneviyesinin bir âyinesi olan Risale-i Nur’un hakikatine ve hâlis talebelerinin şahs-ı mânevîsine işaret-i gaybiye ile haber verdikleri içinde benim ehemmiyetsiz şahsımı o hakikate hizmetim cihetiyle nazara almışlar. Ben hata etmişim ki, onların şahsıma ait bir parçacık iltifatlarını bazı yerde te’vil edip Risale-i Nur’a çevirmemişim. Bu hatamın sebebi de, zaafiyetim ve yardımcılarımı ürkütecek esbabın çoğaltılmaması ve sözlerime itimadı kazanmak için zâhiren şahsıma bir kısmını kabul etmiştim.

Size ihtar ediyorum! Fâni ve kabir kapısındaki çürük şahsımı çürütmeye ihtiyaç yok ve bu kadar ehemmiyet vermeye de lüzum yok. Fakat Risale-i Nurla mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlûp edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirtlerini dağıtamazsınız. Çünkü, hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası yolunda kırk elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdatlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarâne kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirtler, ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar. Ve o hakikatin bir âyinesi olan Risale-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve âsâyişe zarar vermeyeceklerdir.

Son sözüm,

1 فَاِنْ تَوَلَّوْ فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَۤ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

1.) Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: ‘Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur. (Tevbe Sûresi, 9:129)

Mahkemede aleyhimdeki bir iftiraya cevaptır[değiştir]

Mahkemede aleyhimdeki bir iftiraya cevaptır

Eğer imana ve Kur'ân'a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.

Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise, onlara Allah razı olsun diyerek hakkımı helal ediyorum. Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve insanların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır. Benimle temas edenler zannederim beni bilirler ki, ben şahsıma karşı hürmet istemiyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmet ettiği için belki elli defa tekdir etmişim.

Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden düşürtmek ve iskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kur'ân yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz.

Bundan otuzbeş sene evvel, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle dünyanın muvakkat şan ve şerefinin ve enâniyetli hodfuruşluğunun, şöhretperestliğinin ne kadar faydasız ve mânâsız olduğunu, hadsiz şükürler olsun ki, Kur'ân'ın feyziyle anlamış bir adamın o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmâresiyle mücadele edip mahviyet etmek, benliğini bırakmak, tasannu ve riyakârlık yapmamak için elden geldiği kadar çalıştığına, ona hizmet eden veya arkadaşlık edenler kat'î bildikleri ve şehadet ettikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan ve teveccüh-ü nas ve şahsını medh ü senâdan ve kendini mânevî makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçtığı ve hem has kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip, o hâlis kardeşlerinin hatırlarını kırması ve yazdığı cevabî mektuplarda onun hakkındaki medihlerini ve ziyade hüsn-ü zanlarını kabul etmemesi ve kendisini faziletten mahrum gösterip bütün fazileti Kur'ân'ın tefsiri olan Risale-i Nur'a ve dolayısıyla Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsine verip kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat'î ispat ediyor ki, şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan edip onu medhetmeleri, bir makam vermeleri, medar-ı mesuliyet olur mu?

Benim bu otuz sene hayatımda ve yeni Said tabir ettiğim zamanımda bütün Risale-i Nur'da yazdıklarım ve şahsıma temas eden hakikatlerinin tasdikiyle ve benimle ciddî görüşen ehl-i insaf zatların ve arkadaşların şehadetleriyle iddia ediyorum ki, ben nefs-i emmâremi elimden geldiği kadar hodfuruşluktan, şöhretperestlikten, tefahurdan men'e çalışmışım ve şahsıma ziyade hüsn-ü zan eden Nur talebelerinin belki yüz defa hatırlarını kırıp cerh etmişim. "Ben mal sahibi değilim. Kur'ân'ın mücevherat dükkânının bir bîçare dellâlıyım" dediğimi hem yakın dostlarım, hem kardeşlerimin tasdikleriyle ve emârelerini görmeleriyle, ben, değil dünyevî makamatı ve şan ve şerefi şahsıma kazandırmak, belki mânevî büyük makamat faraza bana verilse de, fakat hizmetteki ihlâsıma nefsimin hissesi karışmak ihtimaline binaen korkarak o makamatı da hizmetime feda etmeye karar verdiğim ve fiilen de öylece hareket ettiğim halde, mahkeme-i âlinizde güya en büyük bir siyasî mesele gibi, başkaların şahsıma karşı olan teveccüh ve hüsn-ü zanlarıyla beni mesul etmekte hiç bir mânâ var mı?

Ben kendim, şahsımın çürük olduğunu yüz defa söylediğim ve aleyhimde olanlar her vesile ile yine şahsımı çürüttükleri halde, ehl-i siyaseti evhamlandıracak derecede teveccüh-ü âmmeye karşı fayda vermediğinin sebebi, imanın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet şiddetli bir ihtiyac-ı kat'î ile ders-i dinde bazı şahıslar lâzımdır ki, hakikati hiçbir şeye feda etmesin, hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin. Tâ ki, imana dair dersinden istifade edilsin ve muhtaç müteredditlere kanaat-i kat'iye gelsin.

Evet, hiçbir zaman ve zeminde bu zaman kadar böyle imanî bir ihtiyac-ı şedid olmamış gibidir. Çünkü tehlike hariçten şiddetli gelmiş. Şahsımın bu ihtiyaca karşı gelmediğini itiraf edip ilân ettiğim halde, yine şahsımın meziyetinden değil, belki şiddet-i ihtiyaçtan ve zâhiren başkalar çok görünmemesinden şahsımı o ihtiyaca bir çare zannediyorlar. Halbuki ben de çoktan beri buna taaccüp ve hayretle bakıyordum ve hiçbir cihetle lâyık olmadığım halde, dehşetli kusurlarımla beraber ve bu teveccüh-ü âmmenin hikmetini şimdi bildim. Hikmeti de şudur:

Risale-i Nur'un hakikati ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi, bu zaman ve bu zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü kendilerine çevirmiş. Benim şahsımı-hizmet itibarıyla binden bir hissesi ancak bulunduğu halde-o harika hakikatin ve o hâlis, muhlis şahsiyetin bir cihetle mümessili zannedip o teveccühü gösteriyorlar.

Heyet-i Vekileye gönderilmiş bir istidadır[değiştir]

Heyet-i Vekileye gönderilmiş bir istidadır.

Hey’et-i vekileye gayet ehemmiyetli bir ricam var.

Risale-i Nur’dan Siracü’n-Nur namındaki üç yüz sahifeden ziyade mecmuanın âhirinde ve aslı çok zaman evvel yazılan ve on beş sahife kadar olan ve Heyet-i Vekilece o mecmuanın toplanmasına vesile bulunan Beşinci Şuâ herkese, hususan musibetzedelere ve ihtiyarlara ve imanda şüphelere düşenlere pekçok faideleri tahakkuk eden Siracü’n-Nur’dan, o zararlı tevehhüm edilen parçayı çıkarıp yasak ederek, mütebâki üç yüz sahifenin neşrine izin verilmesini ve tesellisinden tam istifade eden bütün musibetzedeler ve ihtiyarlar ve iman hakikatlerine muhtaçlarla beraber Heyet-i Vekileden rica ederiz.

Hem dört yüz sahifelik Zülfikar’da, otuz sene evvel Avrupa feylesoflarına karşı yazılan irsiyet ve tesettür hakkındaki iki âyetin tefsiri iki sahife, hem otuz sene evvel tab edilen İşârâtü’l-İ’câz’da

1 اَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبوَا

âyetine dair yazılan, bankaya dair bir satır ve hem otuz sene evvel ben Dârü’l-Hikmette iken İngiltere’nin Anglikan Kilisesinin Başpapazının Meşîhat-ı İslâmiyeden sorduğu altı sual içinde bir satır kadar yazılan yazıların kaldırılarak şimdiki kanun‑u medenîye uygun gelmediği iki sahife bir satır bahanesiyle müsadere edilen ve âlem‑i İslâmca çok tahsin ile çok menfaati bilfiil görülen ve üç rükn-ü imanîyi harika bir tarzda ispat eden o Zülfikar mecmuamızı iade etmesini rica edip istiyoruz ve hakkımızdır. Bir mektupta beş kelime sansür edilse bâki kısmına izin verilmesi gibi, biz de kanunen ehemmiyetli bu hakkımızı isteriz. Ve hakkımızda habbeleri kubbeler yapanların zulmünden kurtarılmamızı, millet ve vatan ve âsâyişe Nurlarla hizmet eden Kur’ân ve iman-perverlerle beraber talep ederiz. Hem on sekiz sene evvel şiddetli bir zulme mâruz olduğum hiddetli bir zamanımda yazdığım Hücumat-ı Sitteyi on sekiz seneden beri görmediğim gibi, mahrem deyip neşrine izin vermemişim. Ve hem üç dört mahkemenin eline geçmiş, o risaleyi sahiplerine iade etmişlerdir.

Said Nursî

1.) Allah alışverişi helâl, fâizi ise haram kıldı. (Bakara Sûresi, 2:275)

Zübeyir Gündüzalp'in İsmet İnönü'ye çektiği telgraf[değiştir]

(Ziver’in İsmet Paşa’ya çektiği telgrafın suretidir.)

İsmet İnönü

Reisicumhur

Ankara

Sureti: Büyük Millet Meclisi Yüksek Katına

Sureti: Adalet Bakanlığı Yüksek Katına

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur şakirdleri gizli cem’iyet kurmak ve halkı hükûmet aleyhine çevirmek gibi büsbütün iftira ve ithamdan ibaret olan mevhum bir suçla sekiz aydan beri hapiste yatırılmaktadır.

