Risale-i Nur'da Geçen Arapça Kökenli Kelimeler
(Mayıs 2025 itibarıyla tamamlanma oranı: %76)
Bu sayfada Bediüzzaman'ın eserlerinde geçen Arapça kökenli kelimeler Arapça kök harflerine göre listelenmiş, bu kelimelerin kaç tanesinin Kur'an'da geçtiği belirtilmiş ve Bediüzzaman'ın eserlerinde ilgili kelimenin geçtiği cümlelerden bir tanesi misal olarak verilmiştir. Özel isimler dahil edilmemiştir. Arapça bilmeyenlere kolaylık olması ve genel okuyucuya hitap etmesi için Arapça harflerin aşağıdaki tabloda verilen okunuşları esas alınmıştır.
Kur'an'daki tüm kök harflerin sayısı ve her bir kök harften kaç kelime geçtiğine dair kapsamlı bir tablo için bu sayfaya bakın.
Bediüzzaman'ın eserlerinden geçen ve kökeni Türkçe, Arapça ve Farsça dışı diller olan kelimelerin listesi için bu sayfaya bakın.
Aşağıdaki tablolar hazırlanırken izlenen usul:
- Mevlüt Sarı'nın yaklaşık 1.700 sayfalık el-Mevarid Arapça-Türkçe lügatı baştan sonra taranarak Risalelerde geçen Arapça kelimeler listelendi.
- Dr. Ayşe Dolmacı'nın hazırladığı "Kur'an-ı Kerim'de Geçen Kelime Kökleri" PDF dosyasındaki tüm kök harfler ve kelimeler taranarak 1. maddedeki kelimelerden Kur'an'da geçenler işaretlendi. Yine aynı çalışmada ilgili kök harfteki kelimelerden Türkçe'ye geçenlerin listesi kontrol edildi (https://kurankelimeleri.com/).
- Büyük ölçüde http://www.erisale.com/ sitesinden yararlanılarak Bediüzzaman'ın eserlerinden örnek cümleler eklendi.
- Kelime anlamlarında Kubbealtı lügatından (http://www.lugatim.com/) ve (https://www.luggat.com/) adresindeki lügattan yararlanıldı.
- Kelime kökenlerinde gerekli görüldüğünde https://www.nisanyansozluk.com/ sitesinden yararlanıldı.
- Listeye dahil edilen Arapça kökenli kelimelerin sonuna Farsça/Türkçe ek eklenerek oluşturulan bileşik kelimeler ayrı bir kelime olarak dahil edilmedi (Ekler listesi için bkz.: Ekler Kategorisi)
- Risalelerde latin harfiyle yazılmış Arapça ibarelerde geçen kalıplaşmış cümlelerin kelimeleri mümkün mertebe dahil edildi (mesela Huz Mâ Safâ)
- Kelimelerin düzenli çoğulları ve müennesi çoğunlukla ayrı bir kelime olarak ele alınmadı
- Özel isimler dahil edilmedi (Peygamberimizin (sav) mübarek isimleri hariç)
- Arapça'dan Türkçe'ye şekil değiştirerek geçen, geçtikten sonra şekil değiştiren veya anlam kaymasına uğrayan ya da Arapça'daki kök harfler kullanılarak Türkçe'de yeni türetilen kelimeler dahil edildi.
- Tesniyeler (mesela ebeveyn vb.) ayrı kelime olarak dahil edildi
- Sayfada kelime arama kolaylığı için şapka (^) işareti mümkün olduğunca kullanılmadı
- "Kur'an'daki Kelimelerden Risalelerde Geçenlerin Sayısı" sütununda özel isimlerin hariç olduğu ve Arapça'daki kök harflerin fiil şekillerinin Türkçede neredeyse hiç aynen kullanılmadığı unutulmamalıdır.
- Aşağıdaki tabloda ilgili kelimenin farklı yazılışları "/" işaretiyle ayrılarak belirtilmiştir. İlgili kelimenin müennes, çoğul vb. gibi farklı kullanımları ise parantez "()" içinde verilmiş, parantez içindeki bu kelimelerin anlamları izleyen satırda yine parantez içinde verilmiştir.
Bediüzzaman'ın Eserlerinde Geçen Arapça Kökenli Kelimeler
Elif (ا) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Elif-Be-Cim-Dal (1) | |||
Ebced | Hesapta kullanılan harflerin ilk 4'ü; bir hesaplama sistemi | ...hem cifir ilminin en esaslı bir kaidesi ve mühim bir anahtarı olan makam-ı ebcedî ile işaret ise,... | |
Elif-Be-Dal (4) | + | ||
Abad/Âbâd | Sonsuzluklar | ...ebedül'âbad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmânü'r-Rahîmden medet istiyorum. | |
Ebed (Ebedi) | Sonsuzluk | + | ...ebedül'âbad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmânü'r-Rahîmden medet istiyorum. |
Müebbed | Ömür boyu(nca) | O muvakkat yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım. | |
Te'bid/Tebid | Ebedileştirme | لَنْ deki te'bid, yani ebedileştirme hükmü, kat'îliğe îma etmek içindir ki, o da (sahib-i tenzile istinaden) bunu söyliyenin kendinden emin ve mutmain olduğuna... | |
Elif-Be-Ra (1) | |||
İbre | İğne | O saatte saniyeleri, dakikaları, saatleri, günleri sayan ibrelerden ve millerden saniyeleri sayan ibre, dakikaları sayan ibrenin hareketini ihbar ediyor. | |
Elif-Be-Ra-Kaf (1) | + | ||
İbrik | Su kabı | + | ...bazan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi... |
Elif-Be-Lam (1) | + | ||
Ebabil | Sürü, grup | + | Ebâbil kuşları onları mağlûp etmiş ve perişan etmiş, kaçmışlar. |
Elif-Be-Vav (3) | + | ||
Âbâ/Aba | Babalar | + | ...ilim ve hikmetle onu, âbâ ve ecdadını mümtaz ettiğini zikrediyor. |
Eb/Ebi/Eba/Ebu | Baba | + | Ezcümle, Ebu Saidi'l-Hudrî ve Selemeti'bnü'l-Ekvâ ve İbni Ebî Veheb ve Ebu Hüreyre ve bir vak'a sahibi çoban (Uhban) gibi müteaddit tariklerle haber veriyorlar ki: |
Ebeveyn | Anne-Baba | + (Ebevân olarak) | Ebeveyninin o hizmetlerine mukàbil, muaccel bir ücret olarak, lezzetli bir şefkat vermiş. |
Elif-Te-Mim (1) | |||
Matem | Yas | Evet, o zâtın nuranî güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumî içinde görünecekti. | |
Elif-Te-Ye (3) | + | ||
Ati (Atiye) | Gelecek | + | Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsinin birer ferdi bulunan bu kahraman, fedakâr, mümtaz nur şakirdleri bu Fihriste ile nesl-i âtî için en kıymettar eserlerden birisini bırakmışlardır. |
İta | Verme, verilme | + | ...o zât-ı nurânînin tek duası ve tazarru ile niyaz etmesi, Cennetin icadına ve îtâsına kâfidir. |
İtyan | (Delil) getirme | Yani ityan (delil getirmek), tecrübeye lâzımdır; tecrübe taallüme, taallüm vücub-u teşebbüse, vücub-u teşebbüs de teşebbüse, teşebbüs de raybe lâzımdır. | |
Elif-Se-Ra (12) | + | ||
Asar | Eserler | Yani, kâinatı dolduran âsâr-ı şefkat ve merhamet (şefkat ve merhamet eserleri) Onundur, o Rahmân'ı tanıttırıyor. | |
Eser | İz, yapıt, kitap | + | Elbette bâki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. |
Esir | Kainatı dolduran latif madde | Fennen ve hikmeten sabittir ki, bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki "esir" dedikleri madde ile doludur. | |
İsar | Muhtaçken başkasına vermek | Sahabelerin senâ-i Kur'âniyeye mazhar olan îsâr hasletini kendine rehber etmek, ... | |
İsr | Yol, iz | Cennetle mübeşşer olan hayvanların isrine gittin! | |
Measir | Güzel eserler | Meâsir mi eser mi münceli yoksa müesser mi? | |
Müesser | Etki altında | Meâsir mi eser mi münceli yoksa müesser mi? | |
Müessir | Etkileyen | Bir emrin, behemehal bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lâzımdır ki, tereccüh bilâ-müreccih lâzım gelmesin. | |
Me'sur/Mesur | Kur'an veya hadiste geçen | Hem hadîste ve Kur'ân'da gelen me'sur dualarla dua etmek; | |
Müteessir | Etkilenen | Üstadımıza ve Nurlara en ziyade fâidesi dokunan eski adliye vekili Hüseyin Avni ve Senirkent Meb'usu Tahsin Tola herkesten ziyade kazanmaları lâzımken kazanmamaları bizi çok müteessir etti diye Üstadımıza söyledik. | |
Teessür | Etkilenme | O zaman Üstadımın iksir-i âzam olan o mübarek kalbini rencide ettiğimizi anlayınca, ikinci bir teessür bana geldi. | |
Te'sir/Tesir | Etkileme | Hem bu hastalığın, Leyle-i Kadir'de Risaletü'n-Nur talebeleri—hususan mâsumlar—ettikleri şifa duaları öyle bir derecede hârika bir surette te'sirini gösterdi ki, Üstadımıza sıhhat halinden daha ileri bir surette bir vaziyet verildi. | |
Elif-Se-Mim (1) | + | ||
Asam | Günahlar | Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde / Said'den yetmiş dokuz emvat bâ-âsâm âlâma. | |
Elif-Cim-Ra (5) | + | ||
Ecr/Ecir | Sevap, karşılık | + | Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir. |
Ecîr/Ecir | Ücret karşılığı çalışan | Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. | |
İcar | Kira (parası) | Yakinen biliyoruz ki, Kastamonu'da bulundukları zaman, oturdukları evin îcarını vermek için yorganını sattılar da, yine hiçbir suretle hediye kabul etmediler. | |
Me'cur/Mecur | Mükafatı hak etmiş | Niyetle me'cur ve faide-mend olacağını ihtar ediyorsunuz. | |
Ücret | Karşılık | Nefis hizmet zamanında geri kaçar. Ücret vaktinde ileri safa hücum ediyor. | |
Elif-Cim-Lam (6) | + | ||
Acal | Eceller | ...hikmet-i hassa-i zahire, inayet-i tâmm-i bahire, takdirat-ı muntazama, mekadir-i müsmire; âcâl-i muayyene,... | |
Ecel | Takdir edilen ölüm vakti | + | Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. |
Ecel | Evet | Ecel, neam, evet, cevher-i insaniyet a'mak-ı vicdanın dibinde enîn ve hanîn edip bağıracak: | |
Ecl (Ecliyet) | Sebep olma | + | لَكُمْ'deki ل ecliyet ve sebebiyet içindir. |
Müeccel | Sonraya bırakılmış | + | Saniyen, nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir. |
Te'cil/Tecil | Erteleme, mühlet verme | Hem maden direğine yazılıp askerlikleri tehir edilenler içinde, hergün benimle görüşen kâtip bir arkadaşım, beni unutup kaydetmediği, sonra da o tecil edilenler hem askere alındığı, hem de fena nazarıyla bakıldığı ve Salâhaddin o nazardan kurtulmasıdır. | |
Elif-Ha-Dal (1) | + | ||
Ehad (Ehadiyyet) | Bir; Allah'ın ismi (Allah'ın birliği) | + | Allahu Ehad İsm-i Âzamına dair yedinci nükte-i âzam ve altı İsm-i Âzamın altı nüktesinin yedincisi. |
Elif-Hı-Zel (5) | + | ||
Ahz | Alma | + | ... Hannân, Mennân, Deyyân ve Rahmân'ın rahmetinin fazlından, hizmetlerine mukabil ahz-ı ücret etmelerine vesiledir. |
Ahiz (Ahize) | Alıcı | + | İşte, havanın bu hasiyetine binâendir ki, mevcudât-ı havâiye olan hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani, âhizelik vaziyetini aldıkça,... |
Huz | Al | Çürüğünü, yetişmemişini görsem "Huz mâ safâ" derim. | |
İttihaz | Edinme | + | Onu mahbub ve onun hevâsını kendine mâbud ittihaz etme. |
Me'haz/Mehaz | Kaynak | Cumhûru, burhandan ziyade, me'hazdeki kudsiyet imtisale sevk eder. | |
Muaheze | Eleştirme, azarlama | Madem muaheze edilecek hiçbir dünyevî madde içlerinde yoktur; onları ve Arabî risalelerimi bana iade etmenizi bütün ruhumla istiyorum. | |
Elif-Hı-Ra (9) | + | ||
Aher | Diğeri, başkası | + | Hâlbuki, zulümden tenezzühü kâinatın şehâdetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlâhiye, bir mecma-ı âher iktiza eder ki; birincisi cezasını, ikincisi mükâfatını görsün. |
Ahir | Son, ileriki; Allah'ın bir ismi | + | Şöyle ki: Arş Zahir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. |
Ahiret | Öbür dünya | Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. | |
Muahhar | Sonraya bırakılmış | İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. | |
Müteahhir | Sonraki | ...ulema-i müteahhirînin mezhebine göre اِلاَّ اللهُ'da vakfedilmez. | |
Te'hir/Tehir | Erteleme | Sizi aldatıp tehir edilmesin. | |
Teehhür | Ertelenme | Hem Hazret-i Ali'nin hilafetinin teehhür etmesinin bir sırrı da şudur ki: | |
Uhra | Diğer; Ahiret | İmam-ı Gazâlî'nin "Neş'e-i uhrâ, neş'e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir" demesinin sebebi? | |
Uhrevi | Ahiretle ilgili | Uhrevî, mânevî zenginliklere mazhariyeti temin eder. | |
Elif-Hı-Vav (4) | + | ||
Ah (Ahi) | Kardeş (Kardeşim) | + | Ya ahî bil ki;... |
Ehavat | Kız kardeşler | Mesele-i vahide, iki mütekellimden sudur eder. Birisi, mebde ve müntehası ve siyak ve sibaka mülâyemetini ve ehavatıyla nispetini ve mevzi-i münasipte istimalini, yani, münbit bir zeminde sarfını nazara aldığı için,... | |
İhvan | (Erkek) kardeşler | Ey mazlum ihvan-ı vatan! | |
İhvet/İhveh | Kardeşler | + | Sonra umum ihvanlar içinde dahil olup, rahmet-i İlâhiyeye teslim ediyorum ki, dua vaktinde "ihvetî ve ihvânî" dediğim vakit onlar içinde bulunur. |
Uhuvvet | Kardeşlik | Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim, o düsturu cidden nazara almalısınız: | |
Elif-De-Be (7) | |||
Adab | Edepler | Meselâ, söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taallûk eden çok sünnet-i seniyyeler var. | |
Edebiyat | Söz veya yazıyla güzel anlatma sanatı | Edebiyat meraklıları, Risale-i Nur okuyor. | |
Edep/Edeb | Terbiye | Edipler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdırlar. | |
Edib/Edip | Yazar, gazateci | Edipler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdırlar. | |
Müteeddib | Terbiye almış | Edipler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdırlar. | |
Te'dib/Tedib | Terbiye verme | Nihayetsiz celâl ve izzet, edepsizlerin te'dibini ister. | |
Teeddüb | Edebli olma | Malûmdur ki, istikbalden haber veren enbiya ve evliya لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ yasağına karşı hürmet ve teeddüb için, işaretler ve rumuzlarla iktifa etmişler. | |
Elif-Dal-Vav (3) | + | ||
Eda | Yerine getirme | + | Saltanat-ı rububiyetin mehasinini temaşager makamında tekbir ve tesbih vazifesini eda ettiler. |
Edat | Yardımcı kelime | Sual: كُلَّمَا istiğrak ve istimrarı, yani umumiyet ve devamı ifade eden bir edattır. | |
Edevat | Aletler, takımlar | Çok adamlar tarafından yapılan bir semerenin terbiyesi için lâzım olan cihazat ve âlat ve edevat ve saire, bir adam tarafından yapılan semeredar şecerenin terbiye ve yapılması için de aynen o kadar malzeme lâzımdır. | |
Elif-Zel-Nun (4) | + | ||
Ezan | Namaz çağrısı | + | Allahu ekber diyerek ezan-ı Haşri işitip kalkacağım,... |
İzin | Müsaade | + | İzin verdiği dairede amel et. |
Me'zun/Mezun | İzin verilen; okul bitirmiş | Sonradan tashih ve tanzim etmeye me'zun değiliz. | |
Müezzin | Ezan okuyan | + | Hizbullah denilen ehl-i nur cemaati, yüksek nazarlı olanlara, o müezzin zâtı minare başında gösteriyorlar. |
Elif-Zel-Ye (2) | + | ||
Eziyet | Sıkıntı verme | Burada böyle mânâsız, evham yüzünden bana eziyet verilmesi... | |
Eza | Eziyet | + | Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ ve cefâlara mâruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. |
Elif-Ra-Se (1) | |||
İrs (İrsiyet) | Miras | İrsiyet hakkındaki kanun-u medenînin, Kur'ân'ın bu iki âyetine muhalif maddelerini vaktiyle muvazene etmişim. | |
Elif-Ra-Hı (3) | |||
Müverrih | Tarihçi | İngiltere'nin en meşhur ve en büyük müverrihlerinden Edward Gibbon Roma İmparatorluğunun İnhitat ve Sukutu adlı eserinde şöyle diyor: | |
Tarih | Geçmiş | Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. | |
Tevarih | Tarihler | Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan tevarih-i sahihaya kanaat ederiz. | |
Elif-Ra-Dal (3) | + | ||
Aradin | Dünya(lar) | Yâ Rabbe'l-Âlemîn, yâ İlâhe'l-Evvelîne ve'l-Âhirin, yâ Rabbe's-Semâvâti ve'l-Aradîn! | |
Arazi | Toprak | Her hükûmetin bulunduğu arazi deniz ortasındadır. | |
Arz | Dünya | + | Sevr ve Hût, arzın mahrek-i senevîsinde mukadder olan iki burçtur. |
Elif-Ze-Ra (1) | + | ||
İzar | Alt elbise | Bir kısmı: "Hilye"gibidir, (zinet ve süs eşyası) diğer kısmı da: "Hulle" gibidir. (alt-üst iki parçadan ibaret olarak giyilen îzar ve rida) | |
Elif-Ze-Lam (1) | |||
Ezel | Öncesi olmayan, Allah'ın ismi | Öyle de, o Zât-ı Akdese ve o Şems-i Ezel ve Ebede biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. | |
Elif-Sin-Dal (1) | |||
Esed | Arslan | O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine raptedecek farazî hatlar çekilse, birtek vaziyet hâsıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mizan suretini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hût suretini göstermişler. | |
Elif-Sin-Ra (3) | + | ||
Esaret | Esirlik | Bediüzzaman'ın Rusya Esaretinden Dönüşte Aldığı "Vatana Avdet" Belgesinin Arka Yüzü | |
Esir | Yakalanmış, tutsak | + | Ben Birinci Cihan Harbinde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir olurken, Bediüzzaman da o gün esir düşmüştü. |
Üsera | Esirler | Rusya'ya esir düştüğünde, doksan kadar esir zabit kendisinin dinî derslerini şevkle dinledikleri halde, üsera kampında Tatarların küçük hâli bir camiinde bir yer bularak orada yalnızlığa çekildi. | |
Elif-Sin-Sin (5) | + | ||
Esas | Temeller | ...dâhi hükema-i mü'minîn bu zâtın üssül'esas dâvâsı olan vahdâniyeti kuvvetli burhanlarıyla bil'ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi,... | |
Tesis/Te'sis | İnşa etme | ...istikbaldeki bir kısım umur-u gaybiyeye ve tesis-i İslâmiyette bir kısım mücahedatına işaret etmektir. | |
Müesses (Müessese) | Kurulan (Kuruluş) | ...İslâmiyetin akıl, hikmet ve mantık üzerine müesses olduğuna işaret etmiştir. | |
Müessis | Kuran | Hem Kur'ân müessistir, bir din-i mübînin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve içtimaât-ı beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakatın mükerrer suallerine cevaptır. | |
Üss | Temel | ...dâhi hükema-i mü'minîn bu zâtın üssül'esas dâvâsı olan vahdâniyeti kuvvetli burhanlarıyla bil'ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi,... | |
Elif-Sin-Fe (5) | + | ||
Esef | Üzüntü, pişmanlık | + | Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle "Eyvah, gençliğimizi bâd-ı heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız" diyecekler. |
Esefa | Esefler olsun | Herhalde ya oh, ya ah diyeceksin. Yani, ya "Elhamdü lillâh, şükür," veyahut "Vâ hasretâ, vâ esefâ!" kalbin veya lisanın diyecek. | |
Müessif (Müessife) | Esef verici | Bugünkü ahvâl-i müessifeden müteessir olmamak mümkün değil. | |
Müteessif | Üzülen | Evet, şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide akl-ı beşerin duçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte düştüğünü izhar etmektir ki, insaniyet müteessifane nazar ederek... | |
Teessüf (Maattessüf) | Üzüntü çekme (Üzüntüyle birlikte) | Teessüf ve hayretimden "Eyvah!" dedim. | |
Elif-Sin-Vav (1) | + | ||
Üsve | Örnek | + | Telakki-i millette, bir üsve-i hasene, hem bir misal-i enseb.. |
Elif-Sad-Lam (6) | + | ||
Asale | Aslen | Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil'asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. | |
Asalet | Soy temizliği | "Hulûsî'de büyük bir asâlet tezahürü bir dâd-ı Hakdır" derdik. | |
Asl/Asıl | Ana, temel | + | Asıl ecramı nazm ve rapt ile yüklenmiş olan âlemde... |
Asla | Katiyyen | Aslâ ve kat'a hatırıma gelmemişti. | |
Asil | Asaletli | + (Akşam anlamında geçer) | Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor. |
Usül | Asıllar | Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek hiçbir usulde yoktur. | |
Elif-Fe-Fe (1) | + | ||
Of/Uf | Of | + | Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi "of, of" deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. |
Elif-Fe-Kaf (2) | + | ||
Afak | Ufuklar | Yahu, şu asilzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. | |
Ufk/Ufuk | Gökle yerin birleştiği yer | + | Çünkü, şimdi daire-i nazarım başka ufuktadır. |
Elif-Fe-Lam (2) | + | ||
Afil | Batan | + | Âfilim, âfil olanı istemem! |
Uful | Batma | Evet, gece-gündüz, kış ve yaz, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurup ve ufûl içinde teceddüd eden ve tazelenen masnûât-ı cemile, mevcudat-ı lâtife, elbette bir âli ve sermedî ve dâimü't-tecellî bir Cemâl Sahibinin vücud ve bekà ve vahdetini gösterdikleri gibi; ... | |
Elif-Kef-Dal (1) | |||
Te'kid/Tekid | Sağlamlaştırma | Te'kid için terdad lâzımdır. | |
Elif-Kef-Lam (4) | + | ||
Akil | Yiyen | + | Evet, âkilüllâhm hayvanların helâl rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. |
Ekl | Yeme | + | Ekl ve şürb, bekà-yı şahsî; ve muamele-i zevciye ise, bekà-yı nev'î içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar. |
Me'kel/Mekel | Yiyecek | Mesken ve me'kelden sonra insanın en ziyade muhtaç olduğu, eşidir. | |
Me'kul (Me'kulat) | Yiyecekler | + | Küre-i arz mağazasından me'kûlât ve meşrûbat ve libas ve sair ihtiyaçlarınızı temin ediyorsunuz. |
Elif-Lam (1) | + | ||
El | Belirlilik takısı | + | İşte “ne kadar hamd varsa” “el-i istiğrak”tan çıkıyor. |
Elif-Lam-Elif (1) | + | ||
İlla | Hariç, ancak | + | İllâ bir şart ile helâl edebilirim ki: |
Elif-Lam-Fe (7) | + | ||
Elf (Elfün) | Bin | + | Mahfî elif, "elfün" okunsa, "bin" mânâsındaki elfün'dür. |
Elif | Alfabenin ilk harfi | İçinde iki elif var. | |
Me'luf/Meluf | Alışılmış | "Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hâzıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me'lûf olduğundan, onları onlara ders vermek hatâdır" diyorsun. | |
Müellef (Müellefat) | Kalplerine ülfet verilen(ler); Telif edilmiş eser(ler) | + | Yolda, hem Risale-i Nur tashih ederler, hem bu âciz talebelerinin okudukları risaleye dikkat ederler ve tashih için hatâlarını söylerler veyahut eski müellefatından birisinden ders verirler,... |
Müellif | Yazar | Müellif, Risale-i Nur şahs-ı mânevîsi namına konuşmaktadır. | |
Te'lif/Telif | Bağdaştırmak; eser yazma | O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile İşârâtü'l-İ'câz namındaki tefsirini telif ediyordu. | |
Ülfet | Alışma, alışkanlık | İnsanları fikren dalâlete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telâkki etmeleridir. | |
Elif-Lam-Mim (5) | + | ||
Alam | Elemler | "Oh!" yani "Elhamdü lillâh" dedirttiren, âlâm-ı mâziyenin tasavvur-u zevali, verdiği lezzet-i ruhaniyenin unvanıdır. | |
Elem | Acı | Zevâl ayn-ı visal oldu, Elem, ayn-ı lezzettir, gör. | |
Elim | Acı verici | + | ...nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. |
Teellüm | Acı çekme | Şimdi hiç teellüm, teessür eseri kalmadı. | |
Müteellim | Acı çeken | Onların saadetleriyle mütelezziz ve helâketleriyle müteellimdir. | |
Elif-Lam-He (5) | + | ||
Alihe | İlahlar | Keza bilirsiniz ki, onların uydurdukları âlihe ve esnâm, bir şeye kàdir olmayıp, onlar da mahlûk ve mec'ûl şeylerdir. | |
Allah (cc) | Yüce Yaratıcı | + | Allah bir olur, müteaddit olamaz. |
Allahümme | Allahım | + | ...güya bütün mevcudata, semâvâta, arşa işittirip, vecde getirip, duasına "Âmin, Allahümme, âmin!" dedirtiyor. |
İlah | Tanrı | + | |
Uluhiyet | İlahlık; Allah'ın bütün varlıkları kendine kulluk ettirmesi | Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı ulûhiyetinin sermedî bir medarı olan âhiret vardır. | |
Elif-Lam-Ye (1) | + | ||
Ala/Âlâ | Nimetler | + | Ya Risale-i Nur telifiyle veya tashihiyle meşgul veya Münâcat-ı Cevşeniyeyi kıraat ve secdegâh-ı ubudiyete kaim veya tefekkür-ü alâ-i İlahî bahrine müstağrak bulunurdu. |
Elif-Mim-Ra (10) | + | ||
Amir | Emreden, üst | + | ...gayet sür'atli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren Âmir ve Hâkimlerini takdis ederek rahmetini medh ü senâ ederler. |
Emare (Emarat) | Alamet(ler) | Ben de baktım, üç kuvvetli emare ile mânâ-yı işarî bana ve bize teselli veriyor. | |
Emmare | Şiddetle emreden | + | Bir zaman, evliya-yı azîmeden, nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zâttan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. |
Emr/Emir | İş, buyruk | + | ...hem bir kitab-ı emir ve davet,... |
Emir/Emîr | İdareci, reis | ...acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?... | |
Evamir | Emirler | Şu halde, kâfirin evamir-i tekviniyeye karşı itaati, Müslümanın evamir-i tekviniyeye karşı isyanına galebe etmiştir. | |
İmaret | Memurluk | Biz, gayr-ı tabiî ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp belâmızı bulduk. | |
Me'mur/Memur | Emredilen, devlet görevlisi | ...bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz me'murlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben,... | |
Umera/Ümera | İdareciler | Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görünmüyor? | |
Umur | Emirler, işler | Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. | |
Elif-Mim-Lam (4) | + | ||
Amal/Âmâl | Emeller | Âmâl, alâma inkılâp eder. | |
Emel | İstek, arzu, ümit | + | Amel ayn-ı riya oldu, Emel ayn-ı elem gördüm. |
Me'mul/Memul | Umulan | Bu defa me'mulüm fevkindeki kaleminizle mânevî hediyeniz ispat etti ki, ihtiyar, zaif, âciz bir Said yerine genç, kavî, iktidarlı çok Said'ler sizlerde vardır. | |
Teemmül | Etraflıca düşünme | Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. | |
Elif-Mim-Mim (9) | + | ||
Eimme | İmamlar | İşte bu hakikat içindir ki, ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beytin Eimme-i İsnâ Aşer olarak Ehl-i Sünnet,... | |
Emam | Ön | + | Emâmında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. |
İmam | Lider | + | Rû-yi zeminin halife-i zîşânı olan Hazret-i Ömer'in mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister. |
İmamet | Liderlik | Mesele-i İmamet bir mesele-i fer'iye olduğu halde, ziyade ehemmiyet verildiğinden, bir mesâil-i imaniye sırasına girip,... | |
Me'mum/Memum | İmama uyanlar; uydu | Manzume-i şemsiyenin, yani şemsin me'mumları ve meyveleri olan on iki seyyarenin acaibini ilm-i muhit-i İlâhîye havale edip, yalnız gözümüzün önünde, seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz. | |
Ümem | Ümmetler | Ve ehl-i tarih ve hâdisât-ı âlem uleması tabakasına karşı, Kur'ân'daki ihbârât ve hâdisât-ı ümem-i sâlife ve ahval ve vâkıât-ı istikbaliye ve berzahiye ve uhreviyedeki i'câzını gösterir. | |
Ümm | Anne | + | ...Hazret-i Ümmü'l-mü'minîn Ümmü Seleme12 gibi meşâhir-i ulema-i Sahabe ve rivayet-i hadîsin rüesaları gibi,... |
Ümmi | Okul görmemiş, okur-yazar olmayan | + | Acaba, pek büyük bir haysiyet sahibi, âlem-şümul bir dâvâda, pek inatlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmî, yani okur-yazar sınıfından olmadığı halde, ... |
Ümmet | Din topluluğu | + | Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve merhametini ifade ediyor. |
Elif-Mim-Nun (10) | + | ||
Amin | Allah kabul etsin | + (Emniyet içinde olan anlamında) | Hemen Cenâb-ı Allah'tan dilerim, beni ve bütün kardeşlerimizi nefis ve cin ve ins ve şeytanların mekrlerinden muhafaza eylesin ve dalâlete sapanlardan eylemesin. Âmîn. |
Eman | Eminlik, güvence | Verir emn ü eman ile enâma. | |
Emanet | Eminlik; korunması için verilen şey | + | Emanet rütbesini bize tevcih eyledi; nişan niyaz ve namaz. |
Emn (Emniyet) | Güven | + | Verir emn ü eman ile enâma. |
Emin | Güvenilir | + | Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücud ve Tekaddes Hazretlerinin, Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla, Âhirzaman Nebîsi Peygamberimiz (a.s.m.) Efendimize gönderilen ve bugüne kadar muhafaza edilen Kur'ân-ı Hakîmi... |
İman | İnanç | + | Evet, Kur'ân-ı Kerim, vakta ki insanları ibadete ve Allah'a îman etmeye dâvet etti. |
İtmi'nan/İtminan | Tatmin olma | Çünkü itmi'nân-ı vicdan ve istirahat-i kalb, onun envârıyla olur. | |
Me'mun/Memun | Güvenilir | + | Evet, bir me'mur-u me'mun ve mütemessil-i mesrur olan hayvanı, malikini unutmuş olan kendi nefsine kıyas ettiğin için; ... |
Mü'min/Mümin | İnanan | + | Bunun içindir ki, mü'minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. |
Temin/Te'min | sağlama, güvence verme | Ve zincirler altında inleyen dört yüz milyon Müslümanlık, yeniden hayat-ı kudsiye-i İslâmiye ile, nev-i beşerin başına geçip, sulh ve müsalemet-i umumiyeyi temin edecek, inşaallah. | |
Elif-Mim-Ye (1) | + | ||
Emma | Yoksa | + | Emmâ ba'dü biliniz ki: |
Elif-Nun (1) | + | ||
İnni | Muhakkak ki ben | + | ...dumanın ateşe olan delâleti gibi eserden müessire olan istidlâle de "burhan-ı innî" denir. |
Elif-Nun-Elif (2) | + | ||
Enaniyyet | Benlik | Enaniyet ile o kadar aşağı düşerler ki, zerreye müsavi olur. | |
Ene | Ben, ego | + | Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi ene'dir. |
Elif-Nun-Te (1) | + | ||
Ente | Sen | + | Yine demiş: "Ene ene, ente ente." |
Elif-Nun-Se (2) | + | ||
Müennes | Dişi | ...Müenneslerin cemaatine, iki katlı müennes olduğu halde, müzekker fiili olan قَالَ buyurması;... | |
Ünuset | Dişilik | ...Cenâb-ı Hakka veled nisbet eden mülhid ve dâllinler gibi, Zât-ı Ehad ve Samedin vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğna-yı mutlakına zıt olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafi olan ünûseti isnad mı ederler? | |
Elif-Nun-Sin (9) | + | ||
Enis | Dost | Hapiste ve kabirde dahi olsam, o kitaplarım, bu garip dünyanın bana yüklediği beş elîm ve hazin gurbetlerde enislerim ve arkadaşlarımdırlar. | |
İns (İnsi) | İnsan (ile ilgili), Âdemoğlu | + | İns ve cin taifeleri envâen ihtiyacat-ı fıtriyesiyle şahittirler. |
İnsan | İnsan | + | Bu muhabbet ise, masnuatın en ekmeli insan olduğuna delildir. |
İstinas | Alışma | Zülcenaheyn ve Kürtlerin ve Türklerin mûtemedi olan Ekrad ulemasını veya istinâs etmek için lisân-ı mahallîye aşina olanları müderris olarak intihap etmektir. | |
Me'nus/Menus | Dostça | Dışı süs, içi pis; sureti me'nus, sîreti mâkûs bir şeytandır. | |
Munis | Dostça | Hem refika-i hayatını, rahmet-i İlâhiyenin mûnis, lâtif bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. | |
Te'nis/Tenis | Alıştırma | Evet o tenezzülât te'nis-i ezhân içindir. | |
Üns | Alışma | Heybetle beraber âsar-ı üns ve ülfet dahi görünür. | |
Ünsiyet | Alışma | İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki, zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek,... | |
Elif-Nun-Fe (3) | + | ||
Anif (Anifen) | Yakın geçmişte | + | Cenab-ı Hakk'ın tecelliyat-ı esması adedince, belki yine ânifen tekrar be-tekrar zikri geçtiği üzere, zerrat-ı kâinat sayısınca ilahların kabulüne muztar kalacaksın. |
İstinaf | Baştan başlama; ayrı olma | Bu isti'naftan anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hakkın melâike ile olan hitabı, sâmii şöyle bir suale mecbur etmiştir ki: | |
Müstenife | Önceki cümleden bağımsız | Demek mahzursuz, münasip bir mâtufun-aleyh bulunmadığından müste'nife olarak, yani mâkabliyle bağlı olmayarak mukadder bir suale cevap kılınmıştır. | |
Elif-Nun-Mim (1) | + | ||
Enam/Enâm | Halk | + | Verir emn ü eman ile enâma. |
Elif-Nun-Nun (1) | |||
Enin | İnleme | ...israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar cevabını işittiğiniz gibi,... | |
Elif-Nun-Ye (1) | + | ||
Teenni | İhtiyatlıca | Teennî ve dikkatle okumaya mecbur etmektir. | |
Elif-He-Lam (7) | + | ||
Ahali | Halk | Ahali de ona çok ilişmiyorlar. | |
Ehl | Halk | + | Demek hakikat-ı Mirac, bir mu'cize-i Ahmediye (a.s.m.) ve keramet-i kübrâsı olduğu ve Mirac merdiveniyle göklere çıkması ile zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi, ... |
Ehlen | Hoşgeldin | Ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. | |
Ehli (Ehliye) | Evcil | Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvânât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabanî emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi). | |
Ehliyet | Yeterlik | Çünkü Kur'ân, iki sıfatla bu ehliyeti hâizdir. | |
Müteehhil | Evli | Ehl-i keşf; "O nurun tercümanı olan Zât-ı Nurani, mescûni'n-nisâ, yani müteehhil olmayacak, ihtiyar yaşında olacak" diye bahsediyorlar. | |
Teehhül | Evlenme | Habîs olan nefsimle mücadele edebilmek ve onun hevâî ve bilâhare elem verici olan arzularını yapmamak ve dinlememek için teehhül etmek mecburiyetinde kaldım ve şimdi artık her cihetle Cenâb-ı Hakkın lütuf ve keremiyle rahatım. | |
Elif-Vav (1) | + | ||
Ev | Veya | + | ...(ev kemâ kàl) hadis-i şerifi, ikisi de ihlâs ne kadar İslâmiyette mühim bir esas olduğunu gösteriyorlar. |
Elif-Vav-Be (1) | + | ||
Meab | Dönülecek yer | + | Fazilet-meâb Üstadım, Nur sabahı olan Risale-i Nur'dan Birinci, İkinci, Üçüncü, Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözleri istinsah ederek berâ-yı tashih, taraf-ı âlîlerine takdim ediyorum. |
Elif-Vav-Cim (1) | |||
Evc | En yüksek nokta | ...zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kàb-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur. | |
Elif-Vav-Fe (2) | |||
Afat | Afetler | Burada çok zâtlar kat'iyen hükmediyorlar ki, Risaletü'n-Nur'un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu vilâyetleri sair yerlere nispeten âfât-ı semâviyeden mahfuz kaldıklarının sebebi,... | |
Afet | Felaket | Birincisi: Âfet, semâvî olduğundan, def'i mümkün değildir. | |
Elif-Vav-Lam (11) | + | ||
Al/Âl | Aile | + | "Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim." |
Alet | Takım, cihaz | Güneş gibi hakikat-i imâniye ve Kur'âniye, yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tâbi ve âlet olmadığı gibi, o hakikati cidden tanıyan, değil küre-i arzdaki hâdisata, belki kâinata da âlet edemez" dedim, onları susturdum. | |
Evail | Çok önce | Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. | |
Evla | Birincisi | Eğer Kur'ân okunurken, namazın, tesbihatın tetimmesi ise, kıbleye karşı duranlar, vaziyetlerini bozmamak evlâdır. | |
Evvel (Evvela) | Önce(likle); Allah'ın bir ismi | + | Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. |
Müevvil | Tevil edici | Yok, belki müevvil, yok belki mâsadakı mânâ yerine mânâ gösterdiler. | |
Te'vil/Tevil | Yorumlama | + | Bütün te'villeri yanlıştır ve o rivayetler, ya mevzu veya zayıftır. |
Vali | Baştaki idareci | ...bana şapka için Ankara'da sıkıntı veren Vâli Nevzat'ın intiharıyla,... | |
Vilayet | İl | ...lillâhilhamd şu Isparta vilâyeti, eski zamanın Şam-ı Şerifinin mübarekiyetini ve âlem-i İslâmın medrese-i umumîsi olan Mısır'ın Câmiü'l-Ezher'i mübarekiyeti nev'inden,... | |
Ula | İlk | Yani, sahife-i ûlâ, zaman-ı mâzidir. | |
Ulu/Ulû | Sahip(ler) | + | Sağlam dindar, hakperest ulü'l-emre itaat farzdır. |
Elif-Vav-Nun (3) | + | ||
An/Ân | En kısa zaman birimi | + | Nur-u âzam olan risalet ise, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyale kâfidir. |
Avan | Anlar | Ve zuhr zamanında—ki o zaman gündüzün kemâli ve zevâle meyli ve yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü... | |
Elan | Şimdi | ...Cehennemin el'an mahlûk ve mevcut olup, Ehl-i İ'tizalin bilâhare vücuda geleceğine zehapları gibi olmadığına işarettir. | |
Elif-Vav-Ye (1) | + | ||
Me'va/Meva | Varılacak yer | + | Bütün alem mü'min için, o mü'minin müstakil bir hanesi ve bir me'vasıdır. |
Elif-Ye (1) | |||
Ey | Seslenme harfi | Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur! | |
Elif-Ye-Dal (4) | + | ||
Te'yid/Teyid/Teyit | Doğrulama | Şu tevafuk hem münasebet-i mâneviyeyi teyid ve onunla teeyyüd eder, hem remizden işaret derecesine çıkarıyor. | |
Müeyyed | Doğrulanan | ...ve bin mu'cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu'cize-i kübrâsı olan Kur'ân-ı Hakîmin ... | |
Müeyyid | Doğrulayan | ...hem hak ve hakikatin cazibedar güzellikleri ve mehâsinleri ehl-i hakka müeyyid ve müşevvik bulunduğu,... | |
Teeyyüd | Desteklenme | Şu tevafuk hem münasebet-i mâneviyeyi teyid ve onunla teeyyüd eder, hem remizden işaret derecesine çıkarıyor. | |
Elif-Ye-Sin (1) | |||
Eys | Var (olma) | اَلْاَيْسُ: Mevcud demektir. اَللَّيْسُ: Adem-i sırf demektir. | |
Elif-Ye-Dad (1) | |||
Eyzan/Eydan | Bunun gibi | Ve eyzan, münafıkların ayrı ayrı cinayetleri ve muhtelif sıfatları arasında hakikî bir irtibatın bulunması şu temsille gösterilmiştir. | |
Elif-Ye-Nun (1) | + | ||
Eyne | Nerede | + | Eyne's-serâ mine's-Süreyyâ. |
Elif-Ye-Ye (2) | + | ||
Ayet | Kur'an cümlesi; delil | + | Bu sırra binaendir: Âyet ve hadisin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâğatı gösteremez. |
Ayat | Ayetler | + | İşte o âyât, şu burhan-ı inayete mezahirdir. |
Be (ب) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Be (1) | + | ||
Be/Bi | -e, -de, ile vb. anlamları katan edat | + | Sonra, kemâlât-ı insaniyenin en mühimi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyenin menbaı ve esası, iman-ı billâhtan ve marifetullahtan neş'et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı,... |
Be-Elif-Ra (1) | + | ||
Bi'r | Kuyu | + | Bi'r-i Kubâ denilen kuyunun suyu bazı kesiliyordu, yani bitiyordu. |
Be-Elif-Sin (1) | + | ||
Beis | Mahzur | + (Azab, kuvvet anlamında) | Âdi temsillerde bir beis yoktur; terbiye ve irşad öyle ister. |
Be-Te-Te (1) | |||
Elbet (Elbette) | Kat'iyen | Kadîm olan, elbette bâkidir. | |
Be-Te-Ra (2) | + | ||
Betra | Kısır, bereketsiz | Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine, fazla cehaletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i betrâ tesir etmiştir. | |
Ebter | Soyu kesik | + | Bir ân-ı seyyâle vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır. |
Be-Cim-Lam (1) | |||
Mübeccel | Muhterem | Ulemanın midâd-ı aklâmı, şühedanın kanından mübecceldir | |
Be-Ha-Se (4) | + | ||
Bahs/Bahis | Konu | Fakat Risale-i Nur'un en ehemmiyetli vazifesi beşeri dalâletten ve küfr-ü mutlaktan kurtarmak olmasından, bu çeşit meselelere sıra gelmiyor, onlardan bahis açmıyor. | |
Mebahis | Mebhaslar | Mebâhisindeki câmiiyet-i harikadır. | |
Mebhas | Bölüm | Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet eder. | |
Mubahase | Karşılıklı sohbet | Kelâmın hayatlanması ve neşvüneması, mânâların tecessümüyle ve cemâdâta nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mubâhaseyi içlerine atmaktır. | |
Be-Ha-Ra (6) | + | ||
Bahr/Bahir | Deniz | + | İstikbal, o haber-i gaybîyi, Bahr-i Muhit-i Şarkîden Bahr-i Muhit-i Garbîye kadar İslâm kılıcının uzamasıyla tasdik etmiştir. |
Bahreyn | 2 deniz | Ehl-i şevke âb-ı hayat bahş eden,/Hıdr-ı bahreyn-i velâyettir sözün. | |
Bihar | Denizler | Bütün ehl-i edyan, "melekü'l-cibal, melekü'l-bihar, melekü'l-emtar" gibi, her nev'e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadıyla bulunduğunu kabul ederek, o namlarla tesmiye ediyorlar. | |
Buhran | Bunalım,kriz | Bir-iki yerde bahsettiğim gibi, Fütuhü'l-Gayb kitabı ile ve dua ve himmetiyle imdadıma yetişti ve o buhranı geçirdim. | |
Mütebahhir | Geniş bilgi sahibi | ...ulemanın ilmelyakîn suretinde kat'î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların dâvâlarını ispat eden ve asfiya ve sıddîkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. | |
Tebahhur | Uzmanlaşmak | Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehaliki iktihamına bedel, bir küçük sefine ile bir pusula kifayet edecekti. | |
Be-Hı-Te (1) | |||
Baht | Talih | Azametli Bahtsız Bir Kıt'anın, Şanlı Tali'siz Bir Devletin, Değerli Sahipsiz Bir Kavmin Reçetesi | |
Be-Hı-Ra (2) | |||
Buhar | Gaz haline gelmiş su | Buhar, menfez bulmadıkça zelzele verir. | |
Tebahhur | Buharlaşmış | Çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden "ay," "vay" ve "ah"lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. | |
Be-Hı-Lam (2) | + | ||
Bahil | Cimri | Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise, sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. | |
Buhl | Cimrilik | + | Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti. |
Be-Dal-Elif (7) | + | ||
Bed' | Başlama | Şimdi bed' edeceğim cevaba... | |
Badi/Bâdî | Sebep; ilk | ...hilkat-ı âlemlere bâis ve bâdî olan iki cihan serveri, âcizlerin senedi Cenâb-ı Peygamber aleyhissalâtü vesselâm efendimizin ve etbâı ezvacının sefinemizin erkân ve etbâıyla müttefik olduğu ümit ve imanını besliyorum. | |
İbtida | Başlangıç(ta) | ...hiçbirimizin haberimiz olmadan, ibtida te'lif ve birinci tesvidinde on bir "Kur'ân" kelimesi; birtek sayfada, birer satırda, bir sırada hatt-ı müstakim ile tevafukları tevafuk-u Kur'âniyedeki lem'a-i i'câziyenin bir şuâı şu risalede bu hârika letâfeti gösterdiğini,... | |
Mebde | İlke, asıl | Kesretin mebdei vahdettir, müntehâsı da vahdettir. | |
Mebadi | Mebdeler | Öyle ise, şu ehl-i edyandaki bu itikadat-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrat ile melâike müşahedelerinden ve ruhanîlerin rüyetlerinden hasıl olan mebâdi-i zaruriyedir, esâsât-ı kat'iyedir. | |
Mübteda | Fail grubu (gramer) | Bu cümlede mübteda ile haberin tarifleri tevhide işaret olduğu gibi, hasra da delâlet eder. | |
Mübtedi | İlk, yeni | Mübtedi ve pek acemî bir çocuğun, üstadından aldığı dersi tekrarı misillû,... | |
Be-Dal-Dal (2) | + | ||
İstibdad | Despotluk | Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. | |
Müstebid | İstibdadçı | Bunu, Halk Partisinin muannid müstebidleri anladıkları için, mânâsız bahaneyle habbeyi kubbe yaparak bu muameleyi yaptılar. | |
Be-Dal-Ra (3) | + | ||
Badire | Ansızın ortaya çıkan sıkıntı | ...onları pek çok çalkantılı badirelere sürükleyen Katolik mezhebine karşı da husumet hissini doğurmuştur. | |
Bedr/Bedir | Dolunay | Felillâhilhamd, Hazret-i Fatıma'nın nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nuranî silsilenin bedr-i münevveri, şems-i nübüvvetin mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar. | |
Be-Dal-Ayn (7) | + | ||
Bedeat/Bedaat | İlk defa görülen güzellik | Lâfzın fesahatından, nazmın cezaletinden, mânânın belâgatından, mefhumların bedaatından, mazmunların beraatından, üslûbların garabetinden tevellüd eden nakş-ı acîbdir. | |
Bedi' (Bediüzzaman) | Eşşiz güzellikte (Çağının eşsizi); Esma | + | Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alâka duyan müfreze kumandanı Ruhi Bey kelepçeleri çözdürüyor. |
Bid'a/Bid'at/Bidat | Dine aykırı yenilik | Bid'at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. | |
İbda' | Yoktan yaratma | Evet, Kadîr-i Zülcelâlin iki tarzda icadı var: Biri ihtirâ' ve ibdâ' iledir | |
Maba'd/Mabad | (Bundan) sonra | (Mâba'dı var) Said-i Kürdî | |
Mübdi' | Yoktan yaratan | Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. | |
Mübtedi' | Bidat ehli | Sana işkence eden bu mübtedi' ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun? | |
Be-Dal-Lam (9) | + | ||
Ebdal/Abdal | Evliyadan nuraniyet kazanmış bir taife | Hattâ, evliyadan, ziyade nuraniyet kesb eden ve abdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. | |
Bedel | Karşılık | + | Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden, başkalarını gönderir. |
Budala | Ahmak | Benim gibi henüz kendini ıslah edemeyenler de, bazı budalaların ruhlarında sâfiyet ve hüsn-ü insaniyet aramaya çalışmayacaktı. | |
Mübadele | Değiş-tokuş | Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. | |
Mübeddel | Değiştirilmiş | Ve Hazret-i Kur'ân hesabına intizar buyurduğunuz ümitlerinizi, an-karîb mübeddel-i hakikat ve mü'minlere de selâmet-i iman tevfik buyursun. | |
Mütebeddil | Değiş(k)en | Öyle ise, bu sahife-i hava, hakkalyakin, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle, Zât-ı Zülcelâlin hadsiz, gayr-ı mütenâhi ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir Levh-i Mahfuzun âlem-i tagayyürde ve mütebeddil şuûnâtında bir Levh-i Mahv, İsbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir. | |
Tebadül | Karşılıklı değiştirme | Ta ki, intizam ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebâdül ile her biri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun. | |
Tebdil | Değiştirme | + | Ben tebdil-i havaya çok muhtaç olduğum için, yazın dağlarda, kışın da kira ettiğim ayrı ayrı menzillerde gezmeye mecbur oluyorum. |
Tebeddül | Değişme | Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. | |
Be-Dal-Nun (1) | + | ||
Beden | Gövde | + | Cevaben, o beden-i insan, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı hâliyle der ki: |
Be-Dal-He (2) | |||
Bedahat | Açıklık | ...şe'nin kemâli, zâtın kemâline, hadsen, zarureten, bedahaten delâlet eder. | |
Bedihi | Apaçık | Mazide nazarî olan bir şey, müstakbelde bedihî olabilir. | |
Be-Dal-Vav (3) | + | ||
Badiye | Kır(sal), çöl | Bu nükteye binaen, bedevîlerin hallerini muhakeme etmek için, kendini o bâdiyede farz etmek gerektir. | |
Bedavet | Bedevilik | Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. | |
Bedevi | Bedâ'da yaşayan | Bir seferde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına bir bedevî geldi. | |
Be-Zel-Ra (3) | + | ||
Bezr/Büzr | Tohum | Meselâ, zerre gibi bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği,... | |
Mübezzir | Malını saçıp savuran | + | Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları hısset ile ittiham ediyorlar. |
Tebzir | Malını boş yere harcama, israf | + | Ve hâkezâ, bütün Sünen-i Seniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer'iyesinde hadd-i istikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinap etmiştir. |
Be-Ra-Elif (6) | + | ||
Bari/Bâri | Her şeyi düzgün yaratan Allah | + | Bâri' Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden dilerim ve niyaz eylerim ki, âhir ömrüme kadar bu yolda hatve-endâz olayım... |
Beraet | Suçsuzluğu ortaya çıkmak | + | Bu müdafaanın serdedildiği muhakeme, beraetle neticelenmiştir. |
Beri | Kusursuz | + | Ve keza, Sâni-i Kadîm-i Ezelî, kâinatın ihtiva ettiği eşyanın cismiyet, cihetiyet, tagayyür, temekkün gibi istilzam ettikleri levazım ve evsaftan berî ve münezzehtir. |
Müberra | Münezzeh, temiz | + | Halbuki Üstadım bu gibi isnatlardan müberrâdır. |
Teberri | Uzak ve temiz olma | Benim Kur'ân'a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. | |
Tebrie | Beraet etme | Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. | |
Be-Ra-Cim (3) | + | ||
Burç/Burc | Kale | İşte, istikbalde anlaşılacak bu ulvî hakikate işareten ve küre-i arzın vazifesindeki hareketine ve seyahatine imâen ve semâvî burçlar, güneş itibarıyla muattal ve misafirsiz olduklarına... | |
Buruc | Burçlar | + | Şu halde, burûc-u semâviye, arzın medar-ı senevîsinden temessül edecek. |
Teberrüc | Açılmak | + | ...Güneş çiçeği denilen sarı çiçek ki; geceleri kapanıp nikaplanan, gündüzleri ise açılıp teberrüc eden ve baharın ibtidasından güzün intihasına kadar genç kalan bu çiçeği,... |
Be-Ra-Dal (5) | + | ||
Barid | Soğuk; sevilen şey | + | Hem memâlik-i bâride olan Avrupa'daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve câmiddirler. |
Berd | Soğukluk | + | Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. |
Bered | Dolu | + | Mezraası şöyledir ki, zemin kar ve bered ile tezemmül veya taammüm eden dağlarıyla ve rengârenk besâtîniyle süslendiği gibi,... |
Burudet | Soğukluk | Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. | |
Bürde | Hırka | Eğer tereddütle senin hayalin, hastalığı var ise Kaside-i Bürde'den olan... | |
Be-Ra-Ra (2) | + | ||
Ebrar | Hayırlı insanlar | + | Birinci kafile olan süedâ ve ebrar ise, zülcenâheyn olan Üstadı dinlediler. |
Berr (Berri) | Kara (ile ilgili) | + | Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahr, şecer, nebat, hayvan, efradıyla, eczasıyla, zerrâtıyla Seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. |
Be-Ra-Ze (4) | + | ||
Bariz (Barize) | Aşikar | + | Buna bariz deliller pek çok var. |
İbraz | Gösterme, sunma | ...herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir. | |
Mübareze | Çekişme, çatışma | Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. | |
Tebarüz | Ortaya çıkma | ...ve o her cihetle rahmetfeşan tezahür-ü rububiyet hakikatının içinde, tebarüz-ü ulûhiyet hakikatı bizzarure bilinmiş olmasıdır. | |
Be-Ra-Ze-Hı (1) | + | ||
Berzah | 2 şeyi ayıran engel; geçiş yeri | + | Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. |
Be-Ra-Sad (1) | + | ||
Abras/Ebras | Alaca hastalığı, Abraş | + | ...nerede ise, -biiznillah- Ekmeh ve Ebrası (Yani anadan doğma gözsüzleri ve Baras dedikleri cesedi istila eden müdhiş hastalığı) ve daha bir çok müzmin hastalıkları iyi etmeye başlamış gibidir. |
Be-Ra-Ayn (2) | |||
Beraat | Kusursuzluk | Beyanındaki beraattir; yani, tefevvuk ve metanet ve haşmettir. | |
Teberru | Bağış | Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekât ve sadakaları ve bu teberru ve terekeleri alsaydı, bugün bir milyoner olurdu. | |
Be-Ra-Kaf (5) | + | ||
Barika | Parıltı | Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. | |
Berrak | Çok parlak | Cevv berrak, sâfi, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acaip gibi, dağvâri parçalar kendi kendine toplanmıyor. | |
Berk | Şimşek | + | Evet, berkin çakmasıyla zulümat âlemi ölür. |
Burak | Efendimizin miracta bindiği binit | Ve o arslan ata inkılâp eder. Burak gibi bineği olur. | |
İbrik | Kap | ...bazan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi... | |
Be-Ra-Kef (7) | + | ||
Barek (Barekallah) | (Allah) mübarek kılsın | + | Yani, bütün bu medar-ı tebrik ve mâşaallah ve barekâllah dediren bütün hâletler ve san'atlar... |
Barik (Barika) | İnce, nârin; parıltı | Bu Furkan-ı Celîlüşşan, o tevhide nâtık burhan, bütün âyât sadık lisan, şuâât barika-i iman, beraber der ki:... | |
Bereket | Bolluk, çokluk | + | Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. |
Mübarek | Berekete mazhar | + | Bu mübarek mezraaya en mübarek ve nur'ânî ve verimli ve bereketli olan Nur tohumlarını ekiniz. |
Tebareke | Allah mübaret etsin; Mülk suresi | + | Lâyüadd ve lâyuhsâ niam-ı Sübhâniyesine mazhar olduğum Allahü Zülcelâl Tebareke ve Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine hamd ve şükürden âciz, isyanla âlûde iken,... |
Teberrük | Bereket sebebi (saymak) | Bu teberrüke karşı istiğnâ değil, belki bir iltifat-ı Ravza-i Mutahhara olduğundan, ona karşı dilencilikle iftihar ediyorum. | |
Tebrik | Bereketle dua etmek | ...biz, hem o mâsumları ve o ümmîleri ve muallimlerini tebrik, hem peder ve validelerini tebrik, hem köylerini tebrik, hem memleketlerini, hem milletlerini, hem Anadolu'yu tebrik ederiz. | |
Be-Ra-Mim (1) | + | ||
Mübrem | Kaçınılmaz | Herşeyden ziyade imânın esasatıyla meşgul olmak kat'î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. | |
Be-Ra-He-Nun (3) | + | ||
Berahin | Burhanlar | Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız i'lâ-yı kelimetullahtır. | |
Bürhan/Burhan | Kesin delil | + | ...bu defa da beraatimize ehemmiyetli bir sebep ve küfr-ü mutlakı kıran en keskin ve yüksek ve kuvvetli bir hüccet-i kàtıa ve bürhan-ı bâhirdir. |
Müberhen | Delilli | Dâvâmız mücerret değil, herbirisi burhan-ı kat'î ile müberhendir. | |
Be-Ze-Ze (1) | |||
Bez | Hem bir zat-ı azîmin iltifatının zarfı ve iltifat ile verilen hediyeye sarılan bir parça bez, çendan zatında ehemmiyetsiz cüz'î bir şey olarak görünse de... | ||
Be-Sin-Tı (5) | + | ||
Basit (Basita) | Kolay | Basit topraktan, hadsiz hâcât-ı hayvâniye ve insâniyeye medâr olan maâdin ve hadsiz muhtelif nebâtâtın basit bir unsurdan, ... | |
Bast | Yayma, genişleme | + | Hem şu hakikate bina edilen beyne'l-evliya kesretle vuku bulmuş olan bast-ı zaman hadiseleridir. |
Besatet | Basitlik | Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden, onların besâtet-i efkârını okşamak için, tekrarla, semâvat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor, o büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. | |
İnbisat | Genişleme | İnbisat ve cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu? | |
Mebsut (Mebsuten) | Yayılmış (doğru orantılı) | + | Zira eserler birbirini takiben neşrolundukça, kıymetleri de mebsutan tezayüd etmektedir. |
Be-Sin-Mim (2) | + | ||
Mütebessim | Gülümseyen | Evvelki yolumuzda pek müthiş görünürdü. Şimdi de mütebessim, her tarafa gülüyor, nâzeninâne niyaz ve âvâz. | |
Tebessüm | Gülümseme | Nur değil, ateş saçarlar; tebessümle değil, vahşetle bana baktılar. | |
Be-Sin-Mim-Lam (1) | |||
Besmele | Bilmillahirrahmanirrahim | Demek besmelede İlâhî ve zımnî bir emir var. | |
Be-Şın-Ra (9) | + | ||
Beşaret | Müjde | Nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) işârât ve beşaretleridir. | |
Beşer | İnsan | + | Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı vaz' etmeli, ribâyı kaldırmalı. |
Beşir | Müjdeleyen | + | ...o Beşîr ve Nezîrin (a.s.m.) basar ve basîreti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir; ... |
İstibşar | Müjdeleme | Ayâ, istibşar ve sürur veyahut telehhüf ve tahassürle cevap verecektir? | |
Mübaşeret | Temas | Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; ... | |
Mübaşir | Temas eden | Ta dest-i kudret zahiren umur-u hasise ile mübaşir görünmesin. | |
Mübeşşer (Mübeşşere) | Müjdelenen | Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. | |
Mübeşşir (Mübeşşire) | Müjdeleyen | + | Ramazan-ı Şerifin onuncu Cumartesi günü, saat on bir buçukta, herbir nüktesi nâmütenâhi hikmet ve hakikat müjdelerini hâvi ve mübeşşir, dokuz nükteli Ramazaniyeyi aldım. |
Tebşir | Müjdeleme | Çünkü, inzar ve adem-i inzarı gören hayal, zıddiyet münasebetiyle, derhal tebşir ve adem-i tebşire intikal eder. | |
Be-Şın-Şın (1) | |||
Beşuş | Güleryüzlü | Kendileri uzun boylu, çok mehîb ve üzerlerinde siyah bir sako, mübarek sakalları siyah, pek az ağarmış, beşûş ve nuranî bir çehre…... | |
Be-Sad-Ra (6) | + | ||
Basar | Göz | + | Basar masnuatı görüp de, basiret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. |
Basıra | Görme (kuvvesi) | Hiss-i sâmia, bâsıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sâdise-i sâdıka olan sâika vardır. | |
Basir | Gören (esma) | + | Hem öyle Semî' ve Kerîm bir Kadîrden, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîmden saadet ve bekàyı istiyor ki,... |
Basiret | Gönül gözü | Basar masnuatı görüp de, basiret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. | |
Ebsar | Gözler | ...fakat zevil-ebsar olan bir kısım ehl-i hakikatın gözlerini oralarda kapadıkları olan cünun sahrasına, aklımın refakatı beraber olduğu halde, gözlerim açık olarak dâhil olduğum için; ... | |
Mubsır (Mubsırat) | Görünen(ler) | + | Meselâ, mesmûat, mubsırat, me'kûlât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuûnatını fehmetmek içindir. |
Be-Tı-Lam (6) | + | ||
Batıl | Geçersiz | + | Bâtıl şeyleri tasvir, sâfi zihinleri idlâldir ve cerhdir. |
Battal | Batıl, geçersiz | Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kat'î ispat edilse, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur. | |
Betalet | Avarelik, işsizlik | ...Cenâb-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atâlet, betâlet azabından kurtulsun. | |
Butlan | Batıl olma | Çünkü, ferdî olmayan bir meslekte tevatür vardır; tevatürde butlan yoktur. | |
Ebatıl | Batıl şeyler | Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref' ve iptal ... | |
İbtal/İptal | Batıl kılma | Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. | |
Be-Tı-Nun (2) | + | ||
Batın/Bâtın (Batıne) | İç; her şeyin iç yüzünü yaratan (Esma) | + | Arş Zahir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. |
Batn/Batın | Karın | + | Herşey, hatta meyvelerin içi dışından, batnı zahirinden daha muntazam, daha lâtif, daha san'atkârane olduğu gösterir ki; hüküm melekûtundur. |
Be-Ayn-Sin (4) | + | ||
Bais | Gönderen, Dirilten (Esma) | ...Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda (yani mânâsında), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. | |
Ba's/Baas | Gönderilme, dirilme | + | Ve ba'sü ba'delmevtte dahi aynı bu suhulet vardır. |
Bi'set/Biset | (Peygamber) gönderilme | İşte, nev-i beşer, bi'set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukàbilinde,... | |
Meb'us/Mebus (Mebusan) | Milletvekili (Milletvekilleri); Elçi (peygamber) | + | Bu meb'usana hitap, namaz kılanlara altmış meb'us daha ilâve eder. |
Be-Ayn-Dal (8) | + | ||
Ba'de/Bade | Sonra | + | Ve ba'sü ba'delmevtte dahi aynı bu suhulet vardır. |
Bu'd/Bud/Buud (Bu'diyet) | Uzaklık | + | Meselâ, biri kurb, diğeri bu'd olmak üzere, bize nâzır, şemsin iki ciheti vardır. |
Baid | Uzak | + | Bu ise, Sâniin o şeyden hariç ve baîd olmamasına delâlet eder. |
Ebad | Boyutlar | Kitab-ı âlemin evrakıdır eb'ad-ı nâmahdud, | |
İstibad/İstib'ad | Akıldan uzak görme | Ekser küfür ve dalâlet, istib'addan ileri gelir. | |
Mütebaid | Uzaklaşan, uzak | Hem o Kur'ân, mütebâid, müteaddit muhatabîn esnafına müteveccihen mütekellim olduğu halde, öyle bir suhulet-i beyanı, bir cezâlet-i nizamı, bir vuzuh-u ifhâmı var ki, güya muhatabı bir sınıftır. | |
Tebaud | Birbirinden uzaklaşma | Tebâud ettikten sonra, hiç olmazsa bazı remizlerle o hakikat-i ekberin ve nur-u âzamın bazı şualarını muhtasaran göstereceğiz. | |
Teb'id/Tebid | Uzaklaştırma | ...onun mânevî silsile-i şerâfet ve siyadetten tenzil ve teb'idini icap ettirmez. | |
Be-Ayn-Dad (4) | + | ||
Bauda | Sivrisinek | + | Evet, kudret-i ezeliye tarafından memur edilen baûda, yani sivrisineğin Nemrut'a olan galebesi; ... |
Bazen | Ara sıra | Belki o mânâlar, seyyar seyyahlar gibi bazen bir kelime içinde gizlenir. | |
Bazı (Baziyet) | Bir kısım | + | Bazı nevilere her anda muhtaçtır: Hüvallah gibi. |
Teb'iz/Tebiz | Bir parça | ...ve مِنْ'deki teb'iz; ve nekâle bedel عَذَابٌ zikrindeki tehvin; ... | |
Be-Ğayn-Dad (1) | + | ||
Buğz | Düşmanlık, nefret | Sakınınız! Ulemaya buğzetmek bir hatardır. | |
Be-Ğayn-Ye (2) | + | ||
Baği/Bagi | Zalim, asi | Hem Vehhâbîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhepleri İslâmiyete zarar vermesin diye, Sıffin Harbindeki bâğîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar. | |
Bağy | İsyan | + | Zulme adalet, cihada bağy, esarete hürriyet nâmı veriliyor. |
Be-Kaf-Ra (1) | + | ||
Bakar (Bakara) | Öküz/İnek (Sure adı) | + | Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. |
Be-Kaf-Lam (1) | + | ||
Bakl (Bakla) | Sebze | + | İkinci nevi semeresi ise, küçük büyük parmaklar miktarında, bakla gibi bir şey olup, misafirlere hazırlanmış bir oda şeklinde bükülmüş, içi boş bir menzildir gördüm. |
Be-Kaf-Ye (4) | + | ||
Baki (Bakiye) | Daimi; Esma | + | Bâb-ı Haşmet ve Sermediyet olup, ism-i Celîl ve Bâkî cilvesidir. |
Bakiyye/Bakiye | Artan | + | ...hem vefat etmiş insanın bakıye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini,... |
Beka | Daimilik | Sükûn ve tahassun, vücudunun illetidir, beka ve devamına değildir. | |
İbka | Baki kılmak | Fakat, senin ağzından çıkan kelime gibi o gider; fakat binler misallerini kulaklara tevdi eder, dinleyen akıllar adedince mânâlarını akıllarda ibkà eder. | |
Be-Kef-Ra (2) | + | ||
Bakir (Bakire) | El sürülmemiş, yeni; evlenmemiş erkek (kız) | Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs erkektir. | |
Bekar | Evlenmemiş | Bekâr iki sülüs erkek, bir sülüs çocuktur. | |
Be-Kef-Mim (2) | + | ||
Ebkem | Dilsiz | + | Şimdiye kadar tenkit olunmaması, her meslek ve mezhep ve meşrep ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları, kanaatimizin sıhhatine delâlet etmeye kâfidirler. |
Be-Lam-Be-Lam (3) | |||
Belabil | Bülbüller | Madem öyle, bırak şekvâyı, şükret; çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül. | |
Bülbül | Kuş | Meselâ, meşhur bülbül kuşu, gülün aşkıyla maruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. | |
Tebelbül | Kavimde (dillerde) karışıklık | Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kal'asının harabiyeti zamanında "tebelbül-ü akvâm" tabir edilen teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi,... | |
Be-Lam-Dal (3) | + | ||
Beled (Belediye) | Yerleşim yerleri (Belde yönetimi); Sure adı | + | ...sekiz seneden beri yalnız iki defa yanıma gelen buranın ihtiyar müftüsü, belediye reisiyle hilâf-ı memûl bir surette gelmeleri ânında,... |
Belde | Yerleşim yeri | + | Barla, millet-i İslâmiyenin, hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalâlet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur'ân'dan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin tulû ettiği beldedir. |
Bilad | Beldeler | Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. | |
Be-Lam-Vav-Ra (2) | |||
Billur | Parlak | ...o nurun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. | |
Tebellür | Billurlaşma; meydana çıkma | Çünkü bu İlâhî dâvâ, Kur'ân-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur'ân'dan doğmuş ve Kur'ân'la beraber yaşayacaktır... | |
Be-Lam-Sin (1) | + | ||
İblis | Şeytan | + | ...ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. |
Be-Lam-Ayn (1) | + | ||
Bel' | Yutma | Zira istiğna ve istiklâliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehâsıyla aşılanmaz, imtizaç etmez, bel' olunmaz, tâbi olmaz. | |
Be-Lam-Ğayn (12) | + | ||
Baliğ (Baliğa) | Ulaşan | + | Ve keza, kemâl-i cemâle bâliğ olan kemâl-i hüsn-ü san'at, resullerin delâletiyle olur. |
Belagat/Belağat | muktezayı hale mutabakat | Belâgat, muktezâ-yı hale mutabakattan ibarettir. | |
Belağ (Belağan mâ belâğ) | Yetişme | ...kullarının isyanlarına bakmayarak her istediklerini bilen, işiten ve beleğan mâ belâğ veren... | |
Beliğ | Belagatlı | + | Beliğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu san'atını, meşgalesini ihsâs etsin. |
Bulega/Büleğa | Beliğ zatlar; belagat alimleri | O mağrur, mütekebbir, izzet-i nefisleri yaralanmış büleğa muaraza edemediler. | |
Büluğ | Ergenlik | Vacip olmadığı halde, nafile nevinden yedi yaşından hadd-i bülûğa kadar büyükler gibi namaz kılıp oruç tutan çocuklar, mütedeyyin büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için otuz üç yaşında olacaklar | |
Eblağ | Çok beliğ | Kur'ân kitab-ı zikir, kitab-ı dua, kitab-ı dâvet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir, belki eblâğdır. | |
İblağ | Ulaştırma | ...Lemeat adlı ikinci bir eserimde Kur'ân'ın i'câz dereceleri, kırka iblâğ edilmiştir. | |
Mübalağa | Abartma | Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur. | |
Mübelliğ | Duyuran | ...hem saltanat-ı Rububiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazını kılmak... | |
Tebliğ | Yayma, duyurma | Tebliğ ettiği dini de harika bir sür'atle şark ve garbı ihata etmiş, nev-i beşerin beşte biri kabul etmiştir. | |
Tebellüğ | Duyurulma | Veya Cebrail (a.s.) Hazret-i Muhammed'e (a.s.m.) tebliğ ederken, her iki hazretin arasında yapılan tebliğ-tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol. | |
Be-Lam-He (2) | |||
Ebleh | Ahmak | Ebleh bir divanenin elinden ne gelir ki onunla uğraşılsın? | |
Belahet | Ahmaklık | Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise,... | |
Be-Lam-Vav (5) | + | ||
Bela | Musibet, imtihan | + | Bırak bîçare feryadı, belâdan kıl tevekkül. Zira feryat, belâ-ender hata-ender belâdır bil. |
Beliyye | Bela | + | Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına iltica eder. |
Belva | Dert, çile | Halbuki bu diş meselesi umûmü'l-belvâ suretinde o derece intişarı var ki, ref'i kabil değil. | |
İbtila/İptila | İmtihan, tiryakilik | Evet, her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı iptilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. | |
Mübtela | Belaya uğramış, bağımlı | ...mübtelâ olduğum emrâz-ı kalbiyeyi tedavi ve yeniden hayat bahşetmiş olduğundan,... | |
Be-Lam-Ye (1) | + | ||
Bela/Belâ | Olumsuz soruya evet cevabı | + | Evet, belâ! Cenab-ı Hak Teala (C.C.) Kur'anında ferman ettiği gibi فَفِرُّوا اِلَى اللهِ başka kurtuluş mevkii, sığınacak yer, istinad edilebilecek mekân yoktur;... |
Be-Nun-Vav (5) | + | ||
Benat | Kızlar | + | Evet, kasavet-i mücessemenin misal-i müşahhası olan "ve'd-i benat" gibi umurlardan kalblerini taskîl etmesi... |
Beni/Benî | Oğulları | + | İşte şu âyette, Benî İshak'ın kardeşleri olan Benî İsmail'den ve Hazret-i Mûsâ'dan sonra gelen Peygambere hitap ediyor. |
Bin/İbn/İbni | Oğlu, oğul | + | Allâme-i Mağrib Kadı İyaz, Şifâ-i Şerifte, ulvî bir senetle, doğru ve sağlam bir an'ane ile, Hazret-i Abdullah ibni Ömer'den haber veriyor ki: |
Bint | Kız | Seydânın bintü'l-fikri o güzel kıza, Hulûsi ile Abdülmecid'den maadâ her kim bakarsa câiz değildir. | |
Ebna | Oğullar | Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. | |
Be-Nun-Ye (6) | + | ||
Bani | (Kainatı) inşa eden (Esma) | Ve keza, pek çok san'at harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi,... | |
Bina | Yapı | + | ...Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir binaya, kanun-u zâlimanesine serfurû etmeyen birisi tahassun etse, o binayı harap etmek gibi, en dehşetli vahşetlere şu medeniyet fetvâ veriyor. |
Binaenaleyh | Buna binaen | Binaenaleyh, yed-i kudretin tathir ve tenzih ettiği kadınların tavsifleri kabil değildir. | |
Bünyan | Bina, duvar | + | Bu âyetler, İslâmiyetin muhteşem bünyanında, altından bir kordon gibi işlenmiştir. |
Bünye | Vücut yapısı | ...o zerre herhangi bir bünyeye girse, o bünyenin bütün cihazatını, keyfiyetiyle teşekkülünü bilmesi lâzımdır. | |
Mebni (Mebniyye) | Dayanmış | + | Hazret-i Âdem'in (a.s.) Cennetten ihracı ve bir kısım benî Âdem'in Cehenneme idhali ne hikmete mebnidir? |
Be-He-Te (3) | + | ||
Beht | Hayret, dehşet | Birincide, bütün hurufât-ı Kur'âniyenin adet itibarıyla işaret ve izah buyurulan tevafukları, garîk-ı beht ve hayret etti. | |
Bühtan | İftira | Zira tahkik ve insafa zıd, o küfrî farzında (Eliyazübillah!..) bir mecmua-i riya, bühtan farzetmek demektir. | |
Mebhut | Şaşkın | Cezire âlimleri Molla Said'in şöhretini işittikleri için, mebhût ve hayran bir vaziyette çaylarını bile unutarak Molla Said'in sualine intizar etmekte idiler. | |
Be-He-Cim (3) | + | ||
Behçet | Sevinç | + | ...Kur'ân hâdimlerinin kulûbu, behçet ve sürura müstağrak olarak, ilerlemek istedikleri hâlisâne emel ve gayelerinde adımlarını daha ziyade uzatmaya ve dairelerini daha ziyade tevsie başlamışlardır. |
Behic (Behice) | Güzel | + | ...ziya-yı hakikatle tenevvür eden ve o menazir-i behîceyi seyreden ve o meyvelerden lezzet-i hakikiyye-i daimiyeyi duyan ... |
İbtihac | Sevinç | Hubur ve ibtihaca müstağrak oluyor. | |
Be-He-Ra (1) | |||
Behre (Behresiz) | Nasip(siz) | Değil vukufsuz, garazkâr, mâneviyatta behresiz ehl-i vukufa karşı, belki en büyük âlim ve feylesoflarınıza karşı gündüz gibi ispat etmezsem, her cezaya razıyım! | |
Be-He-Mim (3) | + | ||
Behimiyye (Behimat) | Hayvan(lar) | + | Birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye,... |
İbham/İpham | Kapalı bırakma | Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. | |
Mübhem/Müphem | Belirsiz | Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. | |
Be-Vav-Be (2) | + | ||
Bab | Kapı; bölüm | + | Bâb-ı Vaad ve Vaîddir. İsm-i Cemîl ve Celîlin cilvesidir. |
Ebvab | Kapılar | ...o şeytanları ebvâb-ı semâdan o şahaplarla red ve tarddır. | |
Be-Vav-Ha (2) | |||
İbaha | Mübah (helal) kılmak | Cenâb-ı Hakkın sana in'âm ettiği vücudun, cismin, âzaların, malın ve hayvânâtın ibâhadır, temlik değildir. | |
Mübah | Yapılıp yapılmamasına dair hüküm olmayan | Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. | |
Be-Vav-Lam (2) | + | ||
Bevl | İdrar yapma | Birden bir maraz veya bir iştah veya bevl gibi müheyyiç bir hal şiddetle senin hissine dokunur. | |
Laubali (Lâ ubâlî ibaresinden) | Umursamaz | Evet, Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden,... | |
Be-Ye-Te (2) | + | ||
Beyt/Beyit | Manzumenin 2 satırı | Üstad, Galip ve Süleyman, "Ümmî Sinan Divanı"nda mesleğimize ve Sözler'e dair tefe'ül edildi, şu beyitler çıktı. | |
Beyt | Ev | + | Hubb-u Ehl-i Beyti meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. |
Be-Ye-Dal-Ra (1) | |||
Beyder | Harman yeri | Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. | |
Be-Ye-Dad (3) | + | ||
Beyaz | Ak | Arz ve semâ, güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen ziynetlerini takınıp hazırlandıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. | |
Beyza | Beyaz | Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya / Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma. | |
Ebyaz | Beyaz | + | Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim. |
Be-Ye-Ayn (4) | + | ||
Bayii | Satıcı | ...bir mücevherat hazinesi ne kadar zengin ve ne kadar yüksek bir servete mâlik olursa olsun, bâyii, dellâlı, usûl-i bey'u şirâya âşinâ olmazsa,... | |
Bey' | Satış/Alışveriş | + | ...bir mücevherat hazinesi ne kadar zengin ve ne kadar yüksek bir servete mâlik olursa olsun, bâyii, dellâlı, usûl-i bey'u şirâya âşinâ olmazsa,... |
Bey'at/Beyat/Biat | Bağlılık bildirme | Hem ona karşı biat etmektir. | |
Mübayaa | Satın alma | Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübâyaa ediniz. | |
Be-Ye-Nun (12) | + | ||
Beyan | Açıklama | + | Bu âciz kardeşiniz, hem itiraz eden o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki,... |
Beyn/Beyne | Arasında | + | İki zerre beyninde cazibeyi ele al, Git de, tâ şemsüşşümus ve kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy. |
Beyyin (Beyyine/Beyyinat) | Açıklanmış (Sure adı) | + | Fakat ne çare, mesleğin lâzım-ı beyyini meslektendir. |
Mabeyn | Arasında; Padişah yakınlarının odası | Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. | |
Mübayin | Zıt, farklı | Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nuranî kalblerin... | |
Mübeyyen | Açıklanmış | ...ve o Fâtır-ı Münevviri ki, celal ve cemalinin âyât ve beyyinatı ne mertebe mübeyyen ve muvazzahtır. | |
Mübeyyin (Mübeyyine) | Açıklayan | + | Risale-i Nur, Kur'ân-ı Hakîmin hakikî bir tefsiridir. Âyetler, sırasıyla değil; devrin ihtiyacına cevap veren imanî hakikatleri mübeyyin âyetler tefsir edilmiştir. |
Mübin | Açık | Kur'ân-ı Hakîmde İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin mükerrer yerlerde zikredilmiştir. | |
Tebayün | Uyuşmazlık, zıtlık | Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmış. | |
Tebeyyün | Belli olma | Zaten iki sene mahkemelerin tetkikatıyla ve aleyhimdeki münafıkların plânları akîm kalmasıyla kat'iyen tebeyyün etmiş ki, şahsımda ve Nurlarda bu vatan ve millete zarar tevehhüm etmekle daha kimseyi kandıramazlar. | |
Tebyin | Açıklama | Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur'ân'dan çıkacak diye haber verip bir lem'a-i i'caz gösterir. | |
Tibyan | Açıklama | + | Zira o kırk envâ-ı i'câzından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır, İşârâtü'l-İ'câz'da sıkışmadı tibyânı. |
Te (ت) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Te-Elif-Mim (1) | |||
Tev'em/Tevem | İkiz | Bir asıldan tev'em olarak neş'et eden eski Roma ve Yunan iki dehâları, ... | |
Te-Be-Be (1) | + | ||
Tebbet | Helak olsun; Sure adı | + | Rumuzat-ı Semaniye |
Te-Be-Te (1) | + | ||
Tabut | Ölü sandığı | + | Ölümle bir hareket-i mezbuhânenin ıztırabını çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü |
Te-Be-Ayn (14) | + | ||
Etba' | Uyanlar, tabi olanlar | Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ' ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. | |
İttiba | Uymak | + | Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin ve teessüfler! |
Metbu' | Kendisine uyulan | Ve Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. | |
Mutabaat | Uymak, muvafakat etmek | Hacet olmadığı veya münasip olmadığı vakitte cereyan-ı umumiyeye mutâbaatla âdatullahın kavâninine destedâd-ı teslim oluyor. | |
Müstetbeat | Söze tabi olan manalar | Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeâtına havale eder. | |
Müttebi | Bağlı olan | + | Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi' değil, müttebi'dirler. |
Teb' (Teban/Teb'an) | Bağlı (olarak) | + | ...cemâdata baktığın zaman azamet ve kudreti kastına hedef yap, başka isimlerin tecelliyatını teb'an düşün. |
Tebei | Kasti olmayan, tabi olarak, ikinci derece | Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. | |
Tabi (Tabiyyet) | Uyan, izleyen | + | Ve Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. |
Tabiin | Sahabeden sonraki nesil | Fakat örf-ü ulemada Sahabeye radıyallahu anh, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne rahimehullah, onlardan sonrakilere gaferahullah ve evliyaya kuddise sirruhu denilir. | |
Tebaiyyet | Uyma, tabi olma | Malûmdur ki, in'ikâs ve tebaiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. | |
Tebe-i Tabiin | Tabiinden sonraki nesil | Fakat örf-ü ulemada Sahabeye radıyallahu anh, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne rahimehullah, onlardan sonrakilere gaferahullah ve evliyaya kuddise sirruhu denilir. | |
Tetebbu | Araştırıp inceleme | Risale-i Nur'un sair eczalarını dikkatle tetebbu etmeleri lâzımdır. | |
Tevabi | Uyanlar, ikinci dereceler | Evet, Kur'ân-ı Hakîmin envârıyla hasıl olan o inkılâb-ı azîm-i içtimaîde ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve teferruâtıyla; ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip,... | |
Te-Cim-Ra (3) | + | ||
Tacir | Ticaret yapan | Seyahatimde beni tanımayanlar kıyafetime bakıp, beni tâcir zannedip derlerdi ki: | |
Ticaret | Alım-satım | + | Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde. |
Tüccar | Ticaret yapanlar | Bir tüccara yüksek bir sermaye verilir. | |
Te-Ha-Te (1) | + | ||
Taht | Altında | + | ...yalnız o Zat olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. |
Te-Ha-Fe (1) | |||
Tuhfe | Hediye | Bana tesellî tuhfeleri getirmiş. | |
Te-Ra-Be (2) | + | ||
Turab/Turap | Toprak | + | Âlem-i turabda bir çekirdek âlem-i havada ondan bir şecer-i meyvedâr gibi. |
Türbe | Kabir | Haremeyn-i Şerifeynin Vehhâbilerin eline geçmesi ve onların, eâzım-ı İslâmın türbeleri hakkındaki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir? | |
Te-Ra-Cim (3) | |||
Tercüman | Tercüme eden | ...ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi,... | |
Tercüme (aslı Terceme) | Çeviri, açıklama | Kur'ân; Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,... | |
Mütercim | Çevirmen | Mütercim: Abdülmecid Nursî | |
Te-Ra-Kef (7) | + | ||
Etrak | Türkler | Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etraki tadlil ediyorlardı. | |
Metruk (Metrukat) | Terk edilmiş, bırakmak | Benim metrûkâtım ve Risale-i Nur'dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve sair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikaların heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. | |
Mütareke | Anlaşma, barış | Birinci Harbin Mütareke başında, bir Cuma gecesinde, bir rüya-yı sadıkada, misalî âleminde, bir meclis-i azîmde benden sual ettiler: | |
Tarik/Târik | Terk eden | + | Kendini târik-i dünya gösterip halkın malını zahiren almaz, gizli alır bir kurnazlık olmadığını nasıl bileceğiz? |
Tereke | Ölenin bıraktıkları | Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekât ve sadakaları ve bu teberru ve terekeleri alsaydı, bugün bir milyoner olurdu. | |
Terk | Bırakma | Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk | |
Türk | Bir ırk | O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş mülhidlere derim ki: | |
Te-Sin-Ayn (3) | + | ||
Tasia (Tasian) | Saatin 9. dereceden 60'ta biri; Dokuzuncu (olarak) | Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. | |
Tis'a/Tisa | Dokuz | + | Dokuzuncu Kısım - Telvihât-ı Tis'a |
Tüsü' | Dokuzda bir | Sülüsü sülüs ile darb etmek, tüsu' olur, yani dokuzda bir olur. | |
Te-Şın-Ra (1) | |||
Teşrin (Teşrini Evvel, Teşrini Sâni) | Ekim, Kasım ayları | Teşrin 22'ye tehiri de hayırlıdır. | |
Te-Fe-Fe (1) | |||
Tuff | Yazık sana | Tuuuh, tuf senin o münkir aklına! | |
Te-Kaf-Nun (2) | + | ||
İtkan | Pürüzsüz yapılmak | Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. | |
İttikan | Muhkem yapılmak | ...harika bir san'at, bir ittikan, bir mükemmeliyet ... | |
Te-Lam-Mim (2) | |||
İtlaf | Yok etme, öldürme | Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgâm insanlar, cüz'î tâcizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimâl ettiler. | |
Telef | Yok olma/etme | Hem o Rahmân'ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor... | |
Te-Lam-Mim-Zel (1) | |||
Tilmiz | Talebe | Senin tilmizin, nefsi için kardeşinden kaçar. Kur'ân'ın tilmizi ise, bütün ibadı, belki bütün mahlûkatı kendine kardeş görür. | |
Te-Lam-Vav (1) | + | ||
Tilavet | Okumak | + | Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur'ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; ... |
Te-Mim-Mim (7) | + | ||
Etemm | En tam | ...insanın suret-i câmiasında, küçük bir mikyasta, zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o ism-i Rahmân'ın cilve-i etemmini gösterir demektir. | |
İtmam | Tamamlama | ...insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. | |
Mütemmim | Tamamlayan | Evet, kaşlar göze, gem ata mütemmim oldukları ve onların noksanlarını ikmal ettikleri gibi, küçük nîmetler de büyük nimetlere mütemmimdirler. | |
Tam | Eksiksiz | Tam tevafukla mukarrebden murad Nurslu olduğunu gösteriyor. | |
Tamam (Tamamen) | Bitmiş, eksiksizce | + | Hem de munsıfane ve müdakkikane ile dinle, kelâm tamam olmadan itiraz etme. |
Tamme | Eksiksiz | Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. | |
Tetimme | Tamamlayıcı şey | Bu defa, evvelce size gönderilen gençler ikaznâmesinin bir tetimmesi olarak bu havalideki tehlikeli vaziyette bulunan gençlere bir ihtarname namında bir fıkra gönderiyoruz; ... | |
Te-Nun-Ra (1) | + | ||
Tandır | Fırın | Oradaki tandır ve mutfak ise, burada, arz ve sath-ı arzdır. | |
Te-Nun-Nun (1) | |||
Tinnin | Ejderha, büyük yılan | İki kavs-ı mevhûme tinnîneyn yad edilmiş, hayalî bir teşbihle isim müsemmâ olmuş. Tinnîn ise yılandır. | |
Te-Vav-Be (2) | + | ||
Taib | Tevbe eden | + | Târik-ı dünya ve tâib. |
Tevbe/Tövbe | Pişmanlık; Sure adı | + | Tevbe etmemek şartıyla, benim intikamım, senden pek muzaaf bir sûrette alınıyor bildiğimden, hiddet değil, hattâ sana acıyorum! |
Te-Vav-Te (1) | |||
Dut | Meyve | İşte, o hadsiz acaib-i san'at içinde, yeryüzünün Rahmânî sofrasında, yalnız, kudretin şekerlemeleri olan dutların nevilerine bak, kemâl-i rahmeti kemâl-i san'at içinde gör. | |
Te-Ye-Nun (1) | + | ||
Tin | İncir; Sure adı | + | Cenâb-ı Hak, tîn ve zeytinle kasem vasıtasıyla azamet-i kudretini ve kemâl-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek,... |
Se (ث) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Se-Be-Te (7) | + | ||
İsbat/İspat | Kanıtlama | İsbat-ı Ezelîyet ile tevhiddir. | |
Müsbet | Olumlu, ispatlı | Müsbet netice için denilir: | |
Müsbit | İspat eden | ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. | |
Sabit | Yerleşik | + | Eşyanın bir vücudu vardır ve o vücud bir derece sâbittir. |
Sevabit | Sabitler, sabit (gibi görünen) yıldızlar | Türkçe Samanyolu tabir olunan, bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevâbit yıldızların tabakasına benzemiyor. | |
Sübut | Sabit olma | ...âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi mânen hayattar bir vücud-u mânevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki, Levh-i Kazâ ve Kader vasıtasıyla o mânevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder. | |
Tesbit/Tespit | Belirleme; sabitleme | + | İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder. |
Se-Ra-Ye (3) | + | ||
Sera/Serâ | Toprak, yer | + | Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. |
Servet | Mal varlığı | "Risale-i Nur yerine şu kitapları istinsah et de Amerikalı milyarder Ford'un servetini sana verelim" | |
Süreyya | Ülker yıldızı | Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. | |
Se-Ayn-Be (1) | + | ||
Su'ban/Suban | Yılan, ejderha | + | O su'ban ağzının, yani yılan ve ejderha ağzının bostan kapısına inkılâbı, kabre işarettir ki, ... |
Se-Kaf-Be (1) | + | ||
Sakib/Sakip | Delen geçen, aydınlatan | + | Böylece, her bir fenn evhamın şeytanlarını tard edip kovmada birer necm-i sakib gibidirler. |
Se-Kaf-Lam (5) | + | ||
İstiskal | Soğuk karşılama | Yoksa ihtiyarlıkta uzun zaman istiskale mâruz kalıp, me'yûsâne ağlayacak. | |
Miskal | 4,5 gram; bir şeyin kendi benzerinden ölçüsü | + | ŞU ÂYETİN pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre sandukçasında olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. |
Müsteskal | Soğuk muamelede bulunulan | Volkan'da "erkek giyse müsteskal olur" ifadesiyledir. | |
Sakil | Ağır | + | Melâikenin maksadı, beşerin şahsiyeti olmayıp, ancak kendilerine sakîl, ağır gelen bir mahlûkun Allah'a isyan etmesine işarettir. |
Sıklet | Ağırlık | İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez, Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez! | |
Se-Lam-Se (5) | + | ||
Salis (Salisen) | Üçüncü (olarak) | + | Salisen: Risale-i Nur kendi kendine, hem dahilde, hem hariçte intişar edip fütuhat yapıyor. |
Salise | Saniyenin 60'ta (veya 100'de) biri | Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. | |
Selas (Selase) | Üç | + | ...lâkin şemsin hissi hükmünde olan harareti, hayatı hükmünde olan ziyası, aklı hükmünde olan tenviri, havass-ı selâseyi camidir. |
Sülüs | Üçte bir | + | Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs erkektir. |
Teslis | Üçleme | Ehl-i teslisin İsâ aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali radıyallahu anh'a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi. | |
Se-Lam-Cim (1) | |||
Selc | Kar | اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الثَّلْجِ (Meali: Kar'ın taneleri adedince, Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun.) | |
Se-Mim-Ra (4) | + | ||
İsmar | Meyve (olarak) vermek | Kur'ân dahi, seyyar yıldızları ismar eden şems gibi, İslâmiyetin on bir rüknünü intaç etmiştir. | |
İstismar | Kendi yararına kullanma, sömürme | Biri, İngiliz ceberutuna, İngiliz emperyalizmine ve onun korkunç istilâ ve istismarına baş kaldırmış ve yıllarca büyük dâvâsına hizmet ederek İngiltere'nin bütün haşmet ve kudretini, azîm iradesi önünde âciz ve meflûç bir hale getirmiştir. | |
Müsmir | Faydalı, meyvedar | Cumhur-u nasta olmaz ne müsmir ve müessir. | |
Semer (Semere) | Meyve, fayda | + | Maahaza, bir semere, bir şecerenin bir misal-i musağğarıdır. |
Se-Mim-Mim (1) | + | ||
Sümme | Sonra | + | Hâşâ! Sümme hâşâ! |
Se-Mim-Nun (3) | + | ||
Samine (Saminen) | Sekizinci (olarak); saatin 8. derece 60'ta biri | + | Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. |
Semaniye | Sekiz | + | ...huruf-u Kur'âniyenin esrarından bahseden ve Rumuzât-ı Semaniye namında bulunan sekiz küçük risalelerin mahiyetlerini andırır bir tarzda,... |
Semen | Kıymet | + | Cenâb-ı Hakkın insanlara fazl ü keremi o kadar büyüktür ki, insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. |
Se-Nun-Ye (12) | + | ||
Esna | Sıra | O esnada Üstadım karşıma çıkarak, "Niçin Sözler'i saklıyorsunuz? | |
İsna (aşer) | (On) iki | İşte bu hakikat içindir ki, ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beytin Eimme-i İsnâ Aşer olarak Ehl-i Sünnet,... | |
İstisna | Kaide dışı | Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnâî misali olarak deniliyor: | |
Mesna | İkişer | + | ...Besmele'siz hemze 14 olmakla şu Seb'ul-mesanî'nin Mesna (Not: bazı nüshalarda müsenna) olan 7 adet âyâtını göstererek 2 defa nüzulüne... |
Mesnevi | Beyitler şeklinde yazılmış manzume | Risale-i Nur Külliyatından Mesnevî-i Nuriye | |
Müsenna | Kat kat; 2 defa inmiş Fatiha | + | Şu cümle Kur'ân-ı Azîmüşşanı ve Fâtiha Sûresini müsennâ senâsıyla ifade ettiği gibi,... |
Müstesna | Hariç | Diğerinde ikinci, üçüncü cüz'ünde beş-altı sahife müstesna, bütün sahifelerde salâvatları birbirine müvâzi, birbirine bakıyor, işaretler vaz ettim. | |
Sanevi | İkinci derecede | Ancak "maânî-i sânevî" ile tâbir olunan maksat ve garaza teveccüh ederler. | |
Sani | İkinci | + | Yirmi Yedinci Mektubun ikinci kısmı olan "Zeyl"i dahi, elhak bir Hulûsi-i Sâni olan Sabri Efendinin Risaletü'n-Nur hakkındaki takdiratını gösteren hususî mektuplarındaki fıkralardır. |
Saniye | Dakikanın 60'ta biri | Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. | |
Saniyen | İkinci olarak | Saniyen: Nazif'e bin bârekâllah, bin mâşaallah! | |
Sena | Övme | Türkler hakkında senâ-i Peygamberî muhakkaktır. | |
Se-Vav-Be (3) | + | ||
Esvab | Giyecekler | Bediüzzaman'a zurafâdan biri bir gün irfanıyla mütenasip bir esvap iktisaı lüzumundan bahseder. | |
Mesabe | Derece | + | Dünya fânidir; binler sene yaşamak olsa, bâki olan hayat-ı uhreviyenin yanında, hiç-ender-hiç mesabesindedir. |
Sevap/Sevab | Hasene | + | Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar yalnız insanlar değildir. |
Se-Vav-Ra (1) | |||
Sevr | Öküz | O meleklerin birinin ismi "Sevr" ve diğerinin ismi "Hût"tur. |
Cim (ج) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Cim-Be-Be (1) | + | ||
Cübbe | Kıyafet | + | Eski zamanda, on dört yaşında iken icâzet almanın alâmeti olan üstad tarafından bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. |
Cim-Be-Ra (8) | + | ||
Cebbar | İstediğini yapan Allah; zorba | + | Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar/Birer tayyareleriz biz. |
Ceberut | Büyüklük, azamet | Ve tevhid-i ceberuta telvihtir. | |
Cebr/Cebir (Cebri/Cebren) | Zorlama (Zorla); harflerle yapılan matematik hesabı | Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. | |
Cebriye | İradeyi inkar eden batıl fırka | Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyla, imaniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tembelcesine bir tevekkülle nizâm-ı âleme muhalefet eder. | |
İcbar | Zorlama | Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. | |
Mecbur (Mecburi, Mecburen) | Zorunlu (olarak) | Birden İhtar Edildi Kaleme Almaya Mecbur Oldum | |
Mücbir | Mecbur eden | Birden bire, şu risaleyi yazmak için mücbir bir hatıra kalbe geldi. | |
Mütecebbir | Zorba | Halbuki, mütecebbir zalimlerin rüesaları olan Firavunların, Nemrutların akıbetleri malûmdur. | |
Tecebbür | Kibirlenme | Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takip etmezse, ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer, istikameti kaybetmesinin, hatâsının cezası olarak daimî vicdanî bir azabı çeker. | |
Cim-Be-Cim-Lam (2) | + | ||
Cebrail | Vahiy meleği | Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. | |
Cibril | Vahiy meleği | + | Hem Kur'ân'ın mertebe-i irşadında öyle bir genişlik var ki, birtek dersinde, Hazret-i Cibril (a.s.), bir tıfl-ı nevresîde ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alırlar. |
Cim-Be-Lam (2) | + | ||
Cebel | Dağ | + | Evet, muhabbeti iktiza eden İslâmiyet ve insaniyet, Cebel-i Uhud gibidir. |
Cibal | Dağlar | İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. | |
Cibilli (Cibilliyet) | Yaratılıştan (Yaratılış) | Zira, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. | |
Cim-Be-Nun (2) | + | ||
Cebanet | Korkanlık | Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. | |
Cebin | Korkak; Alın, şakak | + | Zira en âmi ve cebin, en has ve cesur gibi hiss-i diyanetle mütehassıs, din namıyla ne telkin olunsa ruhunu feda eder. |
Cim-Be-He (1) | + | ||
Cebhe/Cephe | Ön taraf; alın | İşârâtü'l-İ'câz tefsiri, eski Harb-i Umumînin birinci senesinde, cephe-i harpte, me'hazsiz ve kitap mevcut olmadığı halde telif edilmiştir. | |
Cim-Be-Vav (1) | + | ||
Mücteba/Müçteba | Seçilmiş | Altın yaldızla yazılması lâzımgelen eser-i âlînizde, Resul-i Müctebâ aleyhi ekmelü't-tehâyâ efendimiz hazretlerine dil uzatan hâin-i bîdin olan mülhid hâinlerin kuruyası dillerini, inâyet-i İlâhî ve ruhaniyet-i Peygamberî ve şeriat kılıcıyla kesmeye muvaffak olduğunuz şu eser-i bergüzîdenizi Cenâb-ı Hak ind-i İlâhîsinde ve nezd-i Peygamberîde kabul eylesin. | |
Cim-Se-Se (1) | + | ||
Cüsse | Gövde, kalıp | Peki, amma madem ki siyasî menfaat kastı yokmuş, bu pîr-i fânînin şahsı, cüssesi, bedeni ne ki, dünyadan ne bekliyor ki nüfuz temin etmek istesin? | |
Cim-Se-Vav (1) | |||
Casiye | Sure adı | Rumuzat-ı Semaniye | |
Cim-Ha-Dal (1) | + | ||
Cühud | Bilerek inkar etme | Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. | |
Cim-Dal-Dal (9) | + | ||
Cadde | Geniş yol | Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-yı Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. | |
Ced (Cedde) | Dede, ata (nine) | İşte, kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan radıyallahü anh, Hazret-i Muaviye (r.a.) ile musalâha edip, cedd-i emcedinin mu'cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir. | |
Cedid (Cedide) | Yeni | + | Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhimden halk-ı cedîde, yani insan suretine inkılâbı, gayet dakik düsturlara tâbidir. |
Ciddi (Cidden) | Ağırbaşlı (olarak) | Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i imaniyede kuvvetli, metin, ciddî, sarsılmaz, fedakâr arkadaşlarım ve seyahat-i berzahiye ve uhreviyede nuranî yoldaşlarım, | |
Mücedded | Yenilenen | Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcudatı onda yazıyor. | |
Müceddid | Yenileyici; 100 yolda bir gelen vazifeli alim | Her yüz senede Cenâb-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor | |
Müteceddid | Yenilenen | Her sene kat kat ve katmerli, yüz bin tarzda masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddit gömleklerini nazara al. | |
Tecdid | Yenileme işi | Rivâyât-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkındaki ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. | |
Teceddüd | Yenilenme | Ve kezâ, firak ve ayrılmaların elemlerini, teceddüd-ü emsalinin lezzetini göstermekle izale eder. | |
Cim-Dal-Ra (1) | + | ||
Cidar | Duvar | + | Cidar-ı Ka'be'de altun ile yazılmış olan temasil-i belağatlarından Muallakat-ı Seb'ayı sildi, söndürdü. |
Cim-Dal-Lam (2) | + | ||
Cidal | Çarpışma | + | Hayatta düstur-u cidal yerine "düstur-u teâvünü" esas tutar. |
Mücadele | Uğraşma, çekişme | Gele gele, tâ Rusya'da olduğu gibi, sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar. | |
Cim-Dal-Vav-Lam (2) | |||
Cedavil | Cetveller | Şimdi bu zeminde kütüb-ü mezburenin şecereleri tenebbüt ve makalât-ı selâsenin cedaviliyle sulanacaktır. | |
Cetvel/Cedvel | Su arkı, hat | O menbadan binlerce cedâvil ve cetvellerden şûbeler teferrû ederek çok yerlerde dolaşıp, bazı eczâ-i âharle bulaşmış. | |
Cim-Zel-Be (5) | |||
Cazib/Cazip (Cazibe) | Çekici | Muhitimizde, Risaletü'n-Nur'a karşı câzibedar ve çok âli hakikatlerinden başka ehl-i bid'a lisanları susmuş; güya karanlıklı girdaplara sokulmuşlar, konuşuyorlar. | |
Cezb (Cezbe) | Çekim, çekme | Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbesiyledir. | |
İncizab | Çekilme | Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbesiyledir. | |
Meczub | Çekilen; divane | Kendi velâyet-i meczubâneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid'aya taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş'ûmâne bir sebebiyet verirler. | |
Müncezib | Çekilen | Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. | |
Cim-Zel-Ayn (1) | + | ||
Ciz' | Hurma kütüğü | + | Hanîn-i ciz' şu nevidendir ki, sırf nübüvvetin tasdiki için bir hüccet olarak zuhura gelmiş ki, mü'minlerin imanını ziyadeleştirmek ve münafıkları ihlâsa ve imana sevk etmek ve küffârı imana getirmek için zâhir olmuş. |
Cim-Ra-Elif (1) | |||
Cür'et/Cüret | Cesaret, atılganlık | Evet, bir asır evvel dünyanın en akıllı ve en müdakkiki ve feylesofu ve saltanatlı hâkimi telâkki edilen ve kendi Hıristiyan iken bütün eski dinleri ve kitapları hiçe indiren, belki inkâr etmek cür'etini gösteren, gayet enaniyetli ve şöhretli olan Prens Bismarck'ın ... | |
Cim-Ra-Be (3) | |||
Çorap | Ayağa giyilen giysi | O farenin yuvasını gördük; kabil değil ki o çorap girsin. | |
Mücerreb | Tecrübe edilmiş | SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyûb aleyhisselâmın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir. | |
Tecrübe | Deneyim | Çünkü, seyyid, efendi; abdini, hizmetkârını tecrübe ve imtihan edebilir. Fakat, abd; seyyidini imtihan etmek salâhiyetinde değildir. | |
Cim-Ra-Be-Ze (1) | |||
Cerbeze | Batılı hak, hakkı batıl gösteren aldatmaca | Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir. | |
Cim-Ra-Ha (5) | + | ||
Cerahat | İrin | Hattâ, çok zaman evvel beni aşıladılar; yirmi sene onun eseri olarak cerahat yapıyordu. | |
Cerh | Yaralama, çürütme | Bâtıl şeyleri tasvir, sâfi zihinleri idlâldir ve cerhdir. | |
Ceriha | Yara | Eğer kesmezse, mahbupları adedince mânevî cerihalar oluyor. | |
Cerrah | Operatör | Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. | |
Mecruh | Yaralı | İnşaallah o bir dahi, bizi mecruh ve yaralı etmeyecek ve düşündükleri ve kasdettikleri bizi birbirinden ve Nurlardan kaçırmak plânları dahi akîm kalacak. | |
Cim-Ra-Dal (7) | + | ||
Ceraid | Gazeteler | ...o cemaatin ilelebed ve muhalled naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye ve her vakit nâşir-i efkârı başta Kur'ân ve tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i'lâ-yı kelimetullahı hedef ve maksat eden umum dinî ve müstakim ceraiddir. | |
Ceride | Gazete | Ey dinî cerideler! Maksadımız, dinî cemaatlar maksatta ittihad etmelidirler. | |
Cirit | Atılan sopa | Yani, "Ciriti istemek yolunda, sabah, atımın yüzüne yed-i beyzâsıyla bir tokat vurdu. Atım dahi kısasını almak için tayyar olan subha erişti, yere vurdu, içinde dört ayağıyla gezindi. Demek atım çal'dır." | |
Mücerred | Soyut; bekar; bileşik olmayan | Mektubunuzda "Mücerred لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ kâfi midir? | |
Mütecerrid | Soyutlanmış | Asrımızda şark ve garpta fâzıl ve muktedir çok ulema yok değildir; fakat fâni menfaatlerden mütecerrid, sırf nur-u Bâkî ile mütenevvir ve mütelezziz gavs-ı ferid makamında en ziyade bir mutemede ihtiyaç vardır. | |
Tecerrüd | Sıyrılmak | Vücub ve tecerrüdün hadsiz kolaylığa ve nihayetsiz suhulete sebebiyet vermeleri, gayet derin bir sırdır. | |
Tecrid | İzole etme | Yirmi iki sene tecrid-i mutlak içinde geçen hayatım ve yetmiş beş yaşında vücudumun aşılara tahammülü yoktur. | |
Cim-Ra-Ra (7) | + | ||
Car | Harf-i Cer | Kezalik, hasrı ifade eden câr ve mecrûrun takdimi, tevhide îmadır. | |
Cerrar | Para toplayan | Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev'i cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... | |
Cer | Eskiden köy imamlarının zekat toplamaya çıkması; kelimenin sonunun esre olması | Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar, "İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar" deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. | |
Helümme Cerra | Var, kıyas eyle! | Bir kısmı da sadece rü'yet-i Cemal-i İlahîyi arzu eder.. ve helümme cerra... | |
İncirar | Varma, ulaşma | Bu dahi devam ederse, tàtile, yani hâlıksızlığa incirar eder. | |
Mecerretüs-Sema | Samanyolu | ...seyyârât ve nücumun harekâtına müsait olmuş ve Samanyolu denilen mecerretü's-semâdan, tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka... | |
Mecrur | Başında harf-i cer bulunan kelime | Kezalik, hasrı ifade eden câr ve mecrûrun takdimi, tevhide îmadır. | |
Cim-Ra-Mim (4) | + | ||
Cirm | Hacim, cüsse; yıldız | Küre-i arzdan bin defa büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin. | |
Cürüm | Günah, suç | Bunları tetkikle altında cürüm aramak insafsızlıktır, başka birşey değildir. | |
Ecram | Cansız cisimler; yıldızlar | Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki, ecrâm-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuttur. | |
Mücrim | Günahkar | + | Hattâ bizi cezalardan kurtarmak fikriyle ve Eskişehir meselesi ve Otuz Bir (31) Mart hadise-i meşhuresiyle beni sabıkalı bir mücrim-i siyasî nazarıyla baktırmamak ve sırf din ve iman için hareket ettiğimizi ve siyaset fikri bulunmadığını göstermek fikriyle demişler ki: |
Cim-Ra-Ye (6) | + | ||
Cari (Cariye) | Geçerli, akan | + | Meselâ, balarısının bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü, bütün kâinata cari ve nâfiz olması lâzımdır. |
Cereyan | Akım, akma | Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: | |
İcra (İcraat) | Yürütme | Öyle de, rububiyetinde ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki yoktur. | |
Macera | Baştan geçen olay | Meselâ, ehl-i Cennet elbette arzu ederler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler. | |
Mecara/Mecari | Mecralar | Yoksa bu revabıt ve mecarayi fekk edecek adem-i merkeziyet fikri;... | |
Mecra | Yol, kanal | + | İnşaallah, bu sıkıntılı hâdise dahi, münafıkların aks-i maksuduyla, Risaletü'n-Nur'un fütuhatını başka mecrâlarda teshile vesile olur. |
Cim-Ze-Elif (5) | + | ||
Cüz' (Cüzi) | Parça | + | Küllî, cüz'î kadar kolaydır. Cüz, küll kadar kıymetlidir. |
Cüzdan | Para kabı; bilgi defteri | Fakat nümune için şu zabitin cüzdan ve defterine bakacağız: | |
Ecza | Parçalar | Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. | |
Mütecezzi | Parçalara bölünebilir | İnsan gibi mümkin, fâni, bekà-yı nev'ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzî, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise muhtaç ve müştak mahlûklar için ... | |
Tecezzi | Parçalara ayrılma | Bu kâinat, o sırla, değil yalnız tecezzî kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, inkısam ve iştiraki ve tecezzîsi imkânsız ve müteaddit elleri kabul etmez bir küllî hükmüne geçtiğinden,... | |
Cim-Ze-Ra (2) | |||
Cezair | Adalar | Sen Cenab-ı Hakk 'ın masnuatında tefekkür ettiğin zaman, kendini bir Japon veyahut Cezair-i Bahr-i Muhit'ten birisi farzeden bir Osmanlı Müslüman gibi tefekkür et ki; | |
Cezire | (Yarım)ada | Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar. | |
Cim-Ze-Ayn (1) | + | ||
Cez'a/Ceza | Sabırsızlıktan üzülme | Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cez'a iltica etmemek elzemdir. | |
Cim-Ze-Fe (1) | |||
Mücazefe | Aldatma; tartmadan satma | Şu âyet haktır, akla münâfi olamaz, hakikattir. Mücâzefe, mübalâğa, içinde bulunamaz. | |
Cim-Ze-Lam (2) | |||
Cezalet | Sözün muhkem ve fasih olması | Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâğat-i edâdan alacaktır. | |
Cezil | Bol; bozuk olmayan ifade | İlm-i nâfidir, yazılır ecr-i cezîl, tâ kıyamet bîkeder. | |
Cim-Ze-Mim (2) | |||
Cazim (Cazime) | Cezm ile okutan; cezmeden | Huruf-u câzimeden olan لَمْ istikbalden mâzi derelerine fırlatıyor. | |
Cezm/Cezim | Kesin karar, azim; harfte sükun işareti | ...bu küçük sûrenin üç âyetinden sülüs ve tamamında otuz cüz Kur'ân'a, hattâ her harfinde bir sûreye işaret ve delâlet mevcut olduğunu cezmettim. | |
Cim-Ze-Ye (4) | + | ||
Ceza | Karşılık | + | Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. |
Cizye | Gayr-ı müslüm vergisi | + | Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. |
Mücazat | Ceza, karşılık | Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir. | |
Tecziye | Cezalandırmak | Hem meselâ, adaletperver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır. | |
Cim-Sin-Dal (4) | + | ||
Cesed/Ceset | Vücud, beden | + | Lâfz, mânâ zararına kalınlaşır. Ruh, cesed hesabına zayıflaşır. |
Ecsad | Cesetler | Ecsâdın def'aten inşasının misâli ise: | |
Mütecessid | Cesetleşmiş | Memnu heykel, ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim veya bir riyâ-yı mütecessiddir. | |
Tecessüd | Cesede bürünmek | Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir. | |
Cim-Sin-Ra (3) | |||
Cesaret | Korkaklık zıttı | Fakat Risale-i Nur dairesine girenler, şahsî cesaretlerini kıymetleştirmek için, sarsılmaz bir sebat ve metanete ve ihvanlarının tesanüdüne cidden çalışmaya sarf edip, o cam parçası hükmünde şahsî cesaretini, hakikatperestlik sıddıkiyetindeki fedakârlık elmasına çevirmek gerektir. | |
Cesur | Korkak olmayan | Meselâ iki kardeş var. Birisi cesur, kendine güvenir; diğeri hamiyetli, milliyetperverdir. | |
İctisar | Cesaret etme | Şu tulûatımı arza ictisâr ediyorum: | |
Cim-Sin-Sin (4) | + | ||
Casus | Gizli ajan | Risale-i Nur'un intişarına karşı gelen bütün düşman ve casuslara mukabil bir tek fare çıktı, plânlarını zîr ü zeber etti. | |
Cessas | Gizlice araştıran | ...on sene koca Isparta vilâyetinin hassas ve cessas memurlarına böyle teşkilât sezdirmeyen bu adamdan, ... | |
Mütecessis | Gizlice araştıran | Yahut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde derc edilen şu nazik letâif ve mâneviyat ve şu hassas âzâ ve âlât ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi, şu hayat-ı fâniyede nefs-i rezilenin, hevesât-ı süfliyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır? | |
Tecessüs | Araştırma | Muzahrafat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semâyı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edepsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvâb-ı semâdan o şahaplarla red ve tarddır. | |
Cim-Sin-Mim (10) | + | ||
Cesamet | Büyüklük, irilik | Sonra, küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları telif edip, kıyamette seyyar dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan o sehab parçalarından, âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. | |
Cesim | İri | Ve şu hikmete binaen, elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. | |
Cisim | Nesne | + | Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. |
Cismani | Cisimle ilgili | Evet, Cennet, bütün lezâiz-i mâneviyeye medar olduğu gibi, bütün lezâiz-i cismaniyeye de medardır. | |
Ecsam | (Seyyar) cisimler | Bazı rivâyâtın işârâtıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarâta kadar, bir kısım melâikenin merâkibidirler. | |
Mücessem (Mücesseme) | Cisimleşmiş, görünür hale gelmiş | Kalb ise, şu herbiri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, bu i'câzın ulüvv-ü nazmından okuyor. | |
Mücessime | Allah'ı -haşa- insan suretinde gören batıl görüş | ...Mûtezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyetten intâc eden mesâil-i diniyedeki istibdad-ı ilmîdir ve nefsü'l-emirde mukayyed olan şeyde ıtlaktır. | |
Mütecessim | Cisimleşmiş, görünür hale gelmiş | Memnu heykel, ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim veya bir riyâ-yı mütecessiddir. | |
Tecessüm | Cisimleşme, görünür hale gelme | Din-i İsevînin hakikîsini esas tutan İsevî ruhanîlerin cemaati ve onlara karşı dinsizliği tervice başlayan cemaat tecessüm etseler, bir minare yüksekliğinde bir insanın yanında, bir çocuk kadar da olamaz. | |
Tecsim | Cisimleştirme | Hatta, eğer bir dimağ büyütülse, maânî tecsim edilir ise, şu fırak sinematografvârî o dimağda temessül ettiği görülecektir. | |
Cim-Ayn-Lam (2) | + | ||
Cail | Getiren | + | ...insanın ahvâli, vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır ve ne de fıtratın icabıdır; ancak bir câilin ca'li iledir. |
Ca'l/Cal | Getirme | ...insanın ahvâli, vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır ve ne de fıtratın icabıdır; ancak bir câilin ca'li iledir. | |
Cim-Fe-Ra (1) | |||
Cifr/Cifir | Cifir ilmi | Şu remizlerin esası, ilm-i cifrin mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur'âniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur. | |
Cim-Fe-Nun (1) | + | ||
Cefne | Tekne | Elini kaldırdı; o cefne (yani tekne) lebâleb dolu kaldı. | |
Cim-Fe-Vav (1) | + | ||
Cefa | Zahmet | Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fenâ-ender hebâdır, bil. | |
Cim-Lam-Be (2) | + | ||
Calib | Çağıran, getiren | Gecelerde, sabaha kadar câlib-i dikkat bir hal-i hâşiâne ile ubudiyette bulunurlar. | |
Celb/Celp | Getirtmek, (üzerine) çekmek | İşte, beşerin, san'at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. | |
Cim-Lam-Dal (5) | + | ||
Celadet | Kuvvetlilik | Bu mesleğe göre, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâma değil, belki Azrail'in bir avânesinin misalî cesedine, fıtrî celâletine ve hulkî celâdetine ve Cenâb-ı Hakkın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşk etmek gayet makuldür. | |
Cellad/Cellat | Öldürme görevlisi | Siz de, لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى olan mücâhid-i âlicenabı o cellâd-ı sehhara gönderiniz. | |
Cild/Cilt | Deri; kitap kabı | ...zîhayatın yediği gayet muhtelifü'l-cins taamlardan o zîhayata bir lâhm-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san'atlar, Zât-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebedin sikke-i hassasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklit edilmez bir turrasıdır. | |
Mücelled | Ciltli kitap | Şu Birinci Nurun hakikatini misallerle tavzih etsek, birkaç mücelled lâzım. | |
Tecellüd | Yiğit görünme | Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet—eyvah!—nihayet miskinlikte karar kıldı. | |
Cim-Lam-Sin (4) | + | ||
Celse | Oturum | ...iddianameye karşı verdiğim itiraznamem ve son celse-i muhakemede esasa dair beş umdeyi hâvi tahriri takdim ettiğim ikinci itiraznamem... | |
Cülus | Tahta çıkma merasimi ve hediyesi | Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. | |
Mecalis | Meclisler | + | Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını, belki, zaman-ı istikbale inkılâp eden binler mecâlis-i münevvere ve mecma-i ahbap, binler menazır-ı nuraniye gördüm. |
Meclis | Oturulan toplantı (yeri) | Bâhusus, bu mücâhidîn kumandanlar ve Büyük Meclis taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek; ikisi de zarardır. | |
Cim-Lam-Lam (5) | + | ||
Celal | Yücelik | + | Ey Kadîr-i Hakîm, ey Rahmân-ı Rahîm, ey Sâdıku'l-Va'di'l-Kerîm, ey izzet ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl, |
Celil | Yüce | ...fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. "Ne diyorsunuz?" de. Elbette "Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr" dediklerini işiteceksin. | |
Celle (Celaluh) | (Şanı) yüce olsun | O ise Cevâd-ı Mutlak Celle Celâlühûnun merhameti, cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu geri alsın. | |
Ecell | En üstün | Ve o emârâtı görünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur. | |
Mecelle | Mecmua | Kur'ân'ın telkin ve Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) tebliğ ettiği esâsâttan mükemmel bir ahlâk mecellesi vücut bulur. | |
Cim-Lam-Vav (10) | + | ||
Celi | Parlak | Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı talim eden Cenâb-ı Hakka kasem ederim ki, o Beşîr ve Nezîrin (a.s.m.) basar ve basîreti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir; | |
Cila | Parlatıcı | ...şu kesif, câmid âlemi, zerrâtın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor, güya lâtif bir âleme gitmek için ziynetlendiriyor. | |
Cilve | Belirti, eseriyle kendini belli etme | İsm-i Hayyın cilve-i âzamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şulelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor. | |
Ecla | Çok parlak, çok güzel | Elbette ham cam ve câmid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için, en âlâ cam ve en eclâ cemed alınır. | |
İncila | Parlama, cilalanma | Âfitâbın nuru zâildir, bu nur emân verir,/Subh-u mahşerde uyûn-u mü'minîne incilâ. | |
Mücella | Parlak, cilalı | Vicdandaki tecellî aynen böyle cilvedir ki incizap ve cezbe iki musaffâ cânı, İki mücellâ camdır. | |