Gayet ince ve geniş tahkikat ve taharriyat yapıldığı halde bugüne kadar hiçbir delilin bulunmaması ve dört sene evvel aynı mevhum suçtan beraet veren Denizli Mahkemesi’nin Yüksek Yargıtay’ın da tasdik ettiği âdil kararı ve yirmi seneden beri Risale-i Nur şakirdlerinde öyle en küçük bir hareketin vuku’ bulmaması gayet aşikâr olarak isbat ediyor ki, Said Nursî ve Risale-i Nur şakirdleri külliyyen suçsuzdurlar.

Türk gençliği bu mübarek vatan ve kahraman Türk Milleti’ni komünistlikten kurtarmak mücahedesini aksatmak isteyen iman düşmanları iftira ve itham ediyorlar. Hep beraetle neticelenen hapse koymalar, güneş gibi zahir ve bahir olan masumiyetler karşısında bu kat’î kanaatı veriyoruz. Üstadımız Said Nursî’nin ve Risale-i Nur şakirdlerinin masumiyetine milyonlarca vatandaşı toplayıp şahid göstermeğe hazırız. Bütün bir millet tarafından müşahede olunan masumiyetimiz karşısında devam eden gizli din düşmanlarının zulümleri, sabrımızı tüketmektedir. Risale-i Nur’un yirmi seneden beri devam eden azimli neşriyatı memleketimizde komünistlik ve türlü fenalıkları önlemiştir. Buna gene bütün bir millet şahiddir. Risale-i Nur gibi hârikulâde ve fevkalâde bir meharetle te’lif edilen eserler gençliğimizin, milletimizin ve bütün insanlık âleminin ebedî refah ve saadetini sağlamış ve sağlıyacaktır. Bu kanaatı yüksek ilmî şahsiyetler vermiştir. Mahkemelerin lüzumsuz olarak uzatıldığına kani’ oluyoruz. Bediüzzaman’ın beraet kararını ve Risale-i Nur eserlerinin serbestiyetini bütün bir millet bekliyor. Bilhassa kahraman Türk gençliği komünistlik ve masonluk âfâtından kendini korumak için, iştiyakla okuyacağı eserlerin basılmasını istiyor.

Mahkemenin uzamasıyla Bediüzzaman gibi bir dâhînin hapiste kalmasına, mukaddes hissiyatla çırpınan milletin tahammül edemediğine şahid oluyoruz. Vaziyeti ehemmiyetle yüksek makam ve vicdanlarınıza arzeder, bir an evvel muhakkak olan beraetimize karar verilmesi hususunda adaletin tecelli ettirilmesini ve yardımınızı istirham ediyoruz.

Risale-i Nur şakirdleri namına

Ziver Gündüzalp

Ehl-i Vukufa teşekkürname ve üç noktayı beyan[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Diyanet Riyasetindeki ehl-i vukufa bir teşekkürname ve tetkiklerindeki cüz’î ve cevabı zâhir ve verilmiş tenkitlerine tashihle yardım etmek için üç noktayı beyan edeceğim.

Birincisi: Üç cihetle o âlimlere teşekkür ederim. Şahsım itibarıyla minnettarım.

Birincisi: Siracü’n-Nur mecmuasının Beşinci Şuâdan başka on üç parçasını takdirkârâne hülâsa etmeleridir.

İkincisi: Medar-ı ittihamımız olan tarîkatçılık ve cemiyetçilik ve emniyeti ihlâl bahanelerini reddetmeleridir.

Üçüncüsü: Benim mahkemedeki dâvâmı tasdikleridir. Yani, mahkemeye dedim: Kusur varsa bütün o kusur benimdir. Nur talebeleri hâlis ve mâsum olup imanları için Nurlara çalışmışlar. İşte o ehl-i vukuf dahi Nurcuları kurtarıyorlar. Bütün kusuru bana veriyorlar. Ben de onlara, “Allah sizden razı olsun” derim. Yalnız, merhum Hasan Feyzi ve merhum Hâfız Ali’yi ve o iki mübarek şehidin sisteminde ve vârislerinden iki üç zâtı benim suçuma şerik etmişler. Fakat bir cihette sehvetmişler. Çünkü o zâtlar, kusurda değil, belki hizmet-i imaniyede benden ileri ve benim hatalarımdan müberrâ olarak, zaafiyetime merhameten inayet-i İlâhiye tarafından bana yardımcı verilmişler.

İkinci nokta: O ehl-i vukuf, Beşinci Şuâdaki rivayetlerin bir kısmına zayıf ve bir kısmına mevzu demişler ve te’villerinin bir kısmına yanlış demişler ki, bu Afyon’da aleyhimizde iddianame o tarzda yazılmış ve on beş sahifede seksen bir yanlış yaptığını bir cetvelde ispat etmişiz. Muhterem ehl-i vukuf o cetveli görsünler. Birtek nümunesi şudur:

İddiacı demiş: “Bütün te’villeri yanlıştır ve o rivayetler, ya mevzu veya zayıftır.”

Biz dahi deriz: Te’vil demek, yani “Bu mânâ bu hadîsten murad olmak mümkündür, muhtemeldir” demektir. Mantıkça o mânânın imkânını reddetmek ise, muhaliyetini ispat etmekle olur. Halbuki o mânâ gözle göründüğü ve tahakkuk ettiği gibi, hadîsin mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir fert olması bilmüşahede mu’cizâne bir lem’a-yı ihbar-ı gaybîyi bu asrın gözüne gösterdiğinden, hiçbir cihetle kàbil-i inkâr ve itiraz olamaz.

Hem o “Bütün rivayetler mevzudur veya zayıftır” iddiacının demesi üç vech ile yanlış olduğu, cetvelde ispat edilmiş.

Birisi: Bir milyon hadîsi hıfzına alan İmam-ı Ahmed ibn-i Hanbel ve beş yüz bin hadîsi hıfzeden İmam-ı Buhârî’nin cesaret edemedikleri ve o nefyin ispatı kàbil olmadığı ve bütün hadîs kitaplarını görmediği ve ümmetin ekseriyeti her asırda o rivayetlerin mânâlarının zuhurlarını veya o küllînin bir ferdini görmesini bekledikleri ve ümmetçe telâkki-i bilkabul derecesine yakınlaşmış ve ayn-ı hakikat bazı nümune ve fertleri meydana çıkıp görüldüğü halde, o rivayetleri külliyetle inkâr etmek on cihetle hatadır.

İkinci vecih: “Mevzudur” mânâsı, “Bu rivayet an’aneli, senedli hadîs değil” demektir. Yoksa mânâsı yanlıştır demek değildir. Madem ümmette, hususan ehl-i hakikat ve keşif ve bir kısım ehl-i hadîs ve ehl-i içtihad kabul edip mânâlarının vukularını beklemişler. Elbette o rivayetlerin durûb-u emsal gibi umuma bakan hakikatleri vardır.

Üçüncü vecih: Hangi mesele veya rivayet var ki, meşrepleri, mezhepleri muhtelif âlimlerin bir kitabında ona itiraz edilmesin? Meselâ, İslâm içinde birkaç deccal geleceğine dair rivayetlerden birisi bu hadîs-i şerif, sarih bir surette Cengiz ve Hülâgû fitnesinden haber verir:

لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وَلَدِ عَمِّى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتَّى يُسَلِّمُهَا اِلَى الدَّجَّالِ

Yani, “Uzun zaman hilâfet-i Abbâsiye devam edecek, sonra o saltanat Deccal eline geçecek” diye, beş yüz seneden sonra İslâm içine bir deccal gelecek, o hilâfeti bozacak gibi ki, eşhâs-ı âhirzamandan çok rivayetler haber verdikleri halde, mezhebi ayrı veya fikri müfrit bir kısım ehl-i içtihad kabul etmemişler, “mevzu” veya “zayıftır” demişler. Her ne ise, şimdi bu uzun kıssayı kısa kesmeme sebep, Risale-i Nur ile alâkadar ve Nurlara hücumun aynı zamanında zeminin hiddetini gösteren dört büyük zelzelenin tevafuku gibi bu cevabı yazdığım aynı saatte, burada iki şiddetli zelzele vuku buldu. Şöyle ki:

Akşamda elime verilen ehl-i vukufun raporundaki ameliyat-ı cerrahiyenin yaralarından elîm bir tesir ve temassızlıktan hazîn bir zahmetle kendim perişan kalemimle yazmaktan teellüm hissederken, iki zelzelenin tevafukudur. Evet, sekiz ay tecrit ve sıkıntılar içinde en ziyade güvendiğim ve raporlarıyla imdadıma yetişmelerini beklediğim Diyanet Riyaseti dairesinden gelen raporu akşamdan aldım. Bu sabah bildim ki, pek ehemmiyetsiz şeylerle imdadıma değil, belki iddiacıya yardım ederek, “Geçen dört zelzeleler Nurun kerametlerindendir, Said demiş” dediklerini gördüm. Cetvelde yazdığım gibi, “Nurlar, sadaka-i makbule misillü, belâların def’ine bir vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, musibetler fırsat bulup gelirler ve bazan da zemin hiddet eder” diye yazmaya niyet ederken, burada iki şiddetli zelzele (Haşiye) beni o bahsi yazmaktan vazgeçirdi. Onu bırakıp üçüncü noktaya geçiyorum.

Üçüncü nokta: Ey müdakkik ve hakikatli ve insaflı ehl-i vukuf âlimlerimiz, eskiden beri ehl-i ilim mâbeyninde bir makbul âdet-i müstemirreye binaen, yeni telif edilen güzel kitapların âhirlerinde başkaların o kitaba methiyeleri ve takrizleri ve mübalâğane ve bazan müfritâne senâları yazılıp neşredildiği ve müellif kemâl-i memnuniyetle o takrizcilere minnettar olduğu ve rakipleri dahi onu hodfuruşlukla ittiham etmedikleri halde, Nurun bir kısım has ve hâlis şakirtlerinin ve merhum Hasan Feyzi ve şehid Hâfız Ali tarzında yazdıkları takrizleriyle aleyhime şiddetli hücum eden pek çok insafsız muarızlara karşı aczime, zaafıma, garipliğime, kimsesizliğime yardım ve Nurlara muhtaçları teşvik fikriyle olan methiyelerini bütün bütün reddetmediğimi ve şahsıma ait kısmını Nurlara çevirdiğimi bir hodfuruşluk telâkki etmenizi kemâl-i dikkatinize ve tahkikî ilminize ve şefkatkârâne muavenetinize ve insafınıza yakıştıramadığımdan müteessir oldum. Ve o methiyeleri yazan sâfi arkadaşlarımın hiç siyaseti düşünmeyerek riyazî bir hesapla, “Mânâ-yı işârî külliyetinin bir mâsadakı ve cüz’î bir ferdi bu zamanda Risale-i Nur’dur” demelerine hatâ denilmez. Çünkü zaman tasdik ediyor. Haydi, çok mübalâğa veya hatâ dahi olsa, ilmî bir hatâdır. Herkes kendi kanaatini yazabilir. Acaba, şeriatta on iki mezhep, hususan Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî mezheplerinde ve yetmişe yakın ilm-i kelâm ve usulüddin dairesindeki allâmelerin fırkalarında ne kadar ayrı ayrı kanaatler ve fikirler kitaplara yazılmış, bilirsiniz. Halbuki bu zaman kadar, hiç bir zaman, din âlimlerinin ittifakına ve münakaşa etmemesine muhtaç olmamış. Şimdilik teferruattaki ihtilâfı bırakmaya ve medar-ı münakaşa etmemeye mecburuz.

Ehl-i vukufun insaflı hocalarından üç sualim var

Birisi: Bir adam, diğer bir adamı sâfi bir niyetle onu methetmekle mes’ul olur mu? Hususan o istemediği, elinden geldiği kadar o medihleri ya red veya başkasına çevirdiği ve o hâlis dostunu kaçırmamak için onu tekdir etmeyip, methini yüz derece haddimden fazladır diye sükût ile mukabele etmesi hiç hodfuruşluk sayılır mı?

İkinci sual: Acaba ortalıkta din aleyhinde bu dehşetli hücumlar ve dağ gibi dinî meseleler içinde Nur şakirtlerinden bir hakikat âşıkı, zararsız ve cüz’î bir hatâ-i ilmî ve yanlış bir kanaati cihetinde böyle tekdir ve tezyife müstehak olur mu? Siz gibi üstadlardan, medhiye yazan talebe şefkatle hatâsını ihtar beklerken, böyle adliye eliyle tokatlamak caiz olur mu?

Üçüncü sual: Bu yirmi senedir hadsiz muarızlara karşı sarsılmayan ve yüz binler muhtaçların imanlarını kuvvetlendiren Risale-i Nur’a bir iki mesele için bu tarz tenkidiniz yakışır mı? Hem o müdakkik âlimlere bunu hatırlatıyorum ki, raporlarında, Ahmet Feyzi’nin methiyesinin başında bir mektubumu görmelerinden, güya o medihleri ben kendime yapmışım gibi tenkit ediyorlar. Halbuki o mektubum benim şahsımın hakkındaki medihlerini kabul etmemek ve kaldırmak içindi ki, bir kısmını kaldırdım, bir kısmını da tâdil edecektim. Fakat acele edip tam yapmadan o mektubu bir kardeşime göndermiştim. Onlar dahi o mahrem methiyenin başına koyup hususî bir zâta gönderdikleri zaman hükûmetin eline geçmiş. Acaba böyle hususî takriz ve sırf ilmî ve bir kanaat-i vicdaniye ve mahrem arkadaşların mâbeyninde ve sonra tam tâdil etmek fikriyle bir meşveret tarzında gezmesi, bu şiddetli itiraza müstehak olur mu? Hem kırmızı ve siyah ciltli iki mecmuacık, arkadaşlara hususî ve tebrik ve teşvik ve taltif için yazılmış bazı hususî mektuplardır. Her nasılsa bir iki zât merak edip zâyi olmasın diye bir deftere toplamış. Taharride zabıta eline geçmiş. Acaba böyle mektuplardan ahkâm çıkarmak ve sual ve cevaba medar etmek ve siyasete temas ettirmeye çalışmaya hiç ihtiyaç var mı? Kur’ân’a hücum eden dehşetli ejderhaları görmüyor, bakmıyor, sineklerin ısırmasıyla uğraşıyor gibi olmaz mı?

Dini ve terbiye-i Muhammediyeyi zehir diyen Saraçoğlu’nu bırakıp, hakikat-i Kur’âniyeyi güneş gibi gösteren ve nev-i beşerin yaralarına tam tiryak olduğunu ispat eden Siracü’n-Nur ile münakaşa ederek, Nurun o mecmuasının âhirine ilhak edilen bir risalede zayıf hadîslerin te’villeri var diye, o mecmuanın müsaaderesine yardım etmek çıkmaz mı? Bizler siz gibi zâtlardan yaralarımıza merhem sürmek ve ferasetinizle yardım bekler ve cüz’î tenkitlerinizden gücenmeyiz.

Mevkuf

Said Nursî

Haşiye: Bu iki zelzele 18.9.1948 tarihine müsadif, Cuma günü kuşluk vakti olmuştur. Afyon hapsinde Risale-i Nur talebeleri namına Halil, Mustafa, Mehmet Feyzi, Hüsrev

Hata-Savab cetveli[değiştir]

Hata-Savab Cetveli

İddianamede yirmi sahifeden ziyade arkadaşlara ait olduğundan, yanlışlarını beyan etmedim. Bu yanlışların hepsi yüzden geçer. Mahkemede kırk sahife iddianame iki saate yakın dinlettirildi. Hem hukukumuza, hem hayat-ı şahsiyemize, hem hayat-ı içtimaiyemize ve şerefimize ve Risale-i Nur’un kıymetine çok dokunduğu halde gücenmediğimize mukàbil, iddianameyi yazan zâtın meselemizdeki sathîliğine ve dikkatsizliğine ve cerbezeliğine dokunacak bir cihet varsa onun da gücenmemesini ve mahkemenin de tamamen itiraznamemi okumaklığıma müsaadesini talep ederiz.

Mahkemede aleyhimizdeki iddianamede “Yüz yanlışını ispat etmezsem yüz sene cezaya razıyım” diye iddia ettiğime bir hüccet olarak, iddianamenin kırk sahifesinde, şahsıma ait on beş sahifede seksen bir yanlışını gösteren bu cetveli takdim ediyorum.

Said Nursî

Hatalar ve Cevapları

Hata 1: Dini âlet ederek.

Cevap: Reddedilmemiş müdafaatımdaki hüccetler bu yanlışı herkese gösterir.

Hata 2: Emniyeti bozabilecek.

Cevap: Yirmi senede bir vukuatı altı mahkeme göstermemesiyle bu yanlışını ispat eder.

Hata 3: Gizli bir cemiyet kurmak.

Cevap: Üç mahkemenin bu noktada beraat vermesi bu yanlışını ispat eder.

Hata 4: Gizli cemiyete girmek.

Cevap: Bu defa yirmi üç adamı makam-ı iddia tahliyesiyle kendi yanlışını kendi gösteriyor.

Hata 5: Hiç bir iş ile meşgul olmayan.

Cevap: Risale-i Nur’un telifi ve tashihiyle olan büyük meşgaleyi görmemesi, bu yanlışını herkese gösteriyor.

Hata 6-7: Devletin emniyetini ihlâle teşvik edecek hareketlerde bulunduğundan ve gizli cemiyet kurduğundan.

Cevap: Eskişehir Mahkemesinin yalnız tesettür ve şapka meselesini esas tutması ve cemiyet ve emniyeti ihlâle ehemmiyet vermemesi bu yanlışını gösteriyor.

Hata 8: Kanunun 163’üncü maddesi.

Cevap: Zâhiren o madde-i kanunî ile, fakat hakikaten Eskişehir Mahkemesi kanaat-i vicdaniye ile hüküm vermesi, Tesettür Risalesinin eskiden yazıldığını anlamasıyla, mecburiyetle kanaat-i vicdaniyeye müracaat etmesi, bu yanlışını gösteriyor.

Hata 9: Dinen mukaddes tanınan şeyleri âlet etmesi.

Cevap: Bu otuz seneki hayatım ve bütün benimle görüşenler ve mahiyetimi bilenler, bu hükmü tekzip ediyorlar.

Hata 10: Devletin emniyetini bozacak hareketlere halkı teşvik ve tergîb ederek.

Cevap: Yirmi senede hiç bir Nur şakirdi böyle bir vukuata sebep olmadığı ve on vilâyetin zabıtaları kaydetmemeleri, bunun hatâ olduğunu gösteriyor.

Hata 11: Gizli cemiyet kurmak.

Cevap: Üç mahkemenin o noktada beraat vermesi ve yirmi senedir siyaseti terk etmekliğim, bu hatânın ne kadar açık bir iftira olduğunu gösteriyor.