Münceli | Parlayan | Cennet ise, esasatıyla beraber ebedî ve muhkem bir şekilde tecellî eder ve müncelî olur. | |
Mütecelli | Görünen, kendini gösteren | Esmâ-i mütecelliye-i İlâhiyenin definelerindeki cevherleri, cihazat-ı mâneviyelerinin mizanlarıyla tartıp bilmek makamında, tenzih ve takdis ve medih vazifesine başladılar. | |
Tecella | Görünme | İlhâmımı mestetti tecellâ-yı cemâlin; | |
Tecelli | Görünme | Belki hikmeten daha acip ve intizamca daha garip bir surette, hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecelli ediyor. | |
Cim-Mim-Dal (7) | + | ||
Cemadat | Cansızlar | Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. | |
Camid (Camide) | Cansız, donuk | + | ... müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. |
Cemaziyelevvel/Cemaziyelevvelahir (aslı cemadiyelevvel/cemadiyelahir) | Kameri 5./6. ay | Size Cemaziye'l-Âhir ayında vuku bulan bir hâdise-i semâviye münasebetiyle bir mesele beyan edeceğim. | |
Cemed | Buz | Elbette ham cam ve câmid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için, en âlâ cam ve en eclâ cemed alınır. | |
Cumudiyet | Donukluk, katılık | Hem ekmek ve yoğurt gibi esbab-ı zâhiriyenin besatetleri ve mahdudiyetleri ve inhisarları ve bir zabt altında bulunmaları ve bazılarının yalnız araziyetleri (yani mana, hakikat ve cevher değil, belki yalnız kabuk, dışyüz ve suret olmaları) ve zatında zaafları ve ölülükleri ve cumudiyetleri ve bilmüşahede şuursuzlukları ve iradesizlikleriyle beraber; | |
İncimad | Donma | Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. | |
Tecemmüd | Donmak, katılaşmak | Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. | |
Cim-Mim-Sin (1) | |||
Camus | Su sığırı, manda | Yirmi camus birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir hercümerce sebebiyet verdiği malûm. | |
Cim-Mim-Ayn (16) | + | ||
Camia | Topluluk; çok yönlü; üniversite | Şu iki âyet-i câmianın ifade ettiği vücub ve vahdâniyet-i İlâhiye ve evsâf ve şuûnât-ı Rabbâniyeye, âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın vech-i delâletlerini, mücmel ve kısa bir surette beyanlarını isteriz. | |
Cami | Toplayan, ibadet yeri; Allah'ın ismi | + | Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Isparta'daki Askeri
Birlikler İçin İnşa Olunan Cami-i Şerifin Temeline İlk Harcı Koyarken |
Cem' | Toplama; çoğul; halk | + | Birbirine zıt olan bu şeyleri cem etmekle derece-i azametini bir derece göstermiştir. |
Cemi' | Hepsi, tümü | + | Buna delil; cemî'-i edyân-ı semâviyenin icmaıdır. |
Cemiyet | Toplum, kurum | ...Denizli Mahkemesi, yine dokuz ay cemiyetçilik ve tarikatçılık gibi birkaç bahaneyle, yirmi senelik bütün mektubat ve telifatlarını inceden inceye tetkikle beraber,... | |
Cemaat | İnsan topluluğu | Hususan, ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve Şah-ı Velâyet biliyorlar. | |
Cevami | Toplu şeyler | İşte bu kısacık hadisin câmiiyetine, sair cevâmiü'l-kelim olan hadisler kıyas edilsin. | |
Cuma/Cumuah | Namaz günü | + | ...Denizli'de vekillerin eliyle alınması hengâmlarında yine aynen leyle-i Miraca ve leyle-i Regaibe tevafuk ederek aynen onlar gibi Cuma gecesinde kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi,... |
Ecmain/Ecmaun | Cümlesi | + | ...ashâb-ı Resulullah rıdvanullahi aleyhim ecmâin hazeratının şahsiyet-i maneviyesinin küçük bir cilvesinin gölgesini temsil eden Mübarekler Heyetinin iki âzâsının yüksek iltifatlarına mazhar etmiştir ki, ... |
İcma | Fikir birliği | Enbiyaların (aleyhimüsselâm) icmâı, nasıl ki vücud ve vahdâniyet-i İlâhiyeye gayet kuvvetli bir delildir;... | |
İctima/İçtima (İctimai, İctimaiyyat) | Toplanma/toplumsal/toplumbilim | Evet, nur gibi köşelerinde ve mekatı'larında ictimâ edip zülâl-i belâğat fışkırıyor. | |
Mecma | Toplanma, birleşme yeri | + | Salât-ı Kübrâdan çekilmem, Mecma-ı Ekberden çekinmem. |
Mecmu | Toplanmış hal | + | Bahusus mecmu-u harekâtının imtizacından ciddiyet, hakkıyet şu'le-i cevvale gibi; ve in'ikasatından ve muvâzenatından sıdk ve isabet berk-i lâmi' gibi tezahür ve tecelli ediyor. |
Mecmua | Dergi, toplanmış eser | Her kısmın fihristesi, yani, Sözler kısmının fihristesi Sözler mecmuasında bulunduğundan, Mektubat ve Lem'alar'ın da kendilerine âit fihristeleri o mecmuaların âhirlerine ilhâk edildiğinden burada yazılmadı. | |
Müctemi | Toplanmış | + | Bu on işaretin ekserîsi, ekser âyetlerde müctemian beraber bulunup hakikî bir nakş-ı i'câzî teşkil ederler. |
Tecemmu' | Toplanma | Ve neticesinde ve meyvesinde, yine bütün o zîhayatın mânâsı süzülüp onda tecemmu eder, tarihçe-i hayatını ona bırakır. | |
Cim-Mim-Lam (10) | + | ||
Cemal | Güzellik | + | Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. |
Cemel | Deve | + | Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. |
Cemil | Güzel | + | Belki bütün san'atlar, bütün esmâsı kudsiyye ve cemile olan Cemîl-i Mutlak Zât-ı Zülcelâlin müteceddid san'atları, mütehavvil nakışları, müteharrik aynaları, müteakip sikkeleri, mütebeddil hâtemleri olduklarını gösteriyorlar. |
Cümel | Cümleler | ...kemâl-i selâset ve cezâlet ve şâyân-ı gıbta ve hayret, dirayeti müştemil ve cami ve cümel ve fıkarât ism-i Bedî' ve Hakîmin bir cilve-i hâssa ve mümtazesidir, dersem binden bir hakkını bile vermiş olamam. | |
Cümle (Bilcümle) | Anlamlı kelimeler topluluğu; hepsi | + | Size gönderdiğimiz Hizbü'l-Ekberi'l-Kur'ânî'nin başında yazılan ünvan içinde bir cümle noksan kalmış. |
Ecmel | En/daha güzel | ...mecmu-u kâinattan, yıldızlardan tut, tâ nebâtat, hayvânat, maâdin, tâ cüz'iyat ve efrada ve zerrelere kadar görünen intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmel, o ferdiyete, o vahdete hiçbir cihetle şüphe getirmez bir şahid-i âdil, bir burhan-ı bâhirdir. | |
İcmal | Kısaltma | İcmal, bazan tafsilden daha vâzıh olur. | |
Mücemmil | Güzel yaratan Allah | ...Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsin, Mün'im, Mücemmil, Mufaddılın vücub-u vücudunu ve vahdetini ve cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir. | |
Mücmel | Kısa, topluca | Mücmel olsun ki, lüzumlu olmayan tafsilden nefret etmesinler. | |
Tecemmül | Güzelleşme | İşte, ehl-i izzet ve tefahur olan kavm-i Arabın tabiatlarındaki meylü'r-râic saikasıyla müsabaka ederek, o kâsid kizbi terk edip ve râic sıdk ile tecemmül ederek adaletlerini âleme kabul ettirmişlerdir. | |
Cim-Mim-Mim (1) | + | ||
Cem | Halk; pek çok | + | Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan'ın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin nefiy ve ittifakı sukut eder. |
Cim-Mim-He-Ra (2) | |||
Cemahir | Cumhurlar | İnşaallahü Teâlâ, cemâhir-i müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. | |
Cumhur (Cumhuriyet) | Çoğunluk (yönetimi) | Kur'ân'ı inzal etmekten maksat, cumhur-u nâsı irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. | |
Cim-Nun-Be (8) | + | ||
Canib/Canip | Yön | + | Halbuki Vâcibü'l-Vücudun canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu meseleye temaşa etmek gerektir. |
Cenab | Büyüklük ifadesi | Uluvv-ü cenâb, uluvv-ü himmet bunlardadır. | |
Cenb | Taraf | + | Ve bu vicdanın mevkii ise, insanın iki cenbi (yani) ortasında, göğsünün altında, midesinin başı üstündedir. |
Cenub | Güney | Denizin orta ve cenubu tarafından yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sahile çıkardı. | |
Ecanib | Yabancılar | Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir. | |
Ecnebi | Başka milletten, yabancı | Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. | |
İctinab/İçtinab | Sakınmak, uzak olmak | Onu ihsas eden hâlâttan şiddetle ictinap ediyoruz. | |
Tecennüb/Tecennüp | Sakınma | Yeni Said niçin bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor? | |
Cim-Nun-Ha (2) | + | ||
Cenah | Taraf, kanat | + | Divane bir kumandan gibi yapma ki, sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düşman ednâ bir kuvvetle merkezi harap eder. |
Ecniha | Taraflar, kanatlar | Nasıl ki, Yirmi Beşinci Sözde beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi'l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor. | |
Cim-Nun-Dal (2) | + | ||
Cünd | Ordu, asker | + | Melâike-i İlâhî, bir ümmet-i azîme, hem bir cünd-ü Sübhânî,... |
Cünud | Askerler | Öyle de, vahşîden çok vahşi olan ehl-i dalâletin, cünûd-u semâvât ve arza mâlik olan Sultan-ı Ezel ve Ebedin muhteşem kışlası olan şu kâinata ve Mabûd-u Ezelînin mescid-i kebîri olan şu âleme girdikleri vakit,... | |
Cim-Nun-Dal-Be (1) | |||
Cündüb | Çekirge | Musibet geldikçe bana bağırıyorlar. Tatlı yendikçe Cündüb çağrılıyor. (Müellif) | |
Cim-Nun-Sin (4) | |||
Cinas | Birçok manaya gelebilen söz | Fenn-i bedîa ait olan cinaslar ve sanat-ı lafziye gibi fenn-i bedî' nakışları şart-ı makbuliyeti, adem-i kasddır. | |
Cins (Cinsiyye) | Tür | Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. | |
Ecnas | Cinsler | Lisan-ı şer'îde, o ecnâs-ı muhtelifeye "melâike ve ruhaniyat" tesmiye edilir. | |
Mücanis | Aynı cinsten | Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. | |
Cim-Nun-Nun (10) | + | ||
Cân/Can | Cinler | + | ...makamı ve revacı, bi'l-hadsi's-sadık makbul-ü melek ve ins ve cân bir kitab-ı semavîdir. |
Cenan (Cenani) | Kalp (ile ilgili) | Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenanî, o demiri parçalar. | |
Cenin | Rahimdeki çocuk | Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkit suretinde, Mugayyebât-ı Hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı mâderdeki cenînin keyfiyetine itiraz edilmiş. | |
Cennet | Ahiret bahçesi | + | O kadar büyük ve hâli bir Cennet neye yarar? |
Cinn | Görülmeyen varlık | + | Yani, Kur'ân'dan tereşşuh etmeyen ve Kur'ân'ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur'ân'ı tanzir edemez demektir. Hem edememiş ki, gösterilmiyor. |
Cinan | Bahçeler, cennetler | ...meyvesi bihakkalyakîn rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân; makamı ve revacı, bi'l-hadsi's-sadık makbul-ü melek ve ins ve cân bir kitab-ı semavîdir. | |
Cinnet | Delilik | + | Bakar ki, vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. |
Cünun | Delilik | Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun! | |
Ecinni | Cinler | Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnîleri ihtidâ için Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnîlerin geldiklerini haber verdi. | |
Mecnun | Deli | + | İşte, muvakkat veya daimî meczup olduklarından, mânen "mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar. |
Cim-Nun-Ye (2) | + | ||
Cani | Katil, suçlu | Bir sivrisinek öldürüyor o şâh-ı cihânı,/Atmıştı Halil'i âteşe çünkü o canî. | |
Cinayet | Katl, günah | İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasına değil, belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirâne tecavüzünün dehşetine karşı,... | |
Cim-He-Dal (6) | + | ||
Cehd | Gayret | + | Hem kendini o bozuk cemiyete ve kimselere kaptırmıyor; bilakis Risale-i Nur'u neşrederek imanî esasların zayıflaması neticesi olarak bozulan o cemiyeti ikna ve ıslah etmek cehdine sahip oluyor. |
Cihad/Cihat | Allah yolunca gayret, savaş | + | Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. |
İctihad/İçtihad/İçtihat | Hüküm çıkarma | Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. | |
Mücahede | Savaşma | Mücahede cephesinde bazı zaiflerin geri çekilmesi cesurlarda daha ziyade kahramanlık damarını tahrik ettiği gibi, Nur fedakârları, vehhamların çekilmesiyle daha ziyade gayret ve sebata, belki şevkle daha ziyade çalışmaya sebep olmak gerektir. | |
Mücahid | Cihad eden | + | Demek ki, iman ve Kur'ân uğrunda candan ve cihandan geçen mücahidlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. |
Müctehid/Müçtehid | İctihad eden | ...benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler. | |
Cim-He-Ra (1) | + | ||
Cehr (Cehri) | Açık(tan) | + | Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir. |
Cim-He-Ze (3) | + | ||
Cihaz (Cihazat) | Alet | Âleme tecellî eden esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin bütün tecelliyâtının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. | |
Mücehhez | Donatılmış | Risalet ve İslâmiyetle mücehhez olan hakikat-ı Muhammediyedir ki, risalet noktasında en muazzam icmâ ve en vâsi tevatür sırrını ihtiva eden mecmû-u enbiyânın şehadetini tazammun eder. | |
Techiz/Teçhiz | Donatma | Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat ve mânevî cihazatla techiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan için,... | |
Cim-He-Lam (8) | + | ||
Cahil (Cahiliyye) | Bilmeyen (cahillik dönemi) | + | Ve senin gibi âciz, câmid, câhil esbabla mı? |
Cehl/Cehil | Cehalet | Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar | |
Cehalet | Bilmezlik | + | İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın, dinde hissesi, beytü'l-ankebut gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür. |
Cehul | Çok cahil | + | Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için, sıga-i mübalâğa ile, "cehûl"dür. |
Echel | Daha (en) cahil | İşte, şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa, nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır. | |
Mechul/Meçhul | Bilinmeyen | Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul. | |
Tecahül | Bilmezlikten gelme | Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya birşey yokmuş gibi tecâhül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyvelerini yemeye başladı. | |
Techil | Cahilliğini ortaya koyma | Menfaati mazarattan tefrik edemedikleri için techil edilmişlerdir. | |
Cim-He-Nun-Mim (1) | + | ||
Cehennem | Azap yeri | + | Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü'l-Firdevste mes'ut kıl! Âmin, âmin, âmin. |
Cim-Vav-Be (6) | + | ||
Cevap/Cevab | Yanıt | + | Elcevap: İfrâta varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharrîye dâîdir, ciddiyete vesiledir. |
Ecvibe | Cevaplar | Üçüncüsü, unsur-u akide ile ecvibe-i Japoniye beyanındadır. | |
İcabet | Cevap (karşılık) verme | Öyle suret-i hakîmâne, basîrâne, rahîmânede verir ve icabet eder ki, şüphe bırakmaz, o terbiye ve tedbir öyle Semî' ve Basîre mahsus, öyle bir Kerîm ve Rahîme hastır. | |
İsticvab | Sorgulama | Derhal divan-ı harp kurulunda isticvab edilsin. | |
Mucib | Cevap veren, muhatap; Esma | + | Matluba olan is'af ise, Mucîbin hikmetine tâbidir. |
Tecavüb | Cevaplaşma | Biri, kâinatın heyet-i mecmuasındaki teâvün, tesanüd, teânuk, tecâvübden tezahür eden sikke-i kübrâ-yı Ulûhiyettir ki, Bismillâh ona bakıyor. | |
Cim-Vav-Dal (2) | + | ||
Cevvad | Cömert (Esma) | Hem öyle bir cevvâd-ı melike lâyık ve öyle mutî ahaliye şayeste ve öyle edepli misafirlere münasip ve öyle yüksek bir kasra şayan bir surette ikram etti. | |
Cud | Cömertlik | İcad-ı eşyada müşevveşiyeti iktiza eden ve intizamsızlığa sebep olan nihayetsiz sehâvet ve bir cûd-u mutlak, gayet derecede bir insicam ve intizam içinde görünüyor. | |
Cim-Vav-Ra (4) | + | ||
Civar | Yakın yer | Dört sene evvel Erzincan'da ve İzmir civarında vukua gelen hareket-i arz olmuştur. | |
Mücavir | Komşu; Haremeyde oturan | ... iki gün evvel de aslen Buharalı ve Medine-i Münevvere'de mücavir ve Mısır'da büyük âlimlerle ve hususan eski Şeyhül-islâmımız ve Dârü'l-Hikmette benim arkadaşım Mustafa Sabri Efendiyle alâkadar ve bu tarafa geleceğine dair onlarla görüşen ve bir derece onların namına mühim bir âlim yanıma geldi. | |
Mücaveret | Komşuluk, yakınlık | Nasıl ki, şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var. | |
Mütecavir (Mütecavire) | Yakındakiler | + | ...tâ ki şua-ı elektrikiye gibi olan askerlik, o aşair-i muhtelife-i mütecavire meyanında bir münasebet-i kimyeviye gibi peyda ederek ... |
Cim-Vav-Ze (8) | + | ||
Caiz | Dinen uygun | Halbuki bunlar birbirlerine zıt olduklarından, içtimaları caiz değildir. | |
Cevaz | Dini izin | ...fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlâsla, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. | |
Ceviz | Bir ağaç | Hem nasıl ki dağları tartacak derecede gayet büyük ve tam hassas bir teraziye iki müsavî ceviz konulsa, bir küçük çekirdek bir cevize ilâve edilse, terazinin bir gözü dağ başına, bir gözü de derin dereye indirmesi kolaylığı derecesinde, o iki ceviz yerine iki müsâvi dağ mîzanın iki gözüne konulsa, birisine bir ceviz ilâvesiyle bir dağı göklere kaldırır, bir dağı derelere indirir. | |
İcazet | İzin, diploma | Ben de herbirinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine icazet-i ilmiyeyi verdikleri misilli icazet veriyorum. | |
Mecaz | Gerçek anlamı dışında kullanılan söz | Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp eder, hurâfata kapı açar. | |
Mütecaviz | Sınırı aşan | ...hadsiz ve câmid ve cahil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır esbab-ı tabiiyenin karmakarışık ellerine—hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima ve ihtilâtla o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde—... | |
Tecavüz | Sınırı aşma, hakka girme | Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder. | |
Tecviz | İzin verme | Amma şeytanın talebesi olan nefs-i emmâre, cismin küçüklüğünü san'atın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdan sudûrunu tecviz ediyor. | |
Cim-Vav-Ayn (1) | + | ||
Cu' | Açlık | + | İbrahim Hakkı, "Cû' İsm-i Âzamdır" demesinin muradını bilmiyorum. |
Cim-Vav-Fe (2) | + | ||
Cevf | İç | + | Bir kısım hayattar ecsam, bir hadis-i şerifte "Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve Cennette gezerler"... |
Tecevvüf | İçi boş olma | Bu bir cilve-i sırr-ı i'câzdır/Ki Kur'ân'dandır, tecevvüf değil. | |
Cim-Vav-Lam (3) | |||
Cevelan | Dolaşma | Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz. | |
Cevval | Hareketli | Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, malûm olan ümmiyetiyle beraber, güya gayr-ı mukayyed olan ruh-u cevvale ile tayy-ı zaman ederek,... | |
Mecal | Güç, imkan | Hattâ akılları gözlerinde olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi mânâ-yı melâikeyi inkâra mecâl bulamamışlar. | |
Cim-Vav-He (1) | |||
Cah | Makam | İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. | |
Cim-Vav-He-Ra (3) | |||
Cevahir | Cevherler | Meselâ, taşları muhtelif cevahirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mizanlı nakışlarla tezyin eden bir ustanın san'atıyla;... | |
Cevher | Öz, esas | İşte, silsile-i hakaik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifham ve ilzama dair birtek cevher-i beyanîsini icmâlen beyan ettik. | |
Mücevher (Mücevherat) | Değerli taş | Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. | |
Cim-Vav-Ye (1) | + | ||
Cevv | Hava (atmosfer), boşluk | + | Cevv berrak, sâfi, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acaip gibi, dağvâri parçalar kendi kendine toplanmıyor. |
Cim-Ye-Be (1) | + | ||
Cep/Ceyb | Elbise cüzdanı | + | Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et: |
Cim-Ye-Şın (1) | |||
Ceyş | Ordu | ...Sâriye'ye işittirip, sevkülceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârâne kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, ... | |
Cim-Ye-Fe (1) | |||
Cife | Kokmuş ceset | Ehâdisinizde dünya tel'in edilmiş, cîfe ismiyle yad edilmiş. | |
Cim-Ye-Lam (1) | |||
Ecyal | Soylar, nesiller | Bak menzilgâh-ı dünyada a'sârnişîn olan ecyâlin sufûfuna hitaben kâinatı zelzeleye getiren şu hutbe-i ezeliyeyi dinle! |
Ha (ح) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Ha-Be-Be (14) | + | ||
Ahbab/Ahbap | Dost | Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. | |
Ehibba | Dostlar | + | Ehibba ve arkadaşlarından hastalığını soranlara, "Çok mükemmel bir ilâç buldum. Doktorlara ilâç parası vermekten elhamdü lillâh kurtuldum. Günden güne iyi oluyorum" diyormuş. |
Habab/Hubab | Su üstündeki kabarcıklar | Aslı Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu'le, Lem'alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemeatı gayet kısa bir surette yazmış; | |
Habbe | Tane, tohum | Bazı habbeleri yedi sünbül vermiş farz etsek, herbir sünbülde yüzer dane olmuşsa, o vakit tek bir habbe, bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. | |
Hap | İlaç tanesi | Bu sayede dalâlete düşmekten, en yüksek medeniyet esaslarını câmi', hak ve hakikat olan dinimden dönüp kızıl ejderin hapı olmak felâketinden kurtuldum. | |
Habib (Habibullah) | Sevgili (Allah'ın en sevdiği Peygamberimiz) | Habib desen onu buldum, .... Ah, firakta çok elem gördüm. | |
Hubb | Sevgi | + | İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer;... |
Hububat | Habbeler, taneler | İstidat lisanıyladır ki, bütün hububat, tohumlar, lisan-ı istidatla Fâtır-ı Hakîme dua ederler ki, "Senin nukuş-u esmânı mufassal göstermek için bize neşvünemâ ver. | |
İstihbab (İstihbabi) | Güzel sayma, güzel kabul etme | Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile, yine ehl-i iman mükelleftir; fakat terkinde azap ve ikab yoktur. | |
Mahbub/Mahbup | Sevgili | Evet, Câmi', pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksud, hakikî mâbud yalnız Odur. | |
Muhabbet (Aslı Mahabbet) | Sevgi | + | Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. |
Muhib | Seven | Kemâl dahi bizzat mahbubdur, sebepsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. | |
Müstehab | Sevilmiş şey; Peygamberimizin bazen yapıp bazen terk ettiği şeyler | Ve ubudiyetteki müstehap olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde, günah olmasa dahi, büyük sevabın zayiatı var. | |
Tahabbüb | Sevgi Besleme | Aşağıdan çıkmalı tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. | |
Ha-Be-Sin (3) | + | ||
Haps/Hapis (Hapishane) | Tutma, alıkoyma (yeri) | Eğer mahpus zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibadet olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler. | |
Mahbes | Hapishane | Yani, âlem-i nur olan Cennetten yıldızlara nur verip, Cehennemden nar ve hararet göndersin; aynı halde, o Cehennemin bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahpes yapsın. | |
Mahpus | Hapse konmuş kişi | Elbette o yeni kardeşlerimiz dahi, Denizli mahpusları gibi, kardeşliğimiz hatırı için, Şaban ve Ramazan hürmetine birbirine küsmemek ve kardeş olup barışmak lâzım ve elzemdir. | |
Ha-Be-Tı (1) | + | ||
Habt | Susturulmak | Kur'ân-ı Kerimin bu ispatlarına karşı kâfirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi, nabızları bile felce uğradı. | |
Ha-Be-Lam (1) | + | ||
Habl (Hablullah) | (Allah'ın) İp(i) | + | Evet, Kur'ân Arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır; câzibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor. |
Ha-Te-Ye (1) | + | ||
Hatta | Üstelik, bile | + (-e kadar anlamında) | Hatta sarf ettiğin vakitte bir hisse de dünyaya çıkarıyorsun ki, namaz içinde dünyanı da düşünüyorsun. |
Ha-Cim-Be (2) | + | ||
Hicab | Utanma; perde | + | Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib'in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine,... |
Mahcub | Utanan, sıkılan | + | Amma Şîa-i Hilâfet ise, Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. |
Ha-Cim-Cim (6) | + | ||
Hacc | Farz seyahat ibadeti; Kur'an'da bir sure | + | Hac ve zekât gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. |
Hacı (Aslı Hâc) | Hacca gitmiş kişi | + | bdurrahman'ın birinci vârisi ve Risale-i Nur'un birinci şakirdi, Büyük Mustafa'nın kapı istikbalinde arkadaşı olan Hacı Osman'ın mektubu ve o mektuptaki rüyaları manidar ve ettiği tâbir de doğrudur. |
Hüccac | Hacılar | Saidu'n-Nursî imzalı "Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat" başlıklı mektupta, "Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri pek musırrâne olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. | |
Hüccet | Büyük delil | + | Bundaki hüccet ise matbu Âyetü'l-Kübrâ Risalesidir. |
İhticac | Delil Gösterme | ...Ankara Ağır Ceza Mahkemesince yaptırılan ehl-i vukuf raporu mahiyet ve münderecatına göre şâyan-ı ihticac ve iltifat görülmemiş... | |
Zilhicce | Son Arabi ay | Günden güne iyi oluyorum" diyormuş. 17 Zilhicce 1353. | |
Ha-Cim-Ra (9) | + | ||
Ahcar | Taşlar | ...dalâletin cezası olarak kavm-i Lût'un başına gelen ahcar-ı semaviyeyi andıran semavî taşlar o tarihlerden sonra geleceğini haber verip tehdit ediyor. | |
Hacer (Hacerül-Esved) | (Kabe'deki) Taş | + | İşte kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâmın haceru'l-esvedi Kâbe-i Mükerremedir. |
Hicr | Sure adı | Hem Yunus, hem Yusuf, hem Ra'd, hem Hicr, hem Şuârâ, hem Kasas, hem Lokman sûrelerinin başlarında bulunan... | |
Hucurat | Sure adı | + | Rumuzat-ı Semaniye |
Hüceyre | Canlı hücresi | Zerrat tarlasından tâ manzume-i şemsiyeye, tâ Samanyolu denilen kehkeşan dairesine ve bir hüceyre-i bedenden tâ zemin mahzenine, ... | |
Hücre | Oda | Bir kısım san'at-ı İlâhiyenin bir nevi küçük müzehanesi şekline getirdiğim hücremin duvarına, o levha-i mübarekeyi dahi tâlik ettim ve karşısında oturdum; derince, müştâkane temâşâya başladım. | |
Mahcur | Malını kullanmaktan men edilmiş | + | Zira sefih mahcurdur. |
Mütehaccir | Taşlaşmış | Memnu heykel, ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim veya bir riyâ-yı mütecessiddir. | |
Tahaccür | Taşlaşma | Güya tahaccür etmiş erkân-ı İslâmiyet avâlimi içinde. | |
Ha-Ce-Ze (1) | + | ||
Hacz/Haciz | El koyma, engellenme | Evet, ticarette bir fels veya on para yerinde bir elmas veya bir altını verse, nasıl sefahetine hüküm ve tasarruftan haczolunur. | |
Ha-Cim-Mim (3) | |||
Hacamat | Kan aldırma | Hem, nakl-i sahih-i kat'î ile, hacamat edip, mübarek kanını Abdullah ibni Zübeyr teberrüken şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş: | |
Haccam | Hacamat yapan | Acaba hararet zamanında vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık bazı mevadd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat belki memur olan sivrisinek ve pireler, fıtrî haccamlar olmasınlar mı? | |
Hacim | Kapladığı alan | Fakat küçücük iki zerreyi bizzat, yani hacimleri itibarıyla içine alamaz. | |
Ha-Dal-Se (12) | + | ||
Ehadis | Hadisler | Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehâdisiye şehadet ediyor. | |
Hades | Abdesti bozan durum | Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. | |
Hadîs/Hadis | Peygamberimizin sözü | + | Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir. |
Hâdis/Hadis | Yeni | Şu camid güneş, şu âciz insan, şu şuursuz röntgen şuâı gibi zînurlar; hâdis, nâkıs ve ârızî oldukları halde, onların nurları, mukabilindeki her şeyi görüp nüfuz ederlerse; elbette vâcib ve muhit ve zatî olan nur-u ilm-i ezelîden hiçbir şey gizlenemez ve haricinde kalamaz. | |
Hadise (Hadisat) | Olay(lar) | Eğer o zamanda o hadise o küffarca kat'î ve vaki bir hadise olmasaydı, şu sözü serrişte ederek gayet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. | |
Havadis | Hadiseler | ...itirazınızı arttırmaktan başka bir işe yaramayan dünya havâdislerini veren radyo başına değil, ayaklarınızdaki bütün derman ve kuvvetinizle Risale-i Nur başına ve onun neticesi emniyet, selâmet ve saadet olan nurânî dairesine koşunuz. | |
Hudus | Sonradan olma; bir kelam delili | Hudûs mesâilini Risale-i Nur'a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz. | |
İhdas | Ortaya koyma | Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. | |
Muhaddes | Allah tarafından kendisine ilham gelen | Ümmetimin içinde muhaddesûn vardır. | |
Muhaddis | Hadis alimi | ...ve ehl-i rivâyet-i sadıka bütün muhaddisînin, pek çok senetlerle ve muhtelif tariklerle vukuunu nakletmesi; | |
Tahaddüs | Meydana gelme | Nur-u iman o elemleri teceddüd-ü emsal ve tahaddüs-ü visâl ümidiyle izale eder. | |
Tahdis | Anlatma | Onun için sana karşı, tahdis-i nimet nev'inden, ikimizin hizmetimize ait muvaffakiyâtı yazıyorum. | |
Ha-Dal-Dal (5) | + | ||
Hadd | Sınır | Ve hâkezâ, bütün Sünen-i Seniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer'iyesinde hadd-i istikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinap etmiştir. | |
Hadid | Demir | + | O kadîb-i hadid sahibi, Reis-i Âlem olacak. |
Hudud | Sınırlar | + | Hudud-u kibriyâsı, gayr-ı mütenahi fezâ-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. |
Mahdud/Mahdut | Sınırlı | Tesbihat, ibâdât, gayr-ı mahdud envâlarıyla herşeyde vardır. | |
Tahdid | Sınırlama | Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir. | |
Ha-Dal-Sin (1) | |||
Hads | Delilden neticeye sür'at-i intikal | Belki öyle bir hadse bina ve istinad eder ki, o hads öyle menâbiden kuvvet ve öyle meâdinden ışık alır ki, söndürülmesi, kâinatın söndürülmesidir. | |
Ha-Dal-Kaf (2) | + | ||
Hadeka | Gözün siyah kısmı | Fakat saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir. | |
Hadika | Bahçe | + | Demek, sûrenin başındaki "dağ" kıyametteki dağların haline bakar; ve "bağ" ise âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar. |
Ha-Dal-Vav (1) | + | ||
Tahaddi | Meydan okuma | + | Zira, dokuz dereceye baliğ olan tahaddinin, yani muarazaya dâvet etmenin tâbirleri, tabakaları vardır. |
Ha-Zel-Ra (2) | + | ||
Hazer | Sakınma, dikkat etme | + | Geçen Sözler hakikattir, sakın şaşma, hududundan hazer aşma. |
Mahzur | Çekinilecek şey | + | Şimdi ise Üstadımız hem zaif olduğu halde, ehl-i ilme bir mahzuru olmayan hediyeyi ise hastalıkla alamıyor. |
Ha-Zel-Fe (1) | |||
Hazf/Hazıf | Kesme, atma, kaldırma | Bu hazf, cümleyi teşkil eden "mübteda" ile "haber" arasındaki ittihad öyle bir dereceye varmış ki, sanki "mübteda" hazf olmayıp haberin içerisine girmiş. | |
Ha-Zel-Kaf (2) | |||
Hazakat | Uzmanlık | Bir fende, veyahut kasasta, bir adam esaslarını ve ruh ve ukdelerini ahz ederek müddeâsını ona bina ederse, o fende hazakat ve maharetini gösterir. | |
Hazık | Uzman | Hâzık, mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. | |
Ha-Zel-Vav (1) | |||
Hiza | Aynı sıra | Bu defa istinsahına muvaffak olduğum Yirmi Dokuzuncu Sözü istinsahım esnasında İkinci Esasın "Medarlar" namıyla, "biner mumluk elektrik lâmbaları" hizasına geldiğimde, şöyle bir fikir kalbime geldi. | |
Ha-Ra-Be (4) | + | ||
Harb/Harp | Savaş | + | Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz. |
Mihrab/Mihrap | Namaz kıldırma yeri | + | Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ı kemâlidir. |
Muharebe | Savaşma, savaş | Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? | |
Muharib | Savaşan | Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz? | |
Ha-Ra-Se (1) | |||
Hars | Kültür (Bu kelimeye bu anlam ilk olarak Ziya Gökalp tarafından atfedilmiştir) | + (Ekin anlamında) | Müslümanlık bu akvam arasında bir hars ve bir medeniyet vücuda getirmiştir. |
Ha-Ra-Cim (1) | + | ||
Harec | Zorluk | + | Madem ki, dinde harec yoktur; madem ki dört mezheb haktır; öyleyse, istiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü'yet-i hüsn-ü amele müreccahtır. |
Ha-Ra-Ra (7) | + | ||
Ahrar | Hürler; Hürriyetçiler | Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. | |
Hararet | Isı | Nazariyat-ı hikemiyece sabit olduğu vecihle, arzın merkezinde, harareti iki yüz bin dereceye baliğ bir ateş vardır. Çünkü, her otuz üç zıra' derinliğinde, tahminen bir derece hararet artar. | |
Hür | Özgür | + | İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. |
Hürriyet | Özgürlük | Bizde olan istibdat, Asya'nın hürriyetine zulmanî bir set çekmişti. | |
Muharrir | Yazar, yazan | İ'lem ey hitabet-i umumiye sıfatıyla gazete lisanıyla konferans veren muharrir! | |
Muharrer | Yazılmış | Nurları âlemi tenvir eden, kıt'ası küçük ve kıymeti pek büyük ve ulvî ve azîmü'l-meâl ve bizzat hatt-ı ekremîleriyle muharrer elmas risalelerini istinsah ve Yirmi İkinci Nur deryasına dalıyorum. | |
Tahrir | Yazma | + (azat etme anlamında) | Sanki âyâtın Hüdâ nur ile tahrir eylemiş. |
Ha-Ra-Ze (4) | |||
Hırz | Sığınılacak yer | Telifatınızın ikmaline hırz-ı can ile dua etmekteyim. | |
İhraz | Kazanma, erişme | Kur'ân-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir. | |
İhtiraz | Sakınma | Elbette kuyud-u ihtiraziyesi bulunacak. | |
Muhteriz | Sığınan | İki dilenci: biri musırr-ı muhteris, biri müstağnî-i muhteriz. | |
Ha-Ra-Sad (4) | + | ||
Haris | Hırslı | + | Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. |
Hırs | Açgözlülük | İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir: | |
İhtiras | Aşırı istek | Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, (...) milletinin ihtiras ve menfaatini, İslâmiyetin menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. | |
Muhteris | İhtiraslı | Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder. | |
Ha-Re-Fe (10) | + | ||
Harf | Sesleri gösteren işaret | + (taraf anlamında) | Harf, gayrın mânâsını izah için bir âlet, bir hâdim olduğu gibi, şu mevcudat da Esmâ-i Hüsnânın tecelliyatını izhar, ifham, izah için birtakım İlâhî mektuplardır ki, içlerinde yazılı delâil, berâhin, havârık, mu'cize-i kudrettir. |
Harfiyen/Harfiyyen | Harfi harfine, değişiklik yapmadan | Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref' ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. | |
Herif | Adi adam | ...bu zındık ve muannid ve mütemerrid ve ölen herifin ruh-u habîsi olan zındığın yazdığı ve zâhiren Müslümanlara Türkçülük lehinde, fakat hakikatte Kur'âniye ve Peygamber'in (a.s.m.) azamet ve haşmet-i mâneviyelerini kırmak ve hiçe indirmek ve âdileştirmek niyetiyle yazılan bu matbu eserde,... | |
Huruf | Harfler | Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki başkasının Zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. | |
İnhiraf | Sapma | İnşaallah, Vehhâbîlerin tahribatını tamire sebep oldukları gibi, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten Zeydîlerin inhirafları dahi istikamet kesb edip, Ehl-i Sünnete iltihak edip imtizaç edecekler. | |
Muharref | Kalem karıştırılmış | Yoksa, ahkâmı mensuh olduğu gibi, kasası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir. | |
Muharrif | Bozan | Çünkü müfessir, müellif, mütercim, muharrif; üsluplarını, kisvelerini âyâtın kisvesiyle iltibas ettiremezler. | |
Münharif | Sapan | Bizdekilerde hutut-u efkâr telâki için mütemayilen imtidada bedel, münharifen gittiğinden, nokta-i telâki vatanda, belki kürede görülmüyor. | |
Taharrüf | Sapma | Tesellîye ermemiş elinde kalem, Eder arz-ı dîdar, taharrüf değil. | |
Tahrif | Bozma, kalem karıştırma | Tahrif olmalarına binaen, beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. | |
Ha-Ra-Kaf (5) | + | ||
Harik | Yangın | + | ...ifadesi gibi hem İstanbul'un iki harîk-ı kebîri, hem Harb-i Umumînin dehşetli yangınını Cehennem azabı gibi o fitnenin bir cezasıdır diye işaret eder. |
Hark | Yanma | Ezcümle, çocuk doğurmaktan gelen hastalıkların ve karın sancısıyla, gark ve hark ve tâun ile vefat eden şehid-i mânevî olduğu gibi, çok mübarek hastalıklar var ki, velâyet derecesini ölümle kazandırır. | |
İhrak | Yakma | Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. | |
İhtirak | Yanma | Çünkü imtizaç bir nevi ihtiraktır. | |
Muhrik | Yakan, yakıcı | Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. | |
Ha-Ra-Kef (8) | + | ||
Hareke | Kur'an harflerini okutan işaret | Zira hareke üçtür. | |
Hareket | Konum değiştirme | En büyük hareketi, hareketsizliğidir. | |
Mahrek | Yörünge | ... bütün ihtilâlât ve fesadın asıl ve madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin mahrek ve menbaı, tek iki kelimedir. | |
Mihrak | Hareket merkezi | Yani, bütün âleme tecellî eden esmânın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir camiiyetle Zât-ı Ehad-i Samede âyineliktir. | |
Muharrik | Harekete geçiren, etmen | Bilcümle ihtilâlât, bütün herc ü fesâdat, hem asıl, hem madeni, rezâil ve seyyiat, bütün fâsit hasletler, muharrik ve menbaı iki kelimedir tek, yahut iki kelâmdır. | |
Müteharrik | Hareketli | Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. | |
Taharrük | Harekete geçme | Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcutları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir; ve taharrük ise, bir tekellümdür. | |
Tahrik | Harekete geçirme | Meselâ, bir kumandan arş emriyle bir neferi tahrik, bir orduyu tahrik eder. | |
Ha-Ra-Mim (12) | + | ||
Haram | Yasak, günah | + | Zaruret su-i ihtiyardan gelse, kat'iyen doğru değildir; haramı helâl etmez. |
Harem (Haremlik) | Kabe ve çevresi; bir erkeğin karısı; evin ev halkına/kadınlara ait kısmı | Risale-i Nur şakirtlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zât, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi, demiş zevcine: "İhtiyacımız şedittir." | |
Haremeyn | Mekke ve Medine mescidleri | Hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un, Haremeyn-i Şerifeynce makbuliyetine bir alâmet şudur ki: | |
Harim | Özel bölge | ...Resâili'n-Nur ve şakirtlerinin meydan-ı mücahede-i mâneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor. | |
Hurmet/Hürmet | Yasaklama, saygı gösterme | Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acip zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. | |
İhram | Hacda bazı şeyleri kendine haram kılma; hacı elbisesi | Yakınlaştıkça bir insan ve sonra üzeri ihramlı yüzü bir parça esmer, başı beyaz ve büyük tülbentle sarılı bir kadın şeklini alarak, gölün ortasında, hemen ineceği zaman derhal oraya bir mermerden minber yapılarak minberin üzerine indi. | |
İhtiram | Hürmet etme | Değil Müslümanlar üstünde mütekebbirâne bir makam-ı ihtiram istemek, belki her vakit nihayetsiz kusurlarımı, hiçliğimi görüp, istiğfarla teselli bulup, halklardan ihtiram değil, dua istiyorum. | |
Mahrem (Zıddı: namahrem) | Evlenilmesi haram kişi; has daireye mahsus | Ehemmiyetli, fakat bir derece mahremdir. | |
Mahrum | Yoksun, nasipsiz | + | Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi? |
Muharrem | İlk hicri ay | + (yasak kılınan anlamında) | ...eğer meddeler ve okunmayan hemzeler sayılmazlarsa, bu seneki Muharrem tarihine, yani bin üç yüz altmış ikiye tamam tevafuk eder. |
Muhterem | Hürmet edilen, hürmete layık | Muhterem din kardeşim, Kırk gündür yatakta sizinle meşgulüm. | |
Tahrim | Haram kılma | Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip; demek hüzn-ü Kur'ânî veya şevk-i tenzilî veren âlet zarar vermez. | |
Ha-Ra-Ye (2) | |||
Müteharri | Araştıran | Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit. | |
Taharri | Araştırma | İfrâta varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharrîye dâîdir, ciddiyete vesiledir. | |
Ha-Ze-Be (2) | + | ||
Ahzab | Hizbler; sure adı | Ulemâü's-sû' ahzâbına şedit bir tokat; | |
Hizb/Hizib/Hizip | Grup; dua parçası; Kur'an'da 5 sayfalık kısım | + | Bu Cuma gününde mühim bir hizb okurken siz hatıra geldiniz. |
Ha-Ze-Nun (4) | + | ||
Hazin | Üzüntü verici | Hazin ağlayışı dışarıdan işitiliyordu. | |
Hüzn/Hüzün | Üzüntü | + | Çünkü edeb ve belâğat, tesir-i üslûp itibarıyla ya hüzün verir, ya neş'e verir. |
Mahzun | Üzüntülü | İşte, bu sır içindir ki, semâvât ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın zevâline mahzun oluyorlar. | |
Tahazzün | Hüzünlenme, yığılma | Ve sehâvet-i milliyesini teşkil eden ve menâfi-i umumiyesini temin eden ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i mâneviyesi vardır. | |
Ha-Sin-Be (5) | + | ||
Hasb/Haseb | Yön, cihet; yeter (hasb) | + | Zira, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. |
Hasbi (Hasbeten lillah) | Karşılıksız (Yalnız Allah rızası için) | En büyük emelim ve arzum, ölmeden evvel, dünya gözüyle zatınızı görmek ve ziyaret etmek, hasbeten lillâh bir sohbetinizde bulunmaktır. | |
Hasib | Kullarını ahirette hesaba çeken Allah | + | İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir Hafîz-i Rakîb ve bir Şehid-i Hasib'dir. |
Hesap (Aslı hisab) | Aritmetik, sayılarla işlem | + | Hesap ederler ki, hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar. |
Muhasebe | Hesaplaşma | Madem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp hüküm verilmiyor. | |
Ha-Sin-Dal (4) | + | ||
Hasid | Haset eden, kıskançlık eden | + | Hâsid hased ettiği zaman bütün şerdir. |
Hasud | Çok haset eden | Yahudiler hasûddurlar. | |
Hased | Kıskançlık | + | Acaba hased, gurur, riya, şehvet-âlûd şimdiki beşerin hırçın ruhunda tesavir denilen küçücük cenazelerin rolünü ve derece-i tesirini yine zaman göstermeyecek midir? |
Mahsud | Haset edilen | Veyahut mahsûdu riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder. | |
Ha-Sin-Ra (4) | + | ||
Hasret | Özlem | + | Hasret yaşadık nuruna yıllarca bütün biz, Mâsum ve alîl, türlü belâ çekti sebepsiz. |
(Vâ) Hasretâ | Yazık | + | Yani, ya "Elhamdü lillâh, şükür," veyahut "Vâ hasretâ, vâ esefâ!" kalbin veya lisanın diyecek. |
Mütehassir | Hasret çeken | Hem mahbubun gaybubetinden mütehassir olma. | |
Tahassür | Kavuşamamaktan gelen üzüntü | Marangoz Ahmed'in mektubunda Dârıviran köyünün eski zamanın çalışkan talebelerini andıran fedakâr talebeler, bizi ve eski zaman talebelerini tahassürle yâd eden medreseden yetişme Risale-i Nur talebelerine derin bir sürur verdi. | |
Ha-Sin-Sin (7) | + | ||
Hassas (Hassase) | Duyarlı, ince | Hassas asabilerde daha galiptir. | |
Hasse | Duyu (organı) | Demek, ruhun bekası, hâsse-i zâtiyedir. | |
Havass | Hisler | Bir hurdebinî huveyn havass-ı hamsesiyle insanın havassını Muvazene edersen görürsün: | |
His (Hissiyat) | Duygu(lar) | Kısm-ı ekseri ise, hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler ve hayattan kaynama suretinde kendilerini bildirirler. | |
İhsas | Hissettirme | Bir zâtın vücudunu ihsâs eden en zâhir, en kuvvetli eser, tekellümüdür. | |
Tahassüs | Hislenme | Allah'ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır | |
Mütehassis | Hislenmiş | Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem hamiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. | |
Ha-Sin-Mim (11) | + | ||
Ahsen | Daha (en) güzel | + | Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen. |
Hasen | Güzel | + | Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen. |
Hasene | Sevap, iyi iş | + | Hasene ise, nuranî olduğundan, tasavvur ve tahayyülü dahi hasenedir. |
Hasna | Güzel (kadın) | Meselâ, temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sânisinden bir ferd-i hasnânın yalnız zâhirî hilkatlerinde çok sahifeler vardır. | |
Hüsn/Hüsün | Güzellik | + | Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. |
Hüsna | Güzel | + | Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icra etti. |
İhsan | Nimetlendirme | + | İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir. |
İstihsan | Güzel görme | Gizli, kusursuz kemâl ise, takdir edici, istihsan edici, "Maşaallah" deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. | |
Mehasin | Güzellikler, güzel ahlak | Evet, Hazret-i Yusuf aleyhisselâma güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi, dünyanın ne kadar kıymettar mehâsini varsa, Cennetin mehâsinine nisbet edilse hiç hükmündedir. | |
Muhsin | İyi (lik işleyen) | Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Lâtif, yâ Atûf, ya Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin | |
Tahsin | Güzel görme, güzelleştirme | Ve bilbedâhe, şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâniinde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. | |
Ha-Şın-Dal (1) | |||
Tahşid (Tahşidat) | Yığma, üzerinde durma | Kur'ân'da bazı mühim tahşidat vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. | |
Ha-Şın-Ra (3) | + | ||
Haşr/Haşir | (Öldükten sonra) toplanma; Sure adı | + | Hem, haşir gelmezse, kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün muhakkak mânâları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkânı olamaz. |
Haşere (Haşerat) | Zararlı küçük hayvan(lar) | Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir. | |
Mahşer | Toplanma yeri | Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. | |
Ha-Şın-Mim (3) | |||
Haşmet | Büyüklük | Bâb-ı Haşmet ve Sermediyet olup, ism-i Celîl ve Bâkî cilvesidir. | |
İhtişam | Göz kamaştırıcı gösteriş | Ve keza, icraatından, faaliyetinden anlaşılan pek harika bir ihtişam içinde bir saltanatı varken, milletinin içtimâları için yalnız dar bir misafirhane yapılmış; | |
Muhteşem | Saygı ve hayranlık uyandıran | Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur'ân'ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. | |
Ha-Şın-Vav (1) | + | ||
Hâşâ/Haşa | Allah saklasın | Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! | |
Ha-Sad-Dal (1) | + | ||
Hasat | Ekin biçme vakti | + | |
Ha-Sad-Ra (5) | + | ||
Hasr/Hasır | Ayırma, verme | Bütün hayatını, fîsebilillâh Kur'ân'a, İslâmiyete, Sünnet-i Seniyenin ihyasına hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı İslâm, buralarda da kat'iyen boş durmaz. | |
İnhisar | Tek bir şeyle sınırlama | Meşrutiyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. | |
Mahsur | Kuşatılmış | Gayr-ı mütenahi olan beşerin istidadı, gayr-ı mahsur olan âmâl ve müyûlâtı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdut olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesidir. | |
Muhasara | Kuşatma | Ben de bir defada dört mermi vücuduma isabet ederek birisinde yaralı ayağım kırık, su ve çamur içinde otuz dört saat ölüme muntazır ve etrafımda düşman askerleri muhasara ettiği bir hengamdır ki; en korkulu ve en me'yusiyetli zamanıma bakıyor. | |
Münhasır | Sınırlı, ait | Vücut âlem-i cismanîde münhasır değil | |
Ha-Sad-Sad (1) | |||
Hisse | Pay | İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlâhînin büyük bir hissesi var. | |
Ha-Sad-Lam (9) | + | ||
Hasıl (Hasıla) | Ortaya çıkma, meydana gelme | Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. | |
Hasılat | Gelirler, kazançlar | Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. | |
Havsala | Anlayış | Havsalam dardır; ihata edemiyor; nazarım kısadır, göremiyor. | |
Husul | Meydana gelme, ortaya çıkma | Zîhayata âit, uzun bir zaman sonra husule gelir. Hâlıka râci kısım ise, bir anda husule gelir. | |
İstihsal | Elde etme | Çünkü bir vâhid, külfetsiz olarak, kesîr eşyaya bir vaziyet verir ve bir neticeyi istihsal eder. | |
Mahsul (Mahsulat) | Elde edilen ürün | KUR'ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et. | |
Muhassal (Muhassala) | Sonuç | Hayat; muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık gayr-ı muhassal; tedrici, münteşirdir, düşündürür. | |
Müstahsil | Tüketici | İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. | |
Tahsil | Elde etme; eğitim | Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. | |
Ha-Sad-Nun (4) | + | ||
Hasin | Sağlam | ||
Hısn | Kale | ...sûresinin hısn-ı hasîni ve kale-i metîninin kapısını o on üç anahtarla aç, gir, selâmeti bul. | |
Muhsan (Muhsane, Muhsanat) | İffetli erkek (kadın(lar)) | + | Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev'idir. |
Tahassun | Kalede korunma | + | Sükûn ve tahassun, vücudunun illetidir, beka ve devamına değildir. |
Ha-Dad-Ra (7) | + | ||
Hadaret | Medeniyet, şehirlilik | Ye'cüc ve Me'cüc, ehl-i garet ve fesad ve ehl-i hadâret ve medeniyete, ecel-i kaza hükmünde iki tâife-i mahlûkullahtır. | |
Hazır | Göz önünde olan | + | ...bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. |
Hazret | Büyük zatlar/mukaddesat için kullanılır | Ancak Cenâb-ı Lemyezel Hazretlerinin lütf u kerem ü ihsanına hamd-ü şükr ü senâ ederek risale-i şerifelere sarılıyorum. | |
Huzur | Hazır olma | Huzur bulur bugün seninle âlem, Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur! | |
İstihzar (İstihzarat) | Hazırlık(lar) | Hem nasıl ki bu âyet Risalei'n-Nur'a ismiyle bakıyor; öyle de, onun istihzarat zamanına da bakar. | |
İhzar | Hazırlama | İşte kalbe kabiliyet-i kabul verecek ve vicdanı iz'ana ihzar edecek dört esas var ki: | |
Müstahzar (Müstahzarat) | Hazırlanmış şey(ler) | Evet eczahane-i Kur'ân'ın müstahzarâtından ve ancak binden bir nisbetindeki hikmetinden olan işbu dürr-i meknûn, es'ile ve ecvibe, işaret ve sarahatıyla tedaviyle, ... | |
Ha-Tı-Be (1) | + | ||
Hatab | Odun | + | Binaenaleyh, semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaat ile aldanırsa, o adam, hutameye (Cehenneme) hatab olmaya lâyıktır. |
Ha-Tı-Mim (1) | + | ||
Hutame | Cehennem | + | Binaenaleyh, semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaat ile aldanırsa, o adam, hutameye (Cehenneme) hatab olmaya lâyıktır. |
Ha-Zı-Zı (2) | + | ||
Hazz | Zevk | + (Pay anlamında) | Hadsiz bir zevk-i mânevî ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhî ile okuyorum. |
Huzuzat | Hazlar | Belki, bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyetle ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir. | |
Ha-Fe-Dal (1) | + | ||
Ahfad | Torunlar | Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! | |
Hafid | Erkek torun | Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden cehalet ağa ve oğlu zarûret efendi ve hafîdi husumet beydir. | |
Ha-Fe-Ra (1) | + | ||
Hafriyat | Kazılar | İlm-i tabakatü'l-arzca malûmdur ki, ekseriya her otuz üç metre hafriyatta, bir derece-i hararet tezayüd eder. | |
Ha-Fe-Zı (10) | + | ||
Hafaza | Muhafaza melekleri | Evet, çünki: Melaikelerden insanlara müekkellikleri, hafazalıkları ve kâtiplikleri bulunmaktadır. | |
Hafız (El-Hafız) | Tüm Kur'an'ı ezberlemiş kişi (Çok hadis bilen alim; Koruyan Allah) | + | Evet, radyonun küllî nimetiyet ciheti küllî bir şükür iktiza eder; ve o küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın kelâm-ı ezelîsinin şimdiki bütün muhataplarına birden yetiştirmek için, küllî yüz bin dilli semavî bir hafız hükmünde, her vakit kâinatta Kur'ân'ı okumalıdır, tâ o nimetin küllî şükrünü edâ ve o nimeti idame etsin. |
(Kuvve-i) Hafıza | Hatırlama latifesi | Meselâ, insanın küçücük kafasında ceviz kadar bir yerde kuvve-i hafıza, kuvve-i hayaliye, kuvve-i müfekkire gibi müteaddit, acip makineleri yaratmak ve kuvve-i hafızayı bir büyük kütüphane hükmüne getirmekle ilm-i ezelînin cilvesiyle güneş gibi kendini gösteriyor. | |
Hafiz | Allah'ın her şeyi muhafaza eden anlamında ismi | + | Ve en küçük zîhayatın en cüz'î ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelâlin Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen... |
Hıfz | Ebzerleme, koruma | + | Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyet olup ism-i Hafîz ve Rakîbin cilvesidir. |
Mahfaza | Küçük kutu | Ve öyle heriflerin tembelliklerinin hatırı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir. | |
Mahfuz | Korunan | + | ...bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcut ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor. |
Muhafaza | Koruma | Kur'ân, bütün aksâm-ı tevhidin bütün merâtibini, bütün levâzımâtıyla muhafaza ederek beyan edip muvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş; ... | |
Muhafız | Koruyucu | Meselâ, Hazret-i Cebrail ve Mikail iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir zât-ı mübarek, ... | |
Tahaffuz | Korunma | Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır. | |
Ha-Fe-Lam (2) | |||
İhtifal | Merasim, toplanma | Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın; onların yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete çevirmesin, ta asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin? | |
Mahfel | Kapalı yer, camide yüksek yer | Haberim olmadan, talebeler beni üşütmemek için, mahfelde bir kulübecik yapmıştılar. | |
Ha-Kaf-Ra (4) | |||
Hakaret | Küçük düşürme, küçük düşürücü söz; aşağı olma | Senin hissetin veya hakaretin, Onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. | |
Hakir | Aşağı | Cenâb-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakîr, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlûkla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terk etmez. | |
İstihkar | Hüçük görme | En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar dersi vermektir | |
Tahkir | Aşağı görme | Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır. | |
Ha-Kaf-Fe (1) | + | ||
Ahkaf | Kum tepeleri; Sure adı | + | Hem Sûre-i Zümer, hem Sûre-i Câsiye, hem Sûre-i Ahkâf'ın başlarında bulunan تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ âyât-ı azîmeleridir. |
Ha-Kaf-Kaf (17) | + | ||
Ehakk | Daha (En) haklı | + | Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilâfı çıkarma |
Hakk | Doğru, gerçek | + | Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilâfı çıkarma |
Hakaik | Hakikatlar | Hakaik-i nisbiyenin ne kıymeti var ki, onun için şerler istihsan edilecek? | |
Hakiki | Gerçek | Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksud, hakikî mâbud yalnız Odur. | |
Hakka | Kıyamet; Sure adı | + | Rumuzat-ı Semaniye |
Hakkan (Hakkaniyet) | Gerçekten (Haklılık) | Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. | |