Hata 12: Gizli neşriyatta bulunmak.

Cevap: Âlem-i İslâmın mühim merkezlerinde ve burada merkez-i hükûmette ve dârülfünunda yazdıkları Nur mecmuaları ellerde gezmesiyle bu yanlışını gösteriyor.

Hata 13: Gençlik Rehberi, Nurcular cemiyeti arasında gizli satılmasına.

Cevap: Cerh edilmeyen müdafaatta, yedi makamata gönderilen itiraznamede kat’î hüccetlerle ki, Nur talebeleri hiçbir vech ile siyasî cemiyet olmazlar. Hem Eskişehir Emniyet Müdürlüğü müsaadesiyle resmen tab edilen Gençlik Rehberi, değil yalnız Nurcular arasında, herkese alenen satıldığı bu hatâsını ispat eder.

Hata 14: Zülfikar ve Asâ-yı Mûsâ’nın gizli satılmasına.

Cevap: Doğrudan doğruya Diyanet Riyasetine berâ-yı malûmat bu mecmuaların gönderilmesi, hem alenen İstanbul’da ciltlenmesi ve İstanbul’daki mühim zâtlara, hattâ bazı kitapçılara—ki, Hindistan’a kadar gönderilmek için—gönderilmesi, gizli satılmadığını, belki ilânatla, teşhir edilmekle satıldığı bu hatasını gösteriyor.

Hata 15: “Yüz kırk sûre Kur’ân” demesine.

Cevap: Kur’ân yüz on dört sûre olduğunu, Kur’ân’ı okuyan herkes bildiği halde, sathîliği ve aceleliği bu acip yanlışa sevketmiş.

Hata 16: Kur’ân-ı Kerîme âdetâ bir nazîre.

Cevap: Bin defa hâşâ! Risale-i Nur Kur’ân’ın bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesinin bir âyinesi ve ondan tereşşuh etmiş bir tefsiri olduğuna bütün Nurcuların ve Risale-i Nur’daki yazıları görenlerin kanaatleri, bu yanlışı tekzip ediyor.

Hata 17: Risale-i Nur yüz kırk parçadan ibaret olan.

Cevap: Müdafaatımda belki pek çok defalar lüzumu için yüz otuz parça diye tekrarımız bu yanlışını gösteriyor.

Hata 18: Risale-i Nur’un telifi yirmi üç senede tamamlandığı bildirilen.

Cevap: İmam-ı Ali’nin (r.a.) ve Gavs-ı Âzam’ın (k.s.) işârât-ı gaybiyeleriyle ve mânâ-yı işarîsiyle, bir vakit yirmi dört senede Risale-i Nur tamam olacak denilmesi, o yanlışı tashih eder.

Hata 19: Üç kitapta toplanan Nur Risalelerinin.

Cevap: Belki, yalnız Yirmi Yedinci Mektup, lâhikasıyla beraber o üç mecmua kadar büyük olduğu gibi, onlardaki Nurun risaleleri o üç mecmuada ancak beşten birisi olması, dikkatsizlikten gelen bu yanlışını gösteriyor.

Hata 20: Perakende halinde bulunan Nur Risaleleri.

Cevap: Şimdi, Nurları yazan kalemlerin yüz binler ve güzel, itina ile, tevafukla yazan yüzler kâtibin aşk-ı imanî ve ilmî ile yazdıkları Nur Risalelerine perakende, ehemmiyetsiz parçalar namı verilmesi zâhir bir yanlıştır.

Hata 21: Bazı kısmında mevzu ve gaye ile hiç ilgisi olmadığı.

Cevap: Eski zamanda mantıkta en derin âlimleri ilzam eden ve şimdiye kadar müdakkik âlimlerin Risale-i Nur’u o cihette tenkit edememeleri, bu hatâyı söyleyene iade eder.

Hata 22-23: Risale-i Nur’un bir kısmında okuyanlara birşey öğretme bakımından ilmî mahiyet taşımadığı.

Cevap: Yirmi seneden beri hükûmetin iğfal olunmuş bazı rükünleri ve aldanmış bazı müteassıp hocalar Risale-i Nur’un aleyhinde hücum ettikleri ve herkesi ürküttükleri halde, hiçbir esere müyesser olmayan yüz binler her sınıftan muhtac-ı ilm-i hakikat ona talip olup istifadeleri bu iftirayı pek çirkin gösteriyor.

Hata 24: Şimalden gelecek büyük kızıl tehlikeye karşı bir sed olduğunu iddia ve zannetmektedir.

Cevap: Nurları okuyan bütün zâtlar; değil zan ve tahmin, belki kat’î ve yakînî bir surette, Risale-i Nur’un şimalden gelen tehlikeye bir sed olduğunu söylemeleri bu hatâyı gösteriyor.

Hata 25: Devletin emniyetini ihlâl etmiş.

Cevap: Üç mahkemede, üç müdafaatımda bu iftiranın asılsız olduğunu ispat ettiğim gibi, yirmi senede bulunduğum beş altı vilâyet zabıtaları, emniyeti ihlâle dair hiçbir emâreyi ne Said’in ve ne de arkadaşlarının hakkında kaydetmemesi, bu iftirayı tamamıyla reddeder.

Hata 26: Nurcuların zanları hilâfına olarak, Nur Risaleleri yegâne okunacak tefsir değildir.

Cevap: Nur Risalelerinde ve talebelerinin lisanında her vakit söylenen “Bu zamanda en kuvvetli bir tefsir-i Kur’ânîdir” cümlesidir. Yoksa hiçbir vakit başka tefsirlere ilişmek hatırlarına gelmediği, bu acîp hatânın ne kadar çirkin olduğunu gösterir.

Hata 27: Nurcular adı verilen talebelerin de yekdiğerleriyle görüşmeleri gizli olduğu.

Cevap: Isparta vilâyetinde ve bütün köylerinde, zabıtanın ve hükümetin taht‑ı nezaretinde âşikâre surette görüşmeleri ve bazı köylerde yüz kalemle yazıları neşretmeleri, gizlilik isnadını kırıyor.

Hata 28: Teksir makinesiyle çoğaltılması ve alanların bulunduğu yerlere götürülmesi gizli yapılmaktadır.

Cevap: Bu ifadede bir dirhem doğruluk varsa, üç dirhem yanlış var. Evet, insafsız gizli düşmanlarımız bahane bulmamak için, dörtte bir gizli yapılmıştı. Yoksa şimdi buldukları bahaneyle bizi daha evvelden adliyeye sürüklemeleri ihtimaline binaen, bir parça gizliydi. Yoksa herbirisi üç yüz dört yüz sahifeli mecmualardan bin beş yüze yakın miktarı memleketin her tarafına mümânaatsız gitmesi, bu hatâyı tam gösterir.

Hata 29: Ve nitekim mektupların, mürsellerin bulunduğu yerden değil, başka yer postahanesinden verilerek gönderilmekte olduğu.

Cevap: Yirmi sekizinci yanlışta zikri geçtiği gibi, onda biri doğru ise dokuzu yanlıştır. Mektuplar, pek nadir olarak postahaneye mürsellerin bulundukları yerlerden verilmemiştir.

Hata 30: Cemiyet mensubîninden Ali Savran tarafından gönderildiği.

Cevap: Makam-ı iddianın o Ali Savran’ı tahliye etmesi ve sonra da bu mahkemede yine tevkif etmeyip memleketine gitmesine izin vermesi, cemiyetçilik olmadığını makam-ı iddia kendi kalemiyle ispat etmiştir.

Hata 31: Yine gizlice bazı vatandaşların mensup oldukları gizli cemiyete.

Cevap: Böyle asılsız bir hatâyı tekrar etmek de büyük bir hatâ olduğu malûmdur.

Hata 32: Herkese okunmasının dahi sevap olduğunu söyleyerek iğfale çalıştıkları.

Cevap: Otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtına mazhar ve şimdiye kadar yüz binler adama iman cihetinde tesirli hizmet eden ve pekçok gençleri ıslah eden Risale-i Nur’la iğfal edilmiş diyen, elbette nefs-i emmârenin iğfaline kapılmış ki, böyle hatâ ediyor.

Hata 33: Bundan başka gizli maksat görünmüyorsa bu gizliliğe mahal görünmezdi.

Cevap: Kırk seneden beri bana suikasta çalışan gizli düşmanlarımın desiseleriyle şahsıma karşı eşedd-i zulmü yapanlardan çekinmek için gizlenmiştir.

Hata 34-35: Dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozmaya halkı teşvik eden hareketlerinin.

Cevap: Hiç aslı olmayan uzak bir imkânı vukuat yerinde sarf ederek bu kadar tekrar etmek, yalnız garazkârâne bir iftiradır.

Hata 36: Kanunî ve zarurî olarak takip edilmesine, münafıklık, zındıklık, dinsizlik ve zulüm olarak tavsif eden.

Cevap: Bizi kanunsuz hapislere sokmak ve gizli düşmanlarımızın desiseleriyle bizi perişan etmek sırasında o gizli düşmanlarımıza münafıklık, zındıklık, dinsizlik söylediğimizi, iğfallerine kapılmış memurlara atfetmesi hatadır.

Hata 37-38: Kimseyle görüşmediğini ileri sürdüğü halde, gizli olarak vilâyet ve kaza ve köylerden gelenleri kabul edip görüşmüş.

Cevap: Bu yazıda bir doğru varsa, yirmisi yanlış. Çünkü, yirmi ve otuz ziyaretçiden ancak bir tanesini kabul ettiğimi mahallî zabıtası ve ahali bildiği halde böyle küllî ve daimî bir surette isnat etmek iftiradır.

Hata 39: Sûreten bu inziva hali, yakınları olan talebeleri tarafından birçok kerametlerin mevcudiyetinin kabulüne ve bütün Nurculara inandırılmasına yol açmış.

Cevap: Bu inziva, böyle kanunsuz belâlara düşmemek ve tasannu ve hodfuruşluktan kurtulmak için olduğu ve Nur şakirtlerinin bu inzivayı beğenmedikleri halde, bundan kendimi keramet sahibi göstermek ve dostları da onunla onu kerametli bilmek mânâsız bir iftiradır.

Hata 40: Kerametleri ve velîliği hakkındaki söylenenleri ve yazıları red ve cerh etmiyor.

Cevap: Bu pek zâhir bir hatâdır. Yüz yerde kardeşlerime yazmışım ki, “Şahsımda hiç bir ehemmiyet yok. Bana karşı hüsn-ü zannınız yanlıştır. Sizin ihlâsınız var. Ben belki ihlâsa muvaffak olamıyorum. Hizmette de size yetişemiyorum” dediğim ve hiç bir defa nefsimi methetmediğim halde bu isnat büyük bir iftiradır.

Hata 41: Ve bu yolda öğünmesine bir sebep olmuştur.

Cevap: İddianameyi yazan, sathîlik ve garazla baktığı için, Risale-i Nur’un senâsını benim şahsımın senâsı zannetmiş, bu hatâya düşmüş. Ve çok yerlerde böyle hatâya düşüyor.

Hata 42: Said tefahura düşkündür.

Cevap: Bu otuz senelik yeni hayatım ve bütün beni tanıyanlar onun bu iftirasını tekzip eder.

Hata 43: Bunu eserlerinin muhtelif yerlerinde görmek mümkündür.

Cevap: İddiacının bu dediği tefahur benim şahsıma değil; bütün o tefahuru hatırına getiren senâlar, Risale-i Nur’a aittir. Risale-i Nur da Kur’ân’ın tefsiridir.

Hata 44: Siracü’n-Nur kitabında, eserin dört buçuk saat zarfında yazıldığı kaydedilmiştir.

Cevap: Bu yazısında iki hatâsı var. Birisi: Siracü’n-Nur dört buçuk saatte telif edilmiş değil; onun içinde on beş yirmi sahifeden ibaret Hastalık Risalesine aittir. Orada imzaları bulunan iki kâtibin arzularıyla bir tahdis-i nimet olarak yazılmıştır. Bunda hiçbir kimsenin hatırına tefahur gelmez; ancak bir şükürdür.

Hata 45: İlminin vüs’atini ve karihasının genişliğini ve zekâsının feyzini ve yüksekliğini anlatmak istemiştir.

Cevap: Elli altmış senelik hayat-ı ilmiyesi böyle temeddühlere ihtiyaç bırakmadığı gibi, âhir ömründe şahsını temeddühten bütün bütün çekindiği, yalnız hakaik-ı imaniyenin beyanında yanlış etmediği ve sırf Kur’ân’ın feyzinden iktibas ettiğine dair beyanatı böyle hodfuruşâne bir surete çevirmek büyük bir iftiradır. Hattâ o yanlış doğru da olsa meşhur Abdülvehhab-ı Şârânî ve Muhyiddin-i Arabî gibi pek çok ehl-i hakikat ulema, tahdis-i nimet nev’inde bu tarz-ı ihsanat-ı İlâhiyeyi çok defa kitaplarında zikretmişler.

Hata 46-47: Kendi kerametine o kadar inanmıştır ki, İlâhî ve tabiî olan birçok hâdiseleri kendisinin ve Risale-i Nur’un kerametidir der.

Cevap: Bu hatâsında birkaç vech ile yanlışı var. İlâhî ve tabiî olarak iki kısma ayırmak ve tabiata da bir hisse-i icad vermek dinde bir yanlış olduğu gibi, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine gelen zulmün aynı zamanında zelzele gibi müteaddit hâdiselerin tevafukları Risale-i Nur’un makbuliyetine ve bir sadaka-i makbule hükmüne geçtiğine bir işaret-i gaybiyedir demesini tefahur zannetmek iftira olduğunu herkes bilir.

Hata 48: Risale-i Nur’un tokadı olarak vasıflandırmaktadır.

Cevap: Bunu müdafaatımda pek zâhir bir hatâ olduğunu ispat ettiğimiz gibi; Risale-i Nur’un tokadıdır denilmemiş; belki “Risale-i Nur sadaka-i makbule gibi belâların def’ine vesile olmasından, o gizlendiği ve müsadere edildiği zamanda bazı belâlar fırsat bulup başımıza gelir” denilmiş. Bu ise adalet-i İlâhiyenin bir tokadıdır.

Hata 49: Muhtelif yerlerde olan zelzeleler ve seylâplar, Risale-i Nur’un şiddetli birer tokadı olarak vuku bulmuştur.

Cevap: Cevabı mükerrer verilmiş bir hatâyı tekrar etmek garazkârâne bir yanlıştır.

Hata 50-51: Bu seylâp ve zelzelelerden Risale-i Nur’un ve binnetice kendisinin kerametiyle kurtulmuşlardır. Ve mâsumlar ve çocuklar o belâlardan zarar görmüşler. Said bunu izah etmemiş ve edememiştir.

Cevap: Risale-i Nur’un mükerrer yerlerinde yazılmış ki, zâlimlere gelen musibetlerde mâsumların telef olan malları sadaka ve vefat edenler de şehid hükmünde olduğunu beyan, bu yanlışını ve sathîliğini gösterir.

Hata 52: Hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu inkâr yoluna sapmak gibi bir tezada düşmüştür.

Cevap: Risale-i Nur’dan Kader Risalesi olan Yirmi Altıncı Sözün sırr-ı kaderi emsalsiz bir surette beyanı ve imanın erkânlarını Risale-i Nur’un harika bir tarzda ispatı meydanda iken, böyle bir iftira garazkârlıktan başka birşey değildir.

Hata 53: Nur şakirtlerinin bazıları ona bir mehdîlik de tevcih etmişlerdir.

Cevap: İtiraznamemde kat’î hüccetlerle onun bu hatâsı reddedilmiş. Hem hiçbir vakit, değil böyle büyük makamları, belki küçük medih ve hüsn-ü zan ile nefs-i emmâresine bir benlik vermemek için reddettiği mahkemelerde de görülmüştür.

Hata 54: Müceddidlik ve büyük makamlar veren şakirtlerinin hitabelerine, enâniyet ve tefahura olan meyli icabı itiraz etmeyerek bu teveccühleri kabul ettiği göz önündedir.

Cevap: Bu hatâsında kaç vech ile iftira var olduğu itiraznamemde ve bu cetvelde kaç yerde ispat edilmiştir.

Hata 55: “Hazret-i Ali’nin (r.a.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, mânevî evlâdı olabilirim” demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini kabul etmiş görülmektedir.

Cevap: Bedî’ mânâsında olan Celcelûtiye kasidesinde İmam-ı Ali’nin (r.a.) çok cihetlerle Risale-i Nur’a sarahat derecesine yakın işarâtı içinde, Bediüzzaman ismini Risale-i Nur’a vermesinden, bana emaneten verilen o ismi Risale-i Nur’a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, “Ben de mânevî Âl-i Beytten sayılabilirim” demekten maksadım, bir kısım müçtehidlerin 1 وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ duasında, “Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duada dahildirler” dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir te’vildir. Yoksa, o hatâkârane mânâ hiç hatırıma gelmemiş.

Hata 56: Ahmed Feyzi’nin risaleciğinin başında Said’in iki buçuk sahifelik yazısıyla 2 يَا اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ âyet-i kerîmesinden ebced hesabıyla “Kürdî” kelimesi çıkarılmış.

Cevap: Burada benim iki sahifecik yazıma, Ahmed Feyzi’nin hakkımda mübalâğakârane medihlerini kabul ettiğim mânâsı verilmiş, hatâ etmiş. Çünkü benim o mektubum Ahmed Feyzi’nin dikkatini ve ilmini takdirle beraber, hakkımdaki haddimden ziyade hüsn-ü zanlarını cerh ve tâdil için yazılmıştır. Hem âyetin mânâ-yı işârî tabakasından riyazî ve ebcedî bir tevafukla üstadına karşı bir mânâ çıkarıp, hürmetine bir makbuliyet alâmeti olarak yazmış. Böyle şeylere yanlış denilmez ki, medâr-ı mes’uliyet olsun. Olsa olsa ilmî bir hatâdır; siyasete teması yoktur.

Yine Ahmed Feyzi’nin, Risale-i Nur’un müsellem faziletinin bir parçasını kendi üstadına isnad etmesi ve bu zamanın bir hidayet vasıtası olduğunu demesini, medâr-ı mes’uliyet görüyor. Halbuki, herkes sevdiği bir adam hakkında mübalâğakârane ve ifratkârâne medih ve senâ etmekte, örfen, âdeten, ilmen dahi hatâ olmadığı halde, hiç münasebeti olmayan bir sözdür.

Hata 57: Böyle acip dâvâlarla belki bir zaman peygamberliğini dâvâ ile hezeyan hali başlamış oluyor.

Cevap: Bunun bu iftira ve isnat ve hatâsından el’iyazü billâh derim. Böyle hiç kimsenin hatırına gelmeyen ve bizi bilen hiç kimseyi kandırmayan isnatları, elbette kanun, siyaset ve idarenin haricinde bunda dehşetli bir mânâ hükmediyor ki, şeytanın da kimseyi inandıramadığı iftirayı ediyor.