Hakikat | Asıl ve gerçek durum | Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işârât-ı Kur'âniye namına hakikattir. | |
Hokka | Küçük kap (gaz, mürekkep vb. için) | Fakat güneşi yalnız bir lâmba değil, belki bahar ve yaz destgâhında dokunan mensucat-ı Rabbâniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek, ... | |
Hukuk | Haklar | Otuz kırk sene bu tazyikatımda, hukukullah mânâsında olan hukuk-u âmme namındaki vazifelerle muvazzaf olan savcılar ekser hapislerimde, nefyimde şiddetlerini gördüğüm halde onlara karşı bir hiddet, bir küsmek bana gelmiyordu. | |
İhkak | Hakkını verme | Herbir âdil zat, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir. | |
İstihkak | Hak edilen, hak kazanma | O adamların hidayete istihkak ve ihtisasları nedendir? | |
Muhakkak | Kesin | Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez. | |
Muhakkik | Araştıran | Muhakkikîn-i sofiye, Vâcibü'l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmiş ve müstağrak olmuş ve ehemmiyet vermişler ki, onun hesabına kâinatın vücudunu inkâr etmişler. | |
Muhik | Haklı | İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş. | |
Müstehak | Hak etmiş | Diğeri öyle bir hale giriftar olmuş ki, herkes ona acıyor, hem "Müstehak!" diyor. | |
Tahkik (Tahkikat) | Araştırma | Ve onların başlarına o âyâtın nücumundan mezkûr tahkikat gibi şahaplar inerler ve onları yakarlar. | |
Tahakkuk | Gerçekleşme | ...elbette o zâtın nübüvvetine ve sıdkına delâlet eden bütün mu'cizeleri ve hüccetleri, bir cihette, dolayısıyla âhiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler. | |
Ha-Kef-Ra (1) | |||
İhtikar | Stokçuluk | ...fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. | |
Ha-Kef-Kef (1) | |||
Hakk (etmek) | Oymak | Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir. | |
Ha-Kef-Mim (22) | + | ||
Ahkam | Hükümler | Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. | |
Ahkem | Daha sağlam; En büyük Hakim olan Allah | + | Ve o ferman-ı ahkem ise, Kur'ân-ı Hakîmdir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi şu âyetle ilân ediyor: |
Hakem | Kainatın hikmetli hükümdarı olan Allah; arabulucu | + | Meselâ, İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. |
Hâkim/Hakim | Her şeye hükmeden Allah; en üst yönetici; yargıç | + | Hâkim, evvel feylesofun eserine baktı. |
Hakîm/Hakim | Her işi hikmetli Allah; ilm-i hikmet alimi, doktor | + | İşte bu sırdandır ve nübüvvet-i Muhammediyeye (a.s.m.) mukaddeme olmasındandır ki, Kur'ân-ı Hakîm ahvâl-i enbiyayı kesretle zikrediyor. |
Hekim | Doktor (hakîm kelimesinin bozulmuş hali) | Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: "Ya hekim, bana bak." | |
Hikem | Hikmetler | Vaktâ ki bunun gibi çok hikem-i dakika için âlemi bu sûrette irade etti. | |
Hikmet | (Gizli) gaye; Hâkimlik; bir ilim | + | İşte, nasıl hakikat böyle iktiza ediyor. Hikmet dahi aynen öyle iktiza eyliyor. |
Hükema | Filozoflar | Ekser enbiyanın şarkta ve Asya'da zuhurları ve ağleb-i hükemanın garpta ve Avrupa'da gelmeleri, kader-i ezeliyenin bir işaretidir ki, Asya'da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. | |
Hükkam | Hâkimler, devlet adamları | Eğer herbir zerrede hükemâ şuuru, etibbâ hikmeti, hükkâmın siyaseti bulunduğunu ve herbir zerre de sair zerratla vasıtasız muhabere ettiğini itikad edersen, belki nefsini kandırıp o muhali de itikad edebilirsin. | |
Hüküm (Hükümdâr) | Karar, emir, yargı (Yönetici) | + | Hem meselâ, bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması, hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan,... |
Hükümet | Bakanlar heyeti | Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. | |
İstihkam (İstihkamat) | Sağlamlık | El-hak, Risale-i Nur tesis ettiği istihkâmat-ı Kur'âniye ile öyle bir sedd-i nurâni vücuda getirmiştir ki, zaman ve zemin boyunca beşerin bütün maddi ve mânevî ihtiyacatına kâfi ve vâfidir. | |
Mahkeme | Hüküm verilen adalet yeri | Yirmi Yedinci Lem'a Eskişehir Mahkeme Müdafaasıdır. | |
Mahkum | Hakkında hüküm verilmiş | Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. | |
Mehakim/Mahakim | Mahkemeler | İnsanların ebrarını da, eşrarını da cem' eden huzur-u mehâkim, öyle korkulacak bir yer değildir. | |
Muhakeme | İki tarafı dinleyip hüküm verme; zihinde inceleme | İBLİS'İ İLZAM, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden Birinci Mebhas, bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müthiş bir desisesini, kat'î bir surette reddeden bir vakıadır. | |
Muhkem | Sağlam; Manası açık söz | + | Şu risalelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi, hem teshil, hem hakaik-ı İslâmiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanit olduğunu göstermektir. |
Müstahkem | Sağlamlaştırılmış | ...müstahkem, kavî, yıkılmaz, sarsılmaz tahkimatı olan Risale-i Nur'un nurânî siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine dehalet etmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, ... | |
Mütehakkim | Zorbalık eden | Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. | |
Tahkim | Sağlamlaştırma; hakemlik | Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref' ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. | |
Tahakküm | Zorbalık etme | Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir. | |
Ha-Kef-Ye (1) | |||
Hikaye | Öykü | Şu risalelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi, hem teshil, hem hakaik-ı İslâmiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanit olduğunu göstermektir. | |
Ha-Lam-Be (1) | |||
Tehallüb | Sağma | O muktazînin vücûduna bürhan, on menabi'den süzülen ve tehallub eden bir hadsdir. | |
Ha-Lam-Cim (2) | |||
Haliçe | Halı, kilim | Sonra o müddeî gider, zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkâş gömleğe, esbab namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: | |
Hallaç | Pamuğu didikleyen | ...kâinatı envâıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklarla tarıyor müşahede ettim. | |
Ha-Lam-Kaf (2) | + | ||
Halk | Boğaz | الٓمٓ Mukatta' harfleriyle, hâs olarak halk, (boğaz) vasat (ağız ortası) ve şefe (dudak) nin üç mahreçlerine işaret etmektedir. | |
Halka/Halaka (Halakat) | İçi boş yuvarlak(lar) | ...tefsir-i hakaik-i Kur'âniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkep olan bir cemaat-i mübareke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtip tayin edildiğine,... | |
Ha-Lam-Lam (8) | + | ||
Hall | Çözme | Hâlık-ı Rahîmime yüz bin defa Risaletü'n-Nur'un hurufatı adedince şükür ve hamd olsun ki, Risaletü'n-Nur bu acîp tılsımı ve bu garip muammayı hâll ve keşf ve ispat etmiş. | |
Helal | Dinen izin verilen | + | Zaruret haramı helâl derecesine getirir. |
Hulul | Girme | Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. | |
Hülle/Hulle | Elbise | Huriler yetmiş hulle giydikleri halde, bacaklarındaki ilikleri görünür, setretmiyor. | |
İnhilal | Çözülme | Ruh ise, tahrip ve inhilâle maruz değil. | |
Mahal (Mahalle) | Yer, mekan, muhit | Mahal kâbildir. Mâni yoktur. | |
Tahlil | Çözülme | Hâlbuki şu dünyada inkırâza müncer olan tegayyürün sebebi; bedendeki terekküb ve tahlil mabeynindeki nisbet, istikrarsız olduğu içindir. | |
Ha-Lam-Mim (2) | + | ||
Halim | Yumuşak başlı; Hemen cezalandırmayan Allah | + | Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halîm-i âlihimmettir. |
Hilm/Hilim | Yumuşak başlılık | Meselâ, kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat. | |
Ha-Lam-Vav (2) | |||
Halavet | Tatlılık | Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, taravetini, halâvetini de muhafaza ediyor. | |
Helva | Tatlı | Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. | |
Ha-Lam-Ye (1) | |||
Tahliye | Süslendirmek | Tahliye تَحْلِيَه ise, tezyin etmek ve süslendirmek mânâsınadır. | |
Ha-Mim-Elif (1) | + | ||
Hamie | Çamurlu, hararetli | + | Veyahut "Nasıl binler seneyle uzak olan şems, ayn-ı hamiede gurub ediyor." |
Ha-Mim-Dal (8) | + | ||
Ahmed/Ahmet | Çok övülmüş (Peygamberimizin adı); Daha çok hamdeden | + | On Dokuzuncu Mektup olan Risale-i Ahmediyye (a.s.m.)... |
Hamd | Övgü | + | Hamd ise, ibadetin icmâlî bir sureti ve küçük bir nüshasıdır. |
Hamdele | Allah'a şükür cümlesi | Öteden beri her kitabın iptidasında Besmele, Hamdele, Salvelenin zikrinin vücubu, hocaefendilerimiz tarafından beyan edilmişse de,... | |
Hâmid/Hamid | Hamdeden | + | Yani kalbinde yanan Elhamdü lillâh kandili, herşeyi müsebbih ve hâmid gösteriyor ve güzel bir niyetle, o hâmidlerin hamdini ve müsebbihlerin tesbihini ve o şâkirlerin şükrünü beraberce seyyidine takdime bir iştiyak hissediyor. |
Hamîd/Hamid (Hamide) | Övülmeye layık; Allah'ın ismi | + | Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hamîdede en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye malikti. |
Mahmud/Mahmut | Övülmüş (Peygamberimizin adı) | + | İstenilen şey, meselâ, Makam-ı Mahmud, bir uçtur. |
Muhammed | Övülmeye değer (Peygamberimizin adı) | + | Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim, Mir'at-ı Muhammed'den Allah görünür daim. |
Tahmid | Hamd etme, Elhamdülillah deme | Ve kezâ, o kitabın her bir nazmı, kasidesi, Kadîr, Alîm olan Nâzımını takdis ile tahmid eyler. | |
Ha-Mim-Ra (2) | + | ||
Ahmer | Kırmızı | Elhak merâtib-i Tevhid-i hakikinin hakkında bu mektup bir kibrit-i ahmerdir ve bir iksir-i âzamdır. | |
Hamra | Kırmızı | Hem kemâl-i intizamla cüz olduğum mevcutlara, meselâ kandaki küreyvât-ı hamrâya hakikî mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana rab olmak dâvâ et, beni Cenâb-ı Haktan başkasına isnad et. | |
Ha-Mim-Ze (2) | |||
Hamız (Hamız-ı karbon) | Ekşi (karbon dioksit) | Buharî hâmız-ı karbon denilen, semli havaî bir maddeye inkılâb ettirir. | |
Humuz (Humuza, Müvellüd-ül Humuza) | Ekşilik (Oksijen) | Zaten eşyanın asıl menşeleri şu dört maddedir. (Yeni hikmetle, müvellidülmâ, müvellidülhumuza, karbon, azottur ki, bu anâsır, evvelki unsurların eczalarıdır.) | |
Ha-Mim-Sin (1) | |||
Hamaset | Kahramanlık | Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. | |
Ha-Mim-Kaf (5) | |||
Ahmak | Akılsız | Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. | |
Hamakat | Ahmaklık | Evet, kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârâne bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasârettir. | |
Humaka | Ahmaklar | Ey ahmaku'l-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! | |
Humk | Ahmaklık | Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını, kimi(nin) tamahını, kimi(nin) humkunu, kimi(nin) dinsizliğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor. | |
Tahammuk | Ahmaklaşma | Ey ahmaku'l-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! | |
Ha-Mim-Lam (12) | + | ||
Hamele | Taşıyıcı | Şıkk-ı zâhirîsine Sahabeler hamele oldukları gibi, hususî dairesindeki mahfî ahvâlâtından tezahür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve râvileri de ezvâc-ı tâhirattır ve bilfiil o vazifeyi ifa etmişlerdir. | |
Haml | Yüklenme | + | Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. |
Hamle | Hücum, atılma | Her hamlesinin kuvve-i kudsiyesi vardır; Vicdanları mesteyleyen ulvî sesi vardır. | |
Hamil (Hamile) | Taşıyan (Gebe) | + | ...ve şem-i İlâhînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur. |
Hammal (Hammale) | Taşıyıcı | + | Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur'ân okumak için elifbâyı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. |
İhtimal | Olabilme | Malûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola—velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa—tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimalle bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. | |
Mahmil | Bir söze yüklenen manalardan herbiri | Fakat felsefenin yanlışı seleflerimizin lisanlarına girdiğinden, bir mahmil-i sahih bulmuştur. | |
Mahmul | Cümlede faile yükletilen işi gösteren fiil | Hüküm, mevzû ile mahmulün yalnız vech-i mâ ile tasavvurlarını iktiza eder. | |
Muhtemel | Olabilir | Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. | |
Mütehammil | Katlanabilen | Fakat Vali fevkalâde mütehammil ve hamiyetli bir zat olduğundan, kat'iyen ses çıkarmaz. | |
Tahammül | Katlanma | İşte, benim otuz kırk senedir bu hizmet-i imaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp, bir bardak suda fırtına çıkarıp beni tâciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir neticesi olan âsâyiş için sabır ve tahammül ettim. | |
Tahmil | Yükleme | Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil etmez. | |
Ha-Mim-Mim (2) | + | ||
Hamam | Banyo, plaj | Belki hamamlarında erkek-kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. | |
Humma | Ateşli hastalık; hararet | Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa'y ettiler. | |
Ha-Mim-Ye (4) | + | ||
Hâmî/Hami | Koruyan | + (erkek deve anlamında) | Veya lisan-ı ıztırariyle bir duadır ki, muztar kalan herbir zîruh, kat'î bir iltica ile dua eder, bir hâmî-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder. |
Hamiyet | Mukaddes şeyleri koruma duygusu | + | Zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. |
Hımye | Perhiz | Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi,... | |
Himaye | Koruma | Kelâmullahi'l-Azîzi'l-Mennân olan Hazret-i Kur'ân, şeâir-i İslâmiyenin hâdimlerini cenâh-ı himaye ve re'fetine alarak,... | |
Ha-Nun-Se (1) | + | ||
Hıns | Bozma (yemini); günah | + (günah anlamında) | ...ve kanun-u esasînin ruhunu ve on birinci maddeyi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden kurtaran ... |
Ha-Nun-Zı-Lam (1) | |||
Hanzele | Ebu Cehil karpuzu diye bilinen bitki | O da, bunlar -dekaik-aşina nazarlarıyla- halihazırda bir mikdar hanzele meyvesini vermiş olan ağacın nüvesinde, zakkum ağacının tohumlarını keşf edip gördükleri içindi. | |
Ha-Nun-Fe (1) | + | ||
Hanif | Hz. İbrahimin dininden, muvahhid | + | Şu âyet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen1 destgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor. |
Ha-Nun-Nun (3) | + | ||
Hannan | Rahmetlerin latif cilvesini gösteren Allah | "El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!" | |
Hanin | İnleme | Hanîn-i ciz' şu nevidendir ki, sırf nübüvvetin tasdiki için bir hüccet olarak zuhura gelmiş ki,... | |
Tahannün | Şefkat gösterme | Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle Rahîm ve Mün'im isimlerini cilveye sevk eder. | |
Ha-Vav-Te (1) | + | ||
Hut | Büyük balık | + | Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. |
Ha-Vav-Cim (3) | + | ||
Hacet (Hacat) | İhtiyaç(lar) | + | Yâ semâ! Hâcet kalmadı; yağmuru kes. |
İhtiyaç | Gereksinim | İhtiyaç, medeniyetin üstadıdır. | |
Muhtac | İhtiyacı olan | Duanıza çok muhtacım ve muhtacız. | |
Ha-Vav-Ra (3) | + | ||
Havari (Havariyyun) | Hz. İsa'ya ilk iman eden(ler); yardımcı(lar) | + | Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. |
Hur/Huri | Cennet kızı | + | Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. |
Muhavere | Karşılıklı konuşma | + | Cenâb-ı Hakkın müşavere şeklinde melâike ile yaptığı muhavere, melâikenin beşer ile fazla bir irtibat ve alâka ve münasebetleri olduğuna işarettir. |
Ha-Vav-Ze (3) | |||
Haiz | Sahip | İçtihadın şartını hâiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmayanda içtihad. | |
Havza | Mıntıka | ... tebahhur ettiği bir zamanda, o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn'e görünen Bahr-i Muhitin bir kısmında, güneşin zâhirî gurubunu görmüş. | |
Tahayyüz | Yer tutma, mekanla kayıtlı olma | Tahayyüz ve tecezzîden münezzehtir. | |
Ha-Vav-Dad (1) | |||
Havz/Havuz | Su toplanmış yer | Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyâlenin iki havzıdır. | |
Ha-Vav-Tı (4) | + | ||
İhata | Çevreleme | Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye1, vücub-u vücuda ve vahdâniyete delâlet ettiği gibi, hem delâil-i kat'iye ile rububiyetin ihatasına ve kudretinin azametine delâlet eder. | |
İhtiyat | Tedbirli olma, yedek | İhtiyat ve temkin ve meşveret etmek lâzımdır. | |
Muhit | Çevreleyen | + | Ceziretü'l-Arabda, vaktü'z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. |
Muhat | Çevrelenen | Bir nur ki değil öyle muhat, hem dahi mahsur | |
Ha-Vav-Lam (17) | + | ||
Ahval | Haller | Demek, Kur'ân'ın nazar-ı gayb-bînîsi, o kütüb-ü sâlifenin umumunun fevkinde ahvâl-i maziyeyi görüyor ki, ittifakî meselelerde musaddıkane onları tezkiye ediyor, ihtilâfî meselelerde musahhihâne onlara faysal oluyor. | |
Ahvel | Şaşı | Ahvel (şaşı) gözlü, iki görür. | |
Hail | Perde | Binler mertebeler hâil, binler hicaplar fâsıldır. | |
Hal | Durum; şimdiki zaman | İşte, eski hâl muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl | |
Hâlâ/Hala | Şimdide, şu anda | İşte hiç görülmeyen –ve hâlâ görünmüyor– o ağaca dair biri çıksa, perde üstünde onun her bir azasına mukabil bir resim çekse, bir hudut çizse;... | |
Halen | Şimdide, şu anda | Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde, altı ay kadar devam ettiğini ve halen de, yüz dirhem kadar o peynirden bulunduğunu görüp yakinen tasdik ediyoruz. | |
Halet | Durum, hal | Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu hâlet tesir eder, vicdanı bağırttırır. | |
Havale | Başkasına ısmarlama, gönderme | Öyleyse, esbab ve tabiata havale edilse, herşeye, ekser eşyadan toplamak suretiyle vücut verilebilir. | |
Havali | Etraf, çevre | Senin yazdığın mu'cizeli iki Kur'ân-ı Azîmüşşânın bu havalide, hususan Ramazan-ı Şerifte sana kazandırdıkları sevapları ve tahsin ve tebriklerini, inşaallah yakında tab'a girmesiyle âlem-i İslâmdan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah'a şükret. | |
Havl | Etraf, çevre; güç, kuvvet; sene | + (Sene anlamında) | O cüz-i ihtiyarîden dahi vaz geçip, irade-i İlâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakkın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. |
Hile | Aldatmaca | + (Çare anlamında) | Hile ile, dalkavuklukla ve yalanlarla kendilerini müdafaaya tenezzül etmiyorlar. |
İstihale | Bir halden başka hale geçme | Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihâle ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbâniyeden uzak değildir, belki şe'nindendir. | |
Muhal | Mümkün olmayan | Şu Notada, tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, lâakal doksan muhali tazammun eden Dokuz Muhal ile beyan edilmiş. | |
Muhavvel | Havele edilmiş | Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir. | |
Mütehavvil | Değişen | Kâinatın tagayyürü Onun tagayyürüne değil, belki adem-i tagayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. | |
Tahavvül | Hal değiştirme | Tahavvül ve tagayyür için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. | |
Tahvil | Değiştirme | + | ...mevt adem, idam, fenâ, hiçlik, fâilsiz bir inkıraz değil; belki bir Fâil-i Hakîm tarafından, hizmetten terhis ve tahvil-i mekân ve tebdil-i beden ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden âzâd etmek ve muntazam bir eser-i hikmet olduğu, Birinci Mektupta gösterilmiştir. |
Ha-Vav-Ye (4) | + | ||
Havi | İçeren | ...son celse-i muhakemede esasa dair beş umdeyi hâvi tahriri takdim ettiğim ikinci itiraznamem... | |
İhtiva | İçermek | Yirmi küllî şehadetlerden ve çok şehadetleri ihtiva eden, İkinci şehadet | |
Muhteva | İçerik | Eskiden beri, lâfız ve mânâ, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. | |
Muhtevi | İçeren | + | Haddimden yüz derece ziyade olan bu mektup muhteviyatını tevazu ile reddetmek bir küfran-ı nimet ve umum şâkirtlerin hüsn-ü zanlarına karşı bir ihanet olması ve aynen kabul etmek bir gurur, bir enâniyet ve benlik bulunması cihetiyle,... |
Ha-Ye-Se (1) | |||
Haysiyet | İtibar; derece | Hem Risale-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ etmiyorum. | |
Ha-Ye-Dal (1) | |||
Haydud/Haydut | Yol kesen | Bir insan yılan sûretine girse yahut bir velî haydut kıyafetine girse veyahut meşrutiyet, istibdat şekline girse, ona taarruz edenlerin cezası nedir? | |
Ha-Ye-Ra (4) | + | ||
Hayran | Şaşkın | + | Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran, bîhaber. |
Hayret | Şaşırma | O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. | |
Mütehayyir | Şaşmış | Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar. | |
Tahayyür | Şaşkınlık | Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. | |
Ha-Ye-Sad (1) | + | ||
Hayse (beyse) | Şöyle mi böyle mi diye kararsızlık | Eğer bunu fehmedebildin; hayse beyseden kurtulacaksın. | |
Ha-Ye-Dad (1) | + | ||
Hayz/Hayız | Kadınlarda aybaşı hali | O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüp etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlûp ise fuhşiyata da meyleder. | |
Ha-Ye-Fe (1) | + | ||
Hayfa | Yazık! | Hayfâ ki, o potada zünnar-ı inkârımızı düşürdün. | |
Ha-Ye-Nun (1) | + | ||
Hîn/Hin | Zaman | Hîn-i sabâvetimden beri, en ziyade menfûrum, fe-lillâhi'l-hamdu yalan söylemektir. | |
Ha-Ye-Ye (10) | + | ||
Ettahiyyatü | Namazda oturuşta okunan dua | Aynen öyle de, âciz bir abd, namazında "Ettahiyyâtü lillâh" der. | |
Haya | Utanma | Çocuk tabiatında hayâsız bir kadın, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yemek yerken lokma istemiş, vermiş. | |
Hayat | Yaşam | + | Vücudun kemâli, hayat iledir. |
Hayy | Canlı; Allah2ın hayat sahibi ismi | + | Meselâ, İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. |
Hayvan/Hayevan | Hareket eden canlı; insan dışındaki hareket eden canlı | + | Bence küre hayevândır, başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan, |
İhya | Hayat verme | İhyâ-yı din, ihyâ-yı millettir. | |
İstihya | Haya etme | + | Halbuki istihyânın mahalli, بَعُوضَةً 'dir. |
Muhyi | Allah'ın hayat veren ismi | + | Hem kudret, Rezzak, Gaffar, Muhyî, Mümit gibi sıfât-ı fiiliyenin mercii ve mizanıdır. |
Tahiyye | Selamlar, dualar | + | ...Sâni-i Zülcelâlini, hayatlarının lisan-ı halleriyle, ins ve cin ve melek olan zîşuurların kàl dilleri gibi tahiyyelerle alkışlar... |
Tahiyyat | Namazda son oturuş, hayat hediyeleri | Biz ise, et-tahiyyâtü demekle, kendi lisanımızla o tahiyyatları yâd edip, kendi hesabımıza dergâh-ı İlâhîye takdim ederiz. |
Hı (خ) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Hı-Be-Se (2) | + | ||
Habaset | Murdarlık, pislik | Birer hâin alçak derekesinde görür, habaset çamurunda, çabalar da batardı. | |
Habis (Habise) | Pis | + | İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu, o kat'iyettedir. |
Hı-Be-Ra (9) | + | ||
Ahbar | Haberler | Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervane etrafında döner. | |
Haber | Söylenen veya aktarılan söz | + | ...Hazret-i Ömer ve Osman ve Ali'nin şehid olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. |
Habir | Her şeyden haberdar olan Allah | + | Çünkü, müteaddit eserlerimde kat'î bir surette ispat edildiği gibi, harikaların harikası olan şu san'at, ancak ve ancak bütün evsaf-ı kemâliye ile muttasıf bir Habîr-i Basîrin yed-i kudretinden çıkmamış ise, şu kesif, câmid, mukayyet, miskin, mümkinin eliyle mi şu kâinata giydirilen gömlek yapılmıştır? |
(Ehl-i) Hibre | İç yüzünü bilme (Bilirkişiler) | İkinci yol ise, ittifaken menfaatsiz olduğu halde, pek azîm bir zararı olduğu, ehl-i hibre ve şuhudun icmâıyla sabittir. | |
İhbar | Haber verme | Halbuki, Kur'ân'ın vukuat ve ahvâl-i maziyeye dair ihbârâtı aklî bir iş değil ki akılla ihbar edilsin. | |
İstihbar | Haber sorma | Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?.. | |
Muhabere | Haberleşme | Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. | |
Muhabir | Haberci | Üstad Bediüzzaman Said Nursî 3. Eğitim Tümeni Camiine harç koydu. (Isparta hususî muhabirimiz bildiriyor.) | |
Muhbir | Haber veren | Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın haber verdiği "Mânevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. | |
Hı-Te-Lam (1) | |||
Muhtel | Karışık, bozulmuş | Hayal ve mesmuuma nazaran, huzurunuzun muhtel olduğuna zâhibim. | |
Hı-Te-Mim (8) | + | ||
Hatem | Mühür, son | + | Evet, zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, ... |
Hatm/Hatim | Kitabı tamamen bitirmek | Fâtiha ve Yâsin ve hatm-i Kur'ânî gibi okunan virdler, kudsî şeyler, bazan hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. | |
Hatme | Baştan sona bitirme | Ondandır ki, Nakşîlerin rüesasından bir kısım, bu iki cümle ile kendilerine bir hatme-i mahsus yapıp muhtasar bir hatme-i Nakşiye hükmünde tutuyorlar. | |
Hatime | Son | Yedinci Meselenin Hâtimesidir | |
Hitam | Son | + | Şimdi anladım ki, tefsirim de, şu âyetle hitam buluyor. |
İhtitam | Sona erme | Âhirinde ihtitam-ı Bahaiye olan hâtimesini bilemediğimden, eskiden beri okumuyordum. | |
Mahtum (Mahtumane) | Bitirme (yemeği) | + | Memleketimizde medrese talebelerinden birisi bir kitabı bitirse veya başlasa, bir tatlı veya yemek "müftihâne" veya "mahtumâne" diye vermek âdettir. |
Tahattüm/Tehattüm | Mühürlü yüzüğü takmak | Lâkin, onların asl-ı esas-ı mesleği, kulûbun tenviri ve raptı, yani fazilet-i İslâmiye üzerine sülûk, yani hamiyet-i İslâmiye ile tehattüm,... | |
Hı-Cim-Lam (1) | |||
Hacalet | Utanç | Beni günahlarımın hacâletinden kurtar! | |
Hı-Dal-Dal (1) | + | ||
Uhdud/Uhdut | Hendek | + | Ve keza, kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdut ve tünellerinden şimşekvâri geçen zamanın şimendiferine bindirerek... |
Hı-Dal-Şın (1) | |||
Tahdiş | Tırmalamak, zedelemek | Halbuki şu risaleler ise, şimdiye kadar hiç kimsede—çoklardan sorduğum halde—sû-i tesir ve aksülâmel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i Rabbâniye olduğu bizce muhakkaktır. | |
Hı-Dal-Ayn (1) | + | ||
Hud'a/Huda | Hile | Hud'a ve hileleriyle ikiyüzlü bir konuşmada bulundular. | |
Hı-Dal-Mim (8) | |||
Hademe | Hizmetçi, yardımcı | Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. | |
Hadim | Hizmet eden | Bir zât, bir hâdimine on altın verdi. | |
Hidemat | Hizmetler | "Vezâif-i eşya" tabir edilen hidemât-ı meşhude, onların ubûdiyetlerinin ünvanlarıdır. | |
Hizmet | Sorumlu olunan iş | Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmektir. | |
Hüddam | Hizmet edenler | Çünkü, uhrevî hasenatın bâki meyvelerini fâni hayatta cüz'î bir zevk için sarf etmek, sırr-ı ihlâsa muhalif olmasından, kat'iyen haber veriyorum ki, târikü'd-dünya ehl-i riyâzetin arzu ve kabul ettikleri ruhânî, cinnî hüddamlar bana hergün, hem aç olduğum zamanda ve yaralı olduğum vakitte en güzel ilâç getirseler, hakikî ihlâs için kabul etmemeye kendimi mecbur biliyorum. | |
İstihdam | Hizmet ettirme | Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur'ân'ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. | |
Mahdum | Evlat; kendisine hizmet edilen | Mahdum değil, hâdimdir. Hâkim değil, mahkûmdur. | |
Müstahdem | Hizmette bulunan | Geçmiş asırlardaki müceddidler de bu en mühim vazife ile müstahdem olmakla beraber,... | |
Hı-Zel-Nun (1) | + | ||
Hızlan | Rezilliğe düşme | Veya pek dar olduğundan, meseleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlandır. | |
Hı-Ra-Be (3) | + | ||
Harab/Harap (Harabe) | Yıkılmış (yer) | Harabiyet-i âlemin vukua geleceğidir. | |
Tahrip/Tahrib | Bozma | Tahrip esheldir; zayıf tahripçi olur | |
Hırpalamak | Yıpratmak (Kökeni kesin değildir) | O hadsiz zîhayatların hadsiz ihtiyaçları ve onları inciten ve hırpalayan hadsiz muzır düşmanları ve merhametsiz hâdiseleri varken, o ihtiyaçlara karşı sermayeleri binden, belki yüz binden ancak bir olabilir. | |
Hı-Ra-Cim (10) | + | ||
Harc/Harç (Harc-ı rah, Harçlık) | Vergi, ödenen para; kum ve çimeto karışımı | + | Bundan dört mah mukaddem, Kur'ân-ı Hakîmin elmas, inci dükkânından pırlantaları ve vüs'atimiz kadar uhrevî harçlığı almak üzere ziyaretinize kardeşim Mustafa ile varmıştık. |
Harcamak | Sarfetmek | İlâhî bir zekânın remzi olan büyük Üstad Said Nur Hazretleri, Allah'ın müstesna bir lütuf ve keremi olan muhteşem dehasını mü'min bir azim ve celâdetle bu aziz milletin hayrı, terakkisi ve yükselişi uğruna harcamış... | |
Hariç | Dış(ında) | + | Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. |
Harici | Hz. Ali'ye isyan edenler | Hem Hâricîlerin içinde "Züssedye" denilen bir adamı, garip bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki, Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş,... | |
Havaric | Hariciler | Hem Hâricîlerin içinde "Züssedye" denilen bir adamı, garip bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki, Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş,... | |
Huruc | Çıkış | + | ...medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu... |
İhraç/İhrac | Çıkartma | + | Atâ, kazâ kanununun şümulünden ihraçtır. |
İstihraç | Manayı çıkarıp deliliyle gösterme | Birinci âyette âsârı bast edip, bir neticenin, bir mühim maksudun mukaddemâtı gibi, ilim ve kudrete gayat ve nizâmâtıyla şehadet eden en azîm eserleri serd eder, Alîm ismini istihraç eder. | |
Mahreç | Harflerin ağızda çıkış yeri | + | Git gide hırhırları, mırmırları aynı "Yâ Rahîm" olur; mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. |
Tahric | Hadisin ilk kaynağını gösterme | İmam-ı Bağavî, tahrici ve tashihiyle haber veriyor ki: | |
Hı-Ra-Hı-Ra (1) | |||
Hırhır (Hırhıra) | Kedi sesi; rüzgar uğultusu | Git gide hırhırları, mırmırları aynı "Yâ Rahîm" olur; mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. | |
Hı-Ra-Dal-Lam (1) | + | ||
Hardal (Hardale) | Küçük tohumlu bir bitki, hardal | + | Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder. |
Hı-Ra-Şın (1) | |||
Tahriş | Tırmalama | Şimdiye kadar karanlıklarda kalan ve meçhullere karışan fakat zihinleri tahrik ve tahriş etmekten hâlî kalmayan birçok muammaları nurunla aydınlatıp açıkladın ve bizi yollarda yorulup kalmaktan korudun ve kurtardın. | |
Hı-Ra-Tı (2) | |||
Harita | Yeryüzü krokisi (Yunancadan geçme) | ...ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan San'atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur'ân-ı Mucizü'l- Beyanın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i'câzına yetişilmez. | |
Mahruti | Konik | Çünkü faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle süratli ve kesretli cereyanlarına muvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. | |
Hı-Ra-Tı-Mim (1) | + | ||
Hortum | İnce uzun boru (şeklinde olan şey), burun | + | Sivrisineğin başında mızrak gibi bir hortum vardır. |
Hı-Ra-Ayn (1) | |||
İhtira | Yeni buluş; hiçten yaratma | Evet, Kadîr-i Zülcelâlin iki tarzda icadı var: Biri ihtirâ' ve ibdâ' iledir. | |
Hı-Ra-Fe (1) | |||
Hurafe | Uydurma söz/düşünce | Şu Notada, tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, lâakal doksan muhali tazammun eden Dokuz Muhal ile beyan edilmiş. | |
Hı-Ra-Kaf (3) | + | ||
Harika | Hayret uyandıran | Harika kerâmâtım yok ki, bu hakâiki onunla ispat edeyim. | |
Hark | Yarılma | Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyâma kabil olmayan, semâvât hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semâvâtın vücudunu adeta inkâr ediyorlar. | |
Hırka | Bir üst giysisi | Şu üslûp, bir silsilenin mübarek hırkalarının parçalarından dikilmiştir. | |
Hı-Ze-Nun (4) | + | ||
Hazain | Hazineler | Hazâin-i rahmet sahibi Hâlık-ı Rahmânü'r-Rahîme, böyle bir acz ile itimad etmek lâzımdır. | |
Hazine | Kıymetli şey saklanan yer | Demek nimetler Onundur ve Onun hazinesinden çıkar. Hazine ise daimîdir. | |
Mağaza | Büyük dükkan (Mahzenin çoğulu mehâzin kelimesinden Venedikçeye, oradan Türkçeye geçmiştir) | Mağazalarda kâğıt kalmadı. Risale-i Nur şakirtleri kâğıdı bitirdiler. | |
Mahzen | Depo | Mahzen ve medfen-i mücevherâta rasgelmiş bir fakir gibi hangi cevheri alacağımı harîsâne düşünüyorum. | |
Hı-Sin-Ra (3) | + | ||
Hasaret | Hüsran, zarar | Hatta mü'minlerin bazı dünya lezzetlerinde hasâretleri, hasâret sayılmaz. | |
Hasir | Hüsrana uğramış | + | Diğeri, Rezzâk-ı Hakikîyi itham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp ferâizi terk eden ve maişet yolunda rastgele günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir. |
Hüsran | Beklenene ulaşamamaktan gelen hüzün | + | Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş, Beraber ağlıyor hüsrân-ı İslâma. |
Hı-Sin-Sin (2) | |||
Hasis | Değersiz; cimri | Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. | |
Hısset/Hisset | Aşağılık; cimrilik | Bu hisset-i nefis beni matrud eder. | |
Hı-Sin-Fe (4) | + | ||
Hasf | Tutulma, örtülme | O vakit kamer hasf olur. | |
Husuf | Ay tutulması | Hacdan sonra, şu mânâ-yı ulvî ve küllî muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husuf, küsuf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. | |
İnhisaf | Perdeleme | KAMER GİBİ parlak bir mu'cize-i Ahmediye (a.s.m.) olan inşikak-ı kameri, evhâm-ı fâside ile inhisâfa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallitleri diyorlar ki: | |
Münhasif | Perdelenmiş, tutulmuş | Münhasif Yıldızı darülfünun et, ta Süreyya kadar âli olsun. | |
Hı-Şın-Be (1) | + | ||
Ahşab/Ahşap | Odundan yapılma | Hattâ yanan haliçe binasının müştemilâtından olup, haliçe binası ile Şükrü Efendinin hanesine bitişik olan ahşap odunluk dahi yanmadı. | |
Hı-Şın-Hı-Şın (1) | |||
Haşhaş | Çok sayıda küçük tohumu olan bir bitki, afyon | Yoksa, balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların, inkılâpların hücumuyla, şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab başıboş olsalardı... | |
Hı-Şın-Ayn (1) | + | ||
Huşu' | Sevgiyle karışık korku | + (Kuru, nebatsız anlamında) | Ubûdiyetin ise sırr-ı esası niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr, halktan istiğnâ cihetiyle o hakikatin kemâline mazhar olur. |
Hı-Şın-Nun (1) | |||
Haşin | Sert | Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisâtı, sureten haşin, mânen çok lâtif hikmetlere medar görüyor. | |
Hı-Şın-Ye (1) | + | ||
Haşyet | Korku | + | Halbuki, taşlardan ibaret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor. |
Hı-Sad-Ra (2) | |||
İhtisar | Kısaltma | Fakat bazı hallerin mümânaatiyle ihtisara ve icmale mecburum. | |
Muhtasar | Kısa | Hem bu Mu'cizât-ı Kur'âniye Risalesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de,... | |
Hı-Sad-Sad (11) | + | ||
Ehass | En seçkin | Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir. | |
Hass (Hassa) | Özel | + (sadece anlamında) | Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâmü'l-Guyûba mahsustur. |
Havass | Toplumun üst kesimi | Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir. | |
Husus (Hususi) | Konu, mevzu (Özel) | Bu hususta kat'î ve yakîn derecesindeki kanaatımın bir sebebi şudur ki: | |
İhtisas | Uzmanlık | Ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i ispattırlar. | |
Mahsus | Özel | Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır | |
Muhassas | Tahsis edilmiş | ...o mukannin dahi zahiren ve bâtınen hâkimiyetini muhafaza etmek için maddeten ve mânen tefevvuka, hem de Sâni-i Âlemin tarafından bazı umûr ile muhassas olmasıyla... | |
Muhassıs | Tahsis eden | Tercih, bir müreccihi ister. Muhassıs ve müreccih ise iradedir. | |
Mütehassıs | Uzman | Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. | |
Tahassus | Ayrılma | Amma ehl-i din ve ashâb-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise, bunların herbirisinin vazifesi umuma baktığı gibi, muaccel ücretleri de taayyün ve tahassus etmediği ve herbirinin makam-ı içtimaîde ve teveccüh-ü nâsta ve hüsn-ü kabuldeki hissesi tahassus etmiyor. | |
Tahsis | Ayırma | hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; | |
Hı-Sad-Lam (2) | |||
Haslet | Ahlak, huy | Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılâp eder. | |
Hısal | Hasletler | ...ve din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatinde en âli hısâl-i hamîde en mükemmel derecede bulunduğunu ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez. | |
Hı-Sad-Mim (5) | + | ||
Hasm/Hasım | Düşman | + | Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. |
Husumet | Düşmanlık | Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. | |
Muhasame (Muhasamet) | Düşmanlık | Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. | |
Muhasım | Düşman tarafı | Muhâsım bir cereyan, atâlete mahkûm ediyor. | |
Tehasum | Düşmanlık etme | + | Menfaatin şe'nidir tezâhum ve tehâsum. |
Hı-Dad-Ra (2) | + | ||
Hadravat | Yeşillik | Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadravâtı, nebâtâtı halk ettik, yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. | |
Hızır/Hıdır | Oturduğu kuru yer yeşerdiği için bu isim verilen büyük zat | Hızır aleyhisselâm hayatta mıdır? | |
Hı-Dad-Ayn (1) | + | ||
Huzu' | Alçakgönüllülük | ...kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona iltica ve tevekkül etsin. | |
Hı-Tı-Elif (5) | + | ||
Hata | Kusur | + | Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes'ul tevehhüm ediliyor. Bir hatâ, binler hatâ hükmüne geçiriliyor. |
Hatiat | Hatalar | + | Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. |
Lâ-yuhti/Layuhti | Hatasız | Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil. | |
Muhti | Hatalı | Aşık-ı muhtî, binefsihi hâdî, ligayrihi müdilldir. Ârif-i muhtî, dâlldir. | |
Tahtie | Hatalı görmek | Tâ tahtie ile hatâya düşmeyiniz. | |
Hı-Tı-Be (5) | + | ||
Hatip/Hatib | Konuşmacı | ...Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri;... | |
Hitab (Hitabat/Hitabet) | Söz söyleme (sanatı) | + | İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. |
Hutbe | Yapılan konuşma | Meselâ, bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasını istihsan ediyorlar ki, halkın bilhassa siyasî ahvalden haberleri olsun. | |
Huteba | Hatipler | Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleganız, hutebânız, belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediplerin yardımlarını ve ilâhlarınızın himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur'ân'a bir nazire yapınız. | |
Muhatap/Muhatab (Muhataba) | Söz söylenen kişi; karşılıklı konuşma | Çürüğünü, yetişmemişini görsem "Huz mâ safâ" derim. Muhataplarımı da öyle arzu ederim. | |
Hı-Tı-Ra (5) | |||
Hatar | Tehlike | Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. | |
Hatır (Hatıra, Hatırat) | Zihin; zihinde kalan şey | Doğrudan doğruya Sünnete ittibâ etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı hatıra getiriyor. | |
Hutur | Hatıra gelme | Bazı âyâtı düşünürken, bazı nükteler kalbime hutur ederek nota sûretinde kaydettim. | |
İhtar | Hatırlatma | Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım. | |
Tahattur | Hatırlama | Hattâ sorguda bir suale karşı dedim: "Tahattur edemiyorum." | |
Hı-Tı-Tı (3) | + | ||
Hat | Çizgi, yazı | Eskiden hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. | |
Hattat | Güzel yazı yazan | Tabiatımdaki ifrat cihetiyle düşündüğümden, mütercim-i hayâlînin tercümesinde, hattatın imlâsında, tâbiin tâbında, mütâliin fehminde bâzan yanlış düşmekle, güzel bir hakikat çirkinleşiyor. | |
Hutut | Hatlar | On Üçüncü Sözde beyan edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur'âniyenin herbirisi, ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münasebâtın hutut-u mâneviyesini uzatıyor, birer nakş-ı i'câzî nescediyor. | |
Hı-Tı-Fe (2) | + | ||
Hatf (Hatfe) | Yakalama, kapma | + | Gözlerini hatfedecek, yani kaptıracak ve kör edecek esbap mevcut olduğuna rağmen, her nasılsa bir mâniden dolayı henüz kör olmamışlardır. |
Hatif | Sesi gelen, kendi görünmeyen cin; gözü alan | Hem kâhinler gibi, "hâtif" denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinnîler, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın geleceğini mükerreren haber vermişler. | |
Hı-Tı-Vav (2) | + | ||
Hatve | Adım | Şu tarik, hafî tarikler misillü, "letâif-i aşere" gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi "nüfus-u seb'a" yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibarettir. Tarikatten ziyade hakikattir, şeriattir. | |
Hutuvat | Adımlar | + | ...ve Harekât-ı Milliyede Hutuvat-ı Sitte Risalesi ile ulemayı ve Şeyhülislâmı ve İstanbul'u, işgal eden ecnebî taraftarlığından kurtaran... |
Hı-Fe-Şın (1) | |||
Huffaş | Yarasa | Nurdan zarar gelmez; gelirse, huffâşa gelir, murdar şeylere gelir. | |
Hı-Fe-Fe (4) | + | ||
Hafif | Ağır olmayan, yeğni | + | Şimdi ehl-i ilhadın bize dehşetli zararlarına karşı, kardeşlerimiz olan ehl-i imanın gayet hafif, şahsıma karşı tenkitlerini bir nevi ikaz ve bizi ihtiyata sevk için bir dostluk telâkki ediyorum. |
Hiffet | Hafiflik | Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. | |
İstihfaf | Hafife alma | İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. | |
Tahfif | Hafifletmek | + | Hem hastalık, dünya aşkını ve alâkasını hafifleştirdiğinden, vefat ile dünyadan, ehl-i dünya için gayet elîm ve acı olan mufarakati tahfif eder, bazan da sevdirir. |
Hı-Fe-Vav (6) | + | ||
Ahfa | 10 latifeden biri | + (daha gizli anlamında) | Letâif-i aşere, İmam-ı Rabbânî kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasip bir lâtife-i insaniye tâbir ederek, seyr-i sülûkta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiştir. |
Hafa | Gizlilik | Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun | |
Hafi (Hafiye) | Gizli (casus) | + | Hem öyle Semî' ve Kerîm bir Kadîrden, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîmden saadet ve bekàyı istiyor ki, bilmüşahede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafi bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder, lisan-ı hâl ile de olsa icabet eder. |
İhfa | Gizleme | Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zâtlar beyan ediyorlar. | |
İhtifa | Gizlenme | Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, ey Kàdir-i Mutlak, | |
Mahfi | Gizli | Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır,... | |
Hı-Lam-Cim (2) | |||
Halecan | Kalp çarpıntısı | Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. | |
Haliç | Denizin karaya girintisi | Bu Haliç'te tahminen kaç kayık var? | |
Hı-Lam-Dal (2) | + | ||
Hulud | Devamlılık | + | Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden, hulûd ve devamdır. |
Muhalled | Sürekli | + | ...o cemaatin ilelebed ve muhalled naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye... |
Hı-Lam-Sad (9) | + | ||
Halas | kurtulma | Çünkü, vasıta-i halâs ve vesile-i necat olan ihlâs zayi olur. | |
Halis (Halise) | Saf | + | Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirtler, ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar. |
Hulus | Safiyet | ...Risale-i Nur'un mânevî tokatlarından muhafaza edilmekliğimizi kemâl-i hulûsla istirham eylerim. | |
Hülasa | Özet | ...zîhayatın hülâsası olan bütün zîruhun ibâdât-ı mahsusalarını tasavvur edip dergâh-ı İlâhîye o ihâtalı mânasıyla arzediyor. | |
İhlas | İçtenlik | Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. | |
Muhlas | İhlası daimi olan, ihlasa eriştirilen | + | اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ سُورَةِ الْاِخْلَاصِ اِجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصٖينَ الْمُخْلَصٖينَ (Meali: İhlâs Sûresinin hakkı için, bizi ihlâs sahibi olan ve ihlâsa eriştirilen kullarından eyle.) |
Muhlis | İhlaslı | + | Cenâb-ı Hak, onun gibi hâlis, muhlis talebeleri çoğaltsın. Âmin. |
Tahallüs | Kurtulma | Zîrâ istibdad ve tahakkümden tahallüs, hahiş ve şevk-i vicdanî ile sevk olur. | |
Tahlis | Kurtarma | Müvellidi medeniyet; ve şânı tezayüd; ve ömrü ebedî olduğundan herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuşsa, o hükûmeti kendi gibi kayd-ı ömr-ü tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar yaşamasına istidat vermiş. | |
Hı-Lam-Tı (4) | + | ||
Halita | Karışmış şey | Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise, sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. | |
Halt | Karıştırma | Halt etme! Ben nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? | |
İhtilat | Karışma | Nakkâş-ı Ezelî, zeminin yüzünde, yaz, bahar zamanında en az üç yüz bin nebatat ve hayvânâtın envâını, nihayetsiz ihtilât, karışıklık içinde nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile ve gayet derecede intizam ve tefrik ile haşir ve neşretmesi, bahar gibi zahir ve bahir, parlak bir sikke-i tevhiddir. | |
Muhtelit | Karışmış, karışık | Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. | |
Hı-Lam-Ayn (3) | + | ||
Hal' | Tahttan indirme | ...Hazret-i Osman halife olacağını ve hal'i istenileceğini ve mazlum olarak Kur'an okurken katledileceğini haber vermiş. | |
Hil'at/Hilat | Elbise | Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil'at-ı üslûbu tevzi ve giydirmektir. | |
Mahlu' | Tahttan indirilmiş | O vakitte şimdi münkasım olmuş ve şiddetlenmiş olan istibdadlar, umumen Sultan-ı Mahlu'a isnad edildiği halde;... | |
Hı-Lam-Fe (14) | + | ||
Halef | Sonra gelen, yerine geçen | Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese, meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aksülâmel yapar. | |
Half | Arka | + | Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin. |
Halife | İdare etme görevlisi | + | Bir ismi de halifedir; bir meşihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. |
Hilaf | Aykırı, ters | + | ..."Benim ziyam dünyayı istilâ ediyor. Benim hararetim herşeyi ısıtıyor. Ve küre-i arzdan bir milyon defadan daha büyüğüm" dese, ne derece hilâf-ı hakikat olduğu anlaşılır. |
Hilafet | Halifelik | Hulefâ-yı Râşidînin hilâfetleri ile Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhın altı aylık hilâfetinin müddeti otuz sene olacağını ihbardır. | |
Hulefa | Halifeler | Hazret-i Ali Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. | |
Hulf | Sözünde durmama | Hulfü'l-vaad ise, hem izzet-i iktidarına zıttır, hem ihata-i ilmiyesine münafidir. | |
İhtilaf | Fikir ayrılığı | + | Ehl-i hakkın ihtilâfı himmetsizlikten ve aşağılıktan ve ehl-i dalâletin ittifakı ulüvv-ü himmetten değildir. |
İstihlaf | Halife bırakma | ...veyahutta yeryüzünde yaptıkları eski tasarruf salahiyetleri ellerinden alınmış olmasından) yerlerine Benî Adem istihlaf ettirilmiş olduğunu,... | |
Kalfa | Usta yardımcısı (Halife kelimesinden bozulma) | Üç gün sonra Yaşar ve Necati isminde iki çocuk, bana hem refik, hem ders arkadaşı ve bir derece onlara kalfa olarak tayin edildim. | |
Muhalefet | Karşı çıkma | Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. | |
Muhalif | Karşı çıkan | Malûmdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. | |
Muhtelif | Farklı farklı | + | |
Tahallüf | Değişme, farklı olma | Ehl-i İ'tizalce: "Ölmeyecekti." Çünkü onlarca muradın iradeden tahallüfü câizdir. | |
Hı-Lam-Kaf (8) | + | ||
Ahlak | Huylar | Yani, onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. | |
Halık | Yaratıcı Allah | + | Ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahlûklarından mukabele istediğinden,... |
Halk | Yaratılmışlar; yarat(ıl)ma | Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? | |
Hallak | Yaratıcı Allah | + | Hallâk-ı Kerîmin bu kadar az birşeyle şu kadar büyük şeyleri sana verdiği halde sen yapmazsan, senin bu insafsızlığınla Cehennem sana lâyık olmaz mı ve sen ona müstehak olmaz mısın, ey gafil ve ey târiküssalât? |
Hilkat | Yaratılış | Hilkat şeceresinin semeresi insandır. | |
Hulk | yaratılış | Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. | |
Mahluk | Yaratılmış | "Mevt dahi hayat gibi mahlûktur; hem bir nimettir" diye ifham ediliyor. | |
Tahalluk | Ahlaklanma | Nübüvvet ise, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber... | |
Hı-Lam-Lam (6) | + | ||
Halel | Bozukluk | Meselâ, cesîm bir sefine-i sultaniyede, âdi bir adam cüz'î vazifesini terk etmesiyle, bütün gemideki vazifedarların netâic-i hidematına halel getirdiğinden ve bazı da mahvettiğinden, bütün o vazifedarlar namına gemi sahibi ondan şedit şikâyet eder. | |
Halil | Dost | + | ...doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâline abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle,... |
Hıllet | Kardeşlik | Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. | |
İhlal | zarar verme | İşte, kavm-i Semud'un acip ve mühim hâdisâtını ve netâicini ve sû-i akıbetlerini böyle kısa birkaç cümle ile, îcaz içinde bir i'câz ile, selâsetli ve vuzuhlu ve fehmi ihlâl etmez bir tarzda beyan ediyor. | |
İhtilal | Devrim | "İhtilâl-i beşere ne nazarla bakıyor?" Derim: Sa'y asıl, esastır. | |
Tahallül | Araya girme | Öyle ise acz tahallül edemez. | |
Hı-Lam-Vav (4) | + | ||
Hali | Boş | Hâlî yerlerde oturup o teessürât-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebelerimle geçirdiğim mes'udâne hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sür'at-i teessür, mukavemetimi kırıyordu. | |
Halvet | Tenha yerde yalnızlık | Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. | |
Hulüv | Boş olma | Beka ve devamına olsa da, istimrar ve adem-i hulüvvü iktiza etmez. | |
Tahliye | Boşaltma, dışarı çıkarma | Bizi tahliye ve tecziye etseler de hiç ehemmiyeti yok. | |
Hı-Mim-Dal (1) | |||
Humud | Ne harama ne helale isteği olma | Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. | |
Hı-Mim-Ra (1) | + | ||
Humar | İçki ertesi baş ağrısı | İkaza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı taifesine, gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki, o şarabın humârı pek elîm, pek dehşetlidir. | |
Hı-Mim-Sin (3) | + | ||
Hamis (Hamisen) | Beşinci (olarak) | + | Hâmisen: Hüve Nüktesi pek ince, gerçi çok mücmel ve muhtasar olmuş, fakat herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imanî hissedebilir diye size gönderildi. |
Hamse | Beş | ...o Letâif-i Aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zâhirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o Letâif-i Aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. | |
Hums/Humus | Beşte bir | + | Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. |
Hı-Mim-Nun (1) | |||
Tahmin | Kestirme | Tahmin ederim ki, Birinci Nokta kâfi bir mikyas olmasından, daha, zekîlere ziyade izaha ihtiyaç kalmadı. | |
Hı-Nun-Cim-Ra (1) | |||
Hançer | Kısa bıçak | Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır. | |
Hı-Nun-Dal-Kaf (1) | |||
Hendek | Yarık toprak | İşte bu sırra binaen, ehl-i küfrün bir hakikati nefyetmesi ise, bir meseleyi halletmek veyahut dar bir delikten geçmek veyahut bir hendekten atlamak misalindedir ki, bin de, bir de, birdir. | |
Hı-Nun-Ze-Ra (1) | + | ||
Hınzır | Domuz | + | Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur suret. |
Hı-Nun-Sin (2) | + | ||
Hannas | Sinsice saldıran (şeytan) | + | Veya ecnebi hesabına bu milletin can damarını kesmeye ve bozmaya çalışan el-hannas bir zındıktır ki ... |
Hunnes | Gece görünüp gündüz görünmeyen (yıldız) | + | Şimdi, şu hunnes, künnes tabir edilen seyyarelerle şu zeminimizi kâinat fezasında birer gemi, birer tayyare suretinde kemâl-i intizamla döndüren ve seyr ü seyahat ettiren Zâtın haşmet-i rububiyetini ve şâşaa-i saltanat-ı ulûhiyetini güneş gibi parlaklığıyla gösteriyorlar. |
Hı-Nun-Zı-Lam (1) | |||
Hanzale | Zakkum; acı meyveli bir bitki | Hanzalenin çekirdeğinde hanzale ağacı mündemiç ve dahil olduğu gibi, Cehennemin de küfür ve dalâlet tohumunda müstetir bulunduğunu, şuhudî bir yakînle müşahede ettim. | |
Hı-Vav-Fe (6) | + | ||
Haif | Korkan | + | Ey hâif ve hem zaif! |
Havf | Korku | + | Havf ve zaaf tesirat-ı hariciyeyi teşcî eder. |
İhafe | Korkutma | Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasında ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. | |
Muhavvif | Korkutan | Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'iç ve muacciz bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini senin bu biçare başına yükletecek;... | |
Tahavvüf | Korkma | + (Eksiltme anlamında) | Hem kadınlarda ecnebî erkeklere karşı, fıtraten korkaklık, tahavvüf var. |
Tahvif | Korkutma | + | Şerden, haddi tecavüz etmemek için, terhib ve tahvif lâzımdır. |
Hı-Vav-Lam (1) | + | ||
Hala | Babanın kız kardeşi | + (Teyze anlamında) | Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir. |
Hı-Vav-Nun (3) | + | ||
Hain | İhanet eden | + | Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur |
Hıyanet | Hainlik | + | Hıyanet, hamiyet libasını giymiş. Cihada, bağy ismi takılmış. |
İhanet | Arkadan vuran | Tahminimce, her tarafta haddimden pek fazla teveccüh-ü âmmeyi kırmak için, bana böyle bazı bahanelerle ihanet ediyorlar. | |
Hı-Ye-Be (2) | + | ||
Haib | Ümitsiz | + | Veyahut hakikati bulmaktan muztar veya tahsil-i haktan haib oldukça, asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri, muhal ve gayr-ı mâkul bildiği bir emri, nazar-ı sathî ve tebeiyle kabulüne mecbur oluyor. |
Haybet | Mahrum kalma | Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir; ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. | |
Hı-Ye-Ra (8) | + | ||
Ahyar | Hayırlılar | Çok şerîr var ki, şerleri ahyârın maksadına hizmet ettiği için, ahyâr sûretinde görünür ve şerri alkışlanır. | |
Hayr/Hayır | İyilik | + | Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. |
Hayrat | Hayırlar | Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata istikamet dairesinde sarf etse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semâvî fermanlar müjde veriyorlar. | |
Hırsız | Çalan kişi (Hayırsız kelimesinden bozularak) | Evet, binler lira kıymetinde elmasları çalabilen mâhir bir hırsız, on kuruşluk bir cam parçasına hırsızlık etmekle, elmas çalmış gibi aynı cezaya kendini mahkûm etmek, dünyada hiçbir hırsızın, belki hiçbir zîşuurun kârı değildir. | |
İhtiyar | Seçme (kuvveti); yaşlı | Onların cüz-ü ihtiyarîleri olmadığı için, maaşları yoktur. | |
İstihare | Hayır rüyasına yatma | Yarına kadar beni bırakınız; istihare edeyim. | |
Muhayyer | Serbest | Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. | |
Muhtar | Dilediğini yapan Allah; istediğini yapan kişi; köy/mahalle başkanı; seçkin (Peygamberimizin ismi) | Bir Sâik-i Muhtarın kanun-u mahsusuyla âlem-i mevâlide girer. | |
Hı-Ye-Tı (4) | + | ||
Hayt | İp | + | İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. |
Hayyat | Terzi | Ve bilhassa Mehmed Seyrani Hayyat'a çok selâmla beraber, eğer benim orada iken tanıdığım ve Hüsrev sisteminde telâkki ettiğim Mehmed Seyrani ise,... | |
Hıyatat | Dikiş sanatı | Eğer herşeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlakın memur-u musahharı olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihâzâtını ve yapılmasını ve ayrı ayrı san'atlarını ve onlara giydirilen suretlerin terziliğini ve hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san'atını bilmek lâzım gelir. | |
Huyut | İpler | Acaba dünyada hangi itiraz ve şüphe vardır ki, milyarlar huyut-u berahinden teşekkül etmiş şu habl-i metini kesebilsin? | |
Hı-Ye-Lam (7) | + | ||
Hayal (Hayalat) | Zihinde tasarlanan | Hayal bir balona binse ve eline bir dürbün alsa, ancak vatanlarını bulabilir. | |
Hayyal | Hayal aleminde gezen | Ve tüccar olmaya bedel, hayyâl bir maskara olduğu gibi; ... | |
Muhayyel (Muhayyele) | Hayalde tasarlanmış | Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; ... | |
Muhayyil (Muhayyile) | Hayal kuvveti | Üstadım, sizin Sözler'iniz benim dinî muhayyilemi cidden değiştirdi. | |
Mütehayyel (Mütehayyele, Mütehayyelat) | Hayal edilenler | Bu ise, vücut müsaade etmediği için, mütehayyelâtları intizam bulamıyor. Bu ise, vücut müsaade etmediği için, mütehayyelâtları intizam bulamıyor. | |
Mütehayyil (Mütehayyile) | Hayal gücü | Yoksa muterizlerin bâtıl tevehhüm ettikleri cemiyet-i mütehayyile değildir. | |
Tahayyül | Hayalde canlandırma | Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir. | |
Hı-Ye-Mim (1) | + | ||
Hayme | Çadır | Hayme-nîşin bir edibin bu kelâmdan nasibi: |
Dal (د) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Dal-Elif-Be (1) | + | ||
De'b/Deb | Kaide, usul | + | De'b-i edeb ebed-müddet Kur'ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr |
Dal-Be-Be (1) | + | ||
Dabbe | Yerde yürüyen hayvan | + | Allahu a'lem, o dâbbe bir nevidir. |
Dal-Be-Cim (1) | |||
Dibace | Giriş (yazısı) | Zaman-ı salifte, şuara divanlarından hüsnünü; bir çok ulema, dibace-i te'liflerinden "Hulefa-i Raşidinin mesleğinden olmayan" bir şahs-ı hakime mehasin-i milleti gasben ona vermek.. | |
Dal-Be-Ra (5) | + | ||
Müdebbir (Müdebbire) | Her şeyin tedbirini gören Allah; İdare eden | + | Evet, dünya dârü'l-hikmet ve âhiret dârü'l-kudret olduğundan, dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbî gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedrici ve zamanla olması, hikmet-i Rabbâniyenin muktezası olmuş. |
İstidbar | Yüzünü çevirmek | İstibdad, istikbale istidbar ediyor. | |
Tedbir | Önceden gerekenleri yapma | Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettikten sonra, bütün hakikatini bir meyvede toplar, bütün mânâsını bir çekirdekte derc eder, onunla Hâlık-ı Zülcelâlinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir. | |
Tedabir | Tedbirler | ... rububiyetinin rahîmâne ve kerîmâne olan tedâbirinin mehâsinine ve inâyetinin ihtiyatlı letâifine pek zâhir bir surette işaret ve delâlet ederler. | |
Tedebbür | Sonunu düşünme | Birinci Mukaddemede tedebbür et, sonra bunu da dinle ki: | |
Dal-Be-Ğayn (1) | |||
Debbağ (Debbağhane) | Deri tabaklayan kişi (tabaklanan yer) | Debbağhane'de iki ev çökmüş, bazı köylerde sarsıntıyı müteakip yangınlar olmuş. | |
Dal-Se-Ra (1) | + | ||
Müddessir | Örtüsüne bürünen; Sure adı | + | Rumuzat-ı Semaniye |
Dal-Cim-Lam (1) | |||
Deccal | Büyük yalancı | Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. | |
Dal-Cim-Nun (1) | |||
Dacin | Evcil, alışık | Güvercin gibi, dâcin denilen bir kuş hanemizde vardı. | |
Dal-Hı-Lam (9) | + | ||
Dahil (Dahili) | İçinde (İçe ait) | + | Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. |
Dahl | Katılma, girme | Eğer zerre miktar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. | |
Dehalet | Sığınma | Öyleyse o fikir kudsiyet almak için İslâmiyete dehalet etmeye mecburdur. | |
Duhul | İçine girme | Nasıl ki küfür, Cehenneme duhulüne sebeptir. | |
İdhal | Dahil etme | Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. | |
Medhal | Giriş | Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiçbir medhalleri olmadığı, hem Cenâb-ı Hak rahmet ve inâyetiyle ehl-i hakka taraftar olduğu, hem hak ve hakikatin cazibedar güzellikleri ve mehâsinleri ehl-i hakka müeyyid ve müşevvik bulunduğu, hem dalâletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalâleti tenfir ettikleri halde, hizbüşşeytanın çok defa galebe etmesinin hikmeti nedir? | |
Müdahale | Karışma | Bazı risalelerde gayet kat'î ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe'ni, müdahaleyi reddetmektir. | |
Mütedahil | Birbirinin içine girmiş | Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi her insanın kalp ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. | |
Tedahül | İçine (birbirine) girme | Öyle ise mevâni tedahül edemez. | |
Dal-Hı-Nun (1) | + | ||
Duhan | Duman; Sure adı | + | ...ve haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhan, hem Leyle-i Berâtın senevî olarak hikmetli tefrik ve taksim-i umûr noktalarıyla ve başka karineler ile îmaen ve remzen haber veriyor. |
Dal-Ra-Cim (7) | + | ||
Derc | İçine alma, dahil etme | Sözler Mecmuasının sonunda neşredilmiş, buraya derc edilmemiştir. | |
Derece | Kademe | + | Hem ehemmiyetsizliği, kıymetsizliği iktiza eden gayet derecede mebzuliyet ve nihayet derecede ucuzluk dahi, yeryüzünde masnuatça, san'atça, nihayet derecede kıymettar ve pahalı bir keyfiyette görünüyor. |
İstidrac/İstidraç | Dinden uzak kişilerdeki harikuladelik | Kerâmet ve ikram ve inâyet ve istidrâca dair mühim bir kaideyi beyan eder. | |
Münderecat | İçindekiler | Şu kadar ki, mu'cizat-ı Ahmediyenin en büyüğü Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan olduğuna göre, i'câz-ı Kur'ân'ın ruhumda husule getirdiği tebeddülât ve münderecatından ettiğim istifade çok azîmdir. | |
Münderic | İçinde olma | Bu kefarete mânâ-yı ukubetle mânâ-yı ibadet ikisi dahi münderic olduğu için, hem kerhen icbar edilmeyecek, hem tedahül eder. | |
Tederrüc | Adım adım ilerleme | Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maâni-i müteselsilede tederrüc lâzımdır. | |
Tedric (Tedricen) | Derecelere ayırma (ayırarak) | Bazılara bir an bir senedir Fıtratların bir kısmı birden bire parlıyor. Bir kısmı tedricîdir,... | |
Dal-Ra-Ra (3) | + | ||
Derari | Parlak ve renkli yıldız | Bu semaların bir kısmı, seyyarat balıklarına denizdir; bir kısmı da sabit yıldızlara mezraadır; bir kısmı da sema çiçekleri hükmünde olan derâri yıldızlara bahçe ve bostandır. | |
Dürer | İnciler | Belki hikâyâtın bakırları ve İsrailiyatın müzahrafatı ve teşbihatın mümevvehatı elmas-ı akidede, cevher-i şeriatta, dürer-i ahkâmda idhal etmek, kıymetini daha ziyade tenzil ve müteharrî-i hakikat olan müşterisini daha ziyade tenfir ve pişman eder. | |
Dürr | İnci | + | Güya o dürr-i yetim ile hâmile olan o asır, Peygamberden istifaza ile istifade ederek keramet sahibi olmuş. |
Dal-Ra-Ze (1) | |||
Dürzi | Çok bozuk dalalet ehli (bir fırka) | "Çünkü kanun-u İlahîden hariç kalan bu gibi dürzilerin gözleri, kulakları daima sağ kalsın ki azapları işitmekten ve ikabları görmekten zevk alsınlar.” diye sâmi' efendiye cevap vermiştir. | |
Dal-Ra-Sin (7) | + | ||
Ders | Öğrenmek için muallimden azar azar alınan vazife | Hem ihlas ve hakperestlik ise Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa “Benden ders alıp sevap kazandırsınlar.” düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir. | |
Dürus | Dersler | Bu durûs-u Kur'âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. | |
Medaris | Medreseler | Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar. | |
Medrese | Okul | Medrese usulünce hiç olmazsa on beş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki, hakaik-i diniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. | |
Müderris | Ders veren | Ben henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmadığımdan, muhterem bir müderris kıyafetini kendime yakıştıramıyorum. | |
Tedris (Tedrisat) | Ders verme | Risale-i Nur adı verdiği dinî tedrisat sayesinde mahkûmların on beş haftada ıslah olacaklarını—ki, Denizli ve Afyon hapishaneleri, adliyenin, gardiyan ve müdürlerin şehadetiyle sabittir—söylemektedir. | |
Tederrüs | Ders alma | Buna da her kitaptan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebakisini terk eyledi. | |
Dal-Ra-Kef (5) | + | ||
Dereke | (En) aşağı mertebe | Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. | |
Derk | Anlama | + (Aşağı anlamında) | ...istiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü'yet-i hüsn-ü amele müreccahtır. |
İdrak | Anlama | Asrın idrâkine, zamanın tefehhümüne, anlayışına hitap eden, ihtiyaca en muvafık tarzı gösteren, ders veren ve doğrudan doğruya feyiz ve ilham tarikiyle âyetlerin yıldızlarından gelen ders-i Kur'ânîdir, küllî mârifetullah burhanlarıdır. | |
Müdrik (Müdrike) | Anlamış (idrak etme duyusu) | Ve keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hâfızasında öyle bir lâtife-i müdrike bırakılmıştır ki, o hardalenin tazammun ettiği geniş âlemde o lâtife daimî seyir ve cevelân etmekte ise de, sahiline vâsıl olamaz. | |
Tedarik | Temin | O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. | |
Dal-Ra-He-Mim (1) | + | ||
Dirhem | Küçük (gümüş) para birimi; 3,2 gram | ...şehriyeden beş dirhem, yoğurt süzülse on dirhem, muhallebi susuz altı yedi dirhem, beşinci gecede, tanesiz gibi gayet hafif şehriye beş altı kaşık, sahurda altı yedi kaşık pirinç çorbası, mecmuu otuz dirhem (96 gr.) gıdayla... | |
Dal-Ra-Ye (1) | + | ||
Dirayet | Beceriklilik, iktidar | O Üstadımızdan, Cenâb-ı Hak ebediyen razı olsun ve bütün talebelerine ve bilhassa benim gibi biçare, zavallı ve âcizlere akıl, dirayet, azim ve ihlâs ihsan buyursun. Âmin. | |
Dal-Sin-Te-Ra (2) | |||
Desatir | Düsturlar | Altı günde, o sarayın, o şecerenin esâsâtını desâtir-i hikmet ve kavânin-i ilm-i ezelîsi ile vaz' etti. | |
Düstur | İlke, kural | Evet, düstur-u cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, "Hayat bir cidaldir" diye eblehâne hükmetmişler. | |
Dal-Sin-Sin (3) | + | ||
Desais | Hileler | ...hem ehl-i imanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zayıflığından olmadığını;... | |
Dessas | Hileci | Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler;... | |
Desise | Hile | İşte bu desise-i şeytaniyeye mâruz olan biçare adam, hakaik-i imaniyeye yakînini böyle zâtî imkânlarla kaybediyor zanneder. | |
Dal-Ayn-Vav (10) | + | ||
Daavat/Deavat | Dualar | Ve o istemekle, dâr-ı saadetin ve Cennetin en mühim bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavât-ı insaniyeye kendisi dahi iştirak etmektir. | |
Dava/Da'va | İddia | + | İşte bu ehemmiyetli, azîm dâvâyı kazandıracak ve yirmi seneden beri tecrübeler ile ondan sekizine o dâvâyı kazandıran bir dâvâ vekili bulunsa, elbette aklı başında her adam, o dâvâyı kazandıran öyle bir dâvâ vekilini vazifeye sevk edecek olan bir hizmete her hadisenin fevkinde ehemmiyet vermeye mükelleftir. |
Davet/Da'vet | Çağırma | + | Kur'ân hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblâğdır. |
Dua | Yakarış, niyaz | + | Dua ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. |
Eddai/Dai | Dua eden; çağıran; sebep olan | + | Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır. |
Ed'iye/Ediye | Dualar | ...Zât-ı Üstadânelerinin makbul ed'iyelerinden gece ve gündüz hissemend olmamızı niyaz ediyorum... | |
İddia | Savunulan düşünce | Mahkemede kırk sahife iddianame iki saate yakın dinlettirildi. | |
İstida | Dilekçe | Bu noktayı izah için Afyon mahkeme reisine gönderdiğim istidayı size de berâ-yı malûmat gönderiyorum. | |
Müddei | İddia eden | Ey müddei, senin, şiddet-i zaafından, ferâizi tamamıyla senden göstermeyen sönük imanın nerede? | |
Tedai | Çağrışım | Bu münasebetle gelen tahattura "tedâi-yi efkâr" tabir edilir. | |
Dal-Ğayn-Dal-Ğayn (1) | |||
Dağdağa | Gürültü, telaş | Ve o mezkûr hakikatleri iktiza ettiği için, kâinatı dağdağa-i tagayyür ve fenâdan, tahavvül ve zevâlden kurtarmak... | |
Dal-Fe-Te-Ra (1) | |||
Defter | Kağıt destesi | İmam-ı Mübîn, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. | |
Dal-Fe-Ayn (7) | + | ||
Dafi (Dafia) | Defeden, engelleyen | + | Halbuki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. |
Def' | Kovma | + | Hem siz, hem onlar bilsinler ki, sadaka belâyı def ettiği gibi, Risaletü'n-Nur Anadolu'dan, hususan Isparta, Kastamonu'dan âfât-ı semaviye ve arziyeyi def ve ref'ine vesiledir. |
Def'a/Defa (Def'aten/Defaten) | (Bir) kere(de) | Ecsâdın def'aten inşasının misâli ise: | |
Eddifa | Savunma (Gazete ismi) | Bağdat'ta çıkan ed-Difa gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir'in Arabî makalesinin tercümesi. | |
Müdafaa | Savunma | Ceza Hâkimine Son Müdafaa | |
Müdafi | Savunan | ...Hâlık-ı Zülcelâl, kâinatta ezdâdı birbirine mezc edip, birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi bir vaziyet verip,... | |
Tedafü | Birbirini savma | Hariç etse tecavüz, o da eder tedafü. İşte şimdi anladın, sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet. | |
Dal-Fe-Nun (3) | |||
Defain | Defineler | İmanı elde eden ruh-u beşer, mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümanaatsız, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet maliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemâlin huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. | |
Defin (Define) | Gömü | Meselâ, envâ-ı cevâhiri hâvi ziynetli ve kıymetli bir defineyi keşfetmek için birkaç adam denizin dibine dalarlar. | |
Medfun | Gömülü | Evet, sevgili Üstadım, senelerden beri Kur'ân-ı Azîmü'l-Burhanın bahr-i ummanında medfun defineleri, Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur'la meydana çıkarmıştınız. | |
Dal-Kaf-Kaf (8) | |||
Dakk | Kapı çalma | Fakat bazan seni şu vazifede istihdam eder ki, hazain-i rahmetinin kapılarını kavl ve hâl ve fiil ve sualle dakk-ı bab etmek ile ubudiyet sûretinde hizmet edersin. | |
Dekaik/Dakaik | Dakikalar | Anladım ki, bu çok ince ve çok harika olan dekaik-i san'at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mânâ için değildir. | |
Dakik | İnce | Bu sırr-ı dakîkin vücûh-u kesîresinden birkaç veçhi Risalelerde zikredilmiştir. | |
Dakika | Saatin 60'ta biri | Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan, kat'iyen bil ki, hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. | |
Dikkat | İncelik | Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. | |
Men Dakka Dukka | Kapı çalanın kapısı çalınır (Eden bulur) | "Men dakka dukka" kaidesiyle, sûizan eden, sûizanna mâruz olur. | |
Müdakkik | İnceliklere dikkat eden | İşte böyle müdakkik ve ilim ve şeriat ve Kur'ân cihetinde bu zamanda söz sahibi en büyük âlim böyle hükmetmiş. | |
Tedkik | İnceleme | Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdinin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. | |
Dal-Lam-Dal-Lam (1) | |||
Düldül | Hz. Ali'nin katırı (aslen kirpi demektir) | Fahr-i Âlem, Arştan bu yere indi,/Şâh-ı Velâyet gelip Düldül'e bindi, | |
Dal-Lam-Sin (1) | |||
Tedlis | Gizlemek | Hak ise tedlis ve tağlit etmekten müstağnidir. | |
Dal-Lam-Lam (8) | + | ||
Dâl/Dal | Delil olan | Vahdet-i Bârî'nin tahakkukuna dâl olan hadsiz hüccet ve alâmetlerden üç hücceti beyan eder. | |
Delail | Deliller | Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye1, vücub-u vücuda ve vahdâniyete delâlet ettiği gibi, hem delâil-i kat'iye ile rububiyetin ihatasına ve kudretinin azametine delâlet eder. | |
Delalet | Yol gösterme | Öyle ise, biz de gayet muhtasar bir hülâsa ile vech-i delâletini ve sıhhatini beyan edeceğiz. | |
Dellal | Yol gösteren | Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı âzam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedânî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. | |
Delil | Doğru yolu gösteren | + | Delil ve imamımız inâyet ve Kur'ân'dır, şehbâz-ı edvar-pervaz. |
Edille | Deliller | Bunun edillesi, zevi'l-ihsâsı hayrette bırakacak gayet derin ve dakik on iki hemhemler ve şuur-u imanlarla Risale-i Hasbiyede beyan edilmiştir. | |
İstidlal | Delil getirme | Ateşin dumana olan delâleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle "burhan-ı limmî" denildiği gibi; dumanın ateşe olan delâleti gibi eserden müessire olan istidlâle de "burhan-ı innî" denir. | |
Medlul | Gösterilen | Ruhum, onunla o hazineyi keşfetti" diyerek sâir işarâtın karinesiyle bir mânâ-yı işârî ve bir medlûl-ü mecazî suretinde... | |
Dal-Lam-Vav (2) | + | ||
Delv | Kova (burcu) | + | ...küre-i arz Delv burcundan koşup Hût'taki tedellî eden kanunu tutup, şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı. |
Tedelli | Eğilme, tevazu gösterme | Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız, oraya alsın bizi. | |
Dal-Mim-Dal-Mim (1) | + | ||
Demdeme | Kızgın ses | Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra'dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz. | |
Dal-Mim-Ğayn (1) | + | ||
Dimağ | Beyin | İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor mâkes-i nur-u iman. | |
Dal-Mim-Nun (1) | |||
İdman | Alıştırma | Mâsum çocukların hastalıklarını, o nazik vücudlara bir idman, bir riyazet ve ileride dünyanın dağdağalarına mukavemet verdirmek için bir şırınga ve bir terbiye-i Rabbâniye gibi, ... | |
Dal-Mim-Ye/Vav (1) | + | ||
Dem | Kan | + | Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkün olduğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enâniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir. |
Dal-Nun-Ra (1) | + | ||
Dinar | Altın para (eski) | + | Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet, berhem-zened. |
Dal-Nun-Vav (5) | + | ||
Deni (Deniyyet) | Aşağı(lık) (Mimsiz medeniyyet) | Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. | |
Dünya | Yerküre | + | Dünya kazûratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. |
Edna | En/daha alçak | + | Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en ednâ bir serçe kuşuna yetişmez. |
Tedenni | Gerileme | Ve ondan terakkiyat ve tedenniyat çıkmış. | |
Denaet | Alçaklık, aşağılık | Muîn-i zâlimîn dünyada erbâb-ı denâettir, | |
Dal-He-Ra (2) | + | ||
Dehr/Dehir | Uzun zaman dilimi, dönem | Herkes, zaman ve dehirden şikâyet ediyor. | |
Dehri (Dehriyyun) | Zamana tapan sapık fırka mensubu (Bu sapık fırka) | ...kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir. | |
Dal-He-Şın (3) | |||
Dehşet | Kokup kaçılacak şey | Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi "Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler" de,... | |
Müthiş/Müdhiş | Dehşetli | Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. | |
Tedehhüş | Korkmak | Acaba, dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse, ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telâş eder,... | |
Dal-He-Lam-Ze (1) | |||
Dehliz | Koridor | ...ehl-i Kur'ân ve imana, dehliz-i cinandan rahmet-i Rahmân'a ve zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya açılan bir kapıya döner. | |
Dal-He-Nun (3) | + | ||
Dühn | Yağ | + | Meselâ incirin meyvesine halis bir süt, narın semeresine bir şarab-ı tahur, zeytininkine bir dühn-ü mübarek ve cevizinkine bir zeyt-i münevver ve hakeza, her birisine lâyık ve muvafık rızık i'ta etmektedir. |
Müdahene | Dalkavukluk | Zilleti olan, herkese karşı kendisini zelil gösterir. Bu ise riyadır. Riya ise müdahenedir. Müdahene dahi kizbdir. | |
Müdahin | Dalkavuk | Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir;... | |
Dal-He-Ye (3) | + | ||
Dahi (Dahiye) | Çok zeki; afet | Sol tarafıma baktım; müthiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. | |
Deha | Yüksek zeka | Dehâ dimağda işler; kalbi de karıştırır. | |
Devahi | Felaketler | İşte, küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyete çökmüş olan mesâib ve devâhiye karşı nokta-i istinadınız, muhabbetle ittihadı, mârifetle imtizac-ı efkârı, uhuvvetle teavünü emreden nokta-i İslâmiyettir. | |
Dal-Vav-Elif (1) | |||
Dâ'/Da' | Hastalık | Visal nefs-i zeval oldu * Devayı ayn-ı dâ' gördüm. | |
Dal-Vav-Ra (16) | + | ||
Dair | Bir şey etrafında dönen, hakkında | Ecnebî Feylesofların Kur'ân'ı Tasdiklerine Dair Şehadetleri | |
Daire | Yuvarlak; ofis | + (Hezimet anlamında) | Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. |
Dâr/Dar | Mekan, ev | + | Hem dünyada gençliğe muhabbet, yani, ibadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi, dâr-ı saâdette ebedî bir gençliktir. |
Devair | Daireler | Elbette, bütün devâir-i rububiyetle alâkadardır. | |
Deveran | Dönme | İşte, şu kâinattaki raks ve deveran, seyr ü cevelân ve temâşâ-i tesbihfeşan ve fusul-ü erbaa ve gece-gündüzdeki seyeran gibi ef'al, eğer vahdete verilse,... | |
Devr/Devir (Devre/Devire) | Dönüş | Sonra, İhtilâl-i Kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. | |
Devran | Dönme | Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî devranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvâtın devranına ve cereyanına kadar küllî olsun cüz'î olsun herbir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. | |
Devvar | Durmayıp dönen | Şu semâvât ehli ne birer mescid-i seyyar/Birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyâne, | |
Diyar | Dârlar, mekanlar | Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta "dâr-ı harp" denilir. | |
Edvar | Devirler, devreler | Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. | |
İdare | Çekip çevirmek, yönetim | İdare ve âsâyişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükûmette bulunur. | |
Medar | Sebep; etrafında dönülen şey; yörünge | ...insanın ehl-i sevâhil kısmının kısm-ı âzamının medar-ı taayyüşleri balıktır ... | |
Müdevver (Müdevveriyet) | Yuvarlak(lık) | Kim dine istinadla, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr ederse, sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur. | |
Müdir/Müdür | İdare eden | Çünkü kadının—aile hayatında müdir-i dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan—en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir. | |
Mütedair | Alakalı, dair | Bu maksatla yaptıkları muhabere mektuplarının münderecatında, hükûmete karşı kötü maksat beslemedikleri ve bir cemiyet veya tarikat kurmak fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmış olduğuna mütedair olduğu görülmüş;... | |
Tedvir | Döndürmek | Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. | |
Dal-Vav-Lam (4) | + | ||
Devlet | Ülke; Kuvvet | Azametli Bahtsız Bir Kıt'anın, Şanlı Tali'siz Bir Devletin, Değerli Sahipsiz Bir Kavmin Reçetesi | |
Düvel | Devletler | Düvel-i İslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim, askerlikte istihdam olunmuştur. | |
Müdavele | Alış-veriş, dolaşma | Şu Risale, bir meclis-i nuranîdir ki Kur'ân'ın şu münevver, mübarek şakirdleri, içinde birbiriyle mânen müzâkere ve müdâvele-i efkâr ediyorlar. | |
Tedavül | Dolaşma | Bugün ellerde tedavül eden Kur'ân'ın Hazret-i Muhammed'e (a.s.m.) vahyolunan kitabın aynı olmasıdır. | |
Dal-Vav-Mim (5) | + | ||
Daim (Daime, Daimi, Daima) | Sürekli | + | Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. |
Devam | Sürme | Belki, Risale-i Nur şakirtlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi. | |
İdame | Sürdürme | Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir. | |
Müdavemet | Devamlılık | Namazda lâzım olan tâdil-i erkân, müdavemet, muhafaza gibi "ikame"nin mânâlarını müraat etmeye işarettir. | |
Müdavim | Devam eden | Cümlenin cümle-i ismiye şeklinde zikredilmesi, tesbihin melâikeye bir seciye olduğuna ve melâikenin tesbihata mülâzım ve müdavim olduklarına işarettir. | |
Dal-Vav-Nun (4) | + | ||
Divan | Büyük meclis; şiirlerin toplandığı kitap | Risale-i Nur şakirtlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır. | |
Dûn/Dun | Aşağı | + | Ve keza bir sivrisineğin yaratılışı, san'atça filin hilkatinden dûn değildir. |
Madun | Alt | Evet, acaib-i san'at ve garaib-i hilkat noktasında cüz'iyat külliyattan geri değil; çiçekler yıldızlardan aşağı değil; çekirdekler ağaçların mâdûnunda değil; belki çekirdekteki nakş-ı kader olan mânevî ağaç, bağdaki nesc-i kudret olan mücessem ağaçtan daha aciptir. | |
Tedvin | Düzenleme | ...tesis-i İslâmiyette ve tedvin-i şeriatta Sahabelerin cüz'î hadiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında,... | |
Dal-Vav-Ye (3) | |||
Deva | İlaç | Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devâsı var ki, o da vücub-u zekâttır. | |
Edviye | Devalar | Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, ... | |
Tedavi | İyileştirme | Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur; fakat tesiri ve şifayı Cenâb-ı Haktan bilmek gerektir. | |
Dal-Ye-Nun (8) | + | ||
Deyn | Borç | + | Halbuki, bağındaki meyveleri, kaç senede deynine kâfi gelmeyecek. |
Deyyan | Herkesin hesabını bilen Allah | Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! | |
Din | Hak yol | + | Din-i hak, saadetin fihristesidir. |
Diyanet | Din işleri | Hattâ siz isterseniz kendi hesabınıza, onları müftüler neşretmek niyetiyle Diyanet Reisine verirsiniz. | |
Edyan | Dinler | Bütün ehl-i edyan, "melekü'l-cibal, melekü'l-bihar, melekü'l-emtar" gibi, her nev'e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadıyla bulunduğunu kabul ederek, o namlarla tesmiye ediyorlar. | |
Medyun | Borçlu | Borcu çok, ziyade medyun; borç sahipleri de Yahudiler. | |
Müdayene | Bakara 282. ayet | En büyük olan Müdayene âyeti sahifeler için, Sûre-i İhlâs ve Kevser, satırlar için bir vahid-i kıyasî ittihaz edildiğinden, Kur'ân-ı Hakîmin bu güzel meziyeti ve i'câz alâmeti görülüyor. | |
Mütedeyyin | Dindar | Hâzık, mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. |
Zel (ذ) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Zel-Elif (4) | + | ||
Haza | Bu, şu, o | + | Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur. |
Zat | Kendi | + | Bu zat, Hüsrev gibi Nura müştak ve dirayetli bir talebemdi. |
Zaten | Esasen | Zaten bu ciheti siz takdir etmişsiniz. | |
Zevat | Zatlar | Bu âsâr-ı kudsiyeye o zevât-ı âlîşan ancak tercüman hükmündedirler. | |
Zel-Elif-Be (1) | + | ||
Zi'b/Zib | Kurt | + | Bir kurt, keçilerden birisini tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış. Zi'b demiş: |
Zel-Be-Ha (3) | + | ||
Mezbaha | Hayvan kesim yeri | Zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. | |
Mezbuh (Mezbuhane) | Boğazlanan (Boğazlanır gibi) | Ölümle bir hareket-i mezbuhânenin ıztırabını çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü" denilmektedir. | |
Zebh/Zibh | Boğazlama | + | İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. |
Zel-Be-Zel-Be (4) | + | ||
Mütezebzib | Kararsız | ...ve bütün mevhum olan kör, sağır ve birbirine zıd ve müteşâkis erbabın arasında mütezebzib ve mütereddid bir şekilde kalmaktansa; | |
Müzebzib | Karıştıran | Başka müzebzibler gibi, taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. | |
Müzebzeb | Karmakarışık, beceriksiz | + | Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumî böyle müzebzeb olsa; şahid olunuz, ondan vazgeçtim. |
Tezebzüb | Kararsızlık | Sema ehli, arz ehli gibi hayırların ve şerlerin karışmasından ve zıtların içtimaından meydana gelen münakaşa ve ihtilafat ve tezebzüb içinde değillerdir. | |
Zel-Hı-Ra (2) | + | ||
İddihar | İhtiyaç için saklamak | Çünkü o Hakîm-i Zülcelâl, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder. | |
Zahire | Saklanan (yiyecek) | Evet, bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla, o uzun ve karanlıklı ebedü'l-âbâd yolunda zad ve zahîre, ışık ve burâk, ancak Kur'ân'ın evâmirini imtisal ve nevâhîsinden içtinab ile elde edilebilir. | |
Zel-Ra-Ra (3) | + | ||
Zerrat | Zerreler | Hem, tahavvülât-ı zerratta boğulan maddiyyunları susturan ve zerrâtın tahavvülâtı ve harekâtını, vazife ve intizamlarını emsalsiz bir tarzda ispat eden "Otuzuncu Söz" nâmındaki Zerrat Risalesine... | |
Zerre | En küçük parça | + | Zerre şemse kardeş olur. |
Zürriyet | Soy, nesil | + | ... ve Hazret-i Fatıma'nın zürriyetinin nesl-i mübareki, âlem-i İslâmda Ehl-i Beyt ünvanını alarak âli bir şeref kazanacaklarını ... |
Zel-Ra-Ayn (1) | + | ||
Zira' | Dirsek-orta parmak ucu arası uzunluk, arşın | + | Çünkü, her otuz üç zıra' derinliğinde, tahminen bir derece hararet artar. |
Zel-Ra-Vav (2) | + | ||
Zariyat | Savuran rüzgârlar (Sure adı) | + | Sure-i Ez-Zariyat 1280 tarihinden sonraki fırtınalı vukuata hurufatıyla haber veriyor ve muvafıklarını şahit gösteriyor. |
Zirve | En tepe nokta | ...o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyât-ı celâliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak,... | |
Zel-Ayn-Nun (1) | + | ||
İz'an/İzan | Teslim olup itaat etme | ...sağı bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan; solu biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz'an; ... | |
Zel-Kef-Ra (12) | + | ||
Ezkar | Zikirler | Evet, namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezâifi, makamatı mufassalan gördüler. | |
Mezkur | Bahsi geçen; Allah'ın ismi (Zikre layık) | + | İşte, hava unsuru yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdâniyeti ve mezkûr acaibi gösterdiği ve dalâletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi; ... |
Müzakere (Müzakerat) | Fikir alış-verişi (verişleri) | Şu Risale, bir meclis-i nuranîdir ki Kur'ân'ın şu münevver, mübarek şakirdleri, içinde birbiriyle mânen müzâkere ve müdâvele-i efkâr ediyorlar. | |
Müzekker | Erkek | Müenneslerin cemaatine, iki katlı müennes olduğu halde, müzekker fiili olan قَالَ buyurması;... | |
Müzekkir (Müzekkire) | Hatırlatan | + | ...hem de evamirine olan itaati temin ve tesis eden azamet-i Sâniin tasavvurunu zihinlerde idame edecek bir müzekkire-i mükerrere olan ibadete muhtaçtır. |
Tezekkür | Hatırlama, zikretme | Bu itibarla, ehl-i dalâl ile ehl-i kemâl, nisyan ve tezekkürde müteâkistirler. | |
Tezkar | Zikretme, hatırlatma | Duada tekrar, zikirde tezkâr, dâvette tekid lâzımdır. | |
Tezkere | İzin belgesi, pusula | ...ölüm bizim için, sırr-ı Kur'ân ile, idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrilmiş. | |
Tezkir (Tezkire) | Hatırlatma | + | Onun içinde tâlim, hem müsellemâtı tezkir. |
Zakir | Zikreden | + | Bütün zerrat-ı mevcudat .... Birer zâkir, müsebbih gör. |
Zikr/Zikir | Anma | + | ...o halka-i kübrâ-yı zikirde, ellerinde tesbihler Sübhânallah otuz üç, Elhamdü lillâh otuz üç, Allahu ekber otuz üç defa tekrar ederler. |
Zükuret | Erkeklik | Çünkü, âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, ... | |
Zel-Kef-Vav (4) | + | ||
Ezkiya | Zekiler | ...bütün ezkiya-yı âlemin nazarlarını dikkate celbeder... | |
Zeka | Kavrama çabukluğu | Bir noktayı cihan yap, o cihana hâkim ol, Zira senin bir noktanda, güneş kadar zekâ var. | |
Zekavet | Zekilik | Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediplerde o edipleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi, zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvâri iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi... | |
Zeki | Aklı iyi çalışan | Zeki dostum, kalb çok arzu ederdi, ehl-i fenden envâr-ı imaniyeye ve esrar-ı Kur'âniyeye iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulûsi Beye benzeyecek adamlar ileri atılsın. | |
Zel-Lam-Kaf (1) | |||
Zelaka | Keskin çıkan be, te, ra, kaf, mim, lam karfleri | Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. | |
Zel-Lam-Lam (7) | + | ||
Mezellet | Alçaklık | Bugün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteriyor ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak, yine o histir. | |
Müzellel | Alçalmış | ... koca küre-i arz, bütün sekeneleriyle birlikte onun taht-ı emrinde müsahhar, müzellel bir hayvan gibi duruyor. | |
Tezellül | Küçülme | Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. | |
Tezlil | Küçümseme, hor görme | + | İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek... |
Zelil | Alçak | ...melâikeye karşı rüçhâniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziyeyi, en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zayıf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar ve mânâsız, karma karışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir. | |
Zillet | Aşağılık | + | Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. |
Züll | Küçüklük | + | Hâlık-ı Âlem züll ve zilletlerden münezzehtir. |
Zel-Mim-Mim (6) | + | ||
Mezmum | Kötülenmiş | + | Demek, zem ve gıybet, aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. |
Zem | Kötüleme | Demek, zem ve gıybet, aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. | |
Zemime | Kötülenmiş | Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme… | |
(Ehl-i) Zimme | İslam devletindeki anlaşmalı gayrımüslimler | Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür; | |
Zimmet | Sorumluluk, üstlenme | + | ... borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi nihayet hikmettir. |
Zimmi | Ehl-i zimme, İslam devletindeki anlaşmalı gayrımüslimler | Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ı hayatı var" diye usul-i şeriatın bir düsturudur. | |
Zel-Nun-Be (4) | + | ||
Müznib (Müznibin) | Günahkar(lar) | Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine şefkatinin derecesini ve bihakkın şefîu'l-müznibîn olduğunu göstermekle beraber,... | |
Zenb | Günah | + | Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayıp ve zenbi azîm biçare insan! |
Zeneb | Kuyruk | İşte, o iki dairenin tekatu' noktasına, "baş" mânâsına "re's," diğerine "kuyruk" mânâsına "zeneb" demişler. | |
Zünub | Günahlar | Belki Cenâb-ı Hak, bu eseri ona kefaret-i zünub yapacak ve bu tefsiri de tam anlayacak adamları yetiştirecek inşaallah. | |
Zel-He-Be (8) | + | ||
Mezahib | Yollar | Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. | |
Mezheb/Mezhep | Yol | Elcevap: İ'câz-ı Kur'ân'da iki mezhep var: | |
Müzehheb | Yaldızlanmış | Şems, demiri altından yapılmış mühezzeb, müzehheb, zırhlı bir sefine gibi esîrden olan... | |
Müzehhib | Süsleyen | Mühezzib-ı ahlâk da dindir. | |
Tezhib/Tezhip | Süsleme | Hem de intizam-ı idareden ziyade tezhîb-i ahlâka muhtacız. | |
Zehab | Gitme, zan, yanlış düşünce | + | Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. |
Zeheb | Altın | + | Lâkin o bahr-i semada o zeheb-i zâib cereyan ediyor. |
Zahib | Zanneden | + | Hayal ve mesmuuma nazaran, huzurunuzun muhtel olduğuna zâhibim. |
Zel-He-Nun (2) | |||
Ezhan | Zihinler | Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler. | |
Zihin | Akıl | Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye" her birinin bir gayetü'l-gàyâtı var: | |
Zel-Vav (1) | + | ||
Ze/Zel/Zu/Zül/Zi/Zevil | Sahiplik eki | + | Fakat sair zevilhayat, bütün gayelerde sana müsavi olamaz. |
Zel-Vav-Be (2) | |||
İzabe | Eritme | İşte, beşerin san'at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. | |
Zaib | Erimiş | Lâkin o bahr-i semada o zeheb-i zâib cereyan ediyor. | |
Zel-Vav-Kaf (4) | + | ||
Ezvak | Zevkler | ...bütün o hakikatsiz, tatsız, akıbetsiz ezvâk-ı dünyeviye yerine, hakikî, daimî ve tatlı ezvâk-ı imaniyeyi Lâ ilâhe illâ Hû'da ve nur-u tevhidde bulduğum gibi, ... | |
Mezak | Manevi zevk | Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık... | |
Zaik (Kuvve-i Zaika) | Tadan (Tat alma duyusu) | + | |
Zevk | Lezzetlenme | Zevk alır baktıkça insan, bütün eşyadan geçer. | |
Zel-Ye-Lam (3) | |||
Ezyal | Zeyiller | Biz eslâfın ezyalini tutmakla beraber, ahlâfın teşebbüsatından dahi geri kalmamaya söz veriyoruz. | |
Tezyil | Ekleme | BİR TEZYİL Lafzı süslemek, zinetlendirmek, evet vardır.. | |
Zeyl/Zeyil | Ek | Ben itiraf ediyorum ki, ben bu zeyilleri unutmuştum. |
Ra/Rı (ر) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Ra-Elif-Sin (6) | + | ||
Reis | Başkan | Reis Beyefendi, Kararnamede üç madde esas tutulmuş: | |
Re's/Res | Baş | + | İşte, o iki dairenin tekatu' noktasına, "baş" mânâsına "re's," diğerine "kuyruk" mânâsına "zeneb" demişler. |
Re'sen/Resen | Bizzat, doğrudan | Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. | |
Riyaset | Reislik | Demek Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali (radıyallahu anhüm) Sıddıktan sonra riyaset-i İslâmiyete geçecekler ve şehid olacaklar. | |
Rüesa | Reisler | Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. | |
Ruus | Başlar | …tam serbestiyetle, bilâperva ve kemâl-i vüsûk ile alâ ruûsi'l-eşhad zikr ve naklinden güneş gibi sıdk tulû edeceğini göreceksin. | |
Ra-Elif-Fe (2) | + | ||
Rauf | Çok şefkatli (Esma);çok şefkatli kişi | + | شَرَنْطَخٍ Süryanice Rauf ve بَرْكُوتٍ Rahîmdir. |
Re'fet/Refet | Şefkat | + | …Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve nihayet re'fetini gösterdikten sonra,… |
Ra-Elif-Ye (8) | + | ||
İrae | Gösterme | Ve o irâe ile, kalbi vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarıp, ebedî bir ferahı, daimî bir süruru temin eder. | |
Mir'at/Mirat | Ayna | Vücut burhan-ı Zât oldu, / Hayat, mir'ât-ı Haktır, gör. | |
Mürai | Riyakar | Sırf o mürâi ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş'um sözünü doğru göstermek için, İslâm mağlûbiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. | |
Ree | Akciğer | Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı "ree" denilen, nefesin geldiği yere getirirler. | |
Rey/Re'y | Görüş; oy | + | Âlem-i İslâm ulemasının ortasındaki müthiş ihtilâfata ne dersin ve reyin nedir? |
Riya | İki yüzlülük | Bu ise riyadır. Riya ise müdahenedir. | |
Rü'ya/Rüya | Düş | + | Selef-i Sâlihînde bu çeşit rüyalar görülmüş |
Rü'yet/Rüyet | Görme, bakma | Adem-i rü'yet, adem-i vücuda delâlet etmez. | |
Ra-Be-Be (6) | + | ||
Erbab | Rabler; ustalar | Başta Neseî olarak, erbab-ı siyer, Osman ibni Huneyf'ten haber veriyorlar ki: | |
Mürebbi (Mürebbiye) | Terbiye edici (Aynı zamanda Ra-Be-Ye kökünden gelir) | "Allah, Rab, Mâlik, Müdebbir, Mürebbi, Mutasarrıf ve Nâzım" isimlerine şehadet ettiklerini ispat eder. | |
Rab | Yaratıcı (Esma); efendi | + | …Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda birer güneş gibi tulû ettiler. |
Rabbani (Rabbaniyye) | Rabbe ait; Rabbe ibadet eden | + | …Hazret-i Zeynep'i tezevvücü, sırf bir emr-i İlâhi ve Kader-i Rabbani ile olduğunu beyan ediyor. |
Rububiyet | Rablık, terbiye edicilik | İşte, şu misalimizde meşhud ve kat'iyyü'l-vücud olan bir cemâl-i Rububiyet, cemâl-i Rububiyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte, dünyada muhal ve bâtıl misallerin en acibidir. | |
Terbiye | Kemale ulaştırma (Aynı zamanda Ra-Be-Ye kökünden gelir) | Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder. | |
Ra-Be-Ha (1) | + | ||
Rıbh/Ribh | Kar, kazanç | Ta beş hasâretten kurtulup, beş ribhi birden kazanasın. | |
Ra-Be-Tı (7) | + | ||
İrtibat | Bağlantı | Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. | |
Merbut | Bağlı | Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. | |
Murabıt | Kalbini bağlayan | Daima onların demdemelerinin mevzuu olan ihlâsı; hem de tekke denilen mânevîleşmiş kışlalarda, tarikat denilen ruhânîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi;… | |
Mürtebit | Bağlantılı | Aşiretin efradı gibi, İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. | |
Rabıta | Bağ | İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. | |
Rabt/Rapt | Bağlama | Mevcut telgraf ve telefon teline makinesini küçük bir telle raptetmek gibi, şu adam bu intisapla kendini o hadsiz kuvvete rapteder. | |
Revabıt | Rabıtalar | Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz. | |
Ra-Be-Ayn (6) | + | ||
Erbaa | Dört | + | Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi'den sonra en efdallerdir denilir. |
Erbain | 40 (günlük uzlet) | + | …Isparta'nın cenubunda, dağda Sidre nam mevkide erbaîn eyyâm-ı mübarekesini tes'id ve hasr-ı tesbihata niyetle… |
Murabba | Dört köşe, kare | Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, … | |
Rabian | Dördüncü olarak | + | Rabian: Merhum Hafız Ali'nin Lem'alar'ını tashih ettim. |
Rebi'ül-evvel/Rebiül-evvel, Rebi'ül-ahir/Rebiül-ahir | Arabi 3. ve 4. aylar | Bu mübarek Rebiü'l-Evvelin on ikinci gecesi, mübarek bir gecede Üstadımın pek yakınımızda olan Isparta'ya hicreti beni o kadar memnun ve mesrur etti ki,… | |
Rub/Rubu/Rub' | Dörtte bir | + | Sûre-i İzâ Zülzileti'l-Ardu, rub'u |
Ra-Be-Ye (1) | + | ||
Riba | Faiz | + | İkinci kelimenin esasını "hurmet-i ribâ" ile kal' edip tedavi eder. |
Terbiye, Mürebbi (Bkz. Ra-Be-Be kökü) | |||
Ra-Te-Be (9) | |||
Meratib | Mertebeler | Ve onunla, o meratib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvere ilân edilebilir. | |
Mertebe | Derece, kademe | Birinci Mertebe çok kıymettar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. | |
Müretteb | Tertip edilmiş | Mahlûkatın her nevine, her ferdine ve o nev'e ve o ferde mürettep olan âsâr-ı mahsusasını müntiç ve istidad-ı kemâline münasip bir vücudun verilmesidir. | |
Mürettib | Tertip Eden; Esma | Evet, dünya dârü'l-hikmet ve âhiret dârü'l-kudret olduğundan, dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbî gibi çok isimlerin iktizasıyla, … | |
Revatib | Namazdan önceki müekked sünnet | …Fatiha'nın bir hesapla otuz altı kelimelerine tevafuk işaretiyle, beş farz namaz ve revatibinde ve revatib hükmündeki iki rekat teheccüd namazında yirmi dört saatte otuz altı defa Fatiha'nın tekerrürüne îma eder. | |
Rütbe | Basamak, derece, makam | …hafızlıktır pek de büyük bir rütbe. | |
Rüteb | Rütbeler | Bir müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir. | |
Terettüb | Bağlı olarak meydana gelme | Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet, maluliyet giremez. | |
Tertib | Düzenleme | Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. | |
Ra-Te-Kaf (1) | + | ||
Ratkan | Yapışık | + | Sonra ikisinin de ratkanlığını yani yapışıklıklarını izale ve fetk ettik. |
Ra-Se-Ye (1) | |||
Mersiye | Birisinin ölümü üzerine yazılan şiir | Hem aynı zamanda Halil İbrahim'in, vefatım hakkında bir hazin mersiye hükmündeki parlak mektubu, şakirtleri ağlattırdı. | |
Ra-Cim-Elif (1) | |||
Mürcie | Batıl bir fırka | …Mûtezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi dalâlet fırkalarını… | |
Ra-Cim-Be (1) | |||
Recep | Kameri ay | On Sekiz Recep tarihli, Otuz Birinci Mektubun Birinci, İkinci Lem'alarıyla Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Remzinin Birinci Makamını, Şaban'ın birinci günü, yani yazıldığından on üç gün sonra aldım. | |
Ra-Cim-Cim (1) | + | ||
İrticac | Sarsıntı | …medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu… | |
Ra-Cim-Ha (6) | |||
Müreccah | Tercih edilen | Halbuki bir fende veya bir san'atta iki ehl-i ihtisas, binler başkalara müreccahtırlar | |
Müreccih | Tercih eden, tercih ettirici (sebep) | Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. | |
Racih | Üstün | Yani, hasenat râcih ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; | |
Rüchan/Rüçhan | Üstünlük | Büyük küçüğe tekebbürü yok, cemaat ferde rüchânı yok. | |
Tercih | Üstün tutma | Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vakidir. | |
Tereccuh | Üstün olma | Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. | |
Ra-Cim-Ze (1) | + | ||
Ercuze | Mısraları kafiyeli, kısa ölçülü nazım; Hz. Ali'nin kasidesi | …Hazret-i Ali (r.a.) Ercûze'sinde ve Gavs-ı Âzam (k.s.) Kasîde'sinde Resâili'n-Nur'a kerametkârâne işaret ettikleri vakit hem o asra, hem şu asra bakıp hiddetle işaret etmişler. | |
Ra-Cim-Ayn (7) | + | ||
İrca | Yöneltme, dayandırma | Hava âlemindeki müzehher sümbülü onlara irca ile izah edemez. | |
İrtica | Geri dönme, gericilik | …bizi irtica ile ittiham etmeye çalışması öyle bir hatâdır ki, kabrinde onun çok azabını çekecek. | |
Müracaat | Başvuru | Beş altı sebep için müracaat etmiyorum ve edemiyorum: | |
Merci | Müracaat yeri | + | Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lâzımdır. |
Mürteci | Geri dönen, gerici | …ehl-i iman fedakârlarına "mürteci" namını verip onları müttehem etmek, mel'un Yezid'in zulmünü adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillu en vahşî ve zâlimâne bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur'ân'ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir. | |
Raci | Alakalı | + | O faidelerden, hayat sahibine, tasarruf ve hizmeti nisbetinde bir hisse ayrıldıktan sonra, bâki kalan gayeler, semereler Fâtır-ı Hakîme râcidir. |
Rücu/Rücu' | Dayanma, dönme | İnsanın vehim, farz, hayal duygularına varıncaya kadar bütün hassaları bilâhare rücû edip bilittifak Hakka iltica ettiklerini … | |
Ra-Cim-Lam (4) | + | ||
Racul/Recül | Adam | + | …müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. |
Rical | Adamlar | Peygamberin (a.s.m.) evlâd-ı zükûru rical derecesinde kalmayıp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktır. | |
İrtical (İrticalen) | Hazırlıksız (olarak) | Bediüzzaman Said Nursî'nin ilân-ı hürriyetin üçüncü gününde irticalen söylediği ve sonra Selânik'te Hürriyet Meydanında tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutkunun sûretidir. | |
Mütereccil | Erkekleşmiş kadın | Biz ise, aldığımız vakit sû-i tâlih cihetiyle ve sû-i intihap tarikiyle müşkilü't-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi hevâ ve hevese muvafık zünub-u medeniyet kesb ettiğimizden, muhannes gibi veya mütereccile gibi oluruz. | |
Ra-Cim-Mim (5) | + | ||
Recm/Recim | Taşlama | + (kafadan atma anlamında) | …recm-i şeyâtîne alâmet olan yıldızların düşmesi kesretle vuku bulmuştur. |
Racim | Taşlanmış | + | Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz. |
Mütercim | Yazılı tercüme eden | Kusura bakmayınız, bu kadarı da, ancak müellifinin mânevî yardımıyla ve Leyle-i Kadrin bereketiyle ve Mevlânâ'nın komşuluğundan istifade ile yapabildim. Mütercim: Abdülmecid Nursî | |
Terceme/Tercüme | Çeviri | Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,… | |
Tercüman | Tercüme eden | …İslâmiyetin menbaı ve Kur'ân'ın tercümanı olan zâtın (a.s.m.)… | |
Ra-Cim-Vav (3) | + | ||
Mercu | Rica olunan | + | Gayr-ı mütenahi olan mârifetullah, böyle mahdut olan kelâma sığışmaz. Binaenaleyh, kelâmımdaki iğlâkın mâzur tutulması mercûdur. |
Raci (Raciyane) | Rica eden (ederek) | …umum ümmet demesini râciyâne, dâîyâne Hâlıkından istediğini ifade ve ihtar eder. | |
Reca/Rica | Ümit | Yirmi Altıncı Lem'a, "Yirmi Altı Rica"dır. | |
Ra-Ha-Be (1) | + | ||
Merhaba | Hoş geldin | + | Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum,… |
Ra-Ha-Lam (4) | + | ||
İrtihal | Ölme, göçme | Hasan Feyzi ağabeyimizin irtihali, bizleri cidden müteessir eylemiştir. | |
Merhale | Derece, kademe | Nasıl ki şimdi o merhalelerde daima ben benim. | |
Rahle | Ufak ders masası | Rahle-i tedrisinizde ahz-ı mevki ettim; huzur-u irfanınıza baş koydum. | |
Rıhlet | Yolculuk | + | Hakikatte akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gafletle sureten incimad etmiş, fikr-i tabiatla kesafet ve küduret peydâ edip âhirete perde olmuştur. |
Ra-Ha-Mim (12) | + | ||
Erham | Daha merhametli | + | Cenâb-ı Hakk'ın "A'lem, Ekber, Erham, Ahsen" gibi esmâ ve sıfat ve ef'alinde kullanılan ism-i tafdil tevhide naks değildir. |
Erhâm/Erham | Rahimler | + | Evet, meselâ mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak,… |
İstirham | Merhamet istemek | Şifahâne-i kalbinizden tulû eden Otuz Üçüncü Sözünüzle otuz üç cihetten marîz olan kalb-i mecruhumuzu tedavi buyurmanızı bilhassa istirham eylerim. | |
Merhamet | Acıma | + | …onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez. |
Merhum (Merhume) | Rahmete mazhar, vefat etmiş kişi | Merhum Hafız Ali'nin Lem'alar'ını tashih ettim. | |
Müsterhim | İstirham eden | Bir medet, bir yardım için müsterhimâne tabiata ve anâsıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizikle karşılaşır. | |
Rahm/Rahim | Bebek kesesi; akrabalık | Sonra, mevcudat-ı mâziye kafilesine dahil olan ecdadınla henüz istikbal rahminde kalıp peyderpey vücuda çıkan evlât ve ahfâdın arasında bir tefâvüt var mıdır? | |
Râhim/Rahim | Merhamet eden | + | Kur'ân'da اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ, اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ gibi kelimat başka hâlıklar, râhimler bulunduğunu iş'ar eder. |
Rahîm/Rahim | Allah'ın ismi; şefkatli (insanlar için) | + | Elbette "Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyecekler. |
Rahman | Allah'ın ismi (Sadece Allah için kullanılır) | + | Evet, hürriyet-i şer'iye, Cenâb-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır. |
Rahmet | Allah'ın umumi merhameti | + | Nimet ciheti ise aşağıdan yukarıya çıkmıyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. |
Terahhum | Merhamet etme | Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. | |
Ra-Hı-Sad (3) | |||
Murahhas | Delege | İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon,… | |
Ruhsat | İzin | Ruhsat-ı şer'iye olan kasr-ı namaz ve takdim tehir, vesait-i nakliye bir kararda olmadığı için, onlara bina edilmez. | |
Terhis | Serbest bırakma | …ölüm bizim için, sırr-ı Kur'ân ile, idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrilmiş. | |
Ra-Hı-Ye (3) | + | ||
Rehavet | Tembellik | Çünkü rızık için sa'y etmenin mukaddemâtını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. | |
Rahve | Harekesiz okunduğunda ses çıkış yerinden az etkilenen harfler | Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. | |
Terahi | Sonraya bırakma | ثُمَّ mâbadinin, mâkablinden bir zaman sonra vücuda geldiğine delâlet eder ki, buna "terâhi" denilir. | |
Ra-Dal-Dal (9) | + | ||
İrtidat | Dinden dönme | Hem Yemâme gibi bir kısım yerlerde irtidat vuku bulacağını haber vermiş. | |
İstirdat | Geri alma | Ve maksat da Sultan Abdülhamid'den istirdad-ı hürriyet değilmiş. | |
Radde | Kerte, son nokta | Dördüncü satırda فَلَا حَيَّةٌ تَخْشٰى fıkrasıyla bin üç yüz kırk sekiz (1348) raddelerinde… | |
Red/Ret | Kabul etmeme | + | Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. |
Merdud | Kabul edilemez, reddedilen | + | Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur. |
Mürted | Dinden dönen | Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. | |
Mütereddid | Kararsız | O hakaik-i azîme ki, bütün dünya halkının eşedd-i ihtiyaç ve atş ile, sabırsızlıkla, mütereddid, mütehayyir, "Acaba bir âb-ı hayat bulacak mıyız?" diye bir hâlette iken, … | |
Terdad | Tekrar | Duanın şe'ni, terdad ile takrirdir. | |
Terdid | Tekrar | Çünkü zikrin tekririnde tenvir, duanın terdidinde takrir, daveti tekrar etmekte ise te'kid vardır. | |
Tereddüd | Kararsızlık | Kendimin tereddüdü için değil, çünkü kat'î kanaatim gelmiş. | |
Ra-Dal-Fe (5) | + | ||
İstirdaf | Beraber gitmeyi istemek | …mü'minlerin değer ve kıymetleri bilinsin diye kâfirlerin bahsi istirdaf edilmiş, hemen arkasından gelmiştir. | |
Müradif | Eşanlamlı | …o iki daire-i mevhumeden iki kavsi, yılanın müradifi olan tinnîn ile ehl-i hey'et bir teşbihe binaen tesmiye eylediler. | |
Müteradif | Eşanlamlı; birbirini izleyen | …ve cüz'iyatın müteradif bahislerini rububiyet-i mutlakanın desatiriyle birleştirmesini;… | |