Hata 58: İhtiyar Risalesinde “Yedinci Rica” gibi bazı risaleleri halkı devletin aleyhine teşvik edecek harekette ve mâhiyette görülüp, Eskişehir Mahkemesinde mahkûmiyetine karar verilmiş.

Cevap: Bu da zâhir bir hatâdır. Yedinci Rica ve İhtiyarlar Risalesi, değil sebeb-i mahkûmiyet ve emniyeti ihlâl etmek, belki çok cihetlerle beni zulümden kurtardığı gibi, Eskişehir’deki kanaat-i vicdaniye ile verilen hafif ceza da Tesettür Risalesinin bir meselesi içindir. Makam-ı iddianın dikkatsizliği ve sathîliği ile böyle yanlışlar oluyor.

Hata 59: Hüsrev Altınbaşak, Türk Harfleri Kanununa aykırı olarak Asâ-yı Mûsâ ve Zülfikar gibi mecmuaları Arap harfleriyle yazmış.

Cevap: Şimdiye kadar Kur’ân harfleri ve hattı, Türk milletinin hatt-ı kadîmi olduğu halde, Lâtin harflerini Türk harfleri deyip Kur’ân harfleriyle Asâ-yı Mûsâ’yı yazan Hüsrev’i mes’ul etmek birkaç vech ile yanlış olduğunu ehl-i insaf anlar.

Hata 60, 61, 62, 63: İstinad ettiği hadîsler zayıf ve hattâ mevzu olmakla beraber, te’villeri yanlış ve aslı yoktur.

Cevap: Bütün ümmet bin seneden beri telâkki-i bilkabul ettiği ve âlem-i İslâm içinde az bir kısım ulemanın başka te’villerle bir derece zaafiyetine hükmettiklerine mukàbil, cumhur-u muhaddisîn ve ümmet-i Muhammediye (a.s.m.) kabul ettiği, âhir zamanda gelen bazı hâdiseler hakkındaki muhtelif rivayetleri te’vil, yani mümkün bir ihtimal mânâsıyla bu zamanda vukua gelen ve gözle görülen hâdiselere tam mutabık çıkmasını beyana, dünyada hiçbir ehl-i ilim yanlış diyemez. Faraza o hadîslerden birisi mevzu da olsa, mevzuun mânâsı, “hadîs değil” demektir. Yoksa mânâsı yanlıştır demek değildir ki, darb-ı mesel nev’inde ümmet o rivayeti kabul etmiş. Bu nevi te’vilâta yanlış diyenler, kaç cihette yanlış olduğu gibi, ümmetin telâkkisine ihanet ve hadîsleri inkârdır. Ve “Süfyana dair hiçbir hadîs yoktur, varsa mevzudur” diyen müddeî hiç hadîs kitaplarını okumadığı, belki Kur’ân’ın sûrelerinin ne kadar olduğunu bilmediği halde, biri bir milyon, diğeri beş yüz bin hadîsi hıfzına alan İmam-ı Ahmed ibn-i Hanbel ve İmam-ı Buhârî gibi müçtehidlerin, böyle küllî ve umumî bir tarzda cesaret edemedikleri halde, o müddeî, küllî bir surette ve umumî bir tarzda “Süfyan hakkında hiçbir hadîs yoktur, varsa mevzudur” demesiyle haddinden binler defa tecavüz edip büyük bir hatâyı irtikâp etmiş. Farz-ı muhal olarak hadîs de olmasa, ümmet-i İslâmiyede bir hakikat-i içtimaiye ve müteaddit defalar eseri görülmüş vâki ve hak bir hâdise-i istikbaliyedir.

Hata 64: İrsiyette kadın ve erkeğin müsâvâtı aleyhinde olduğu gibi, medenî kanunları kabul etmediğinden, inkılâp aleyhinedir.

Cevap: Otuz sene evvel medenî kanunlara istinad edip Kur’ân’ın bir iki âyetini tenkit eden ve Doktor Duzi’nin kitabını ifsad için neşreden bir iki münafığa karşı bazı âyetlerin cerh edilmez bir tarzda tefsirini şimdi yazılmış gibi telâkki edip medar-ı mes’uliyet etmek, Kur’ân’ın o âyetlerini inkâr etmek hükmünde bir hatadır.

Hata 65: Süfyan ve bir İslâm deccalı, Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şuâda anlaşılıyor.

Cevap: Beşinci Şuâ, küllî bir surette, çok zaman evvel müteşabih bir hadîsin bir te’vilini beyan etmesi ve itiraznamemde kat’î cevabı verilmesi, bu zâhir yanlışı ve medâr-ı mes’uliyet olması büyük hatâ olduğunu gösteriyor. Eğer mes’uliyet varsa, bu ince, küllî mânâyı böyle cüz’î bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mes’ul ve suçlu olur.

Hata 66: Şapka fes gibidir. İman ile hiç alâkası yoktur. İman ise tamamen vicdanî ve kalbî olduğunu Said bilmekten âcizdir.

Cevap: İslâm uleması ve müçtehidleri ve Şeyhülislâmlar, hususan İmam-ı Âzam, imanı zedeleyen çok alâmetleri ve harekâtları kaydettikleri halde (hususan şapka ve zünnarın) kütüb-ü kelâmiyede dahi ulemanın, imanın muktezasına münâfi olduğunun ittifaklarına karşı böyle sözleri yazan ne kadar hatâ ve yanlış olduğunu divaneler de anlar. Şapka hakkında itiraznamemdeki beyanat ve Risale-i Nur’daki iman-ı tahkikînin harika hüccetleri, Said’in idrâkinde âcizdir demesini yüzüne çarpar.

Hata 67-68: Şapkanın küfür alâmeti ve devam-ı ısrarı da dinsizlik olması üzerinde çok durmaktadır. Şapkanın giyilmemesi için propagandaya ve kendi tabirlerince mücadele ve mücahedeye giriştikleri görülmektedir.

Cevap: İtiraznamemde dört beş yerinde gayet kat’î bir surette bu yanlışın ne kadar mânâsız olduğunu gösterir.

Hata 69: Nur talebelerinin şapka giymeyerek bere giydikleri müşahede edilmiştir.

Cevap: Nur talebelerinin umumu değil, ehl-i takvâ olanlar, hususan hayat-ı içtimaiye ile alâkası az olanlar lüzumsuz, mânâsız, secdeye mâni olan şapkayı giymediklerini medâr-ı mes’uliyet zanneden, kendisi hakikat ve adalet ve maslahat-ı millet nazarında mes’uldür.

Hata 70: Şapkanın küfür alâmeti olması ve sayılması bir iman haline geldiği gibi.

Cevap: Kırk sene evvel İstanbul ulemasına verdiğim cevabı, mahkemede beyan ettiğim gibi, bütün ulema-i İslâmın istimal ettiği bir tabiri yalnız bana isnat etmek ve bunu da “bir iman haline geldiği” ile tabir etmek, hem İslâmiyete, hem ehl-i ilme, hem bana karşı bir ittiham değil, divanecesine bir ihanettir. Ona iade ediyorum.

Hata 71: Medreselerin ve tekyelerin kapanmasından, ezan ve kàmette Allahu ekber denilmemesinden, bunlar âhirzaman alâmetlerinden sayıldığından, inkılâp hareketlerine karşı bir kışkırtmak istediği anlaşılmıştır.

Cevap: Kırk sene evvel bir iki hadîsin te’vilini beyan ettiğimi ve Diyanet Riyasetinin ulemasının yeni icadlarının fetvasına karşı on beş sene evvel yazdığım bir risaleyi reddetmeyip bana ilişmedikleri halde, bu meseleyi şimdi medâr-ı bahsetmek adliye kanunuyla hiç bir münasebeti yok. Makam-ı iddia eski nakaratı tekrar edip, bin dereden su toplamak nev’inde isnad etmesi hem yanlış, hem hatâ, hem de idareye bir zararı muhtemeldir.

Hata 72: “Beşinci Şuânın meselelerini herkese göstermek caiz değildir, mahremdir” ihtarını yapmayı unutmamıştır.

Cevap: Her bahaneyle bizi perişan etmek isteyen gizli düşmanlarımızın şerlerinden tahaffuz ve müddeî gibi sathîce mânâlar verilmemek için, “Bu mahremdir, herkese gösterilmesin” denilmesini bir suç sayıp ve suçunu ikrar ediyor mânâsına çevirmek zâhir bir yanlıştır.

Hata 73: Ahmed Feyzi “Bediüzzamanü’l-Kürdî” kelimesini bulmak için iki kere Muhammed (a.s.m.) kelimesinin tevafukunu göstermiş. Acaba Said el-Kürdî, Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya (a.s.m.) benzetilmek mi istenilmiştir?

Cevap: Ahmed Feyzi’nin, Risale-i Nur, Kur’ân’ın bir tefsiri olmasından ve her vakit Nübüvvetin şeriatını tatbik eden ve veraset-i Nübüvvet ve

3 اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ

hadîsine istinaden, bîçare Said’i o irsiyette, o Kur’ân hizmetinde, değil bir benzemek, belki sünnete ittibâ etmek mânâsındaki ilmî ve ebcedî istihracını medâr-ı mes’uliyet gören, hem

4 تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ رَسُولِ اللهِ

mânâsını anlamayan elbette üç cihette yanlış etmiş. Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) güneşinden tereşşuh eden bir zerrecik nuruna mazhariyetini büyük bir saadet telâkki eden Said’in elbette yüz bin derece kendi haddinden tecavüz edip ona kendini benzetmeye çalıştığını söyleyen divanedir. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâma ittibâı ve sünnetine iktida mânâsını anlamamış.