Redif | Bineğin arkasına binen | …mü'minlerin değer ve kıymetleri bilinsin diye kâfirlerin bahsi istirdaf edilmiş, hemen arkasından gelmiştir. | |
Teradüf | Eşanlamlı olma | Buna şahit istersen lügatın teceddüd ve tagayyuratının ve iştirak ve teradüfün sırlarına müracaat et. | |
Ra-Dal-Ye (4) | + | ||
Müdara | Zahiri dostluk (Türkçe'ye Farsça üzerinden) | Biz etmeyiz zemîn-i müdârâya ol emin. | |
Mütereddi (Mütereddiye) | Soysuzlaşmış | + (Düşerek ölen hayvan anlamında) | …hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin en bozuk ve mütereddî tavrıyla husumet eder… |
Rida | Örtü, üst giysi | …bu elmaslar öyle kıymettar birer rida'lardır ki, herkesi her zaman ısıtmaya vâfidir. | |
Tereddi | Soysuzlaşma | Çünkü, senin akıl ve kalb ve ruhun gayet derecede tedennî ve tereddî ve sukut edip, pis heves ve rezil nefse inkılâp etmişler, mesholmuşlar. | |
Ra-Zel-Lam (4) | + | ||
Erzel | En rezil; ömrün sonundaki acizlik | + | Komünizm gibi bütün dünyayı tehdit eden erzel âfetin, gizli ve âşikâr, seri ve sinsi tahribatını tamamen neyle önlemek mümkündür? |
Rezalet | Rezillik | Bu gibi rezaleti işlemek insaniyetin şânından değildir. | |
Rezil | Alçak | Çünkü, senin akıl ve kalb ve ruhun gayet derecede tedennî ve tereddî ve sukut edip, pis heves ve rezil nefse inkılâp etmişler, mesholmuşlar. | |
Terzil | Rezil etme | Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. | |
Ra-Ze-Kaf (9) | + | ||
Erzak | Rızıklar | Hem meselâ, nasıl ki, gayet mükemmel bin bir çeşit erzak etrafından celb edip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iâşe ambarı ve dükkân şeksiz, bir fevkalâde iâşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. | |
İrzak | Rızık verme | Bana rızık vermek ve it'âm etmek için değil" meâlindeki âyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ait it'âm ve irzâkı murad etmek gerektir. | |
Merzuk | Rızıklandırılan | Beka dahi, semere-i rızık mahsulü olduğu için, "basar, sem', kelâm" sıfatlarını iktiza eder ki, merzuk, istediği zaman ihtiyacını görsün,… | |
Mürtezik | Rızıklanan | Mürtezik hayvanlara zevk ve rüyet ve şemm, birer âlet vermiş. | |
Müterezzik | Rızıklanan | …ve o rahmet içindeki rızk-ı âmm ve her müterezzika lâyık bir tarzda rızık vermek, öyle parlak bir hâtem-i tevhiddir ki, bütün bütün kör olmayan görür. | |
Razık | Rızık veren Allah | + | …bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râzıkları vardır ki, herşey ve her zîhayat Ondan istiâne eder,… |
Rezzak | Rızık verici Allah | + | Bu fiilî isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyî ve Mümît gibi pek çok nevileri vardır. |
Rızk/Rızık | Allah'ın ihtiyaçlarımıza yönelik ihsanı; yiyecek | + | Herbir zîhayatın rızkı taahhüd-ü Rabbânîsi altında olduğundan, açlıktan ölmek olmamak lâzım gelir. |
Terzik | Rızıklandırma | …yani, meselâ hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzik fiili görünüyor. | |
Ra-Sin-Be (2) | |||
Teressüb | Dibe çökme | …içinde yanarlar, zâhiren mahvolur, fakat o fabrikanın imbiklerinde çok kıymettar kimya maddeleri ve edviyeler teressüp eder. | |
Tersib | Dibe çöktürme | Zira dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersip edip havayı tasfiye eder)… | |
Ra-Sin-Hı (2) | + | ||
Rasih | Derin, sağlam | + | Yani, Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevâli muhaldir ve tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. |
Rüsuh | Sağlamlık | Demek, vücut rüsuh peydâ ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer. | |
Ra-Sin-Lam (10) | + | ||
İrsal | Gönderme | …o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevâtı, münâsebâtı olan "irsâl-i rusül" ve "inzâl-i kütüb" rükünlerine bakar,… | |
Mürsel (Mürselin) | Peygamber(ler); Sahabe ravisi/ravileri zikredilmemiş hadis | + | Öyle Muhammed (a.s.m.) ki, icmâ ve tasdiklerine mazhar olmakla, enbiya ve mürselîne siyadet ünvanını; ve ittifak ve tahkiklerini almakla, imamü'l-evliyâ ve'l-ulemâ lâkabını almıştır. |
Mürselat | Sure | Sûre-i Mürselât'ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ ayeti… | |
Mürsil | Gönderen | + | Ve nitekim mektupların, mürsillerin bulunduğu yerden değil, başka yer postahanesinden verilerek gönderilmekte olduğu. |
Resail | Risaleler | …Resâili'n-Nur şakirtleri az bir zaman sonra tezahür ettiklerinden,… | |
Rasul/Resul | Peygamber, elçi | + | Lâfz-ı Resul'deki nükte-i azîmenin beyanında yüz altmış âyet yazıldı. |
Risalat | Risaleler | …bir taraftan aklı gözlerine inmiş olan maddiyunlar ve emsâli tabakasına karşı, Mektûbatü'n-Nur ve Risalâtü'n-Nurla meydan okuyarak… | |
Risale | Kısa eser, mektup | Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle! | |
Risalet | Peygamberlik | + | Risalet ve İslâmiyetle mücehhez olan hakikat-ı Muhammediyedir ki, risalet noktasında en muazzam icmâ ve en vâsi tevatür sırrını ihtiva eden mecmû-u enbiyânın şehadetini tazammun eder. |
Rusul | Peygamberler | + | …o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevâtı, münâsebâtı olan "irsâl-i rusül" ve "inzâl-i kütüb" rükünlerine bakar,… |
Ra-Sin-Mim (7) | |||
İrtisam | Resmedilme | Tedâi-yi hayalât, tahattur-u faraziyat, bir nevi irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir. | |
Merasim | Tören | …ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyâtı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin. | |
Resm/Resim | Çizim, çizme; merasim | Hâlbuki tarif ya had, ya resim ile olur. | |
Ressam | Resim çizen | …birbirinden nihayet uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder. | |
Resmi (Resmiyet) | Devlet adına/tarafından | Elbette onu yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece zarurîdir. | |
Teressüm | Resmedilme | Meselâ, güneşin tamam tecelliyatını deniz yüzünde parlıyan bir kabarcığın içinde teressüm eden bir timsalciğinde taleb eder. | |
Tersim | Resmetme | …birbirinden nihayet uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder. | |
Ra-Şe-Ha (3) | |||
Reşahat | Reşhalar | Zira şu mes'ele, Kur'an'ın bîpayan bahr-i i'caz-ı maneviyesinin reşahatından tek bir reşhadır. | |
Reşha | (Sızıntı) su damlası | Zira şu mes'ele, Kur'an'ın bîpayan bahr-i i'caz-ı maneviyesinin reşahatından tek bir reşhadır. | |
Tereşşuh | Sızma | Sadakatınızdan tereşşuh eden ve haddimin pek çok fevkinde hüsn-ü zannınıza karşı bundan evvel verdiğim cevabın bir tetimmesi olarak,… | |
Ra-Şın-Dal (6) | + | ||
İrşad | Doğru yolu gösterme | İrşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham ile icmal etsin; dakik şeyleri temsil ile takrib etsin. | |
Mürşid | İrşad eden | + | Hem madem ki Kur'ân-ı Mürşid bütün tabakat-ı beşere hitap ediyor. |
Raşid (Raşidin) | Kamil, hakka erişmiş olan(lar) | + | Sair Hulefâ-i Râşidîn ise öyle tenkit ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehâdisin intişarına ihtiyaç görülmedi. |
Reşad | Doğru yolda olma | + | Eşref Edip kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad'da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir. |
Reşid | Doğru yola sevkeden (Esma) | + | ﻳَﺎ ﺭَﺷِﻴﺪُ (Cevşen 76) |
Rüşd | Doğru yolu bulma, olgunluk | + | Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur'ân'dan çıkacak diye haber verip bir lem'a-i i'caz gösterir. |
Ra-Şın-Vav (1) | |||
Rüşvet | Kanunsuz ücret | …Garba ve ecnebîye verdiği siyasî ve mânevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâmın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere… | |
Ra-Sad-Dal (3) | + | ||
Mirsad | Bakma vasıtası | + | Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. |
Rasat (Rasathane) | Gözetleme (yeri) | + | Rasathanelerdeki âletle bir yağmurun mukaddemâtını hissedip vaktini tayin etmek gaibi bilmek değil, belki gaipten çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddemâtına ıttıla suretinde bilmektir. |
Tarassut | Gözetleme | Fakat haksız olarak, ücra bir köyde, tarassut altında, yabancı bir yerde şiddetle dünyadan küstürüp, nefiyle ikamet ettirip, mütemadiyen tarassut ile tâciz edilen bir adamın kanunları bilmemesi, elbette ehl-i insafın nazarında bir özür teşkil eder. | |
Ra-Sad-Sad (2) | + | ||
Mersus | Lehimlenmiş, sağlam | + | …nefsin varlığı sebebiyle, hadsiz berahin-i kat'iyye ile mersus olan büyük bir kal'anın içinden küçük bir taşında az bir za'fiyet ve gevşeklik görse,… |
Rasas | Kurşun, kalay | …beyanat-ı Kur'âniye ehl-i dalâletin simahında kaynayan rasas gibi,… | |
Ra-Sad-Ayn (1) | |||
Murassa | Değerli taşlarla bezeli | …Sâni-i Zülcelâl göz, kulak, lisan gibi duygularla murassâ, gayet san'atkârâne bir vücudu sana giydirmiş. | |
Ra-Sad-Nun (3) | |||
Mersun | Sağlam(laştırılmış) | …herbiri ayrı birer burhan-ı Vahdaniyyet olan Esma ve sıfat-ı İlâhiyyesinin tecelliyat-ı mesrudesiyle ve berahin-i muhkeme ve mersunesiyle,… | |
Rasin | Sağlam | Onlara karşı en rasîn tahassungâh ve en güzel esliha ve bu uğurda sarf edilecek hâlis sikkeler bunlardır. | |
Resanet | Sağlamlık | …kemâl-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti, cerh edilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı'dır. | |
Ra-Dad-Ayn (1) | + | ||
Murdia | Süt anne | + | …ve ateşi, her yerde hazır bir aşçı ve dost; ve bulutu süzgeç ve murdia;… |
Ra-Dad-Ye (7) | + | ||
İrza | Razı etme | O ferdi irzâ etmekte, o bin hikmetin iğdâbı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet fedâ edilemez. | |
Marzi (Marziyat) | Razı olacağı (şey[ler]) | + | Çünkü Allah'ı sevmek, Onun marziyâtını yapmaktır. |
Radıyallahu Anh | Allah ondan razı olsun | Otuz senelik halifeleri olan Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Anh, Hazret-i Ömer Radıyallahu Anh, Hazret-i Osman Radıyallahu Anh ve Hazret-i Ali Radıyallahu Anh'ın ebcedî ve cifrî hesapları bin üç yüz yirmi altı eder… | |
Razı/Radi | Onaylayan | + | O ferdi irzâ etmekte, o bin hikmetin iğdâbı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet fedâ edilemez. |
Rıdvan | Rıza | + | …o âyetteki hurufâtın tekerrür-ü adediyle yine Ashâb-ı Bedir, Uhud, Huneyn, Suffe, Rıdvân gibi tabakat-ı meşhure-i Sahabede bulunan zatlara işaret ettikleri gibi,… |
Rıza | Onay | İzni de rızasına mütevakkıftır. | |
Tarziye | Özür dileme | Evet, bu tokattan, pürşer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur'ân'a tarziye vermezse, melâike elleriyle de ahcâr-ı semaviye başlarına yağacağını bu sûre bir mâna-yı işarî ile tehdit ediyor. | |
Ra-Tı-Be (2) | + | ||
Ratb | Yaş | + | Zira hiçbir ratb ve yabis yoktur ki, o tenezzühgâhta ya çiçek veya gonca halinde bulunmasın. |
Rutubet | Nem | Benim âsâbımdaki hassasiyetle yağmurdan yirmi dört saat evvelki rutubet-i havâiye ile yağmurun gelmesini hissetmem, bir cihette hiss-i kablelvuku sayılabilir ve bir cihette sayılmaz. | |
Ra-Ayn-Dal (1) | + | ||
Ra'd/Rad (Ra'dat/Radat) | Gökgürültüsü (çoğul); Sure | + | Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra'dat dahi, lisan-ı kàl ile konuşarak Seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder. |
Ra-Ayn-Şın (1) | |||
Ra'şet/Raşet | Korkudan titreme | Ki yapılmış o hâlet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra'şetten, hem kalâk ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkep vicdan-sûz. | |
Ra-Ayn-Nun (1) | |||
Rana | Güzel, latif | …olan fıkra-i rânâ birden hatıra geldi. | |
Ra-Ayn-Ye (5) | + | ||
Mera | Otlak | + | Bazı melaikeler vardır ki, hayvanatın bir nev'ine çoban olup, yeryüzü mer'asında onların harekâtını tanzim ederler. |
Meri/Mer'i (Mer'iyet/Meriyet) | Geçerli(lik) | Bu inkılâpları mevki-i mer'iyete koyan devletin bir kısım yeni kanunlarına cebr-i keyfî-i küfrî, cumhuriyete istibdad-ı mutlak, rejime irtidad-ı mutlak ve bolşeviklik ve medeniyete sefahet-i mutlaka demiş. | |
Müraat | Gözetme | Hususan fesâd-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâât etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. | |
Raiyet | Yönetilenler | + | Böyle bir saltanat-ı rububiyet, kendine lâyık bir raiyet ister ve şayeste bir mazhar ister. |
Riayet | Uyma | O zât ise, ihtiyar peder ve validelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş… | |
Ra-Ğayn-Be (5) | + | ||
Merğub/Mergub | Rağmet bulmuş, tutulan | Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâğat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en merğub bir suret alacaktır. | |
Rağabat | Rağbetler | …umum rağabat ve meyilleri, yalnız dinin mârifetine inhisar eylediler. | |
Rağbet | Revaç bulma | Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve mükemmel fert olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister. | |
Regaib Gecesi | Recebin ilk Cuma gecesi | Leyle-i Miracın, aynı leyle-i Regaib gibi hiç inkâr edilmez bir tarzda, bir nevi mu'cize-i Ahmediye gibi bir kerametini ve kâinatça hürmetini gözümüzle gördük. | |
Tergib/Terğib | İsteklendirme | Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvikle, şiddetli bir terğible dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazîrini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor. | |
Ra-Ğayn-Mim (2) | + | ||
Rağm | Aksi, zıt | Zındıkların rağmına olarak, bilâkis, Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti. | |
Rağmen | Aksine, zıddına | Fakat benim o perişan ifadelerim, güneşin yanına mum yakmak kabilinden olacak ve muhtemelen hakikatteki sönüklüğüne rağmen o Nurların komşuluğundan, âyinedarlığından hisse-mend olarak nisbî bir parlaklık arz edebilecektir. | |
Ra-Fe-Ra-Fe (1) | + | ||
Refref | Mirac bineği | + (Minder anlamında) | Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref'e binip, Cebrail'i arkada bırakıp, Kàb-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. |
Ra-Fe-Dad (1) | |||
Rafızi (Rafıziye) | Sapmış; batıl bir mezhep | Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir. | |
Ra-Fe-Ayn (11) | + | ||
Erfa' | Daha yüksek | Hem acz ve kusur, onun damen-i kudretine yanaşmaktan erfa' ve a'lâ ve ecell ve enzeh bir Zat-ı Mukaddes'tir. | |
İrtifa' | Yükseklik | Hem nasıl ki mebdede küçük bir irtifa, gittikçe bir yekûn teşkil eder. | |
Merfu' | Yükseltilmiş; tümleç | + | Hem de eğer vehimle bu kasr-ı müşeyyed-i âlemden tecerrüd edip uzaktan hikmet dürbünüyle mehd-i beşer olan yere ve sakf-ı merfû olan semaya temaşa edersen,… |
Mürafaa | Duruşma | Oturma beyim! Hasmınla mürafaa-i şer'î olacaksın; ayakta beraber dur! | |
Mürtefi' | Ortadan kalkmak | Zîrâ, Şemsin küçük bir misaline ma'kes olan bir cam parçası kırılsa; veyahud göz yummakla nehar leyle tahvil edilse, bütün âyinelerde mütecellî olan zîya-yı şems mürtefi olmadığı gibi;… | |
Rafi' | Kaldıran; Esma | + | Ve ecnebîlerin, bizim dûşümüze çöktürdükleri müthiş istibdad-ı mânevînin râfiidir. |
Ref' | Kaldırma | Eğer duaların berekâtıyla beliyeler def' ve ref' olunsalar, nurun alâ nur. | |
Rifai/Rufai(iyye) | Bir tarikat | O şecere-i tuba-i Kur'âniyenin had ve hesaba gelmez münevver meyvelerinden Kutb-u Geylânî, Rufâî, Şâzelî gibi zâkirleri dinle. | |
Rif'at/Rifat | Yükseklik | Zira senin sair hayvanat üzerindeki rif'atin, üstünlüğün ise; senin za'f ve aczindir. | |
Tereffu' | Yukarı çıkma | …o ahlâk-ı âliye dahi hile ve kizbden tereffu' ve tenezzüh ve teberri ederler. | |
Terfi' | Rütbe alma, yükselme | O ise, terfi için, dostluğumu bırakıp düşmanlık vaziyeti aldı. | |
Ra-Fe-Kaf (6) | + | ||
Müterafık | Refakat eden | Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine, fazla cehaletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i betrâ tesir etmiştir. | |
Refakat | Arkadaşlık | …muhabbet ile refakat eden müştakların, ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına icma' ve ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler. | |
Refik (Refika) | Arkadaş, yoldaş; eş | + | Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır. |
Rıfk | Yumuşaklık | Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara, rıfk ve mülâyemetle uhuvvetkârane bir muamele-i hâlisanede bulunurlar. | |
Rüfeka | Arkadaşlar | Hafız Mustafa ve rüfekalarına birer birer selâm ediyoruz. | |
Terfik | Arkadaşlık etme | İşte ben de hayâlimi terfik ettim. | |
Ra-Fe-He (1) | |||
Refah | Rahatlık | Âlem-i İslâma zarar-ı mutlaktır; mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. | |
Ra-Kaf-Be (4) | + | ||
Murakabe | İnceleme; dalma; kendini ibadete verme | Ancak hikmetin murakabesi ve nezareti altında terbiye eder ve ettirir. | |
Murakıb | Gözeten; dalarak kendinden geçen | …merkezdeki mürşidlerine müteveccih ve murakıp küçük bir halka-i tevhidi teşkil edenler gibi,… | |
Rekabet | Üstünlük mücadelesi | ehl-i Cennetten herkes kendi hissesinden kemâl-i rıza ile memnun olması işaretiyle gösteriliyor ki, âhirette medar-ı rekabet birşey yoktur ve rekabet de olamaz. | |
Rakib | Gözeten Allah; rekabet eden | + | Şu nefiy zamanında görüyorum ki, hodfuruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirâne, rakibâne bir nazarla bakıyorlar. |
Ra-Kaf-Dal (1) | + | ||
Merkad | Mezar (uyku yeri) | + | …Risale-i Nur'un zevk-i ruhanîsini onlara da tattırarak, ehl-i kuburun mezar ve merkadlerini pür-nur ve ruhlarını mesrur eyledin. |
Ra-Kaf-Ra-Kaf (1) | |||
Rakraka | Gürültü; parlama | Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra'dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz. | |
Ra-Kaf-Sad (2) | |||
Raks | Dans | Ve yıldızların kendilerine, raksa gelen ve cezbeden raks eden melâikenin ellerinde, süslü ve şirin, parlak, nâzenin misbahlar suretini vermek gibi, arza ait çok hikmetlerini gösterir. | |
Rakkas | Sarkaç, dans eden | Görülmüyor ki, cerbeze-âlûd bir âşıkın nazarında umum kâinat birbirine muhabbetle müncezip, rakkasâne hareket edip gülüşüyor. | |
Ra-Kaf-Kaf (4) | + | ||
Merak (Kaynağı kesin değildir) | Bilme isteği | Merak, ilmin hocasıdır. | |
Rakik | İnce | ||
Rikkat | Kalp inceliği | Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur'âniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. | |
Terkik | İnceltme | Belki bu müsademe, keşmekeş, hakikat-i İslâmiyetin omuzu üstünden türab-ı hafâyı terkik ve tahfif ediyor. | |
Ra-Kaf-Mim (3) | + | ||
Rakam | Sayı | …iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde,… | |
Rakım | Yazan | Râkımü'l-Hurûf Hafız Halid sana selâm eder, duanı ister. | |
Terkim | Yazma, işaretleme | …İlâhî bir fotoğrafla tersim ve terkîm edilmekte olduğu, ihtimâl ve imkândan hâli değildir. | |
Ra-Kaf-Ye (3) | + | ||
Mirkat | Merdiven, basamak | Yirmi Birin birinci şıkkı da mirkat-ı Cennettir. | |
Müterakki | Terakki etmiş | …cihangir devletleri mağlûp ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir asr-ı saadet hükmüne getiren sahabeler,… | |
Terakki (Terakkiyat) | İlerleme, yükselme | Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. | |
Ra-Kef-Be (8) | + | ||
İrtikab | İşleme | Ey Cehennem hûrileri ile zevklenmek yolunda dinini feda eden ve sefihâne dalâleti severek irtikâb eden ve hevesat-ı nefsiye lezzeti yolunda dinsizliği ve ilhadı kabul eden ve hayatı perestiş edip ölümden şiddetli korkan ve kabri hatırına getirmek istemeyen ve irtidada yüz tutan bedbaht! | |
Merakib | Binekler | bir kısım ecsâm-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarâta kadar, bir kısım melâikenin merâkibidirler. | |
Merkub | Binek | Nasıl ki Hazret-i Yunus aleyhisselâma o münâcâtın neticesinde hûtu ona bir merkûb, bir tahtelbahir ve denizi bir güzel sahrâ ve gece mehtaplı bir lâtif suret aldı. | |
Mürekkeb | Bileşik, bir araya gelmiş | …câmid ve basit unsurlardan hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebâtın icadı, mürekkebat adedince yine o Sâni-i Hakîmin vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber,… | |
Müterakib (Müterakibe) | Terekküb etmiş | + (Üst üste binen anlamında) | Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. |
Rakib (Rakiben) | Binen (binerek) | Üstad-ı muhterem siyah merkebin üzerinde râkiben yanıma geldi. | |
Terekküb/Terekküp | Bir araya gelme, oluşma | İ'câz-ı Kur'ânî Yedi menâbi-i külliyeden tecellî, hem yedi anâsırdan terekküp eder. | |
Terkib/Terkip | Bir araya gelme | Bu harflerin takti'i, müsemmânın vahid-i itibarî olup, terkib-i mezcî olmadığına işarettir. | |
Ra-Kef-Ze (5) | + | ||
Merakiz | Merkezler | …ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rapt ettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle,… | |
Merkez | Orta | O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimali var. | |
Mütemerkiz | Merkezleşmiş | Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekraren arz ediyorum. | |
Rekz | Dikme, yere saplayıp sabit kılma | Ve keza, istiğrâkı ifade eden لاَ Kur'ân'ın her köşesinde rekz ve her yerinde zikredilen deliller, burhanlar, hücuma gelen şek ve şüpheleri def ile, Kur'ân'ın o gibi lekelerden münezzeh olduğunu ilân eder. | |
Temerküz | Merkezleşme, yığılma | Rububiyetin kâinattaki maksatları onlarda tecemmu ve gayeleri onlarda temerküz… | |
Ra-Kef-Ayn (3) | + | ||
Raki' | Rüku eden | + | …Sâni'-i Zülcelal'lerini takdis, tahmid ve temcid edip, râki' ve sâcid oluyorlar. |
Rekat/Rek'at | Namazın bir parçası | Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır. | |
Rüku' | Namazda eğilme | …hem nihâyetsiz kibriyâsına, hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine karşı rükûa gidip… | |
Ra-Kef-Mim (2) | + | ||
Müterakim | Birikmiş | Nisyan bir nimettir, yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakimi unutturur. | |
Teraküm | Birikme, yığılma | Belki, bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi… | |
Ra-Kef-Nun (2) | + | ||
Erkan | Rükünler | Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. | |
Rükn/Rükun/Rükün | Esas, temel | + | Hem âhiretin tahakkukuna sair rükünlerinin delâletini Meyve Risalesi ve Onuncu Sözün zeyilleri beyan ettikleri gibi, öyle de herbir rükün, hüccetleriyle beraber onun risaletine bir hüccettir. |
Ra-Mim-Dal (1) | + | ||
Ramad | Kül | + | Meselâ, "Filânın kılıncının bendi uzundur" ve "Ramadı çoktur" denildiği vakit, o adam uzun ve sahî ola... Ramad ve kılıcı hiç olmazsa da kelâm sadıktır. |
Ra-Mim-Ze (2) | + | ||
Remz/Remiz | Hafif işaret | + | …hesap edilmemesi gayet ince ve lâtif bir münasebete ima ve remz içindir. |
Rumuz | Remizler | İşte bu derece burhanda vuzuh, parlaklık, Kur'ân'ın rumuz-u i'câzındandır. | |
Ra-Mim-Dad (1) | + | ||
Ramazan | 9. Arabi ay | + | İki Ramazan için bir kefaret kâfidir. |
Ra-Mim-Ye (2) | |||
Mermi | Kurşun | Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahip olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret ediyorsun?" | |
Remy | Atma | Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. | |
Ra-Nun-Mim (1) | |||
Terennüm | Musikileşme | Eğer o terennümle atın kişnemesini fark etmeyip andelibden kişnemeyi talep ederse, kendi nefsiyle mugalâta etmiş olur. | |
Ra-He-Be (3) | + | ||
Rahib | Hıristiyan din adamı | İnsanlarla ihtilât etmeyen münzevî Bahîra-i Rahip birden çıkageldi. | |
Ruhban (Ruhbaniyye) | Rahibler | + | Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. |
Terhib | Korkutma | Terhibin vicdan üzerine tesiri, terhibi tasdik etmekle olur. | |
Ra-He-Sad (1) | |||
İrhasat | Peygamberimizden önceki ona işaret eden harikulade haller | Birisi, "irhasat" denilen, nübüvvetten evvel ve velâdeti vaktinde zuhur eden harikulâde hallerdir. | |
Ra-He-Mim (1) | |||
Merhem | Sürülen ilaç | Hastalara bir merhem, bir teselli, mânevî bir reçete, bir iyâdetü'l-marîz ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır. | |
Ra-He-Nun (1) | + | ||
Merhun | Belli süre bir şeye bağlı | … nizam-ı âlemin istikrarı ve vakt-i merhununa kadar imtidadına ve ibadullahi's-salihînin istirahat ve isti'lâsına medar ve müessir olacak yine sensin. | |
Ra-Vav-Cim (2) | |||
Revaç/Revac | Geçer olmak | Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer metâ mergub olup revaç buluyor. | |
Tervic/Terviç | Revaçlandırma | Din-i İsevînin hakikîsini esas tutan İsevî ruhanîlerin cemaati ve onlara karşı dinsizliği tervice başlayan cemaat tecessüm etseler, bir minare yüksekliğinde bir insanın yanında, bir çocuk kadar da olamaz. | |
Ra-Vav-Ha (12) | + | ||
Ervah | Ruhlar | Rüya-yı sadıkada ervâh-ı habîse ve şeytan, peygamber suretinde temessül edemez. | |
İstirahat | Dinlenme | Evet, gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde herşeyi mükemmel bir efendiden sor, "Ne haldesin?" | |
Müsterih | Rahat bulmuş | Sevgili Üstadım, Müsterih olmalısınız ki, sizin sa'yiniz beyhûde değildir. | |
Rahat | Ferah | Rahat zahmette, zahmet rahattadır | |
Rayiha | Koku | O iki ismin râyiha-i tayyibesiyle ve çok hoş kokularıyla, dünya güzel kokular alır, attar dükkânı gibi râyiha-i tayyibe verir. | |
Revayih | Rahiyalar | Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever. | |
Revh/Ravh | İç açıklığı | Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ravh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. | |
Reyhan | Hoş ve güzel koku | + | Risale-i Nur hastalara şifahane-i hikmet ve mâ-i zemzem, sağlara maişet-i hakikat ve rih-ı reyhan ve misk-i anberdir. |
Rih | Rüzgar | + | Risale-i Nur hastalara şifahane-i hikmet ve mâ-i zemzem, sağlara maişet-i hakikat ve rih-ı reyhan ve misk-i anberdir. |
Ruh | Can | + | Ruh kat'iyen bâkidir. |
Ruhani | Ruhlu varlık | MELÂİKE ve ruhaniyâtın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat'îdir denilebilir. | |
Teravih | Ramazan namazı | Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş'e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi. | |
Ra-Vav-Dal (3) | + | ||
İrade | Dileme gücü | Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "İrade, Zihin, His, Lâtife-i Rabbâniye" her birinin bir gâyâtü'l-gâyâtı vardır. | |
Murad/Murat | İstenen şey | Ve onları öyle sevk eden zatlara da Allah razı olsun ve kalblerindeki muradları ne ise Cenâb-ı Hak onları muvaffak eylesin deriz. | |
Mürid/Mürit | Tarikat bağlısı; Allah'ın ismi | Sâni-i Zülcelâl bu dört burhan-ı azîmin kat'î şehadetleriyle Vâcibü'l-Vücud, Ezelî, Vâhid, Ehad, Ferd, Samed, Alîm, Kadîr, Mürid, Semî', Basîr, Mütekellim, Hayy, Kayyum olduğu gibi,… | |
Ra-Vav-Dad (3) | + | ||
Ravza | Bahçe | + | Medine-i Münevverede dahi o derece makbul olmuş ki, Ravza-i Mutahharanın Makber-i Saadeti üstünde konulmuş. |
Riyazet | Az gıda ile yaşamak | …Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş. | |
Riyazi (Riyaziyat) | Matematik (ile ilgili) | …Kur'ânî ve hadîsî olan işarât-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması … | |
Ra-Vav-Kaf (1) | |||
Revak | Sundurma | Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan tarik-i berzahiye ve revâk-ı uhreviyedir. | |
Ra-Vav-Nun (1) | |||
Reyyan | Doymuş, kanmış | Onu dûr etme ki her fert ona reyyan olacak. | |
Ra-Vav-Ye (3) | |||
Mervi | Rivayet edilmiş | …Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Benî İsrail'in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbni Abbas'tan dahi mervîdir. | |
Ravi | Haberi ileten | İşte bunun içindir ki, bazı olur, bir mu'cizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kat'î olduğu halde, onun râvisi bir iki olur, hükmün râvisi on yirmi olur. | |
Rivayet | Haber verme | Bazı rivâyetlerde vardır ki, "Bid'aların revacı hengâmında ehl-i iman ve takvâdan bir kısım suleha, Sahâbe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir" diye rivâyetler vardır. | |
Ra-Ye-Be (1) | + | ||
Rayb | Şüphe | + | Onların şek ve raybları, Kur'ân hakkında kat'îdir. |
Ze (ز) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Ze-Be-Be (1) | |||
Zebib | (Kuru) üzüm | Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, (zekâvetiyle) bana hile edecektir. | |
Ze-Be-Dal (2) | + | ||
Zebed | Köpük; kaymak | + | Sonra mâyi kısmı da, tecellîsiyle tekâsüf edip zebed (köpük) kesilmiştir. |
Zübde | Hülasa, öz | Fünun ve ulûmun zübde-i hakikiyesi berahin-i akliye üzerine müesses olan diyanet ve şeriat-i İslâmiye öyle fünunları tazammun etmiştir. | |
Ze-Be-Lam (2) | |||
Mezbele | Çöplük | Zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. | |
Zembil/Zenbil | Taşıma çantası | Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zembil gibi şeyler görünüyor. | |
Ze-Be-Nun (1) | + | ||
Zebani | Cehennem meleği | + | Ve zebâni gibi pek çok zîhayatın celâldarâne meskenleridir. |
Ze-Cim-Cim (1) | + | ||
Zücac (Zücace, Zücaciye) | Cam, şişe | + | ...zerrât-ı zücâciye adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi; ... |
Ze-Cim-Ra (2) | + | ||
İnzicar | Çekilme, vazgeçme | ...tâ matlub olan teneffür ve inzicarı, nefsin dibine kadar işletilsin. | |
Zecr/Zecir | Men' etme | + | ...ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki, kâinatı titretir. |
Ze-Ha-Mim (4) | |||
İzdiham | Kalabalık | Mahkeme salonunda müthiş bir izdiham vardı. | |
Müzahame | Sıkıştırma, sıkıntı verme | Müzahame ve münakaşayı icap edecek bir sebep yoktur. | |
Tezahüm | Sıkıntı vermek | Vücut nev'inde tezâhüm yoktur. | |
Zahmet | Sıkıntı, eziyet | Zahmet pek az, faide-i mâneviye pek çok oldu. | |
Ze-Hı-Ra-Fe (2) | + | ||
Müzahref (Müzahrefat) | Süprüntü, sahte süs | Havayı tesmim eden buharat-ı müzahrefe o manevî havayı bozar. | |
Zuhruf | Yaldız; Sure adı | + | Sonra, Sûre-i Zuhruf'tan başlayan beş sûre, o nısf-ı nısf-ı nısfın nısfına iniyor. |
Ze-Ra-Ayın (3) | + | ||
Mezraa | Tarla | Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve esmâ-i İlâhiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirâne muhabbetin uhrevî neticesi, dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni değil, bâki bir Cennet verilecektir. | |
Zer' | Ekme | + | Bir tarlaya zer edilen bir tohum, mânevî bir sur ve bir duvardır; ... |
Ziraat | Tarım | Sevr, imaret ve ziraat-i arzın en büyük vasıtası olan öküzdür. | |
Ze-Ra-Ka (1) | + | ||
Zerk | Şırınga ile vermek | Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerk eder. | |
Ze-Ayn-Cim (2) | |||
İz'ac/İzac/İzaç | Rahatsız etme | Sen ye'sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz'âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: | |
Müz'ic/Müzic/Müziç | Rahatsız edici | Hem vicdanın müz'ici bir tevahhuş geliyor akıl-sûz, evham-sâz. | |
Ze-Ayn-Mim (1) | + | ||
Zu'm/Zum | Batıl zan | Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu'm eder. | |
Ze-Fe-Ra (1) | + | ||
Zefir | İnleme | + | ...Cehennem ateşinde zefir ve şehîk eden ehl-i şekavetin azabını haber verip, ... |
Ze-Kaf-Mim (1) | + | ||
Zakkum | Cehennem bitkisi | + | ...iman, Cennetin bir mânevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları,... |
Ze-Kef-Vav (5) | + | ||
Müzekki | Temizleyen | Evet, Risale-i Nur kalplerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbi ve müzekkîsidir. | |
Müzekka | Temizlenmiş | اِنَّ اللهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. | |
Tezekki | Manevi temizlenme | ...tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; | |
Tezkiye | Temizlemek | İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir. | |
Zekat | Farz ibadet | + | Hem vücub-u zekât rüknü, risalelerde ne suretle izah edildiğini soruyor. |
Ze-Lam-Ze-Lam (4) | + | ||
Mütezelzil | Sarsılan | Onun için, sînemde ümitlerim yeis ile kavgaya başladılar; o mütezelzil hane olan sadrımı harap ediyorlar. | |
Tezelzül | Sarsıntı | Giyinişinde, gayesinde, idealinde zerre kadar değişiklik ve tezelzül olmamıştı. | |
Zelzele | Deprem | + | Zelzele tam gece saat sekizde başladı. |
Zilzal | Sure adı | + | Sure-i Duha, Sure-i Elem Neşrah Leke ve Sure-i Zilzal ve Sure-i Tekâsür ve Sure-i El-Maun ve Sure-i El-Alak'ın nısf-ı evveli ve... |
Ze-Lam-Lam (1) | + | ||
Zülal | Soğuk ve tatlı su | İşte Cebelü'l-Kamer olan Kur'ân-ı ezher; zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. | |
Ze-Mim-Ra (2) | + | ||
Zümer | Zümreler; Sure adı | + | Hem Sûre-i Zümer, hem Sûre-i Câsiye, hem Sûre-i Ahkâf'ın başlarında bulunan... |
Zümre | Topluluk, cemaat | Elbette, mübarek ve müşfik Üstadımın duaları bereketiyle zümre-i Nuriyenin âciz bir ferdi olmakta devam ve öylece Livaü'l-Hamd Aleyhissalâtü Vesselâm tahtında toplananlardan olurum. | |
Ze-Mim-Ra-Dal (1) | |||
Zümrüd/Zümrüt | Değerli taş | Hakaikının tenevvüüne işaret için, bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü'lü' ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev'ini altın ve gümüşle yazdı. | |
Ze-Mim-Ze-Mim (2) | |||
Zemzem | Mekke'de su | Sonra, o mübarek mâ-i zemzem, büyükçe bir şişe ve parlak nuranî bir surette içinde çıkması... | |
Zemzeme | Hoş ses | ...Arş ve ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, ber ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbirle,... | |
Ze-Mim-Lam (2) | + | ||
Müzzemmil | Örtüsüne bürünen; Sure adı | + | Sure-i Müzzemmil'de sahife beş yüz yetmiş dörtte (574)... |
Tezemmül | Bürünmek | ...zemin kar ve bered ile tezemmül veya taammüm eden dağlarıyla ve rengârenk besâtîniyle süslendiği gibi, ... | |
Ze-Mim-Mim (1) | |||
Zimam | Yular | Zira, o vilâyatta yarı-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyarı, ulema elindedir. | |
Ze-Mim-Nun (4) | |||
Ezmine | Zamanlar | Zira nur-u fikir, onun âmâline öyle bir vüs'at vermiş ki; ezmine-i selâseyi yutsa tok olmaz. | |
Müzmin | Yerleşik, kronik | ...kalbimin, ruhumun aldığı müzmin ve münkis yarayı tedavi çaresini taharri yolunda aklımı, zevkimi kaybetmiş, adeta çılgın bir hale girmiştim. | |
Zaman | Vakit | Zaman cemaat zamanıdır. | |
Zamane | Devir | Siz ehl-i teşrih değilsiniz; ehl-i tercih ü tatbik-i ahkâm-ı ilcaat-ı zamane olacaksınız. | |
Ze-Mim-He-Ra (1) | + | ||
Zemherir | Çok soğuk | + | Zemherir olmasa, ihrak etmez. |
Ze-Nun-Be-Ra (2) | |||
Zenberek/Zemberek | Saat parçası (Küçük arıcık [Farsça]) | Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san'at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor. | |
Zenbur | Eşek arısı | Sonra beşerin tezvirkârane ve hayalî tarzda zenbur (Eşek arısı) gibi vızıltıları nerede? | |
Ze-Nun-Ce (1) | |||
Zenci | Siyahi ırk | Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berahime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? | |
Ze-Nun-Dal-Kaf (2) | |||
Zındık | Dinsiz | Zındık, zâlim ilişirse başında volkan patlar! | |
Zındıka | Dinsizlik | O irtidatkâr küfr-ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz! | |
Ze-Nun-Ra (1) | |||
Zünnar | Keşişlerin bağladığı kuşak | Kalbde o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden niçin küfür hasıl olsun? | |
Ze-Nun-Ye (1) | + | ||
Zina | Evlilik dışı ilişki | + | Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid'alara taraftar olmaktır. |
Ze-He-Dal (3) | + | ||
Tezehhüd | Zahidlik taslama | Eski Said'in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun'î bir istiğnâ değil, belki dört beş ciddî esbaba istinat eder. | |
Zahid | Dünya zevklerini terk eden | + | Hattâ ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid ve sofu ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ve şerefinden hissedar olmadığım halde, ... |
Zühd/Züht | Dünya zevklerini terk | ...Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın. | |
Ze-He-Ra (5) | + | ||
Ezher | Çok parlak | İşte Cebelü'l-Kamer olan Kur'ân-ı ezher; zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. | |
Mezher (Mezhere) | Çiçeklik | Âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. | |
Zehre/Zühre | Çiçek; Venüs | Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha'yı farz ediyoruz ki,... | |
Zehra | Çok parlak | Van'da tesisine başlanan Medrese-i Zehranın tehiri, "Doktor hastaya elzemdir" fehvasıyla, ... | |
Zehraveyn | Bakara ve Al-i İmran sureleri | Zehraveyn nam-ı âlîsiyle tabir edilen iki sure-i muazzamada Lafzullah'ın tekrar ve tevafuku, azîm bir nükteyi gösterir. | |
Ze-Vav-Cim (5) | + | ||
Ezvac | Eşler, çift | Ne kadar Nebî hakkına hürmet ve ne kadar ezvâcın hukukuna merhamet var. | |
İzdivac/İzdivaç | Evlenme | Halbuki, hattâ bütün hayvânâtın şehadetiyle ve izdivac eden nebâtâtın tasdikiyle sabittir ki, izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. | |
Tezevvüc | Evlenme | Gelelim Hazret-i Zeynep'in tezevvücüne: | |
Zevc (Zevce) | Koca/Karı (Eş) | + | Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atmakta yardım eder. |
Zevcat | Eşler | ...ve taaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılâp hareketlerini bid'at, dalâlet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur" diye yazmışlar. | |
Ze-Vav-Dal (1) | + | ||
Zad | Azık | + | ...ebedü'l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnaktar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle: |
Ze-Vav-Ra (4) | + | ||
Mezar | Kabir | Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde Said'den yetmiş dokuz emvat bâ-âsâm âlâma. | |
Müzevver | Uydurulmuş, düzmece | ...beşerin hevesâtını uyandırmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı nerede? | |
Tezvir (Tezvirat) | Yalan-dolan sözler | Sonra beşerin tezvirkârane ve hayalî tarzda zenbur (Eşek arısı) gibi vızıltıları nerede? | |
Ziyaret | Görmeye gitme | Ziyaret etmeden geçme. | |
Ze-Vav-Lam (4) | + | ||
İzale | Gidermek | İman nuru, lezâiz-i meşrûanın zevâle başladıkları zaman hasıl olan elemleri, emsalinin vücut ve gelmekte olduklarını göstermekle izale eder. | |
Zail (Zaile) | Geçici | Zâilim, zâil olanı istemem! | |
Zavallı | Biçare (Zeval kelimesinden) | ...asılsız isnad ve uydurma raporlarla bu zavallı adam yirmi küsur seneden beri hapis ve nefiy cezalarıyla perişan edilmiş ... | |
Zeval | Son bulma | + | Çünkü zeval-i elem, lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet de elemdir. |
Ze-Vav-Ye (4) | |||
İnziva | Bir köşeye çekilme | Afyon hapsinde on bir ay tecrid-i mutlakta bulunduğuma dair Mahkeme-i Temyize yazdığım istida bahanesiyle otuz beş sene inzivada, hususan gecelerde dünyayı unutmakta bulunan... | |
Münzevi | Bir köşeye çekilmiş | Bu ihtiyar münzevi âsâyişi bozar, emniyeti ihlâl eder. | |
Zaviye | Köşe, açı; tekke | ...çok müştak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telâhukuyla tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, bir hangâhda, bir zikirhane, bir irşadgâhta ve cadde-i kübrâ-yı Muhammedîde (a.s.m.) ve mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde hakikate çalışan... | |
Zevaya | Zaviyeler | ...kulüp ve encümenleri, umum medâris, mesâcid ve zevâyâ; ... | |
Ze-Ye-Te (2) | + | ||
Zeyt | Yağ | + | Meselâ incirin meyvesine halis bir süt, narın semeresine bir şarab-ı tahur, zeytininkine bir dühn-ü mübarek ve cevizinkine bir zeyt-i münevver ve hakeza, her birisine lâyık ve muvafık rızık i'ta etmektedir. |
Zeytin (aslı: Zeytun) | Yağı çıkarılan meyve | + | Meselâ incirin meyvesine halis bir süt, narın semeresine bir şarab-ı tahur, zeytininkine bir dühn-ü mübarek ve cevizinkine bir zeyt-i münevver ve hakeza, her birisine lâyık ve muvafık rızık i'ta etmektedir. |
Ze-Ye-Dal (8) | + | ||
İzdiyad | Artırma | Mezîd ömrü duamızdır | |
Mezid | Çoğalmış, artmış | + | Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdına çalışmalıyız. |
Müzayede | Artırma | Bu mealdeki âyette bir mübalâğa, bir müzayede görünür. | |
Tezeyyüd | Artma | Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. | |
Tezyid | Artırmak | O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. | |
Zaid (Zaide) | Fazlalık | Başka burhan aramak aklıma zâid görünür. | |
Zevaid | Fazlalıklar | Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. | |
Ziyade | Fazla | + | O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. |
Ze-Ye-Lam (2) | |||
Tezyil | İlave, ekleme | BİR TEZYİL - Lafzı süslemek, zinetlendirmek, evet vardır.. | |
Zeyl | Ek | Bu Küddûs nüktesi, Otuzuncu Sözün Zeylinin Zeyli olması münasiptir. | |
Ze-Ye-Nun (6) | + | ||
Mütezeyyin (Mütezeyyine) | Süslenmiş | Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. | |
Müzeyyen | Süslü | Ve Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın hazine-i Kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. | |
Müzeyyin | Allah'ın süslendiren anlamındaki ismi | Kemâl-i ef'âl ise, bizzarure, bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, yani, âsâra nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder. | |
Tezeyyün | Süslenme | Nasıl ki zahiren, perde-i esbab olan güneşten, kamerden ve kevâkibden bütün kâinat tenevvür ve tezeyyün ve bütün eşya neşvünema ve hayat buluyor. | |
Tezyin | Süslendirme | Tezyin, tevzin, tanzim, tanzif, muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelînin şualarıdırlar. | |
Zinet/Ziynet | Süs | + | Eğer terbiye-i İslâmiye dâiresinde, âdâb-ı Kur'aniye zînetiyle o cemâl güzelleştirilse;... |
Sin (س) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Sin-Elif-Ra (1) | |||
Sair | Diğer | Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz. | |
Sin-Elif-Lam (6) | + | ||
Es'ile/Esile | Sorular | Bir maddede es'ile mütekerrir, mütefavit. | |
Mesail | Meseleler | Hem öyle mesâil-i azîmeden ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır. | |
Mesele/Mes'ele | Husus | Biz de o beş düğümü, beş mes'elede hal ve beyan edeceğiz. | |
Mes'ul/Mesul | Sorumlu | + | Yani, mü'min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. |
Sail | Soru soran | + | Bir sâil-i misâlî bana demişti: |
Sual | Soru | + | İmdi, sual ve cevaba başlıyorum |
Sin-Be-Elif (1) | + | ||
Sebe' | Sure adı | + | Mesela, Sure-i Sebe'nin âhirinde, Sure-i Fâtır'ın evvelindeki iki مَثْنٰى birbirine bakar. |
Sin-Be-Be (4) | + | ||
Esbab | Esbab bir perdedir. Çünkü izzet ve azamet öyle ister. | Çünkü, irade-i külliyenin sebeple müsebbebe bir taallûku vardır. | |
Müsebbeb | Sebebin sonucu | Çünkü, irade-i külliyenin sebeple müsebbebe bir taallûku vardır. | |
Müsebbib | Sebep olan; Esma | Ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu ilâm etmekle gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü'l-Esbaba çevirir. | |
Sebeb/Sebep | Neden | + (Vesile anlamında) | Çünkü, irade-i külliyenin sebeple müsebbebe bir taallûku vardır. |
Sin-Be-Ha (4) | + | ||
Sabih (Sabiha) | Yüzen | + | O musahhar sâbihalar ise, o bahr-i muhit-i havâîde seyir ve cereyan etmekle, mahşere tesadüf etmiş dağları andırırlar. |
Müsebbih | Tesbih eden | + | Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsebbihiz, zikrederiz âbidâne |
Subhan (Subhanallah) | Allah'ın ismi (tesbih zikri) | + | Ve ubudiyet odur ki, sen, Fâtır-ı Zülcelâlin dergâh-ı rahmetinde Estağfirullah ve Subhanallah ile kusurunu ve Hasbünallah ve Elhamdü lillâh ile fakrını,... |
Tesbih (Tesbihat) | Allah'ın noksanlarda münezzehiyetini ilan; zikir aleti; Subhanallah demek | + | Tesbihat, ibâdât, gayr-ı mahdud envâlarıyla herşeyde vardır. |
Sin-Be-Ra (1) | |||
Sebr/Sebir | Deneme | Aynen öyle de, biz de ilm-i usul ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kat'î bir hüccetle deriz: | |
Sin-Be-Ayn (3) | + | ||
Sabian | Yedinci (olarak) | Sabian: Rahîm-i Kerîmin semerat-ı rahmetinin müzeyyenatıyla kendini teveddüd sûretinde sevdirmesine mukabil, Ona hasr-ı muhabbet ve taabbüd ile tahabbüb etmektir. | |
Seb'a/Seba | Yedi | + | Hususan Abâdile-i Seb'a kitabetle kaydettiler. |
Sebu' (Sebu'iyye/Sebuiye) | Yırtıcı hayvan (ile ilgili) | + | İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, |
Sin-Be-Kaf (5) | + | ||
Mesbuk | Geride bırakılmış | + | Bu harika-i ilmiyenin eşi asla mesbuk değildir. |
Müsabaka | Yarışma | Onun için, Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor. | |
Sabık | Geçmiş, önceki | + | Sabık işaretlerde, hususan bundan evvelki On Birinci İşarette kat'iyen anlaşıldı ki, küfür ve dalâlet cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür. |
Sebkat | Önde olma | Bediüzzaman Said Nursî'nin ders ve irşadıyla hakikate ulaşan ve Nur hizmetinde çok kıymettar ve yüksek hizmetleri sebkat eden kahraman ve halis bir talebenin, Üstadın mâhiyetini tarif eden ayn-ı hakikat bir ifadesidir. | |
Sıbak/Sibak | Sözün başı | O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emare, o mânâya işaret eder. | |
Sin-Be-Lam (1) | + | ||
Sebil | Yol | + | O hurmalardan kaç yük, fî sebilillâh sarf ettim. |
Sin-Te-Te (1) | + | ||
Sitte | Altı | + | Risale-i Nur Külliyatından Hutuvât-ı Sitte |
Sadisen (Bkz. Sin-Dal-Sin) | |||
Sin-Te-Ra (9) | + | ||
İstitar | Gizlenme | Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes,... | |
Mestur | Örtülü, gizli | + | Eskişehir Hapishanesinde, sû-i ahlâktan değil, belki sıkıntıdan gelen nâhoş bazı haller münâsebetiyle, ahlâka dâir bir nükte ile, meşhur bir âyetin mestur kalmış bir nüktesine dâirdir. |
Müstetir | Gizlenmiş | Kâinatta serbeser sırr-ı tesanüd müstetir, hem münteşir. | |
Mütesettir | Örtünmüş | Sonra bu zerreler, unsurlar aleminde mütesettir, saklı ve sâkit bir halde bulunurlarken, birden görürsün ki;... | |
Setr | Örtme | Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. | |
Settar | Allah'ın günahları ve ayıpları örten ismi | Meselâ, Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusûrâtın bulunmasını iktiza ettikleri gibi, Cemîl ismi de çirkinliği görmek istemez. | |
Settare | Örtülü (yer) | Haberim olmadan, camiin hâlî bir yerinde iki üç tahta, bir kilimle beni üşütmemek fikriyle bir zatın yaptığı iki kişilik bir settare yüzünden, ehemmiyetli bir mesele şeklinde, hem bana, hem umum halka mânâsız telâş vermek hangi kanunladır? | |
Sütre | Örtülü yer | ...düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acip bir surette, su üzerinde bulunan bir sütreye girer. | |
Tesettür | Örtünme | Medeniyet-i sefihe ise, Kur'ân'ın bu hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü fıtrî görmüyor, bir esarettir diyor. | |
Sin-Cim-Dal (6) | + | ||
Mesacid | Mescidler | Encümen ve cemiyetleri, mesacid ve medaris ve zevâyâdır. | |
Mescid/Mescit | Namaz mekanı | + | Evet, Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. |
Sacid | Secde eden | + | Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası olabilsin? |
Seccade | Namaz yaygısı | ...lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at. | |
Secde | Namazın rükünlerinden | İbadetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. | |
Sücud | Secdeler | + | Eğer âlâmın lezâize, nârın nura inkılâp etmesi emelinde isen, evkat-ı hamsede rükû ve sücud kancası ile gururun hortumunu bük, sık, başını kır, imanı doldur. |
Sin-Cim-Ayn (3) | |||
Seca/Sec'a | Kuş ötüşü; kafiyeli yazı | Gündüzde, ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde, yüksek âvazlarıyla, lâtif nağamatla, sec'alı tesbihatla Rahmânü'r-Rahîmin rahmetini ilân ediyorlar. | |
Secaya | Seciyeler | Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelâtının şehadetiyle, secâyâ-yı sâmiye, vazifesinde ve tebliğatında en âli bir derecede;... | |
Seciye | Huy | Evet, Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden,... | |
Sin-Cim-Lam (3) | + | ||
Seccal | Akıp giden | Cidal, berdevam... Harb ise, seccal(sical)dir. | |
Sical | Nöbetleşe | Cidal, berdevam... Harb ise, seccal(sical)dir. | |
Tescil | Deftere geçirme, sağlamlaştırma | Ve aleyhlerinde olan hükmü tescil etme.. | |
Sin-Cim-Mim (1) | |||
İnsicam | Pürüzsüz düzgünlük | Bütün kâinatta, zerrelerden tâ yıldızlara kadar herşeyde kusursuz bir intizam-ı ekmel ve noksansız bir insicam-ı ecmel ve zulümsüz bir mizan-ı âdilin bulunmasıdır. | |
Sin-Ha-Be (1) | + | ||
Sehab | Bulut | + | Daha tasrif-i hava ve teshir-i sehab gibi şuûnât-ı İlâhiye yi bunlara kıyas et. |
Sin-Ha-Ra (6) | + | ||
Meshur | Büyülenmiş | + | Kur'an Arabistan'ın basit bedevîlerini öyle bir istihaleye uğratmıştır ki bunların âdeta meshur olduklarını zannedersiniz. |
Sahir | Sihir yapan | + | ...sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? |
Sahur | Ramazanda gece yemeği | Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. | |
Seher | Sabah namazı öncesi vakit | + | Seherlerde eser bâd-ı tecellî/Uyan ey gözlerim vakt-i seherde. |
Sehhar | Büyüleyici | + | ...beşerin hevesâtını uyandırmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı nerede? |
Sihr/Sihir | Büyü | + | Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispritizma gibi istidracî harikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccalı... |
Sin-Ha-Lam (2) | + | ||
Sahil | Deniz kıyısı | + | Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. |
Sevahil | Sahiller | ...insanın ehl-i sevâhil kısmının kısm-ı âzamının medar-ı taayyüşleri balıktır... | |
Sin-Hı-Ra (6) | + | ||
İstihare | Hayır anlama namazı | Dedim: "Yarına kadar beni bırakınız; istihare edeyim." | |
Maskara (aslı Mashara) | Gülünç duruma düşmüş | Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum" dedi. | |
Musahhar | Emri altına girmiş | + | Bütün onlar Senin mülkünde, Senin emrin ve kudretinle, Senin irade ve tedbirin ile, Senin ilmin ve hikmetinle musahhar ve muvazzaftırlar. |
Musahhir | Emri altına alan | + | Birden, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü's-Semâvâti ve'l-Arz ve Musahhiru'ş-Şemsi ve'l-Kamer isimleri rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû ettiler. |
Suhre | Angarya | ...sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu va'dinde itham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir tedibe ve dehşetli bir tâzibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? | |
Teshir | Emir altına alma | Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re'fet-i Rabbâniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshir etmiştir. | |
Sin-Hı-Ye (3) | |||
Sahi | Cömert | Meselâ, "Filânın kılıncının bendi uzundur" ve "Ramadı çoktur" denildiği vakit, o adam uzun ve sahî ola... | |
Seha | Cömertlik | Yoksa, zevâl ile acılaşan cüz'î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehânın muktezasıyla kabil-i tevfik değildir. | |
Sehavet | Cömertlik | Zira, nihayet bir sehavet, harika bir kerem, daima halka ihsan ve in'am etmek iktiza eder. | |
Sin-Dal-Dal (4) | + | ||
Mesdud | Engellenmiş | Bir Nebi veya bir Resule kesbsiz İlahî bir davetle açılmasından başka, gayrilere kapalı ve mesduddur. | |
Sed/Set | Engel | + | İşte bu nokta-i nazardandır ki, Sedde ve Ye'cüc ve Me'cüce dair rivayetler ve akvâl-i müfessirîn ayrı ayrı gidiyor. |
Sedad/Sedat | Doğruluk | Hem de garazın mesîlinde ve kastın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, çele-çepe temayül etmemektir. | |
Sedid | Sağlam(ca kapalı) | + | Orada, dünyaca mühim zatlar hazır oldukları halde, kimsenin söyleyemediği gayet acı sözlerle o haksız işe ve daha başka haksız işlere de sedd-i sedid olmuşlardır. |
Sin-Dal-Ra (1) | + | ||
Sidre | 6. Katta bir makam (Cennette bir ağaç) | + | ...bütün enbiyaların usul-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Sidretü'l-Müntehâya, tâ Kab-ı Kavseyne kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi. |
Sin-Dal-Sin (1) | + | ||
Sadis (Sadisen) | Altıncı (olarak) (Ayrıca bkz. Sin-Te-Te) | + | Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarik-i iman. |
Sin-Ra-Be (1) | + | ||
Serab/Serap | Sıcak kaynaklı yalancı görüntü | + | Ey serab-ı gururu, şarab-ı tahur zanneden Said-i hodfuruş! |
Sin-Ra-Cim (1) | + | ||
Sirac/Siraç | Lamba | + | Meselâ güneşe der, "Döner bir siracdır, bir lâmbadır." |
Sin-Ra-Dal (1) | + | ||
Serd | Güzel şekilde söylemek | + (örmek anlamında) | Öyle ise, biz, Miracda istib'âd ile vesveseye düşen bir mü'mini muhatap ittihaz ederek, ona karşı serd-i kelâm edip ara sıra, makam-ı istimâda olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz. |
Sin-Ra-Ra (8) | + | ||
Sırr | Gizem; bir latife | + | Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. |
Esrar | Sırlar | Çünkü, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ıimaniye inkişaf ediyor. | |
Mesarr | Sevinçler | Onun içinde bînihaye tahassüslerle meşhun-u mesâr oldum. | |
Meserret | Sevinç | Otuz Birinci Mektubun On Beşinci Lem'asının birinci kısmını, büyük bir meserretle aldım. | |
Mesrur | Sevinçli | + | Hafız Ali'yi kabrinde mesrur, müferrah ettikleri gibi, inşaallah kabrimde de öyle mesrur edecekler. |
Serir | Taht, divan | Eğer o kapı sana açılamadı; Mefatîhü'l-Gayb olan, İmam-ı Râzî'nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle. | |
Sürur | Sevinç | + | Ve keza, neş'e ve sürur makamları, evhamdan hâli olmalıdır. Çünkü ednâ bir vehimle, sürur zâil olur. |
Tesrir | Sevindirme | Nur deryasından nûş etmek isteyen bir kimse, Birinci ve Yirmi Birinci ve Yirmi İkinci Sözleri alsa, diğerlerine eli yetişmezse dahi maraz-ı kalbîyi def ve ref'e, ruhu tenvir ve tesrire kâfi bulunduğu meşhud ve müsellemdir. | |
Sin-Ra-Tı (1) | |||
Seretan | Kanser | Ye's, ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. | |
Sin-Ra-Ayn (3) | + | ||
Seri' | Hızlı | + | Telepati nev'inden, ruhumla şiddet-i alâkası olan bir şahs-ı meçhul, muhtelif ve birbirinden uzak mevzulara dair, birdenbire kibrit yakmak gibi seri sualler soruyor. |