Hata 74: İslâm tarihinde hiç bir din âliminin Kur’ân-ı Kerîmi ve hadîsleri böyle şahsî fikirlere ve maksatlara âlet ettiği görülmemiş ve işitilmemiştir.

Cevap: Bunun, bu yanlışında beş vech ile hatâ var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hâdiselerine, hattâ nefsin cüz’î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle âyâtı şahsî fikirlere âlet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hatâ eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder.

Hata 75: Ehl-i Sünnete göre, İmam-ı Mahfî ve İmam-ı Muntazır akîdesi bâtıldır.

Cevap: Mehdî hakkında Şiîlerin “On iki imamdan birisi hayatta iken gizlenmiş, âhirzamanda çıkacak” demelerine mukàbil, Ehl-i Sünnetin bir kısmı “İmam-ı Muntazır akîdesi bâtıldır” demişler. Az bir kısım Hanefî uleması da 5 لاَمَهْدِىَّ اِلاَّ عِيسٰى demişler. Bunda hem Denizli’deki ehl-i vukufun bir kısmı, hem makam-ı iddia yanlış mânâ vermişler. Her asırda mehdî mânâsına ümmetin fıtrî bir ihtiyacına binaen beklemişler. Ve birkaç vecihte, rivayetlerin delâletiyle birkaç mehdi, belki her asırda bir nevi mehdî sâdât-ı Ehl-i Beytten geleceği ümmetçe kabul edilmiş. Buna hatâ diyen bir kaç cihette yanlış eder.

Hata 76: Bir kitapta Mehdîye dair hadîslerin kâffesi zayıftır denilmiş.

Cevap: Hangi mesele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin? Hattâ İbn-i Cevzî gibi büyük bir muhaddis bazı sahih ehâdîsi mevzu dediğini, ulemalar taaccüple nakletmişler. Hem her zayıf veya mevzu hadîsin mânâsı yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa mânâsı hak ve hakikat olabilir.

Hata 77: Bunların zayıf ve muztarip olduğunda ittifak vardır. İmam-ı Şâfiî değil mevzuu, mürseli de kabul etmediği halde, Said Şâfiî iken bunları kavl etmesinin hikmeti anlaşılamamıştır.

Cevap: İttifak olmadığına bin seneden beri ehl-i hadîs ve ümmetçe bu hakikatın devamı kat’î bir delildir. Bu da hatâ içinde bir hatâdır. Hem İmam-ı Şâfiî mürsel ve zayıf hadîsleri ahkâm-ı şer’iyede hüküm çıkarmak için hüccet tutmuyor. Yoksa—hâşâ—ümmetçe kabul edilen hakikatli hadîsleri ahkâmda değil, fezâil-i a’mâlde ve hâdisât-ı İslâmiyede hüccetlerini ve delâletlerini kabul etmiştir.

Hata 78: İlm-i gayb Allah’a mahsustur. Hiçbir velî tasarrufat yapamaz ve gaybı bilemez. Hattâ Peygamber de bilmez. Halbuki, bir risalede işârât-ı hadîsiye ile hilâfetin mebde’ ve müntehâsını göstermiş.

Cevap: Evet, herkes bizzat gaybı bilmez. Fakat i’lâm ve ilham-ı İlâhî ile bilinebilir ki, bütün mu’cizat ve kerâmât ona dayanır. Hazret-i İmam-ı Ali’nin işârât-ı gaybiyesinin Risale-i Nur’a işârâtına dair bir risalenin âhirinde

6 اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً

hadîs-i şerifinin işârâtında birkaç lem’a-yı i’câziyeyi tam vâkıa mutabık güzel bir tarzda ve görenlerin takdirine mazhar olmuş bir beyanı çürük görmek ve itiraz etmek bir cehalet, bir hatâ eseridir.

Hata 79-80: Gizli cemiyet kurduğu ve din perdesi altında emniyeti bozmak maksadıyla kitap ve mektupların vasıtalarla gönderilmiş olması.

Cevap: Üç mahkeme gizli cemiyet noktasında beraat vermesi ve beş on vilâyetin zabıtaları hiç ilişmemesi ve itiraznamemde reddine dair yüz hüccet gösterilmesiyle beraber, böyle on beş sahifede on beş defa tekrarı on vecihte hatâdır.

Hata 81: Beşinci Şuânın te’villeri yanlıştır.

Cevap: Bunun ve sair bütün tenkit ve itirazlarının cevapları, itiraznamemin âhirinde kat’î bir surette zikredilmesinden, kısa kesiyoruz.

1.) Onun âilesine ve ashabına selâm olsun.

2.) Ey elbisesine bürünen! (Müzzemmil Sûresi, 1)

3.) Alimler peygamberlerin mirasçılarıdırlar. (Buhari, İlim: 10; Ebû Dâvud, İlim: 1; İbn-i Mâce, Mukaddime: 17; Dârimî, Mukaddime: 32; Müsned: 5:196)

4.) Resûlüllah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız.

5.) İsa’dan (a.s.) başka mehdi yoktur. (el-Berzenci, el-İşâa’ fi Eşrâti’s-Sâa’: s.112)

6.) Benden sonra hilâfet otuz sene devam edecektir. (Müsned, 5:220, 221, 273; Ebû Davud, Sünnet: 8; Tirmizi, Fiten: 48)

Hata-Savab cetvelinin zeyli[değiştir]

Hata-Savab cetvelinin zeylidir

Hata 82: Gizli cemiyeti var. Ve Emirdağı’nda onunla meşgul olmuş.

Cevap: Bu ittihamı hiç bir cihetle ispat edilemeyeceğine ve iftira olduğuna kat’î delili, şiddetli tarassut ve tam bir inziva ve dünya hâdisâtına hiç kulak vermeyecek derecede bir tecerrüt ve ihtiyarlık ve zaafiyet ve hastalık içinde bulunmasıdır. Haftada yalnız birtek mektup birtek yere göndermekten başka hiç muhabere etmeyen ve telifi dahi bırakan ve serbestiyet verildiği halde, hadsiz dostları ve onu dinleyecek hemşehrileri bulunan memleketine gitmeyen ve hizmeti için bir iki terzi çırağından başka kimseyi istemeyen ve ziyaret için gelenlerden kırktan birisini birkaç dakikadan ziyade yanında durdurmayan bir garip ve kabir kapısında ve beraat etmiş ve otuz seneden beri siyaseti terk etmiş bir bîçare hakkında, bu gizli cemiyet isnadının ittihamı öyle büyük ve insafsızca ve zâlimâne bir hatadır ki, ona temas edenlerden zerre kadar aklı bulunan, “Bu yalandır ve asılsızdır” der.

Hata 83-84-85: İddiacı demiş: Said’in gizli düşmanı yok. Ve onu zehirleyen yok. Ve zındık namını verdiği ve kırk seneden beri Said onların ehl-i iman hakkındaki ifsâdâtına karşı Kur’ân’ın hakikatleriyle mukabele ettiği bir komite yoktur. Belki onu tazyik eden bir kısım memurlara zındık ve münafık diyor.

Cevap: İddiacının bu ittihamı, hem kaç vech ile hatâ ve yalan, hem bîçare ve aldanmış ve vazife itibarıyla Said’i hapis veya tâzip etmiş, bir kısım Müslüman ve ehl-i iman memurlara o münafık ve zındık tabirini vermek büyük bir cinayettir. Ve bu dindar milleti bir tahkir ve ittihamdır ki, Said mükerrer demiş: “O vazifeperver Müslümanlar Nurlara zarar vermeyen ve istifade eden adliye memurları beni idamla mahkûm etseler, hakkımı onlara helâl ederim” deyip, mümkün olduğu kadar musalâhakârâne onların vazifelerine dokunacak harekâttan çekinen bir münzevî ve garip adam hakkında bu ittiham büyük bir günah ve bir iftiradır. Halbuki Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır, onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zanla hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan, elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir.

Hem “Gizli düşmanı ve ifsat komitesi yok” demesi öyle bir yalandır ki, komünist ve mason ve taşnak gibi çok komiteler lisan-ı hal ile “Bu iftiradır, biz meydandayız” derler. Ve otuz seneden beri emsalsiz bir tarzda Said’in başına gelen elîm hâdiseler, hususan bu on ay tecrid-i mutlak ve Said’in herşeyi bırakıp bütün kuvvetiyle Kur’ân için o mütecaviz din düşmanlarına karşı yüz Nur Risaleleriyle galibâne çalışması, o yalan dâvâyı yüz hüccetle tekzip eder.

Hem iddiacının “Onu zehirleyen olmamış” demesi öyle bir hatâdır ki, o daima Said ile bulunmak ve sergüzeşte-i hayatına tamamen muttali olmakla ancak o menfî hükmünü ispat ve yirmi sene koltuğum altında işleyen ve görenler hayret eden ve aşılamakla olan zehir çıbanı ve yanımda bulunan dostların görerek şehadetleriyle hem Kastamonu’da, hem Denizli hapsinde, hem Emirdağı’ndaki tesemmümlerimi inkâr etmekle o hatâsını tamir edebilir.

Hata 86: İddiacı der: Zelzele gibi bazı hâdiseler, Nurlara hücum zamanında gelmeleri Nurun kerametidir ki, zemin hiddet eder. İşte Said’in bu fiili zemine vermesi dine muhaliftir.