Sürat/Sür'at | Hız | Mübarek Ramazan bir an evvel bu isyankârların kadir-nâşinasların elinden yakayı kurtarmaya çalışır vaziyette, süratle elimizden gitmektedir. | |
Tesri' | Hızlandırma | Tesri-i ihtizazı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. | |
Sin-Ra-Fe (2) | + | ||
İsraf | Gereksiz harcama | + | On Dokuzuncu Lem'a İktisat Risalesi - İktisat ve kanaate, israf ve tebzîre dairdir. |
Müsrif | İsraf eden | + | Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır. |
Sin-Ra-Kaf (2) | + | ||
Sarık | Hırsız | + | Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. |
Sirkat/Sırkat | Hırsızlık | Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. | |
Sin-Ra-Mim-Dal (1) | + | ||
Sermed (Sermedi, Sermediyyet) | Daimi | + | Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. |
Sin-Ra-Ye (3) | + | ||
İsra | Gece yürüyüşü; sure adı | Çerağ-ı Leyle-i İsrâ / Sirâc-ı kurb-i ev ednâ. | |
Sari (Sariye) | Bulaşan | ...yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler. | |
Sirayet | Bulaşma, geçme | Benim ne haddim var ki, sahip olayım, tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. | |
Sin-Tı-Ha (1) | + | ||
Sath/Satıh | Yüzey | Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. | |
Sin-Tı-Ra (5) | + | ||
Esatir/Esatır | Masallar | + | Fakat pek çok esâtîr ve hurâfâtın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan, safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi, tahkikten taklide bir yol açtı. |
Mistar/Mıstar | Cetvel, çizelge | Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar. | |
Satır | Sayfada çizgi halinde yazı dizisi | ...her sahifede yüzer kitap yazılmış; ve her satırında yüzer sayfa derc edilmiş; ve her kelimesinde yüzer satır mevcuttur; ... | |
Sutur | Satırlar | ...şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftâhı,... | |
Tastir | Yazı yazma | نۤ وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ âyeti bütün kalemlerin ve tastîr ve kitapların aslı, esası, ezelî me'hazı ve sermedî üstadı kaderin kalemi ve nur ve ilm-i ezelînin nuruna işaret eden ن kelimesidir. | |
Sin-Tı-Ayn (1) | |||
Satı' | Parlak | ...Zât ve sıfât ve esma ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı,... | |
Sin-Tı-Vav (1) | + | ||
Satvet | Ezici kuvvet | Maahaza, lisan-ı Arapta bulunan şehâmet, yükseklik, meziyet, satvet diğer lisanlarda yoktur. | |
Sin-Ayn-Dal (9) | + | ||
Es'adekallah/Esadekallah (Es'adekumullah/Esadekumullah) | Allah seni (sizi) mutlu etsin | ...kardeşimiz Hafız Mustafa'ya binler bârekâllah ve mâşaallah ve es'adekâllah deriz. | |
Mesut/Mes'ud | Mutlu | ...bütün sevdiklerimizi ihsânâtıyla mes'ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan bin bir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbub-u Zülkemâl... | |
Müsaade | İzin | Müsaade ediniz, on beş dakika vazifemi îfa edeyim | |
Müsaid/Müsait | Uygun | Şu dar dünya beşerin ruhunda mündemiç olan istidâdât-ı gayr-ı mahdudenin sünbüllenmesine müsaid değildir. | |
Müstaid | İstidatlı | Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri' olamaz | |
Saadet | Mutluluk | Saadet odur ki; umuma veya eksere saadet ola! | |
Said | Cennetlik | + | Kim saadete mazhar ise... said ise... şaki değilse... o İsm-i Âzam onun boynunda mübarek bir gerdanlık hükmünde bir nüsha olur. |
Süeda | Saidler | Birinci kâfile olan süedâ ve ebrar, zülcenaheyn olan üstadı dinlediler. | |
Tesid/Tes'id | Mutluluk dileme | ...en mübarek, nuranî ve âlet-i tes'id bir hediye-i hikmeti olan aklı, o biçareye en meş'um ve zulmânî bir alet-i tâzip yapıp,... | |
Sin-Ayn-Fe (1) | |||
İs'af/İsaf | Kabul edip yerine getirme | Matluba olan is'af ise, Mucîbin hikmetine tâbidir. | |
Sin-Ayn-Ye (3) | + | ||
Mesai | Çalışma, iş | Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. | |
Sai | Çalışan | Sözler sayesinde şu bir seneyi mütecaviz bir müddetten beri şevkle taallüm, inâyetle tefeyyüz, tergible tenevvür, hâhişle telezzüz, işaretle tahallûk, tedriçle tekemmül tarikinde ilerlemeye sâî bulunduğum bu muayyen müddetin bir gününe, sabıkan geçirmiş olduğum umum hayatımın bile mukabil olamayacağı kanaatindeyim. | |
Say/Sa'y | Çalışma | + | Sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır. |
Sin-Fe-Ra (5) | + | ||
Misafir/Müsafir | Konuk | Misafir olan bir kimse, seferinde çok yerlere, menzillere uğrar. | |
Sefer | Yolculuk | + | Meselâ, sefer eden, namazını kasreder. |
Sefaret | Elçilik | Pakistan'da ne Türkçe okulu, ne kütüphanesi, ne çalışkan adamları ve sefaretinizde de Urduca bilen adam yoktur. | |
Sefir | Elçi | Ankara'da otuz beş sene evvel tab edildiği vakit, Afgan Sefiri Sultan Ahmed çok beğenmiş ve Afgan Şâhına bir adet bu münâcattan hediye göndermiştir. | |
Sofra | Yemek düzeni | O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. | |
Sin-Fe-Sin-Tı (2) | |||
Safsata | Uydurma | ...hem o âciz, mümkin, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlât, yani hadsiz kızları isnad etmek öyle bir safsatadır ve öyle bir divanelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzipleri, inkârları hiçtir. | |
Safsatiyat | Safsafalar | Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. | |
Sin-Fe-Kef (1) | + | ||
Sefk | Dökme | Çünkü fesat, sefk-i dimâya sebeptir. | |
Sin-Fe-Lam (6) | + | ||
Esfel | En aşağı | + | O yoldan birinde nefsi ve şeytanı dinleyip gitse, esfel-i sâfilîne düşer. |
Safil (Safilin) | Aşağı(lar) | + | O yoldan birinde nefsi ve şeytanı dinleyip gitse, esfel-i sâfilîne düşer. |
Sefalet | Fakirlik, rezillik | Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir; ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. | |
Sefil | Aşağı | Görüyorlar ki, o hane amele, sefil, miskin adamlarla doludur. | |
Süfla | Aşağı (mekan) | Tabaka-i süflâdan, tabaka-yı ulyâya karşı ihtiram, itaat, tahabbüb yerine, yalnız ihtilâl sedası, haset sayhası, kin enîni, nefret velvelesi, intikam feryadı yükselip işitilir. | |
Süfli | Aşağı, alçak | Elbette hayalin, deva-yı illet ve kaza-yı hacet levazımatını görecek ve onlara münasip süfli sûretleri nescedecek. | |
Sin-Fe-Nun (2) | + | ||
Sefain | Gemiler | Bu defa istinsahına muvaffak olduğum nurlu Yirmi Dokuzuncu Sözde, melâike denizlerinde sefâin-i Kibriyâya yapışarak seyrân ederken... | |
Sefine | Gemi | + | Belki, o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûma aittir. |
Sin-Fe-He (4) | + | ||
Sefahat | Günah eğlencelere düşkünlük | + | Sadakayı alan sefahatte değil, belki nafakasında ve hâcât-ı zaruriyesinde sarf etmeli. |
Sefih | Ahlaksız, eğlenceye düşkün | + | O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim: |
Süfeha | Sefihler | Bizleri süfeha zannetme. Bizler süfeha gibi olamayız. | |
Tesfih | Sefih görme | Damar-ı asabiyetini tahrik ve izzet-i nefislerini levm ve tesfih ve terzil ile kırdı. | |
Sin-Kaf-Ra (1) | + | ||
Sakar | Cehennem | + | ...onlara dünyada tam zarar, âhirette Cehennem ve sakar; ve bize, dünyada mükemmel sevap ve zafer, ve âhirette, inşaallah Cennet ve âb-ı kevseri kazandırır. |
Sin-Kaf-Tı (6) | + | ||
Iskat | Düşürme, hükümsüz bırakma | İşte bu asrın bu acip tehlikesine karşı, Risale-i Nur'un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cerayanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki, bu Harb-i Umumîyi dört aydır merak etmedim, sormadım. | |
Meskat (Meskat-ı Re's) | Doğum (yeri) | ||
Sakat | Bozuk | Bu güzel ve belağatçe makbul, akıl ve mantığa mutabık mânâ dururken, âyetin zahirine yapışıp, "beş yüz senelik mesafeden iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semâdan yeryüzüne indirmek" gibi sakat bir mânâya zahip olmak, kâr-ı akıl değildir. | |
Sakıt | Düşmüş | + | Eğer gayr nazardan sakıt olsalar, onlar da sukut ederler. |
Sukut | Düşme | Eğer gayr nazardan sakıt olsalar, onlar da sukut ederler. | |
Tesakut | Birbirini düşürme | Teâruzan, tesâkutan kabilinden, "Hiçbirisi de hak değildir" diye hükmeder. | |
Sin-Kaf-Fe (1) | + | ||
Sakf | Çatı, dam, tavan | + | Şimdi, cüz'iyatta ve misallerde, sû-i fehimden gelen şüphelerle, o metin sakf-ı muallâyı sebatsız ve kàbil-i sukut görmek ne derece akılsızlık olduğunu anladın. |
Sin-Kaf-Mim (2) | + | ||
Sakam | Hastalık | Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir. | |
Sakim | Hasta | + | Demek on dördüncü asırda Kur'ân'dan iktibas edip, istikametsiz sakim yollar içinde sırat-ı müstakîmi gösterecek âsârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dahil ediyor. |
Sin-Kaf-Ye (4) | + | ||
İska | Sulama | Yağmurlar kesilmiş, Isparta'yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menba'ı kesilmiş, ağaçlar sararmaya, otlar kurumaya, çiçekler buruşmaya başlamıştı. | |
İstiska | Su isteme | Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. | |
Saka (Sakacı) | Su dağıtım(cısı) | Hem bu kâinatın sobası olan güneş bir, lâmbası olan kamer bir, aşçısı olan ateş bir, levazımat deposu ve hazineli direği olan dağ bir, sakacı ve sucusu bir ve bağları sulayan süngeri bir—ve hâkeza, bir, bir, bir, tâ bin bir birler kadar... | |
Saki | Su sunan | Dost ikliminin lâlesinin bağlarına eriştin,/Vahdet-i sâki midadını سَقٰيهُمْ kevserine düşürdün. | |
Sin-Kef-Te (4) | + | ||
Müskit | Susturan | Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. | |
Sakit | Sessiz | O kâinat-ı sâkit birden söze başlıyor: | |
Sekte | Durma | ...onu bırakıp, yahut sekteye uğratıp, veyahut kanâat etmeyip, tarikat hevesiyle Risâle-i Nur'dan izin almayarak kapanmış hangâhlara girmek, ne derece yanlış olduğunu ve bizim bu şefkat tokadına ne derece istihkak kesbettiğimizi gösteriyor. | |
Sükut | Susma | Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları. | |
Sin-Kef-Ra (3) | + | ||
Müskir (Müskirat) | Sarhoş edici içki | Bundan sonra birden gördü ki, sol cihetinden şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam, çok ziynetler, süslü suretler, fantaziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi, karşısında durdu. | |
Sekerat | Can cekişme | Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. | |
Sekr/Seker (Sekre) | Sarhoşluk | + | Eğer, aşk veya istiğrakla bir nev'i sekri de varsa, avucundaki âyinesini, denizden daha büyük tevehhüm eder. |
Sin-Kef-Kef (1) | |||
Sikke | Para (kalıbı) | Evet, herşeyin yüzünde, cüz'î olsun küllî olsun, zerrattan tâ seyyarata kadar öyle bir sikke var ki, âyinede güneşin cilvesi güneşi gösterdiği gibi, öyle de, o sikke âyinesi dahi, Şems-i Ezel ve Ebede işaret ederek vahdetine şehadet eder. | |
Sin-Kef-Nun (13) | + | ||
İskan | Yerleştirme | Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. | |
Mesakin | Miskinler | Çünkü, şu mesâkini istihdam etmekle ücretinizi almışsınız. | |
Mesken | Ev | + | Meskenden sonra insanın en fazla muhtaç olduğu, cismanî lezzetlerden yiyecek, içecektir. |
Meskenet | Yoksulluk | + | Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. |
Miskin | Uyuşuk, zavallı | + | Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede san'atkâr ve çok san'atlarda mahir bir Zât, âsâr-ı san'atını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. |
Meskun | Oturanı bulunan | + | Sonra bir kısmını kesif kılmışır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. |
Müsekkin | Sakinleştirici | Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez. | |
Sakin | Durgun; oturan | + | Sakin toprak, sakin olan herbir zerresi, bütün çiçekli nebâtâtın ve meyvedar ağaçların tohumlarına medar ve menşe olmak kabil olduğundan,... |
Sekene | Sakinler | ...hakikat kat'iyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler o semâvâta münasip bulunsun. | |
Sekine/Sekinet | İç huzuru; Hz. Ali'nin duası; 6 esma (duası) | + | İkinci fıkrasıyla İsm-i Âzam ve Sekine denilen esmâ-i sitte-i meşhurenin hakikatlerini gayet âlî bir tarzda beyan ve ispat eden... |
Sükna | Oturulacak yer | Mâyi kalsaydı, kabil-i süknâ olmazdı. | |
Sükun/Sükunet | Sakinlik | Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir. | |
Teskin | Sakinleştirme | Dokuz adet mânevî sevinçler, öyle teskin edici bir merhem ve tatlı bir ilâçtır ki, tarif edilmez, ağır elemlerimizi teskin ediyor. | |
Sin-Lam-Be (3) | + | ||
Esalib | Üsluplar | ...esâlib-i Kur'âniye, en mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişemediği hakaik-i gàmıza-ı İlâhiye ve esrar-ı Rabbâniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilâtla en ümmî bir âmiye ifham eder. | |
Selb | Kalkma, elden gitme | Eğer desen: Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. | |
Üslub/Üslup | İfade tarzı | İşte bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki, en harika edipleri, belâğatine secde ettiriyor. | |
Sin-Lam-Ha (4) | + | ||
Esliha | Silahlar | + | ...tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak... |
Müsellah | Silahlı | Üç müsellâh jandarma ile camiden istenildi. | |
Silah | Dövüşme aleti | İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur. | |
Teslih | Silahlandırma | Öyle de, bütün hayvanî cesetlerde kemâl-i hikmetle nefislerini, ruhlarını yerleştirmek, türlü türlü cihazatla kemâl-i intizamla teslih etmek,... | |
Sin-Lam-Hı (2) | + | ||
İnsilah | Soyulma | İslâmiyetten pişman olmaktır, belki dinden insilâh etmektir. | |
Selh (Selhhane) | Deri soyma (yeri), mezbaha | ...dalâleti cihetinden, akıl alâkadarlığıyla kâinatı bir hüzüngâh ve matemhâne-i umumiye ve zevâlde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp... | |
Sin-Lam-Sin (2) | |||
Selaset | Akıcılık | Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın heyet-i mecmuasında râik bir selâset, fâik bir selâmet, metin bir tesanüd, muhkem bir tenasüp, cümleleri ve heyetleri mabeyninde kavî bir teâvün ve âyetler ve maksatları mabeyninde ulvî bir tecavüb olduğunu,... | |
Selis | Akıcı | Evet, Kur'ân mânen, üslûb-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selis bir fesahati vardır. | |
Sin-Lam-Sin-Be (1) | + | ||
Selsebil | Cennet ırmağı | + | Cennete dair, Cennetten daha güzel, hurilerinden daha lâtif, selsebilinden daha tatlı olan beyanat-ı âyât-ı Kur'âniye kimseye söz bırakmamıştır ki, fazla birşey söylensin. |
Sin-Lam-Sin-Lam (4) | + | ||
Müselsel | Zincirleme | Şu müselsel beyan, mu'cizat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) envaına işarettir. | |
Müteselsil | Silsile oluşturmuş | Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba-ı Risaletten alınmıştır. | |
Silsile | Birbirini izleyen dizi | + | Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. |
Teselsül | Silsile oluşturma | Çünkü, mümkinat birbirini icad edip teselsül edemez. | |
Sin-Lam-Tı (6) | + | ||
Musallat | İlişme | Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. | |
Saltanat | Hükümdarlık | Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. | |
Selatin | Sultanlar | Hatta selâtin-i Osmâniyeyi ifratla senâ ederdin;... | |
Sultan | Hükümdar | + | Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar. |
Tasallut | Musallat olma | Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. | |
Taslit | Musallat etme | Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. | |
Sin-Lam-Fe (2) | + | ||
Eslaf | Öncekiler | Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar. | |
Selef | Önceki | + | Alelekser, halefin mahareti, selefinden daha ziyadedir. |
Sin-Lam-Kef (6) | + | ||
İnsilak | Yola girme | ...ve imam ve reisi Mehdî (R.A.) olan bir silk-i nuranîde zevil-himem müceddidlerin ona insilaklerini teşci' içindir. | |
Mesalik | Meslekler | ...bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin herbirinin meşreplerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir. | |
Meslek | Yol | Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur'un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum. | |
Salik | Giden, ilerleyen | Mânâsında meşârib-i evliya, ezvâk-ı ârifîni, mezâhib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menâhic-i hükema, o i'câz-ı beyanı... | |
Silk | Yol | ...ve imam ve reisi Mehdî (R.A.) olan bir silk-i nuranîde zevil-himem müceddidlerin ona insilaklerini teşci' içindir. | |
Süluk | İlerleme | Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nuranî, neş'eli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye vardır ki, o hakikat-i kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cilt kitap, ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler. | |
Sin-Lam-Mim (12) | + | ||
Eslem | Daha selametli | Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. | |
İslam (İslamiyet) | Hak din | + | İslâmiyet iltizamdır; iman iz'andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir. |
Müsalemet | Barış | Ve zincirler altında inleyen dört yüz milyon Müslümanlık, yeniden hayat-ı kudsiye-i İslâmiye ile, nev-i beşerin başına geçip, sulh ve müsalemet-i umumiyeyi temin edecek, inşaallah. | |
Müsellem (Müselleme) | Kabul edilmiş | + | Tâlim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemâta ihtiyaç var |
Müslüm/Müslim (Müslüman/Müsliman) | İslam dininden kişi | + | Ve zincirler altında inleyen dört yüz milyon Müslümanlık, yeniden hayat-ı kudsiye-i İslâmiye ile, nev-i beşerin başına geçip, sulh ve müsalemet-i umumiyeyi temin edecek, inşaallah. |
Salim | Sağlam ve tehlikesiz | + | Büyük bir selâmet vardır ki, lâfzan ve mânen hatâdan sâlimdir. |
Selam | Allah'ın ismi; esenlik; müslümanların karşılaştığında yaptığı dua | + | Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman menzildeki zatlara selâm ettiği gibi, "Binler selâm sana, yâ Resulallah" demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. |
Selamet | Emniyet, barış | Faraza, mecmuu itibarıyla reddedilse de, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i imanla kabre gireceğine kâfi geliyor. | |
Selim (Selime) | İyi huylu | + | Hem Kur'ân, fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. |
Selm | Barış | + | İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dahilde nizâ ve husumet istemez |
Süllem | Merdiven | + | Devir ve teselsülü, on iki burhan, yani arşî ve süllemî gibi namlarla müsemmâ, meşhur on iki delil-i kat'î ile devri iptal etmişler ve teselsülü muhal göstermişler;... |
Teslim | Gönülden bağlanma; karşı tarafı kabul etme | + | Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. |
Sin-Lam-Vav (2) | + | ||
Müteselli | Teselli edilmiş | İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasbihal ederim, sizinle müteselli olurum. | |
Teselli | Ferahlatma | Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. | |
Sin-Mim-Ha (2) | |||
Müsamaha | Hoşgörü | Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. | |
Semahat | İyilik, cömertlik | Belki semahatlı Efendimiz, Pakistan'daki Müslüman Talebe cemiyetinin İslâmiyet'i şiar edindiğini biliyorlar… | |
Sin-Mim-Ra (3) | + | ||
Esmer | Siyah(i) | Hiç durmaksızın, bu mühib yağız atlı ve esmer çehreli iki zat, şarka doğru uzaklaştılar. | |
Mismar | Çivi | Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an / Olan İslâmî şeâir, dinî minarat, İlâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. | |
Müsamere | Eğlence | ...o zâtı kendine reis ve seyyid ve imam ve şefî telâkki eden mü'minlere ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, neş'eli, hayırlı bir müsamere-i ulviye-i diniye olduğunu anla. | |
Sin-Mim-Ayn (13) | + | ||
İsma' | Duyurma | Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder, ismâ eder; hiçbir cihette riya olamaz. | |
İstima' | Dinleme | Şu risalede ise, muhatap, münkirdir; istimâ makamlarında mü'mindir. | |
Mesmuat | Duyulanlar | Meselâ, mesmûat, mubsırat, me'kûlât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuûnatını fehmetmek içindir. | |
Müstemi' | Dinleyici | + | Müstemi, müteharrî-i hakikat bir Japondur. |
Sami (Samiun) | Dinleyici(ler) | Burada sâmilerin o meyillerini tatmin etmekle makamın iktizası üzerine Kur'ân-ı Kerim, onları sâmilerin huzuruna götürüp kendilerine hitap ile tevcih-i kelâm etmiştir. | |
Sem' | İşitme | + | Sem', basar, hava, su gibi umumî nimetler daha ehemmiyetli, daha kıymetli olduklarına nazaran, hususî, şahsî nimetlerden kat kat fazla şükre istihkak ve liyakatleri vardır. |
Sema | Dönme | O vakit arz, emir aldıktan sonra, memuriyet neşesinden mevlevî gibi zikir ve semâa kalkar; az bir masrafla o güzel vaziyet hasıl olur, o mühim netice vücud bulur. | |
Sem'an/Seman | İşiterek, "başüstüne'" | Bu fakir talebeniz bu emre "Ale'r-re's-i ve'l-ayn, sem'an ve tâaten" demiş. | |
Sema' (Semai) | İşitme (İşitilerek öğrenilen) | + | Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema'dır. |
Semi' | İşiten; Esma | Bak, hem öyle Semî' ve Kerîm bir Kadîr'den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm'den saadet ve bekayı istiyor ki ... | |
Semi'na/Semina | İşittik | Hem o Sultan-ı Ezel ve Ebed, kâinatın aktârında kendi rububiyetinin saltanatını ilânına ve vahdâniyetinin izharına karşı, tevhid ve tasdik edip Semi'nâ ve eta'nâ diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler. | |
Sum'a/Suma | Riyakarlık | ...riya ve sum'a, kibir ve gurur hastalıklarının hummalı ateşini "İhlas Risalesi"nin imdad ve inayetiyle; ... | |
Tesamu' | İşitme | Şu nevi meselelerin mânâ-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesâmu-u umumîye râcidir. | |
Sin-Mim-Kef (2) | + | ||
Semek | Balık | Kur'ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. | |
Simak | Balıklar | Onlara mahsus şerait-i hayatiye vardır ki; bazısı âkilün-nebat, bâzısı âkilüs-simâktir. | |
Sin-Mim-Mim (3) | + | ||
Semm | Zehir; iğne deliği | + (Delik anlamında) | İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. |
Sümum | Zehirler | Ve Şarkın Garba nispetini, seherin guruba nispeti gibi edecektir —eğer sûs-u atâletle ve sümum-u ağrâz ile kurutulmazsa. | |
Tesemmüm | Zehirlenme | Tesemmüm vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının musibeti, benim hakkımda bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikin keşfine bir anahtar olduğunu, bana çok acımamak için haber veriyorum. | |
Sin-Mim-Vav (10) | + | ||
Besmele | Bismillahirrahmanirrahim | Hele Birinci Sözde besmelenin derece-i ehemmiyeti ve suret-i temsiliyesi şâyân-ı takdir ve hayrettir. | |
Bismillah | Allah'ın adıyla | BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. | |
Esami | İsimler | Belki zihni aldatır; cazibe-i umumî, kuvve-i mıknatısî, elektrik kuvveti, telepatî hem ihtizaz, hem "manyetizma" gibi, esâmî cezb ve celb. | |
Esma | İsimler | Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. | |
İsm/İsim | Ad | + | O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar. |
Müsemma | İsimlendirilmiş | + | Fâilsiz bir fiil ve müsemmâsız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat, san'atkârsız bir san'at dahi mümkün değildir. |
Sami (Samiye) | Yüksek, yüce | Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelâtının şehadetiyle, secâyâ-yı sâmiye, vazifesinde ve tebliğatında en âli bir derecede;... | |
Sema | Gökyüzü, uzay | + | Şu âyet-i kerimenin yüksek semâsına çıkıp sırrını fehmetmek için yedi basamaklı bir merdiven kuruyoruz. |
Semavat | Semalar | Semâvâtın, melâike ile tesmiye edilen münasip sakinleri vardır. | |
Tesmiye | İsimlendirme | + (Belli anlamında) | Semâvâtın, melâike ile tesmiye edilen münasip sakinleri vardır. |
Sin-Nun-Be-Lam (1) | + | ||
Sünbül/Sümbül | Başak | + | Fazl-ı İlâhîden, o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yedi yüz (Âyetü'l-Kürsî harfleri gibi), bazan bin beş yüz (Sûre-i İhlâsın harfleri gibi), bazan on bin (Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuz bin (meselâ, haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadîrde okunan âyetler gibi). |
Sin-Nun-Ha (2) | + | ||
Saniha (Sanihat) | Çok düşünmeden akla gelen şey(ler) | Hakikat Çekirdekleri (2) - Bediüzzamanın Sânihatından | |
Sünuhat | İlham olarak kalbe gelen manalar | Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabilinden | |
Sin-Nun-Dal (7) | + | ||
İsnad/İsnat | Dayandırma | Tevhid ile bütün eşyayı Vâhid-i Ehade isnad etmediğin takdirde, âlemde bulunan bütün efradın mazhar oldukları tecelliyat-ı İlâhiye adedince ilâhları kabul etmek mecburiyetindesin. | |
İstinad/İstinat | Dayanma | Herbir insanın bir nokta-i istinadı bulunduğuna nazaran, istinad noktalarının tefâvütüne göre insanların yapabileceği işler de tefâvüt eder. | |
Müsned | Hadislerin aktaranlarla beraber yazıldığı kitap; dayandırılmış | Başta Buharî ve Müslim—ki, Kur'ân'dan sonra en sahih kitap olduklarını ehl-i tahkik kabul etmiş—ve sair Sahih-i Tirmizî, Neseî ve Ebu Davud ve Müstedrekü'l-Hâkim ve Müsned-i Ahmed ibni Hanbel ve Delâil-i Beyhakî gibi kitaplarda an'anesiyle beyan edilmiştir. | |
Müstenid | Dayanan | Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur'âniye, beşerin ilm-i cüz'îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. | |
Mütesanid | Tesanüd içinde | Fihristeyi, taksimü'l-â'mâl tarzında mütesanid heyetinizin şahs-ı mânevîsine tevdiiniz çok güzeldir. | |
Sened/Senet | Dayanak | Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın? | |
Tesanüd/Tesanüt | Dayanışma | ...tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. | |
Sin-Nun-Dal-Sin (1) | + | ||
Sündüs | İnce ipek | + | Her baharda, herbir ağaca sündüs-misal taze bir çarşaf giydiriyor, lü'lü'-misal yeni bir murassaatla süslendiriyor, yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor. |
Sin-Nun-Nun (6) | + | ||
Mesnun | Sünnet olma | + (kalıba dökülmüş anlamında) | ...feraiz-i şer'iyeyi yapmaya mecbur olmayan ve mesnûniyet cihetiyle de yapmayan ve kable'l-bülûğ vefat eden çocuklar, Cennete lâyık ve sevimli çocuk olarak kalacaklar. |
Müsinn | Yaşlı | Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi', hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. | |
Sinn | Yaş | Sinn-i mükellefiyet on beş sene kabul ediliyor. | |
Sünen | Sünnetler; kendisinden hüküm çıkarılan hadisler(i içeren kitap) | Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim... | |
Sünnet | Peygamber yolu; yol | + | Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur'âniyeyi ve imaniyeyi, istikamet dairesinde, hüve hüvesine Sünnet-i Seniyyeye ittibâ ederek muhafaza etmişler. |
Sünni | Ehl-i sünnet | ...Şiîler, Alevîler, Risale-i Nur'un derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeseler, Âl-i Beyte muhabbet dâvâları yanlış olur. | |
Sin-Nun-Vav (1) | + | ||
Sene | Yıl | + | Sene üç yüz altmış gün hesabına göredir; kusur varsa bakılmamak gerektir. |
Sin-He-Lam (5) | + | ||
Eshel | En kolay, daha kolay | Tahrip esheldir; zayıf tahripçi olur | |
Müsahele | Gevşeklik | Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. | |
Sehl/Sehil | Kolay | Sehil ve muvaffakiyetime hayırlı dualarınızı rica eder, kemâl-i edeple ellerinizi öperim | |
Suhulet | Kolaylık | Öyle de, bu meşhud suhulet-i mutlaka ve külfetsizlik, vücub derecesinde icab eder ki, bir Sâni-i Vâhidin eserleri olsun. | |
Teshil (Teshilat) | Kolaylaştırma(lar) | Nefsin hevesat-ı sefîlesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder. | |
Sin-He-Vav (1) | + | ||
Sehv/Sehiv | Hata | ...âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor. | |
Sin-He-Vav (1) | |||
Süha | Küçük ayı takımyıldızından bir yıldız | Mu'cizenin kamerini münhasif ve şems gibi burhan-ı nübüvveti Süha gibi mahfî olmasına sebep oldunuz. | |
Sin-Vav-Elif (4) | + | ||
Mesavi | Kötülükler | Yoksa, biri Avrupa'nın mehasinini mesâvimizle ve telâhuk-u efkârın semeratını bizim bir şahsın semere-i sa'yi ile, insafsızca, aldatıcı cerbeze ile muvazene etmekle,... | |
Müsi' | Kötülük yapan | + | Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi', hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. |
Su' | Kötü | + | Hz. Ali (r.a.) huruf-u ecnebiyi İslâmlar içinde cebren kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü's-su'un bid'alara yardımlarından teessüfle bahsedip ... |
Seyyie (Seyyiat) | Günah(lar) | + | Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki:... |
Sin-Vav-Ha (2) | + | ||
Mesaha | Ölçme | Malûm olsun ki, ebede namzet olan âlem-i uhrevî, fenayla mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle mesaha ve muamele olunmaz. | |
Saha | Alan | + | Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla / Revânım saha-i ukbâ-yı ferdâma |
Sin-Vav-Dal (11) | + | ||
Esved | Siyah | + | İşte kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâmın haceru'l-esvedi Kâbe-i Mükerremedir. |
Müsevvid | Müsveddeyi yazan | Sekiz senedir ben Üstadımın hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar Nurlardan istifade edemedim. | |
Müsvedde | Yazının ilk hali, karalama | Demek, müsvedde-i evvel hükmünde müşevveş kalmıştır. | |
Sadat | Seyyidler | Yalnız bu kadar var ki, meşhur İmam-ı Zeyd sâdât-ı azîmeden ve eimme-i Âl-i Beyttendir. | |
Sevad | İnsanların çoğunluğu | Ben sevâd-ı âzama tâbi olmak isterim. | |
Sevda | Fazla sevgi; siyah | Ey ahmak nokta-i sevda! | |
Seyyid | Efendi; Peygamberimizin soyundan gelen | + | Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an'ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. |
Siyadet | Seyyidlik | Öyle Muhammed (a.s.m.) ki, icmâ ve tasdiklerine mazhar olmakla, enbiya ve mürselîne siyadet ünvanını; ve ittifak ve tahkiklerini almakla, imamü'l-evliyâ ve'l-ulemâ lâkabını almıştır. | |
Sudan | Siyahi kişiler(in memleketi) | Sudan Kabilesinden Zut denilen uzun boylu taifeye benzettim. | |
Süveyda | Kalpteki siyah nokta | Gözün muzlim nehar-ı ebyazı, muzî leyle-i süveydâ ile mezc olmazsa basarsız olduğu gibi, fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb bulunmazsa, basiretsizdir. | |
Tesvid | Müsvedde yazma | Sözlerin ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid ve tebyizinde, fevkalme'mul, kerametkârâne bir teshilâta mazhar oluyoruz; | |
Sin-Vav-Ra (4) | + | ||
Sur | Kale duvarı | + | Hem ulûm-u kevniye, hem ulûm-u İlâhî, onda merâtib-i delâlât, rumuz ile işârat, sûreler surlarında cem' etmiştir cinânı. |
Sure | Kur'an'ın bölümleri | + | Hem ulûm-u kevniye, hem ulûm-u İlâhî, onda merâtib-i delâlât, rumuz ile işârat, sûreler surlarında cem' etmiştir cinânı. |
Suver | Sureler | ...suver-i Kur'âniyenin en parlağı olan Sûre-i Yusuf... | |
Suriye | Ülke | ...Risale-i Nur'un bu vatan ve millete temin ettiği âsâyiş ve emniyettir ki, İslâm memleketlerinde, hususan Fas'ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bulan dahilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir. | |
Sin-Vav-Sin (1) | |||
Siyaset | İdare sanatı | Halbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır. | |
Sin-Vav-Ayn (1) | + | ||
Saat | Kıyamet; zaman birimi; zamanölçer | + | Çünkü yarım saat kaylûle, iki saat gece uykusuna muadil gelir. |
Sin-Vav-Ğayn (1) | |||
Mesağ | İzin | + | Evet, kat'î ve zarurî bir maslahat için bir mesağ-ı şer'î vardır. |
Sin-Vav-Fe (1) | + | ||
Mesafe | Uzaklık | Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Barla'ya Dört Beş Saat Mesafedeki Çam Dağında Bulundukları Zaman Üzerinde Tefekkür Ettikleri Çam Ağacı | |
Sin-Vav-Kaf (5) | + | ||
Mesak | Sevk yeri, hedef | + | Demek maksut ve mesâk-ı kelâmda olan muâhaze ve tenkit, mütekellime aittir. |
Saik (Saika) | Sevkeden sebep | + | Tenkidin sâiki, ya nefretin teşeffisidir, veya şefkatin tatminidir. |
Sevk | Yönlendirme | Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak, insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevk ediyor. | |
Siyak | Geldiği yer, başlangıç | Peygambere göre olsa, kanun-u belâğat ve münasebet-i siyâk-ı kelâm şöyle ifade ediyor ki: | |
Suk | Çarşı | + | Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. |
Sin-Vav-Mim (2) | + | ||
Sami | Hz. Nuh'un oğlu Sam'ın soyundan gelenler | ...ve Turan ve Ariyanı ve Sami tevhid ederek,... | |
Sima | Yüz, alamet | + | Bana bu sima ve âzâyı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi Odur. |
Sin-Vav-Ye (11) | + | ||
İstiva | Kararlı duruma gelme, yönelme, kastetme | فَسَوّٰيهُنَّ deki ف tefrîi ifade ettiğine nazaran, tesviyenin istivaya bağlanması; فَيَكُونُ nün كُنْ emrine veya kudretin taalluku iradenin taallukuna veya kazanın kadere olan terettüblerine benziyor ve takibi ifade ettiğine göre, mukadder bazı fiillere îmadır. | |
Lasiyyema | Özellikle, bilhassa | Lâsiyyemâ, Müslümanlara karşı çok derece eclâ ve azhardır. | |
Masiva (Masivaullah) | (Allah) dışındakiler | Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle, tiryak iken zehir olur. | |
Müsavat | Eşitlik | Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır. | |
Müsavi | Eşit | Fakat sair zevilhayat, bütün gayelerde sana müsavi olamaz. | |
Müstevi | Düz | Muntazam, müstevi; envâı, eczaları mütesavi olarak yarattı. | |
Mütesavi | Eşitlik | İmkân itibarıyla mütesavi, mütevazinü't-tarafeyndir. | |
Sevi (Seviye) | Düzey | + (Dosdoğru anlamında) | Seviye bir olmadı; mezhep taaddüt etti. |
Sive | Haricinde | Elhamdülillahi ala külli hal sivel küfri veddalal demesi iktiza eder. | |
Tesavi | Eşitlik | Hem, tesâvi-i tarafeynden ibaret olan imkân itibarıyla muvazenettedir. | |
Tesviye | Seviyelendirme | Kadîr-i Zülcelâl, esir maddesinden yedi kat semâvâtı halk edip tesviye ederek, gayet dakik ve acip bir nizamla tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer' edip ekmiştir. | |
Sin-Ye-Ha (2) | + | ||
Seyahat | Yolculuk | O küçük, cüz'î seyahati, küllî ve mahşer-i acaip bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor. | |
Seyyah | Gezgin | Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır | |
Sin-Ye-Ra (8) | + | ||
Mesire (Mesiregah) | Gezinti yeri | Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia, orada beş yüz senelik mesiregâhındaki seyahatten, o haşmetli, baştan başa ziynetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder. | |
Sair (Bkz. Sin-Elif-Ra) | Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz. | ||
Seyr/Seyir | Gezme | + | ...pek büyük bir hizmet için bir uzun seyir ve seyahat ona ettiriliyor. |
Seyran/Seyeran (Seyrangah/Seyerangah) | Gezinme (yeri) | Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak. | |
Seyyar | Gezen | Bir sefine-i Rabbâniye olarak, acaib-i masnuat-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zîşuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. | |
Seyyare | Gezegen, gök cismi | + | Görüyoruz ki, bu seyyaremiz, bir azamet-i şevket-i Rububiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyeti ve kemâl-i rahmet ve hikmeti gösterir bir surette, güneşin etrafında, emr-i Rabbânî ile, Birinci Mektupta beyan edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için bir uzun seyir ve seyahat ona ettiriliyor. |
Siret | Manevi durum, ahlak | Ben itikat ediyorum ki; Muhammed'in (a.s.m.) misli, yani siretinde, tarzında bir adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse, bu yeni âlemin müşkilatını halledip; bu yeni karmakarışık âlemde müsâlemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husulüne sebep olacak. | |
Siyer | Siretler; Peygamberimizin hayatı(nı anlatan kitaplar) | Onlar çoktur; biz, onlardan meşhurları ve mânevî tevatür hükmüne geçmiş ve ekser tarih ve siyerde nakledilmiş birkaçını zikredeceğiz. | |
Tesyar | Gönderilme | ...bu mektub-u azîmü'l-mefhum, şimdiye kadar tesyâr buyurulan umum Nur Risalelerinin, hülâsatü'l-hülâsa zübdesi ve menba'-ı amîki olduğuna müşahedemle beraber,... | |
Sin-Ye-Fe (2) | |||
Seyf | Kılıç | Ey seyf-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur! | |
Süyuf | Kılıçlar | Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlûp olmuşlar—tâ, o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin. | |
Sin-Ye-Lam (4) | + | ||
Mesil | Akış | Mesîl-i neslin kapısında durmayınız. | |
Sel/Seyl | Su baskını | + | |
Seyelan | Akma | Ve o şuûnâtın cilveleri altında, mahlûkat, daimî bir seyr ü seyelân, bir hareket ve cevelân içinde çalkanmakta ve ehl-i gafletin kulaklarına vâveylâ-yı firak ve zevâli ve ehl-i hidayetin sem'ine velvele-i zikir ve tesbihi dağıtmaktadırlar. | |
Seyyal (Seyyale) | Akan | ...ve seyyal zamanın hakikati ve sahife-i misaliyesi olan Levh-i Mahv, İsbatta kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizazattır. |
Şın (ش) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Şın-Elif-Mim (3) | + | ||
Meş'um/Meşum | Uğursuz | İşte, ey akıl, dikkat et! Meş'um bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? | |
Şeamet | Uğursuzluk, kötülük | Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. | |
Şu'm/Şum | Uğursuzluk | Hem ihbar ediyorlar ki, dalâlet ve batalet ve belâhet şu'muyla (uğursuzluğuyla) sol yolda gidenler, müddet-i seferlerinde, açlık ve korkudan azîm bir ıztırap çekiyorlar. | |
Şın-Elif-Nun (3) | + | ||
Şan | Ün, itibar | Şan ve şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. | |
Şe'n/Şein | İş, tavır | + | Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. |
Şuun (Şuunat) | Şe'nler | Sıfâtın mükemmeliyeti, şuûnatın mükemmeliyetini tasrih eder. | |
Şın-Be-Be (3) | |||
Şabb | Genç | Baktım, birisi sakallı, ikisi şâbb-i emred. | |
Şebab | Genç | ...cezâlet ve melâhattan hasıl olan ruhânî halâvet; aşk-ı şebâbîden, şevk-i baharîden neş'et eden semâvî neşe;... | |
Şebabet | Gençlik | Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet ve garabet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. | |
Şın-Be-Se (2) | |||
Müteşebbis (Müteşebbisin) | Girişimde bulunan(lar) | ...tesis edilecek Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran... | |
Teşebbüs | Giriş | Yani ityan (delil getirmek), tecrübeye lâzımdır; tecrübe taallüme, taallüm vücub-u teşebbüse, vücub-u teşebbüs de teşebbüse, teşebbüs de raybe lâzımdır. | |
Şın-Be-Ayn (2) | |||
İşba' | Doyurma | Aynen öyle de, Kur'ân'ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. | |
Meşbu' | Tok | Kabiliyetimin azlığı, istidadımın kısalığı, iktidarımın noksanlığıyla beraber uhdeme verilmiş olan birkaç maddî vazifelerin taht-ı tesirinde dimağım meşgul ve adeta meşbû olduğundan, o mübarek cevherlerinize mukabil âdi boncuk bile ibraz edemeyeceğim. | |
Şın-Be-Kef (4) | |||
İştibak | Şebekelenme | Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak etmemek; ve tabiatı taklit; ve harice temessül; ve mesîl-i garazda sedad; ve maksat ve müstekarrın temeyyüzüdür. | |
Müteşabik (Müteşabike) | Birbiriyle şebeke oluşturan | ...tesâvir-i mütedahileye benzeyen mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesâide-i kâinatın herbir makamında ve herbir nisbetinde ve herbir dairesinde,... | |
Şebeke | Ağ; örgüt | Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir. | |
Teşabük | Birbiriyle şebekelenme | ...her şeyde hattâ bir zerrede dahi teşarük ve teşabükleri; (yani birbirleriyle ortaklık etmeleri ve şebekelenmeleri)... | |
Şın-Be-He (14) | + | ||
Eşbah | Benzerleri | ...Hem de حَتّٰۤى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِىعَيْنٍ حَمِئَةٍ ve eşbâhı... | |
İştibah | Benzeme | Eğer hakikat-i İslâmiyette şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat'iyede iştibah edersin. | |
Müşabehet | Benzerlik | Bu şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir. | |
Müşabih | Benzeyen, benzer | Ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki, Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, hem müşabihleri, hem Cennet meyvelerine müşterileri davet eden nümuneler suretinde yapmış. | |
Müşebbeh | Benzetilen | Öyleyse müşebbehün-bih olacak şey, mukadderdir. | |
Müştebih | Şüphe edilen | + | İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. |
Müteşabih | Birbirine benzeyen; Ayet ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri | + | Madem bu müteşabih hadîse, lüzumsuz ve zararlı bir tarzda nazar-ı dikkat celb edilmiş ve bu çeşit hadîsler çok varid olmuş. |
Şebih | Benzeyen şey, benzer | Ne zâtında ve ne sıfâtında ve ne ef'âlinde şeriki, şebihi yoktur. | |
Şibh | Benzeyen şey, benzer | ...sırlarıyla misli, misali, mesîli, şibhi, şebihi olmayan bir Semi' ve Basir olup,... | |
Şübeh (Şübehat) | Şüpheler | Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def eden, başta Risalei'n-Nur ve şakirtleri göründüğünden,... | |
Şübhe/Şüphe | Kuşku | Şüphe değil, bazısına vesvese de vermezdi. | |
Teşabüh | Birbirine benzeme | İkincisi, küre-i arz simasında, nebâtat ve hayvanâtın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenasüp, intizam, insicam, lûtuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübrâ-yı Rahmâniyettir ki, Bismillâhirrahmân ona bakıyor. | |
Teşbih | Benzetme | Teşbih ve temsiller, havastan avâma geçtikçe, yani, ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telâkki edilir. | |
Teşebbüh | Benzeme | Felsefenin "Teşebbüh-ü bi'l-Vâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir" kaidesiyle, "Vâcibü'l-Vücuda benzemeye çalışınız" hodfuruşâne düsturu nerede? | |
Şın-Te-Te (2) | + | ||
Şetta | Çeşitli, başka başka | ...ism-i âzam ve esma-i hüsna; melaike-i ulya ve mahlûkat-ı şetta, cemi-i enbiya-i uzma ve cemi-i evliya-i kübra ve cemi-i asfiya-i ulya,... | |
Teşettüt | Dağınıklık | ...hem ikisinin isimde ve esmâ lâfzında tevafuk karinesiyle, hem teşettüt-ü hale ve sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi onun telifi bereketiyle teselli ve tahammül bulmasına... | |
Şın-Te-Mim (1) | |||
Şetm/Şetim | Kötü söz, sövme | Eğer kalb kabul etmezse, o şüpheden, şetme döner. | |
Şın-Te-Vav (1) | + | ||
Şita | Kış | + | Evet, yirmi senedir devam eden şu mevsim-i şita, inşâallahu teâlâ nihayet bulmuş ola... |
Şın-Cim-Ra (2) | + | ||
Eşcar | Ağaçlar | Bütün eşcar ve nebatatın envâları, bil'icmâ, beraber; Lâ ilâhe illâllâ Hû diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. | |
Şecer (Şecere) | Ağaç | + | İşte, şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. |
Şın-Cim-Ayn (3) | |||
Şecaat | Cesaret | Şecaat gibi her haslette fâik olduğunu o zaman düşmanları dahi tasdik ettiklerini tarihler naklediyorlar… | |
Şeci' | Cesur | Nüsha-i nâdire-i zaman olan Üstadımız, gayet şecî ve metin ve ulü'l-azmâne bir cesaret-i fevkalâdeye mâlik bir lisanü'l-haktır ki, hak yolunda söz söylemekten çekinmez ve levm-i lâimden korkmazlar. | |
Teşci' | Cesaretlendirme | Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder. | |
Şın-Ha-Mim (1) | + | ||
Şahm | İç yağı | Çünkü o Hakîm-i Zülcelâl, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder. | |
Şın-Ha-Nun (1) | + | ||
Meşhun | Dolu | + | Siyer ve tarihin kitapları onlarla meşhundur. |
Şın-Hı-Sad (5) | + | ||
Eşhas | Şahıslar | Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyanın eli delinecek. | |
Müşahhas | Belirlenmiş, somut | Müşahhas birtek zât nihayetsiz yerlerde nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi? | |
Şahs/Şahıs (Şahsi, Şahsiyet) | Kişi | Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. | |
Teşahhus | Belirli hale gelme | Adeta, o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü, imana görünür. | |
Teşhis | Belirleme, tanıma | ...kat'î senetle o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. | |
Şın-Dal-Dal (8) | + | ||
Eşedd | Daha/En şiddetli | + | ...ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette o da azlem olacak ve mağlûp kalacak. |
Müşedded | Şeddeli | اَلْمُقَرَّبُ müşedded râ, bir sayılsa, Üstadımızın lâkabı olan "en-Nursî" kelimesinin aynıdır. | |
Şeddad | Eski çağlarda Yemenli bir zorba | O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş;... | |
Şedde | U/ü okutan işaret | ...şeddeli ك iki ك sayılmak cihetiyle 1349 ederek,... | |
Şedid (Şedide) | Şiddetli | + | Medeniyet ve san'atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz. |
Şiddet | Güç, kuvvet | Üstadımız şiddetli hastalığından fazla konuşamadı. | |
Teşdid | Güçlendirme | ...ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler;... | |
Teşeddüd | Şiddetlenme | Amelin en iyi sûretini taharriden neş'et eden bir vesvesedir ki, takva zanniyle teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. | |
Şın-Zel-Zel (2) | |||
Şaz | Kaide harici olan | Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bin dokuz yüz senede bir ferdin şüzûzunu akla sığıştıramayan ve nusûs-u Kur'âniyeye karşı bir te'vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et. | |
Şuzuz/Şüzuz (Şüzuzat/Şuzuzat) | Kaide dışı olma | ...şuzûzât-ı kanuniye ile, âdetinin harikalarıyla, tagayyürat-ı sûriye ile, teşahhusatın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fâil-i muhtar olduğunu... | |
Şın-Ra-Be (9) | + | ||
Maşrapa | İçecek kapı | Sizi kudsî hizmetinizde, alâ kaderi't-tâka tâkibe çalışan dost, kardeş ve talebelerinize birer maşrapa vererek, muhtaçlara gıda, zaif ve marizlere ilâç, zâlim ve kâfirlere semm-i katil olan mâ-i kevserden ulaştırmayı emrediyorsunuz. | |
Meşarib | Meşrebler | Mânâsında meşârib-i evliya, ezvâk-ı ârifîni, mezâhib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menâhic-i hükema,... | |
Meşreb/Meşrep | Tarz | + (İçme yeri anlamında) | Ehl-i vahdetü'l-vücudun meşrebi mahv ve sekirdir. |
Meşrubat | İçecek | Fakat iman gözlüğüyle bakılırsa, Cenâb-ı Hakkın, Hâlık, Rahmân, Rahîmin insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit nefis, leziz, me'külât ve meşrubata zarf olan bir mâide ve bir sofra-i Rahmânî şeklinde görünecektir. | |
Şarab/Şarap/Şerab | (Haram) içecek | + | Ey serab-ı gururu, şarab-ı tahur zanneden Said-i hodfuruş! |
Şerbet | Meyve özlü şekerli içecek | Şükre dair çok derin mânâlı, şeker gibi tatlı, şeker şerbetinizi besmeleyle içmeye başladım. | |
Şurup | Kaynatılarak koyulaşmış şerbet | Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. | |
Şürb | İçme | + | Ekl ve şürb ve muamele-i zevciye, gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir vazifeye gider. |
Teşerrüb | İçme, kendine çekme | Tâ canipler garazın kuvvetini teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin. | |
Şın-Ra-Ha (6) | + | ||
İnşirah | Ferahlanma; Sure adı | O hasene içinde, âhiretin maddî sevâbını andıracak mânevî bir lezzet, bir zevk, bir inşirâh-ı kalb derc edilmiştir. | |
Meşruh (Meşruhat) | Açıklama(lar) | Hükûmetin dosyalarında, benim künyem altında hiçbir meşruhat yoktur. | |
Şarih | Açıklayan | ...ve zat ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı,... | |
Şerh | İzah; genişleme | Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, mesela Kur'ân'ın kelâmullah olduğuna ve i'câzî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir. | |
Şuruh | Şerhler | Ve bunca havaşî ve şuruhla izaa-i vakit etmemekti. | |
Teşrih (Teşrihat) | Açıklama(lar) | Meselâ, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi manzume-i şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi,... | |
Şın-Ra-Ra (6) | + | ||
Eşrar | Kötüler | + | Meselâ, ashab-ı Nebî safında küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melâike ile şeyâtin ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn ve eşrâr-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. |
Şer | Kötülük | + | Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. |
Şerarat | Kıvılcımlar (Şerareler) | İşte o fezlekelerde Kur'ân'ın hikmet-i ulviyesinden bazı işarat ve hidayet-i İlâhiyenin âb-ı hayatından bazı reşaşat, i'câz-ı Kur'ân'ın berklerinden bazı şerarat vardır. | |
Şeraret | Kötülük | Çünkü mahiyetçe şeraret ve nuhusetleri vardır. | |
Şerir (Şerire) | Kötü | Arzlı şerirlerin ihtilâtından ve istimâlarından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir. | |
Şerur | Çok kötü | Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmârene verme. | |
Şın-Ra-Tı (6) | + | ||
Eşrat | İşaretler, şartlar | + | Otuz sene evvel yazılan matbu Muhakemat-ı Bediiyyede bahsedilen "Sedd-i Zülkarneyn" ve Ye'cüc, Me'cüc ve sâir eşrat-ı kıyametten yirmi mesele, o Muhakemat'a bir tetimme olarak on üç sene evvel bir kısım müsveddesi yazılmış idi. |
Meşrut | Şarta bağlı | Dahil olduğu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lâzım veya evvelkisi şart, ötekisi meşrut olmak üzere, ikincisini birinci ile bağlar. | |
Meşrutiyet | Hükümdara bağlı meclisle yönetim | Yaşasın meşrutiyet-i meşrua! | |
Şart | Gereklilik | Dahil olduğu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lâzım veya evvelkisi şart, ötekisi meşrut olmak üzere, ikincisini birinci ile bağlar. | |
Şerait | Şartlar | Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususî şerâit-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkilü'n-nebattır, yalnız nebâtatla yaşıyorlar. | |
Şerit | Bükülmüş ip | Sanki Cenâb-ı Hakkın ahdi meşiet, hikmet, inayet'in ipleriyle örülmüş nûranî bir şerittir ki; ezelden ebede kadar uzanmıştır. | |
Şın-Ra-Ayn (7) | + | ||
Meşru' | Şeriata (dine) uygun | Gayr-ı meşru muhabbetin âkıbeti, mükâfatı, mahbubun gaddârâne adavetidir. | |
Müşerri' | Kanun koyan | Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri' olamaz | |
Şari' | Hüküm koyan | Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri' olamaz. | |
Şer' (Şer'an/Şeran) | Hüküm koyma, şeriat | Şer'an ehl-i iman, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan,... | |
Şer'i/Şeri (Şeriyye/Şer'iye) | Şeriatla ilgili | Sordukları mesele-i şer'iye ise, şimdiki mesleğimiz ve halimiz, o meselelerle meşgul olmaya müsaade etmiyor. | |
Şeriat | Allah'ın kanunları | + | Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri' olamaz. |
Teşri' | Hüküm koyma | Ümmeti davetle teşri' edemez. | |
Şın-Ra-Fe (6) | |||
Eşref | En (çok) şerefli | İşte, mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât,... | |
Müşerref | Şereflenen | Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm,... | |
Şeref | Yükseklik, onur | Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: | |
Şerif | Şerefli; Hz. Hüseyin'in soyundan gelen | Nurlarıyla kara kalbimi nurlandırmış olduğunuz Mektubat'ınızdan, i'câz-ı Kur'ânîden İhlâs-ı Şerif, Muavvizeteyn, Fatiha-i Şerif surelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösterir, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Remzini din kardeşlerimle birlikte okuduk. | |
Teşerrüf | Şereflenme | Binaenaleyh, mânen asıl hakikat, ittihada intisap ile beraber sûreten onun nümunesi olan bu uhrevî ve sırf dinî cemaate intisap ile teşerrüf edecek. | |
Teşrif (Teşrifat) | Şereflendirme, karşılama | Elfazca zengin değilim, israfı da sevmem, teşrifatçı elfâzı beğenmem, îcâzımdan darılma. | |
Şın-Ra-Kaf (5) | + | ||
İşrak | Güneşin doğması; Gönüle doğma | + | Havâ-i zulmette işrâk eden şems-i tâbândır bu. |
İşrakiyyun | Hakikatın sezgi ile bulunacağı görüşünde olanlar | Ne melekûta geçen evliyaların eserinde, ne umurun bâtınlarına geçen işrâkıyyunun kitaplarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden ruhanîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. | |
Muşrık | Parlak | Biz şu İşarette, o muşrık, parlak delile ve nâtık-ı sâdık burhana, hülâsatü'l-hülâsa bir icmal ile küçük bir tarif yapacağız. | |
Müsteşrik | Doğubilimci batılı alim | Meşhur muharrir, müsteşrik, edebiyat-ı Arabiye mütehassısı ve Kur'ân-ı Kerimin mütercimi Doktor Maurice şöyle diyor: | |
Şark (Şarki, Şarkiye) | Doğu (Doğuya ait) | + | Bediüzzaman, Ankara'da bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan, Şark Darülfünununun tesisi için uğraşmaktan kat'iyen geri durmadı. |
Şın-Ra-Kef (11) | + | ||
İştirak | Ortak olma | İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. | |
Müşareket | Ortaklık; işteş fiil | {يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا cümlesinde münafıkların amelinden (müşareket babından) muzari sîgasıyla hud'a ünvanıyla tabir edilmiştir. | |
Müşrik | Şirk koşan | + | ...hem iman tâcını giyen hizbullahın galebesini ve hem zahir insan suretinde halk olunan müşrikînin ve onların bir nev'i olan, herşeyi inkâr edenlerin, Kur'ân nazarındaki kıymetlerini... |
Müşterek | Ortak | Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur'ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi;... | |
Şarik | Ortak | Yani şu bütün cümleler şöyle emrediyor, diyorlar ki: "Rabbinize ibadet ettiğinizde sakın başkalarını -ubudiyyet noktasında- ona şarik, ortak itikad edip de teşrik etmeyiniz. | |
Şerik | Ortak | + | Maahaza, şerik hadd-i zâtında mümtenidir. |
Şirk | Eş koşma | + | Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor. |
Şirket | Ortaklık | Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle,... | |
Şüreka | Şerikler, ortaklar | Hem de şürekâya hiçbir ihtiyaç olmadığı ve kâinat onlardan müstağni-yi mutlak oldukları halde, şerik-i ulûhiyet gibi, rububiyet ve icad şerikleri dahi mümtenidirler, vücutları muhaldir. | |
Teşarük | Ortaklık | Mesailerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi. | |
Teşrik | Ortak etme | Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. | |