Cevap: Kur’ân’da تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinde, “Cehennem ehl-i küfre öyle hiddet eder ki, parçalanmak derecesine gelir” mânâsında olduğu tarzında, teşbih sûretinde, Nurlara hücum hatasıyla zemin hiddet eder ve hava ağlar ve kış kızar. Yani, emr-i İlâhî ile o mahlûklar vazifeleri içinde kuvvet ve kudret-i Rabbâniyenin tecellîsine mazhar olup gazab-ı İlâhîyi gösterirler. Beşeri ikaz için titrer, ağlar demektir.

Hata 87: Hem tefahura meylini gösterir kendini müceddid bilir.

Cevap: İddiacının “Tefahura meyli var, kendini makam sahibi bilir” demesine cevap:

Evvelen: “Ben Âl-i Beytten sayılabilirim” demekten maksadım, 1 وَعَلٰۤى اٰلِهِ duasında dahil olmak için bir ricadır.

Saniyen: Nefs-i emmâremi tebrie etmem. Her fenalığa meyli olabilir. Fakat o nefsin kırk sene belâsını çeken ve otuz beş seneden beri onun şerlerinden ve heveslerinden çekilmeye çalışan ve a’mâlde bütün kuvvetini ihlâsta gören ve o halini yakın dostları müşahede eden ve Nurun eczaları ve onun müstenkifâne ve müstağniyâne halkın hürmetinden ve medihlerinden çekilmesi, onun mahviyetkârâne meşrebine şehadet eden bir adamı bu ittihamla mes’ul etmek, pek insafsızca bir hatâdır.

Hem Said “Nurlar bir sadaka-i makbule gibi belâların def’ine bir vesiledir” deyip muhtaçları Nurlara teşvik için bazı fevkalâde ihsanat-ı İlâhiyeyi bir nevi keramet-i Nuriye ve bir lem’a-i mu’cize-i Kur’âniyeyi, hakikatlerinin bir tefsiri olan Nurlara in’ikâs etmiş demesinin ve izhar etmesinin sebebi ise:

Bu millet ve vatana tam bir hizmet-i imaniye yapmak için, o ikrâmât-ı İlâhiyeyi bazan yazar, tâ Nurlara itimad ve hüccetlerine kanaat gelsin. Yoksa bu kadar insafsız muarızlara ve evhamlı memurlara karşı, zayıf, fakir ve garip bîçare bu kudsî hizmet-i milliye ve vataniyeyi yapamazdı. Bin dereden su toplayan ve habbeyi kubbeler yapan iddiacı gibiler mâni olurdu. Nurların makbuliyetine imza basan ve şehadet eden bine yakın işaret-i gaybiye ve emârât ve vâkıatı, Sikke‑i Gaybiye mecmuası delilleriyle ispat etmiş. Bin ince ipler toplansa koca bir halat olur.

Hata 88: İddiacı der: Nur, tefsir değil. Hem bazen akideye muhalif gider.

Cevap: Tefsir iki kısımdır. Biri ibaresini izah eder, biri de hakikatlerini ispat eder. Nurlar bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı olduğuna, ehl-i dirayet ve dikkat yüz binler şahitler var. Ve Mısır, Şam ve Haremeyn-i Şerifeynin muhakkik âlimlerinin ve İstanbul ve sair yerlerin müdakkik hocalarının Nurları tasdik edip ilişmemeleri ve Said’in müddet-i hayatında mantıkî ve galibâne mücadele-i ilmiyesi, iddiacının bu isnat ve ittihamını tekzip ve reddeder.

Hata-Cevap 89: İddiacı, eski zamanda Ehl-i Sünnete karşı Hasan Sabbah, Bâtıniyyun mezhebiyle ve Şeyhü’l-Cebel bir galat-ı Şia tarîkıyla meydana çıkıp siyasî sarsıntı vermeleri gibi, Said’i onlara benzetmesi ve ittiham etmesi pek acip bir yanlıştır. Evet, sünnete muhalif hareket etmemek ve siyasete karışmamak için yirmi üç sene işkenceli esareti, hapsi, ihanetleri kabul eden ve siyasete girmemek için bütün dünyevî rütbelerinden yüzünü çeviren bîçare Said’i onlara benzetmek öyle soğuk bir hatâdır ki, bu günlerde hararetli ümitlerimizi kıran o iddianın aynı zamanında gelen kar ve soğuktan daha bâriddir.

Hem iddiacı, güya dünyada ebedî kalınacak ve herkes her cihetle dünya maksatlarına çalışıyor itikadında bulunur gibi, diyor: “Said inkılâp aleyhinde ve emniyeti ihlâl fikriyle mukaddesatı âlet yapıp halkı fesada teşvik ediyor” diye ittihamı öyle bir yanlıştır ki, Nurun bütün kudsî hakikatlerinin ve talebelerinin uhrevî alâkaları onu reddederler. O iddiacı bilsin ki, birtek hakikat‑ı imaniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyiz. Ve birtek nükte-i Kur’âniyenin bir paşalık rütbesinden daha ziyade yanımızda ehemmiyeti var.

Hata-Cevap 90: İddiacı, bin dereden su toplamak gibi, Nur şakirtlerinin birbirlerine karşı muhabbetkârâne ve hususî hissiyatlarını ve Nurlardan istifadelerini, samimâne ve bazen müfritâne gösteren mektuplarını bir esas yaparak cerbezesiyle onlardan medar-ı ittiham çıkarıp bizi irtica ile ittiham etmeye çalışması öyle bir hatâdır ki, kabrinde onun çok azabını çekecek. Meselâ, uzak bir köyde Muallim Mustafa Sungur’un bir mektubunu hem ona, hem bize medar-ı irtica yapıyor. Acaba o genç muallim, Nurlarla hakikî ve imanlı bir muallim ve mâsum çocuklara hüsn-ü ahlâk sahibi bir terbiye edici vaziyetine girmesine şükür ve hamd mânâsında, “Ben eski sefahet ve dalâletimden kurtuldum” demesiyle bir irtica olur mu? İrtidattan çekinmek ve dalâletten sakınmakla bir fesat, bir irtica değil, belki dersini dinleyecek mâsumlar adedince bir ıslah, bir mânevî terakkidir.

1.) Onun ehl-i beytine de salât ve selâm olsun.

Balıkesir Bilirkişi Raporu[değiştir]

Balıkesir ehl-i vukuf raporu

Ağır Ceza Mahkemesi Reisliğine

Tasdik edilen üç risalenin münderecatı üç evrakta ayrı ayrı ikmal edilmiştir. Bunlardan birisi; Zülfikar Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) ve Kur’aniye mecmuasıdır.

Bu mecmuada: Müellif, Kur’an mucizelerinden tenkid ve itiraza maruz ayetlerle bazı kimselerin vesvese ve şüphelerini dâi ayetlerin hakikatlerini ve hikmetlerini beyan etmiş; belâgat ve fesahat-ı Kur’aniyeyi, ilmî kaidelerle isbat etmiş. Kur’an-ı Kerim’in had ve sonu olmayan i’cazları ve Kur’an-ı Kerim’in hikmet-i kudsiyesiyle felsefe hikmetinin mücmel surette muvazenesi ve Fahr-ı Âlem (a.s.m.) Efendimizin mucizeleri ve ahirete imandan bahsedilmektedir.

Asâ-yı Musa mecmuasında: zındıklara ve küfr-ü mutlaka karşı İslâmiyetin kuvvetli müdafaası, On Bir Hüccet-i İmaniyeyi hâvi Hüccetullahi’l-Baliğa Risalesi, İhlâs hakkında, iktisad ve kanaat, israf ve tebzire dair beyanatı...

Siracü’n-Nur mecmuasında: Bir münacat ile başlamış; hastalara bir merhamet, bir teselli manevî bir reçete, hastaları ziyaret; çocuk taziyesi; ihtiyarlar hakkında yirmi altı türlü rica ile, hikmet-i istiaze ve vahdaniyet-i ilâhiye bürhanlarından otuz üç delil; Denizli Mahkemesi müdafaanamesi; Kur’an’ın bizi siyasetten şiddetle men’etmesi; Ankara ehl-i vukufunun müellifin masumiyetine karar vermesi ve eşrat-ı kıyametten yirmi meselenin tevillerini havidir.

Binaenaleyh; bu mecmuaların hiçbirisinde, hükûmetin siyasetiyle alâkalı bir yazı olmadığı kanaatimi yüksek mahkemelerine arz eylerim.

28/1/948

Haşiye: Barla’da tedkikatı icra edilmiş olan âsarlardan istihraç edilen ve her birisi dinî mev’ize ve mektup mahiyetinde bulunan Lem’alar: muhteviyat itibariyle yukarıda tafsilen arz ettiğim Asâ-yı Musa, Zülfikar, Siracü’n-Nur mecmualarından müstahrec olduğu ve heyet-i mecmuasının; âmme-i İslâmiyeyi imanın takviye sadedinden dinî ve ahlâkî ve içtimaî birer izah ve nasihat mahiyetinde bulunduğu ve binaenaleyh bunların, "dini âlet ittihaz etmek suretiyle emniyet-i dahiliyeyi ihlâl edecek mahiyetteki ef’al ve harekâtı hâiz olmadığı" kanatına vardığımı mübeyyen netice-i tahkikatımı, meş’ur işbu mahalle zeylen tahşiye kılındı.

Ehl-i vukuf

Müftü

İmza

Önceki Müdafaa: Emirdağ Hayatı (Denizli Hapsinden Sonra)Tüm MüdafaalarAfyon Mahkemesi Talebe Müdafaaları: Sonraki Müdafaa