Şın-Ra-Ye (2) | + | ||
Müşteri | Satın alan; Jüpiter | O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. | |
Şira | Satma | Binaenaleyh, şu devr-i müşevveşte, hakaik-i Kur'âniyenin hakkıyla bey'u şirâsını yapan dellâl-ı Kur'ân'ın değil altı senedir, belki kırk seneden beri ehl-i İslâm'a hitâben,... | |
Şın-Tı-Ha (1) | |||
Şatahat | Manevi sarhoşlukta söylenen ölçüsüz söz | Bu meşrepteki şatahat, hubb-u nefisten neş'et ediyor. | |
Şın-Tı-Nun (3) | + | ||
Şeyatin | Şeytanlar | ...o isim ve ünvan iktiza eder ki, melâike ile şeyâtin ortasında muharebe bulunsun... | |
Şeytan | İblis | + | Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. |
Şeytanet | Şeytanlık | Bazı zındıkların şeytanetiyle Risale-i Nur'a karşı çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah bozulacaklar. | |
Şın-Ayn-Be (7) | + | ||
Münşaib | Şubelenen | İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rapt ettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle,... | |
Müteşaib | Şubelenen | ...istidâdât-ı gayr-ı mahdude-i insaniyeyle mütenasip olan âmâl ve müyûl-ü müteşâibeye neşr-i hayat eder. | |
Şaban/Şa'ban | Kameri 8. ay | Hususan Şaban ve Ramazan'da, akıldan ziyade kalb hissedardır, ruh hareket eder. | |
Şuab | Şubeler | + | Ashâb-ı Kütüb-i Sitteden İmam-ı Hâkim, Müstedrek'inde ve Ebu Davud, Kitab-ı Sünen'inde; Beyhakî, Şuab-ı İman'da tahriç buyurdukları,... |
Şu'be/Şube | Dal, kısım | Nil-i mübarek Cebel-i Kamer'den çıktığı gibi, Dicle'nin en mühim bir şubesi Van vilâyetinden, Müküs nahiyesinden bir kayanın mağarasından çıkıyor. | |
Şuub (Şuubat) | Kavimler | + | Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ ve şuubât-ı heyet-i içtimâiyede meşrutiyet hükümfermâ olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise sicaldir. |
Teşaub | Şube olarak ayrılmak | Bu iki asıl, filvaki Kur'ân'dan teşaub etmişlerdir. | |
Şın-Ayn-Ra (14) | + | ||
Eş'ar/Eşar | Şiirler | + (Kıllar anlamında) | Herbirinin bütün divan-ı eş'ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar. |
Eş'ari/Eşari | İtikatta bir hak mezheb | Abdin bir fiile olan meyelânı, Eş'arîlerin mezhebi gibi mevcut bir emir ise de, o meyelânı bir fiilden diğer bir fiille çevirmekle yapılan tasarruf, itibarî bir emir olup abdin elindedir. | |
İş'ar/İşar | Bildirme | En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş'ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır. | |
Meş'ur/Meşur | Şuurlu, bilinen | ...gayr-ı meş'ur, sâika ve şâika hisleriyle beraber, o arı, dünyanın ekser envâıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahip olur. | |
Müş'ir/Müşir | Haber veren, bildiren | Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gaye ne olacağını müş'ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın "Nereden? Nereye? Necisin?" üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın? | |
Şa're/Şare | Saç, kıl | Evvelki vecih itibarıyla öyle bir biçare mahlûktur ki, sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüz'î bir cüz-ü ihtiyarî;... | |
Şair | Şiir söyleyen | + | Bülbül şairâne konuştuğu için, şu bahsimiz de bir parça şairâne düşüyor. |
Şeair | Şiarlar | Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zâtlar beyan ediyorlar. | |
Şehriye | Çorbalık makarna | Bir seneden beri bir parça, yani bir kilo kadar şehriye ve pirinçten sarf ediyordum. | |
Şiar | Sembol | Fakat, اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiârıdır. | |
Şiir/Şi'r | Nazım | + | Şiir ise, çendan kıymettar, şirin bir vasıta-i ifadedir. |
Şi'ra/Şira | Sirius yıldızı | + | İşte semâvât ve arzın Rabbi, o Şemsü'ş-Şümus ve Şi'râ'nın Hâlıkı hitap ettiği vakit, o semâvât ve arzın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir. |
Şuara | Şairler; Sure adı | Saniyen, cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuarâya tenkidimi göstermek istedim. | |
Şuur | Bilinç | Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. | |
Şın-Ayn-Şın-Ayn (2) | |||
Müşa'şaa/Müşa'şa'/Müşaşaa | Parlak | Envâr-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyuzât-ı şem'-i İlâhîyi en müşa'şa bir şekilde parlatması... | |
Şa'şaa/Şa'şa'/Şaşaa | Parlaklık, gösteriş | ...bu fâni âlemde rahîmâne cilveleri, nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şa'şaalı bir tarzda dar-ı saadette istimrarına... | |
Şın-Ayn-Ayn (1) | |||
Şua' (Şuaat, Şualar) | Işın/Işınlar | Tevhid hakkında iki makamdan ibaret Yedinci Şua olan Âyetü'l-Kübrâ risalesinin ikinci makamının bir kısmıdır. | |
Şın-Ayn-Lam (4) | + | ||
İş'al/İşal | Alevlendirme, tutuşturma | ...İstahrâbâd'da bin senedir daima iş'âl edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusîlerin mâbud ittihaz ettikleri ateşin, velâdet gecesinde sönmesi. | |
İştial | Tutuşma | Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mucizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir. | |
Meş'ale/Meşale | Aydınlatıcı değnek | ...hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meş'ale-i İlâhiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur'ân'ın füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan,... | |
Şule/Şu'le | Alev | Bahusus mecmu-u harekâtının imtizacından ciddiyet, hakkıyet şu'le-i cevvale gibi;... | |
Şın-Ğayn-Lam (5) | + | ||
Eşgal | Meşguliyetler | Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. | |
İşgal | Doldurma, meşgul etme | Böyle ahmaklardan mühim bir mevkiyi işgal eden birisi demiş ki: | |
İştigal | Uğraşma | ...Risale-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. | |
Meşagil/Meşağil | Meşgaleler | Ve zuhr zamanında—ki o zaman gündüzün kemâli ve zevâle meyli ve yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü ve meşâğilin tazyikinden muvakkat bir istirahat zamanı... | |
Meşgale | Uğraş | Düşmanâne taarruzdan vazgeçip, dostâne hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur'un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar,... | |
Meşgul | Uğraşan, dolu | Nasıl bir parmak yaralansa göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar. | |
Şın-Fe-Ayn (4) | + | ||
İstişfa' | Şefaat dileme | Bir zât def-i beliyyât için istişfâ ( اِسْتِشْفَۤاءْ) ve istişfa' (اِسْتِشْفَاعْ) için böyle demiş: | |
Şefaat | Af için vesilelik | + | O dergâhta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır. |
Şefi' | Şefaatçi | + | Hem Risale-i Nur'u, hem bizi hizmet-i Kur'aniyede sebkat eden Hüsrev ve Rüştü ve Sabri gibi kardeşlerimi şefi' tutarak bu kusurumun afvını Üstadımdan istedim. |
Şın-Fe-Fe (2) | |||
Eşeff | En/Daha şeffaf | Birbirinden eltaf ve eşeff, kudretin çok âyineleri vardır. | |
Şeffaf (Şeffafe, Şeffafiyet) | Işık geçiren | İman ile küfür arasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir! | |
Şın-Fe-Kaf (4) | + | ||
Müşfik | Şefkatli | + (Çekinen anlamında) | Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. |
Şafak | Güneşin doğmasına yakın vakit | + | Afyon hapishanesinde de saat onda âdet iken, Bediüzzaman'ı fevkalâde bir tezahüratla karşılamaya hazırlanan halkın istikbaline mâni olmak için, şafak vakti ile sabah namazı arasında hapishaneden tahliye etmişlerdir. |
Şefik | Şefkatli | ...hem incir ağacı, kendi çamur yiyerek, yavrusu olan meyvelerine halis süt vermesi, bilbedâhe, nihayetsiz Rahîm, Kerîm, Şefîk bir Zâtın hesabıyla hareket ettiklerini, kör olmayana gösteriyorlar. | |
Şefkat | Acıma | Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. | |
Şın-Fe-He (3) | + | ||
Şefe | Dudak | + | Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir. |
Şifahen | Sözlü olarak, karşılıklı | Daha şifahen söylediklerimi sen bilirsin; sen benim mektubumsun. | |
Şifahi | Sözlü olarak, karşılıklı | Barla'ya dönsem, arzunuz vechile sizden ziyade müştak olduğum şifahî bir musahabe çaresini arayacağız. | |
Şın-Fe-Ye (5) | + | ||
İstişfa | Şifa isteme | Bir zât def-i beliyyât için istişfâ ( اِسْتِشْفَۤاءْ) ve istişfa' (اِسْتِشْفَاعْ) için böyle demiş: | |
Şafi | Şifa veren Allah | Bir tiryak-ı şâfi, bir elektrik-i muzî tevellüd eder. | |
Şifa | Afiyet, iyileştirme | + | Şu şifalı âyet çok zamandır benim dertlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi... |
Teşeffi | Şifa bulma | Tenkidin sâiki, ya nefretin teşeffisidir, veya şefkatin tatminidir. (Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi.) | |
Teşfiye | Şifa verme | Bir kısmı da; İhyâ-yı emvat, hastaları teşfiyeye aittir. | |
Şın-Kaf-Kaf (8) | + | ||
İnşikak | Yarılma; türeme; Sure adı | + | Hattâ Kur'ân'ı inkâr edenlerden bir kısmı, inşikak-ı kamer mânâsında tasarruf etmemişlerdir. |
İştikak | Türemek, türemiş kelimeler | Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. | |
Meşakk | Zorluklar, zahmetler | ...bizim mestur bir mevkide seyreylediğimiz o meşakk ve mezahime iştirak ettirilmediğimiz, ancak Üstad-ı Muhteremimin, Cenâb-ı Hak nezdinde duasının kabulüdür. | |
Meşakkat | Zorluk, zahmet | Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. | |
Müştak | Türemiş | Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. | |
Şakk | Yarılma | + | Meleklerde Mirac, insanlarda şakk-ı kamer gibidir |
Şık/Şıkk | Taraf, yarım, kısım | + | Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. |
Şikak | İkilik, ayrılık | + | MÜ'MİNLERDE nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. |
Şın-Kaf-Lam (1) | |||
Şakul/Şakül (Şakulen) | Dikey (olarak) | Kamer batn-ı arzdan sür'atle çıkarak, şâkulen semâvâta yükselmeye başladı. | |
Şın-Kaf-Vav (4) | + | ||
Eşkiya | Şakiler | Ve hapishane memurları ve müdürleri ve müdebbirleri dahi, câni ve eşkiya ve serseri ve katil ve sefahetçi ve vatana muzır zannettikleri adamları, bir mübarek dershanede çalışan talebeler görsünler ve müftehirâne Allah'a şükretsinler. | |
Şaka | Latife | Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, adâvet musalâhaya, husumet şakaya döner, adâvet küçülür, mahvolur, tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir. | |
Şaki | Haydut, bedbaht | + | Şakî def olur gider, ilişemez. |
Şekavet | Şakilik | Belki insan ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. | |
Şın-Kef-Ra (7) | + | ||
Meşkur | Şükredilen Allah | + | Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsânâtın açık lisan-ı hâlleri, şükür ve senânızı okuyorlar. |
Müteşekkir | Şükreden, teşekkür eden | Fakat sizin yakınınızda ve beraber bir binada bulunduğumdan, çok bahtiyarım ve müteşekkirim. | |
Şakir | Şükreden | + | Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir suretine girdi. |
Şekur | Şükre layık Allah | + | Misbah-ı müeyyede kıldı seni Zât-ı Şekûr. |
Şükr/Şükür | Teşekkür | + | Şükür, Mün'ime edilir; yani nimetleri veren Zâta şükretmek vaciptir. |
Şükran | Şükretme, minnetdarlık | Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır. | |
Teşekkür | Minnet ifadesi | Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor. | |
Şın-Kef-Sin (1) | + | ||
Müteşakis | Birbirine ters | + | ...bütün mevhum olan kör, sağır ve birbirine zıd ve müteşâkis erbabın arasında mütezebzib ve mütereddid bir şekilde kalmaktansa; ... |
Şın-Kef-Kef (6) | + | ||
Meşkuk | Şüpheli | Akıbeti meşkuk, belâları çok, hem uzun, hem tehlikeli. | |
Müteşekkik | Şüphe eden | İşte şu desise-i şeytaniye ile, kâfir-i mütereddid ve müteşekkiki ve hem fâsık-ı mahrumu; | |
Şekk | Şüphe | + | O adam şekk-i küfrî cihetiyle der: "Bâkiki yoktur. Yok için neden çalışayım?" |
Şükuk | Şekler, şüpheler | ...her bir tılsımın bilinmemesinden, çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp, tereddütlerden kurtulmayıp, bazan imanını kaybederdi. | |
Teşekkük | Şüphe etme | Teşekkükün tevesvüsün gelmesine mani' bu... | |
Teşkik (Teşkikat) | Şüphelendirme | ...fakat şeytan gibi, vahdete dair teşkikât yapmak için üç mühim sual ile, ehadiyete ve vahdete dair, ehl-i tevhide vesvese yapmak istedi. | |
Şın-Kef-Lam (9) | + | ||
Eşkal/Eşgal | Şekiller | Öyle de, bütün otlarda ve ağaçlardaki bütün yaprakların türlü türlü eşkâl-i muntazamaları ve ayrı ayrı vaziyetleri ve cezbekârâne mevzun hareketleri, yapraklar adedince, yine o Sâni-i Hakîmin vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir. | |
İşkal | Zorlaştırma | Fakat, ibaresindeki işkâl ve îcazdan tevahhuş edip, mütâlaasından vazgeçme. | |
Müşakele (Müşakelet) | Şekilce ve cinsçe benzeme | Sebeb-i muhabbet, ya lezzet veya menfaat, ya müşâkelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemâldir. | |
Müşkil (Müşkilat) | Zor(luklar), çetin | Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. | |
Müteşekkil | Oluşmuş | Halbuki yüz on dokuz parçadan müteşekkil Risale-i Nur Külliyatından olan bu büyük mecmuaların parçaları da... | |
Şekil/Şekl | Biçim, görünüş | + | Tabiatları lâtif, ince ve lâtif san'atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevâri bir şekilde şekilleri, arkları,... |
Teşekkül | Oluşma | Çünkü ikinci teşekkül, yani ikinci yapılış, birinci teşekkülden daha kolaydır. | |
Teşkil | Oluşturma | Teşkil ettiği hakikatli âlem-i İslâmiyet, izhar ettiği esaslı şeriat ve gösterdiği âli kemâlâtın şehadetiyle, âlem-i gayba ait olan bahislerinde dahi, âlem-i şehadetteki bahisleri gibi ayn-ı hakaik olduğunu ve içinde hilâf bulunmadığını ispat eder. | |
Teşkilat | Oluşma; Kurum, kuruluş | Meselâ, elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem ramad, yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüt ediyor. | |
Şın-Kef-Vav (6) | + | ||
Mişkat | Lamba yeri, kandil | + | O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. |
Müşteki (Müştekiyane) | Şikayetçi (olarak) | İşte bu yirmi üç senede yüzer işkenceli musibetlerden on tanesini, Âdil-i Hâkim-i Zülcelâlin dergâh-ı adaletine müştekiyâne takdim ediyorum. | |
Müteşekki | Şikayet eden | ...o iktidarlı ihsanperver Sâni-i Zülcelal, bu müteşekkir ve istihsankâr zata karşı alâkasız kalsın. | |
Şekva | Şikayet | Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan! | |
Şikayet | Yakınma | ...bütün o vazifedarlar namına gemi sahibi ondan şedit şikâyet eder. | |
Teşekki (Teşekkiyat) | Şikayet etme(ler) | Fikir, o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. | |
Şın-Lam-Lam (1) | |||
Şelale | Çağlayan | Yirmi Yedinci Mektup gittikçe coşan berrak bir şelâle gibi çağlamaktadır. | |
Şın-Mim-Ra (1) | |||
Teşmir | (Kolları) sıvama | ...nara-yı merdanesiyle teşmir-i sak ederek, zincir-i âtaleti kırmak ve perde-i sefaleti yırtmakla meydan-ı terakkiye atılacaktır. | |
Şın-Mim-Sin (3) | + | ||
Şems (Şemsi; Şemsiyye) | Güneş | + | Maahaza, bütün şeffaf şeylerde görünen şemsin timsallerinin herbirisi, "Şems benimdir. Şems yanımdadır. Şems bendedir" diyebilir. |
Şemsiye | Güneşlik/Yağmurluk | Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ediyorum, el ayağım kırılmamış, çok ziyade incinmiş iken yine şemsiye ile yürüyebildim. | |
Şümus | Güneşler | Demek, arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâvâ-yı halk ve iddia-yı icad edemez. | |
Şın-Mim-Tı (1) | |||
Şemta | Saçı ağarmış | ...ve nazenîn ve hasnâ iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur. | |
Şın-Mim-Lam (8) | + | ||
Eşmel | Daha kapsamlı | Ve o semeratı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilemez. | |
Müştemil | Kapsayan | ...kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garaibi müştemil,... | |
Müştemilat | Kapsam dahilindekiler | Müştemilat | |
Şamil | Kapsayan | Nev'en umuma şamil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan gelen dalâlet-i fikri idi. | |
Şemail | Huylar, şimaller | Rüyamda, Şemâil-i Şerife muvafık, gayet nuranî bir surette Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm. | |
Şimal | Kuzey; sol; huy | + | ...hem denizle beraber Şark, Garp, Şimal, Cenup, bu yüzdeki ve Yeni Dünya yüzündeki malûm yedi kıt'ası,... |
Şümul | Kapsama | Çünkü kendisi bu kaidenin şümulünden hariç kalmıştır. | |
Teşmil | Kapsamına alma | ...bir kısım tefsir bu noktayı izah etmeden, umum çocuklara teşmil etmişler. | |
Şın-Mim-Mim (3) | |||
İşmam | Hafifçe duyurma | İşte, beşerin nazik san'atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor. | |
(Kuvve-i) Şamme | Koku (duyusu); burun | Meselâ, kuvve-i şâmme, kokular taifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. | |
Şemme | 1 defa koklama, kokucuk | Şu meseleye dair, Şemme isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: | |
Şın-Nun-Ayn (3) | |||
Şenaat | Kötülük, aşağılık | Belki haşmetin izharı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor. | |
Şeni' | Kötü | ...sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî' bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber… | |
Teşniat | Ayıplamalar | Bunun içindir ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan, ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur. | |
Şın-He-Be (2) | + | ||
Eşheb | Ak | Dest-i gaybın da Gavs-ı A'zam Sultan-ı Evliya Bâzü'l-Eşheb, Seyyid Abdülkadir-i Geylanî kuddise sırruhu'l-âlî Hazretleri olduğunu son defa öğrenmiş olduk. | |
Şahab/Şihab | Kayan yıldız | + | İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahapların üç mânâsı olabilir. |
Şın-He-Dal (15) | + | ||
Eşhad | Şahidler | ... tam serbestiyetle bilâperva ve kemâl-i vüsûk ile alâ ruûs-il eşhad zikir ve naklinden güneş gibi sıdkın tulû' edeceğini göreceksin. | |
Eşhedü | Şahitlik ederim | Kalb kulağıyla hangisini dinlesen "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" dediğini işitirsin. | |
İstişhad | Şahid gösterme | Üstünde sikke-i i'câz, içinde nur-u hidayet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, solunda vicdanı istişhad, önünde hayır, hedefinde saadet-i dareyn, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır. | |
İşhad | Şahid gösterme | ...gibi mübarek kelimelerle ilân ettiğin bir hüküm ve iddia ettiğin bir dâvâ ve işhad ettiğin bir itikad, lisanından çıkar çıkmaz, milyonlarca mü'minlerin tasdik ve şehadetlerine iktiran eder. | |
Meşhud | Görülen | + | İşte, meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hudutları, nihayetleri var olduğunu gösterir. |
Müşahede | Görme | Gizli, kusursuz kemâl ise, takdir edici, istihsan edici, "Maşaallah" deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. | |
Müşahid | Gören | ...mazinin a'mâk-ı hafâsına girerek, hazır ve müşahid gibi enbiya-yı sâlifenin ahvallerini ve esrarlarını teşrih etmesiyle, ... | |
Şahid/Şahit | Tanık | + | Bu şâhid, binlerce binlerdir. Bu şahidlerin sıdkına şâhid şudur ki; ... |
Şehadet | Şahitlik; şehitlik | + | İşte bu on beş küllî şehadetler, her biri pek çok şehadetleri, hattâ Üçüncü Şehadet, mu'cizat lisanıyla bin şehadeti ihtiva edip... |
Şehd | Bal | O da alır getirir, şehd-i şehadet yapar. | |
Şehid/Şehit | Allah yolunda hayatını feda eden; Allah'ın ismi | + | Şehid, kendini hayy bilir. |
Şevahid | Şahitler | ...şevâhid-i vahdâniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek cin ve insin kulûb ve ukûlüne isâle ediyor. | |
Şuhud | Görme | Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor. | |
Şüheda | Şehitler | Dördüncü tabaka-i hayat: Şüheda hayatıdır. | |
Teşehhüd | Ettehiyyatü oturuşu | Hem bu tarzdaki salâvatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir? | |
Şın-He-Ra (8) | + | ||
İştihar | Meşhur olma, yayılma | Eğer çendan taassubla da olsa müdâfîleri bulunsa idi, mesele mühim olduğu için iştihar edecekti. | |
Meşhur | Ünlü, bilinen | Onlar çoktur; biz, onlardan meşhurları ve mânevî tevatür hükmüne geçmiş ve ekser tarih ve siyerde nakledilmiş birkaçını zikredeceğiz. | |
Müştehir | Meşhur olmuş | Aktâb-ı Hamse-i Azîmenin birincisi ve Gavs-ı Âzam namıyla müştehir Şeyh-i Geylânî Hazretlerinin,... | |
Şehir/Şehîr | Meşhur | Ezcümle, Amerikalı feylesof Carlyle, Alman edib-i şehîri Goethe'den naklen, Kur'ân'ın hakaikine dikkat ettikten sonra, "Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?" diye sormuştur. | |
Şehr | Ay | + | ...bir saati yüz saat hükmüne getiren o şehr-i mübarekte, bu musibet dahi, o yüz sevabı, herbir saati on saat derecesinde ibadet yapmakla bine iblâğ ettiğinden,... |
Şöhret | Ün | Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. | |
Şuhur | Aylar | Ben hem kendimde, hem bu yakındaki Risale-i Nur talebelerinde şuhur-u muharremeden sonra bir yorgunluk ve şevkte bir fütur görüyordum. | |
Teşhir | İlan etme, sergileme | O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. | |
Şın-He-Kaf (3) | + | ||
Şahik | Yüksek | Hem şârık ki sur sûreler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki,... | |
Şahika | Zirve | Demek, sekiz yüz sene bir mesafede görünen, hizmet-i Kur'âniyenin şâhikasıdır;... | |
Şehik | Hıçkırarak içini çekme | + | ...Cehennem ateşinde zefir ve şehîk eden ehl-i şekavetin azabını haber verip,... |
Şın-He-Lam (1) | |||
Şehla | Ela/Mavi göz | Boyun bâlâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni leylâ. | |
Şın-He-Vav (7) | + | ||
İştah (İştiha) | Yemek isteği | Hem ben, hem kardeşlerim, bunu benim az yemek ve iştahsızlığıma veriyorduk. | |
Müştehi | İştahlı | Öyle de, rahmete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyâne bir nazarla bakmak, ruhun hissiyât-ı ulviyesini söndürür. | |
Müştehiyat | İştah verici şeyler | ...bilhassa hevesat ve müştehiyat-ı nefsaniyeyi taammüm etmiş memleketlerde... | |
Şehevat | Şehvetler | Yetimâne hüzünleri, nefsânî şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. | |
Şehvet | (Cinsel) istek | + | Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur. |
Şehvani | Şehvetle ilgili | İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. | |
Teşehhi | İştahla isteme | Sizin, ey ehl-i hayal, teşehhî ile istediğiniz gibi yaratmamıştır, akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir. | |
Şın-Vav-Be (1) | + | ||
Şaibe | Leke | + (Karışık anlamında) | ...bir Mâbud-u Lemyezel, bir Mahbub-u Lâyezâlin ezelî ve ebedî bir hayat-ı daimesi var ki, şaibe-i zevâl ve fenâdan münezzeh ve avârız-ı naks ve kusurdan müberrâdır.... |
Şın-Vav-Ra (8) | + | ||
İstişare | Danışma | Ekradın istidatları ile istişare etmek, onların sabavet ve besatetlerini nazara almaktır. | |
İşaret | Göstererek bildirme | İşte bu On Üç İşaret, on üç anahtardır. | |
Meşveret | Danışma | Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer'iyedir. | |
Mişvar | Tarz | Ve ahlâk-ı Muhammediyenin (a.s.m.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin (a.s.m.) hakikî lâbisi olduklarını gösterirler. | |
Müşavere | Danışma | ...heyet-i hâkime müşavereden sonra ittifakla beraat kararını tebliğ etmiş... | |
Müşavir | Danışman | Sizler—haddimin fevkinde—bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz. | |
Müşir | Meraşal | Âdi bir neferin, müşir makamının evâmirini tebliği gibi, ben de mânevî bir müşiriyet makamının evâmirini tebliğ ediyorum. | |
Şura | Danışma meclisi; Sure adı | + | وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. |
Şın-Vav-Şın (2) | |||
Müşevveş | Karışık | Şu İkinci Kısım, kırk dakikada sür'atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. | |
Teşviş | Karıştırma | Ehl-i zahirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizaplarıdır. | |
Şın-Vav-Zı (1) | + | ||
Şuvaz/Şüvaz | Kızgın ateş | + | ...belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şuvazlı nuhasları size atabilirler, sizi dağıtırlar. |
Şın-Vav-Kaf (6) | |||
İştiyak | Şiddetli arzu | Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur. | |
Müşevvik | Teşvik eden | Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda iz'an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müspet efkârı ve müşevvik beyanatı hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. | |
Müştak | İştiyaklı | Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe'nidir. | |
Şaik/Şaika | Şevk verici | ...insanda ve hayvanda "sâika" ve "şâika" namıyla, aynı sâmia ve bâsıra gibi iki hiss-i âhari ilmen bulmuştum. | |
Şevk | Arzu, istek | Kur'ân'ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâli verir. | |
Teşvik | Şevk verme | Teşvik ise bir nevi hidayettir. | |
Şın-Vav-Kef (1) | + | ||
Şevket | Heybet, ululuk | + | Görüyoruz ki, bu seyyaremiz, bir azamet-i şevket-i Rububiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyeti ve kemâl-i rahmet ve hikmeti gösterir bir surette, güneşin etrafında, emr-i Rabbânî ile, Birinci Mektupta beyan edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için bir uzun seyir ve seyahat ona ettiriliyor. |
Şın-Vav-Lam (2) | |||
Şal | Atkı | ...Şarkî Anadolu kıyafetinde, o şal ve şalvar altında öyle bir kanun-u dehânın ihtifa edebileceğini bir türlü anlayamayarak, bir kısım adamlar ona, "mecnun" demişlerdi. | |
Şevval | 10. Hicri ay | ...İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan ism-i Hayyın bir cilvesi, Şevvâl-i Şerifte, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa aklıma göründü. | |
Şın-Ye-Elif (5) | + | ||
Eşya | Şeyler | Ve yakînen bana bildirildi ki, kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr ü seyelân-ı eşya o kadar mânidardır ki, o faaliyetle Sâni-i Hakîm envâ-ı kâinatı konuşturuyor. | |
İnşaallah/İnşallah | Allah dilerse | + | İnşaallah, senin herşeyinde ve her işinde uzun bir zamanda, yani tufûliyet zamanından, tâ ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar, yani bin iki yüz doksan dörtten, tâ bin üç yüz kırk beş, belki altmış dörde, daha ziyade bir zamana kadar Allah'ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim. |
Maşaallah/Maşallah | Allah saklasın | + | İşte, masnuatı yaldızlayan mezâyâ ve mehâsine ve mevcudatı ışıklandıran letâif ve kemâlâta karşı "Sübhanallah, Maşaallah, Allahu ekber" diyerek semâvâtı çınlattıran... |
Meşiet | Dileme | ...meşiet-i İlâhiye asıldır, kader hâkimdir. | |
Şey' (Şey'en/Şeyen) | Nesne (Azar azar) | + | ...ancak Vâcibü'l-Vücud ve Kàdir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey bir Rabb-i Zülcelâl-i ve'l-İkramdır" der, hükmeder. |
Şın-Ye-Hı (6) | + | ||
Meşayih | Şeyhler | İşte, büyük ulemâ-i İslâm ve meşâyih-ı kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki, Bediüzzaman ne söylerse hakikattır. | |
Meşihat | Din işleri merkezi, şeyhülislamlık | Diyanet dairesi, Meşihat-ı İslâmiye gibi, yalnız Türkiye'nin din muallimi değil, belki umum âlem-i İslâma Meşihat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. | |
Müteşeyyih | Şeyhlik taslayan | İşte o tedennînin mühim bir sebebi: Bazı rüesâ ile haksız olarak millete fedakârlık iddia eden sahtekâr hamiyet-furuşlar veya velâyeti dâvâ eden ehliyetsiz bazı müteşeyyihlerdir. | |
Şeyh | Yaşlı, hoca | + | Şeyh efendi, bunlara söyleyiniz, benimle dövüştükleri vakit dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler. |
Şeyhuhet | Yaşlılık | Zira; dünya şeyhuhet itibariyle müşevveşedir; İslâmiyet ağrazın teneffüsü ile mütezelziledir. | |
Şüyuhat | Şeyhlik | Biraz ileride şu asr-ı hâzırın uğradığı ve uğrayacağı kaviyyen me'mul ve melhuz olan sefahet ve atâlete rağmen düstur-u şüyuhatını tahdit ... | |
Şın-Ye-Dal (3) | + | ||
Meşid | Harçla yapılmış sağlam bina | + | ...biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. |
Müşeyyed (Müşeyyede) | Sağlamlaştırılmış | + | Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. |
Teşyid | Binayı sağlamlaştırmak | Ulum-u diniye ile fünûn-u asriyeyi mezc, hakâik-i diniyeyi fünûn-u müsbete ile te'yid ve teşyid etmek suretiyle, talebenin tenvir-i ezhânına sarf-ı himmet eyledi. | |
Şın-Ye-Ayn (7) | + | ||
İşaa | Yayma | Şimdilik o hâdisât-ı gaybiyenin yüzer misallerinden, mülhidler tarafından avâmın akidelerini bozmak fikriyle işâa edilen yirmi üç Meseleleri, tevfik-i Rabbânî ile, gayet muhtasar bir surette beyan edilecek. | |
Şayia | Söylenti | Hem biz de çok dikkat ve ihtiyat etmeye, böyle şâyialara ehemmiyet vermemeye mecbur oluyoruz. | |
Şia | Şiilik | + (Grup anlamında) | O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. |
Şii | Hz. Ali taraftarı | Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise, değil Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, belki Âl-i Beytin muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. | |
Şüyu' | Yayılma | Bunu dinlediğinde, kendisinden bahsettiğini ve bir sene evvelki kendi vukuatının şimdi civar köylerde şüyû bulduğunu anlayarak geriye döner, dâvete icabet etmez. | |
(Ehl-i) Teşeyyu' | Şiiler | Ehl-i teşeyyu', imanına kàil; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kàil değiller. | |
Teşyi' | Uğurlama | Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi ederler. | |
Şın-Ye-Nun (1) | |||
Şeyn/Şun | Kusur | Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. |
Sad (ص) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Sad-Be-Elif (1) | + | ||
Sabii/Sabiî (Sabiiyyun) | Yıldıza tapan | + (Başka dine giren anlamında) | …ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sâbiiyyun gibi,… |
Sad-Be-Be (1) | + | ||
İnsibab | Dökülme | Şu her iki medih arasında bir insibab (dökülmek) vardır ki, o onu ister, o onu ister. | |
Sad-Be-Ha (4) | + | ||
Sabah | Günün ilk vakti | + | Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her sene de bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır? |
Subh | Sabah | + | O da ölecek, sonra dirilecek; veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır. |
Mesabih | Lambalar | + | Ve bu müzeyyen mesabih ve mütebessim nücûm, onun rububiyet ve izzetinin şuaları ola. |
Misbah | Lamba | + | …Sâniin vücub-u vücuduna şehadetle, avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan lâtife-i Rabbâniye içinde ilân-ı Sâni eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar. |
Sad-Be-Ra (3) | + | ||
Sabir/Sâbir | Sabreden | + | Maddî hastalığın—Hastalar Risalesinde isbat edildiği gibi—bir saat hastalık, sâbir ve mütevekkil insanlara,… |
Sabr/Sabır | Tahammül | + | Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. |
Sabur (Saburane) | Çok sabırlı; Esma | Sen, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma, bu saatteki eleme karşı tahşid et, "Yâ Sabûr" de, dayan. | |
Sad-Be-Ğayn (2) | + | ||
İnsibağ | Boya(la)nma | Çünkü, sohbette insibağ ve in'ikâs vardır. | |
Sıbğa/Sıbga/Sıbgat | Boya | + | Bir sıbga-i Rahmânî suretinde göremez. |
Sad-Be-Vav (2) | + | ||
Sabavet | Çocukluk | Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır. | |
Sabi | Çocuk | + | Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki o sabî çocuk, sabahleyin medreseye gidip okuyup akşam da babasına gelip okuduğu dersini babasına arz eder. |
Sad-Ha-Be (10) | + | ||
Ashab/Ashap | Sahabe; bir işin ehilleri | + | Ashâb-ı Kütüb-i Sitteden İmam-ı Hâkim, Müstedrek'inde ve Ebu Davud, Kitab-ı Sünen'inde; Beyhakî, Şuab-ı İman'da tahriç buyurdukları,… |
İstishab | Yanına alma | Bizim şu içinde bulunduğumuz hal dahi, daima istishab ile beraber olduğumuz ıslahın ta kendisidir. | |
Musahabe | Görüşme | Barla'ya dönsem, arzunuz vechile sizden ziyade müştak olduğum şifahî bir musahabe çaresini arayacağız. | |
Musahib | Arkadaş, sohbet eden | Bizler ki, Elhamdü lillâhi teâlâ, âhiret kardeşiniz, Kur'ân hizmetinde âciz hizmetkârınız, esrar-ı Kur'âniyenin beyanında, eşşükrü lillâhi teâlâ, "Ashâb-ı Kehf" gibi musahibiniziz. | |
Sahabe | Peygamberimizin sohbetinde bulunanlar | …kimin haddi var ki, Sahâbenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin? | |
Sahabet | Sahip olma; sohbetinde bulunma | Risale-i Nur'un hıfz ve neşrine ve sahâbet ve himayetine çalışmak için hayat isterdim. | |
Sahabi (Sahabiye) | Peygamberimizin sohbetinde bulunan | Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, "ukke" denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yağ hediye ederdi. | |
Sahip | Malik; arkadaş | + | Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. |
Sohbet | Sevilen kişiyle beraberlik | Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envârına mazhar olur. | |
Tesahub | Sahiplenme | Yalnız, insan iman ile tesahup eder. | |
Sad-Ha-Ha (4) | |||
Musahhih (Musahhihane) | Düzelten | İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne, hakikat-i vakıayı faslediyor. | |
Sahih | Geçerli | Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, nakl-i sahihle ve mütevatir bir derecede bize vasıl olmuş ki, minber üstünde, cemaat-i Sahabe içinde ferman etmiş ki: | |
Sıhhat | Sağlık; geçerlilik | Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubûdiyet, adâvet ve inatla sarsılır. | |
Tashih | Düzeltme | Tashih eden, iki harfte noktayı bırakıp sehiv etmiş. | |
Sad-Ha-Ra (1) | |||
Sahra | Kır(lık), çöl | …kendini Kur'ân'ın nüzulünden evvel olan o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki,… | |
Sad-Ha-Fe (5) | + | ||
Mesahif | Mushaflar | İşte bu mu'cizeli Kur'ân'ımızı, hem Diyanet Riyaseti tetkik etmiş, çok beğenmiş; hem İstanbul'daki fetva dairesindeki tetkik-i mesâhif uleması gayet güzel görmüş. | |
Mushaf | Yazılı Kur′an | …yeni bir mushaf yazdırıyoruz ki, en münteşir mushafların aynı sahife, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, san'atkârların lâkaytlığı tesiradem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatın hakikî intizamı inşaallah gösterilecektir;… | |
Sahaif | Sahifeler | Evet, Furkan-ı Hakîmdir ki, şu sahaif-i kâinatta kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi beşere ders verir. | |
Sahife | Sayfa | O zâtın (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sahife vardır. | |
Suhuf | Sahifeler | + | …bütün kütüb ve suhuf-u semâviyenin mânevî tasdiklerine mazhar bulunan Kur'ân-ı Azîmüşşan,… |
Sad-Ha-Nun (1) | |||
Sahne | Oyun yeri | Yani, pek çok âlemler, haller, vücut sahnesinde içtima eder, birleşirler. | |
Sad-Ha-Vav (1) | |||
Sahve | Uyanıklık | Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilâf-ı hakikat telâkki ediliyor. | |
Sad-Hı-Ra (1) | + | ||
Sahret | Kudüs′te kaya | + | …ileride bâki Cennete bir kısmını devretmeye bir işaret için "sahret" namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye … |
Sad-Dal-Dal (1) | + | ||
Saded | Konu | Merhumun ceddimin Hazret-i Ali radıyallahü anh efendimiz hazretlerine mâtuf ve evvelce arz ettiğim "Kerâmâtü'l-evliyâi hakkun" düsturunu tasdik sadedindeki keramat hadisinin ifade edildiği bir zamanda,… | |
Sad-Dal-Ra (6) | + | ||
Masdar | Fiilin kök hali; kaynak | Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. | |
Müsadere | Toplama | Müsadere ettikleri Kur'ân'ımızı Diyanet Reisine göndermişler. | |
Sadaret | Başbakanlık | Saltanatı sadaret, hilâfeti meşihat temsil eder. | |
Sadır/Sâdır | Çıkan | Büyük adamdan sâdır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım. | |
Sadr/Sadır | Göğüs | + | …medâr-ı nazar bir ferdi, inşirah-ı sadır nuruyla başka bir hâlete girip eski sıkıntıdan kurtulup nuranî bir mesleğe giren bir şahıs… |
Sudur | Çıkma, kaynaklanma | Her birliği bulunan yalnız birden sudur edecektir; madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek Zâtın icadıdır | |
Sad-Dal-Ayn (1) | + | ||
Tasdi′ | Başını ağrıtmak | …ulvî bir gurbeti arayabilir miyim?" diye sizi o suallerle tasdî etmiştim. | |
Sad-Dal-Fe (3) | |||
Müsadif | Rastlayan | Bu iki zelzele 18.9.1948 tarihine müsadif, Cuma günü kuşluk vakti olmuştur. | |
Sadef | Kabuk (İnci kabuğu) | Bir sadef, çok cevahiri tazammun edebilir. | |
Tesadüf | Rast gelme | Tesadüf onun işine karışamaz. | |
Sad-Dal-Kaf (13) | + | ||
Masduk | Tasdik edilmiş | Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın ihbarıdır. | |
Misdak | Ölçüt, kriter | Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! | |
Musaddak | Doğrulanmış | Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın ihbarıdır. | |
Musaddık | Doğrulayan | + | Ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür; o ulûm, nur ve hikmet olarak kalır, zulmet ve abesiyete inkılâb etmez. |
Sadaka | Allah yolunda yardım | + | Sadaka nasıl belâyı def ediyor; onun intişarı ve okunması küllî bir sadaka nev'inde semâvî ve arzî belâların def'ine vesile olduğu çok emâreler ve çok hâdiselerle tebeyyün etmiş. |
Sadakat | Bağlılık | Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine girenler, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli emareler var. | |
Sadık/Sâdık | Sadakatli, dürüst | + | Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın ihbarıdır. |
Sadîk/Sadik | (Çok sadık) dost | + | Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. |
Saduk/Sadûk | Tam doğru | Hem madem sıddık, sadûk, sadık ve musaddak bir Sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarikle bir hâdiseyi haber verse, yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. | |
Sıddık | Değerlerine gönülden bağlı | + | Hem madem sıddık, sadûk, sadık ve musaddak bir Sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarikle bir hâdiseyi haber verse, yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. |
Sıdk | Doğruluk | + | Bir tane sıdk, bir harman yalanı yakar. |
Tasadduk | Sadaka olarak verme | Zira tasadduk malda olduğu gibi, ilimde, fikirde, fiilde de olur. | |
Tasdik | Onaylama | + | Tasdik ise, zahir olan mu'cizatıyla, ekmel-i vecihle hâsıl olabilir. |
Sad-Dal-Mim (4) | |||
Müsademe | Çarpışma | Nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir orduyla üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden sonra o kahraman-ı âlişan şehid edilmiş. | |
Müsadim | Çarpışan; çatışan | Çünkü İslâmiyetin usulüne musadim olmadığından, hikâyat gibi rivayet olunurken, ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirlerdi. | |
Sadme | Darbe | …Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur'ân'ını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi? | |
Tesadüm | Çarpışma | Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder. | |
Sad-Dal-Ye (1) | + | ||
Sada | Ses | …acaba o sadâya nispeten, sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir? | |
Sad-Ra-Ha (5) | + | ||
Musarrah | Açıklanmış | Nass-ı Kur'ân ve çok âyatla musarrahtır. | |
Sarahat | Açıklık | …bütün tefsirlerde görünen ve sarahat, işaret, remiz, îma, telvih, telmih gibi tabakalarla müfessirînin beyan ettikleri mânâlar,… | |
Sarih | Açık | Sarih miktarını dahi hasûd Yahudiler tahrif etmişler. | |
Sürahi | İçecek kabı | Yani: Cennetin camdan kap-kaçak, sürahiye ve bardakları gümüştendir diye ifade eden ayeti… | |
Tasrih | Açıklama | Sıfâtın mükemmeliyeti, şuûnatın mükemmeliyetini tasrih eder. | |
Sad-Ra-Ra (2) | + | ||
Israr | Üsteleme | Cenâb-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'ân'da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? | |
Musırr (Musırrane) | Israr eden | Nurun hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, pek musırrâne olarak, âhir zamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar… | |
Sad-Ra-Sad-Ra (1) | + | ||
Sarsar | Kasırga | + | Sarsar-ı ilhaddan inkaz eden… |
Sad-Ra-Tı (1) | + | ||
Sırat | Yol | + | ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve burâk olacak bir namaz neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır? |
Sad-Ra-Ayn (2) | + | ||
Musaraa | Güreşme | Evet zerre gibi bir iktidar, saç gibi bir ihtiyar, zevale maruz lem'a gibi bir şuur, intıfaya maruz şule gibi bir hayat, kısalıkta dakika gibi bir ömür ile musaraa etmek lâzım gelir. | |
Mısra | Şiirde satır | Said-i hüşyârın safvet-i ruhunu, besalet ve şecaatini, fedakârlığındaki nihayetsizliğini anlamak ve ona bağlanmak için, lisân-ı hamasetinden bu mezkûr mısrâı dinlemek kifayet eder. | |
Sad-Ra-Fe (9) | + | ||
İsraf | Boşa harcama | On Dokuzuncu Lem'a İktisat Risalesi İktisat ve kanaate, israf ve tebzîre dairdir. | |
Masraf | Harcama | NAMAZ ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masrafla kazanılır;… | |
Munsarıf | Geri dönen | Tefsirin ve şeriatın ne kadar hakâik-i esasiyesi varsa, birer birer nazar-ı tedkike getirilse, görülür ki; hakikatten çıkıp hikmet ile tartılıp hak olarak hakka munsarıftır. | |
Mutasarrıf | İdare eden, yönetici | Bu Mutasarrıf-ı Hakîmi ve Mâlik-i Rahîmi tanımayan, bu zemini, ahmak sofestâîler gibi mahsulâtıyla inkâr etmeye mecbur olur. | |
Sarf | Harcama; çekim bilgisi | + (Çevirme anlamında) | Sarf ve nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip,… |
Sarraf | Kuyumcu | Sarraf gibi, hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. | |
Sırf | Sadece | Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz. | |
Tasarruf | Kullanma, yönetme | Tasarruf-u kudretin vüs'ati, vesâit ve muinleri reddeder | |
Tasrif | Yönetme | + | İşte bu meraklı yolcu, bu "cevv"de, bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisât-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatın yüksek ve âşikâr şehadetini işitir, "Âmentü billâh" der. |
Sad-Ayn-Be (2) | |||
İstisab/İstis'ab | Zor olarak görme | Yahu, sizin bu istis'âbınız ve şu mes'elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi'in netice-i vahîmesidir. | |
Suubet | Zorluk | Yoksa, imtinâ derecesine çıkan bir suubet, o cinsi in'idâma ve o nev'i ademe götürecekti. | |
Sad-Ayn-Dal (4) | + | ||
İsad/İs'ad | Yükselme | …evc-i medeniyete bir zaman-ı kasirde is'ad ederek şark ve garbda oturmuş… | |
Said/Saîd | Toprak | + | Madem ki Kur'an sana صَع۪يدْ demiş elbette hem için temiz ve tahir hem de dışın. |
Suud | Yükselme | Sukutu suûd, tedennîyi terakki, cehl-i mürekkebi yakîn, uykunun son perdesini intibah zan ve tevehhüm eden bir kısım medenîler,… | |
Tesaud | Yukarı çıkma | …hâlâ ve el'an terakkî ve tesa'ud eden ve münteha-yı terakkisi idrâk olunamayan kemalât-ı maneviyesine bakması lâzımdır. | |
Sad-Ayn-Kaf (1) | + | ||
Saıka | Yıldırım | Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm saıkası. | |
Sad-Ğayn-Nun (6) | + | ||
Asgar/Asğar/Asgarî/Asğarî | En az | + | Meselâ, bir mâhiyet-i mücerrede bütün cüz'iyyâtına, en asğarına, en ekberine, yorulmadan, tenakus etmeden, tecezzîsiz bir bakar. |
İstisgar | Küçük görme | Şu hiçbir cihetle istisgar edilmeyecek mânevî ve daimî bir kuvvetüzzahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir, gösterilsin. | |
Musağğar | Küçültülmüş | Nasıl mu'ciznümâ, hayret-fezâ bir misâl-i musağğar-ı kâinattır! | |
Sağir (Sağire) | Küçük | + | …hususan nebâtat ve hayvânâtın kesretli envâ-ı sağiresinden cevâdâne icadın medarı, çarşısı;… |
Sıgar/Sığar | Küçüklük | Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. | |
Suğra | Küçük | Cehennem ikidir. Biri suğrâ, biri kübrâdır. | |
Sad-Fe-Ha (4) | + | ||
Musafaha | Tokalaşma | Musafaha etmek, elini öpmek, kendine tokat vurmak gibi, ruhen müteessir oluyor. | |
Safahat | Aşamalar | Bu kadar safahât-ı âleme karşı tavrını hiç bozmuyorsun. | |
Safh | Bağışlama | + (Vazgeçme anlamında) | Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. |
Safha | Aşama | Mezkûr âyetin tabaka-i avâma ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki,… | |
Sad-Fe-Ra (2) | + | ||
Sıfır/Sıfr | 0 | Medeniyet-i hazıra itibarıyla görüyoruz ki, şu medeniyet-i meş'ume öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki, bütün mehasin-i medeniyeti sıfıra indiriyor. | |
Şifre | Parola (Fransızcadan geçen bu kelimenin aslı Arapça sıfır kelimesinden gelir) | Sûrelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlâhî bir şifredir; has abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor. | |
Sad-Fe-Fe (5) | + | ||
Saff | Saf, sıra; Sure adı | + | Ben kardeşlere yazdığım mektubumda "Aziz, sıddık" dediğim vakit, daima saff-ı evvelde Hulûsi de muhataptır. |
Saffat | Sure adı (Saf saf dizilenler) | + | … ve's-Sâffât'taki مُحْضَرِينَ ve مُحْضَرُونَ hem birbirine, hem onlara bakıyor;… |
Sofa | Avlu | …tek tük, sofada ve kapıda haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup… | |
Suffe | Mescid-i Nebevi'de ashabın kaldığı gölgelik | Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm emretti ki: "Ehl-i Suffeyi çağır." | |
Sufuf | Saflar | Yüzü acaib-i san'ata bir meşher ve garaib-i mahlûkata bir mahşer ve kafile-i mevcudata bir memer ve sufûf-u ibâdına bir mescid ve makarr olan zemin,… | |
Sad-Fe-Vav (8) | + | ||
Istıfa | Ayıklama | Nasrâniyet intıfâ, ya ıstıfâ bulacak | |
Musaffa | Safileşmiş | + | …ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehâtın zulümâtından musaffâ,… |
Musaffi | Temizleyen | Müzekkî-i nefis ve musaffî-i ruh,… | |
Mustafa | Seçilmiş, arınmış | + | İsm-i pâk-i hakkı içün Ahmed-i Muhammed Mustafa. (a.s.m.) |
Safa | İç huzuru | + (Mekke'deki tepe) | Çürüğünü, yetişmemişini görsem "Huz mâ safâ" derim. |
Safi | Katışıksız | …Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş,… | |
Safvet | Safilik | Sonra ehl-i dünya onun safvet-i kalbinden istifade ederek dediler ki: | |
Tasfiye | Saflaştırma | Vakt-i tecrübe bitti. İnâyet-i ezeliye te'bid için ezdâdın tasfiyesini istedi. | |
Sad-Kaf-Lam (1) | |||
Saykal | Parlatan, cilalayan | Birinci Makale, unsur-u hakikatin veyahut bazı mukaddemat ve mesail ile İslâmiyete saykal vurmanın beyanındadır. | |
Sad-Lam-Be (5) | |||
Mütesallib | Sağlam | En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan,/En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı. | |
Salabet | Sertlik, sağlamlık | Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder. | |
Salib | Haç | … bu millette, İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salip kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu… | |
Sulb | Omurga (kemiği); soy | Tekemmül-ü mebâdi ise, fünun-u ekvânın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka ile telkih eder. | |
Tasallub/Tasallüb | Sertleşmek | …güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor…. | |
Sad-Lam-Ha (11) | + | ||
Aslah | En uygun | …"Aslâh tarik musalâhadır" mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisanıyla söyledim ki… | |
Islah | Düzeltme | + | "Yâ Rab, Isparta, Risale-i Nur'un bir Medresetü'z-Zehra'sıdır, oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü âkıbet ver" diye dua eyledim ve ediyorum. |
Istılah | Uygun bulma; terim | O meşiet-i Rabbânî,/Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. | |
Maslahat | Fayda | Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir? | |
Mesalih | Maslahatlar | Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde riayet-i mesalih ve hikemdir. | |
Musalaha | Karşılıklı anlaşma | …"Aslâh tarik musalâhadır" mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisanıyla söyledim ki… | |
Muslih | Islah eden | + | Hem öyle zannettiği halde, mürşid vaziyetini alır, muslih tavrını takınır, müthiş bir vaziyete düşmüş bîçare bir adama ders verir. |
Salah (Salahat) | Salihlik, iyilik | İbn-i Hacer diyor ki: "Salâhat niyetiyle sana verilen birşey sâlih olmazsan kabul etmek haramdır." | |
Salih | İyi, salahat sahibi | + | 'Salih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.' |
Suleha | Salihler | …belki ruhanilerle beraber milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan sulehâ-yı ümmeti hergün o zâta salât ve selâm ünvanıyla rahmet duaları ve mânevî kazançlarını … | |
Sulh | Barış | + | Filhakika, Sulh-u Hudeybiye ile, çendan maddî kılıç kılıfına muvakkaten konuldu. |
Sad-Lam-Vav (4) | + | ||
Musalli | Namaz kılan | + | Başında salât ü selâmdan sonra birinci “İ'lem” namazda evvel vakte riayet etmenin ve hayalen Kâbe'ye müteveccih olmanın faziletini ve evham ve vesvese-i şeytaniyeyi nasıl müzmahil ettiğini ve musallînin bütün letaif ve havassının nasıl feyizlendiğini beyan eder. |
Salat | Namaz; rahmet; dua | + | O zât öyle bir salât-ı kübrâda, bir ibadet-i ulyâda saadet-i ebediye için dua ediyor ki; güya bu cezire, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. |
Salavat | Peygamberimize rahmet duası; dualar; namazlar | Ve bu Rahmeten li'l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salâvattır. | |
Salvele | Salavatlar | Öteden beri her kitabın iptidasında Besmele, Hamdele, Salvelenin zikrinin vücubu, hocaefendilerimiz tarafından beyan edilmişse de,… | |
Sad-Mim-Te (1) | + | ||
Samit | Suskun | + | O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. |
Sad-Mim-Dal (1) | + | ||
Samed | Esma | + | O kitab-ı kebîrin herbir nakşı, küçük olsun, büyük olsun, (karınca kaderince), Vâhid ve Samed olan Nakkaşının evsaf-ı celâliyesini izhar ile hamd-ü senâlar eder. |
Sad-Mim-Mim (3) | + | ||
Esamm | Sağır | + | Biz kendimizden hayal edip esammane tahribimizde eser-i telkini icra ederiz. |
Musammem | Kararlaştırılmış | Şimdiki hayat-ı içtimaiyeyi bilemediğimden, makam-ı iddianın gidişatına göre, sizce musammem mahkûmiyetimize bir bahane olmak için, … | |
Samimi (Samimiyet) | İçten | Senin gayret ve samimiyet ve ciddiyetini bana gösterdiler… | |
Sad-Nun-Be-Ra (1) | |||
Sanevber/Sanavber | Çam ağacı/kozalağı | Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. | |
Sad-Nun-Dal-Kaf (1) | |||
Sandık/Sanduk (Sandukça) | Kutu | Bak o Hakîm-i Zülcelâle, nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarından, arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. | |
Sad-Nun-Ayn (11) | + | ||
Masnu (Masnuat) | Yaratılmış(lar) | Rahmet ve nimet ise teveddüd, taarrüf şe'nlerini iktiza edip Vedûd ve Mâruf isimlerini tecellîye sevk eder, masnuun bir perdesinde onları gösterir. | |
Musanna | Sanatlı yapılmış | Meselâ, nasıl ki terzi gibi bir san'atçı, birçok külfetler, maharetlerle musannâ birşeyi icad eder ve ona bir model yapar. | |
Sanat/San'at | Yapma | + | Kâinatta görünen hüsn-ü san'at dahi risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) delâlet ve şehadet eden kat'î bir delildir. |
Sanayi | Sanatlar | Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. | |
Sani | Her şeyi sanatla yapan Allah | Halbuki, Sâni-i Hakîm herşeyin nemâsı zamanında pek muntazam, cedid ve taze taze gömlekleri ve yeşil yeşil hulleleri kemâl-i sür'at ve sühuletle yapar, giydirir. | |
Sınai | Sanatla ilgili | Bil ki, senin başına dolanıp sarılan ilmî icad silsileleri; ve senin enaniyetine bitişen, bağlanan şuurîçe sınaî satırları… | |
Sun' | Yapma | + | Ve o tezyin ve tahsin şe'nleri ise, sun' ve inâyet mânâlarını iktiza eder ve Sâni ve Muhsin isimlerini, o masnuun güzel simasıyla okutturur. |
Suni/Sun'i/Sunî/Sun'î | Yapay | Yani, fıtrî karagözlülük, sun'î (yapma) karagözlülük gibi değildir. | |
Tasannu | Yapmacık hareket | Şimdi kat'î kanaatimiz geldi ki, o hakaik-i Kur'âniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. | |
Tasni | Sanatlı yapma | …ve Kur'an'ın evamirine muhalif hareket etmek ve manevî kuvvetlere inanmamak, icad ve tasni hakkını şuursuz, kör, sağır tabiata vermek … | |
Tasniat | Uydurma (söz) | …âli meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın gizli hakikati—hâşâ—muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasniâtı olsun… | |
Sad-Nun-Fe (3) | |||
Esnaf | Sınıflar; küçük zanaat ve sermaye sahibi | Namaz dahi, bütün ibâdâtın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir. | |
Sınıf | Tabaka, kategori | Hattâ her bir sınıf zanneder ki, bil'asale muhatap yalnız kendisidir. | |
Tasnif | Sınıflandırma | Ehl-i tahkik ve yüksek insanlarca, beyanları hakkında yapılan tasnifler pek çoktur. | |
Sad-Nun-Mim (2) | + | ||
Esnam | Putlar | + | Keza bilirsiniz ki, onların uydurdukları âlihe ve esnâm, bir şeye kàdir olmayıp, onlar da mahlûk ve mec'ûl şeylerdir. |
Sanem | Put | Öyle de, sanemler dahi ve sanemlere kesilen kurbanlar dahi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletini haber vermişler. | |
Sad-Vav-Be (7) | + | ||
İsabet | Doğru yere varma | Güneş, yağmur, su, ziya, çiçeklere isabet ederse hayat verirler. Nebatata olursa terbiye ve tenmiye ettirirler. | |
Musab/Musâb | Kendisine isabet eden | Mer'ayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisan-ı haliyle, "Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim" diye kendisi döner, sürü de döner. | |
Musib/Musîb | İsabetli | + | …ve hâlen o mesleklerinde bulunanları utandıran gayet hakikatli ve musîb cevaplar vardır. |
Musibet | Afet | Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. | |
Savab | Doğru | + | …hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab vermekle isbat ettiği aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen Risale-i Nur'un istikametine bir işarettir. |
Sayyib | Yağmur veren bulut | + | "Ya da o gibi kimseler gibidir ki; hâlî bir sahrada ve karanlıklı çok muzlim bir gece içinde yolculuk yaparlarken, "sayyib" ile (yani, yağmurlu bulut ile) müsibetlere giriftar oldular." |
Tasvib | Doğrulama | Ta doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. | |
Sad-Vav-Te (2) | + | ||
Asvat | Sesler | İşte, hava unsuru yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdâniyeti ve mezkûr acaibi gösterdiği ve dalâletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi; … | |
Savt | Ses | + | Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, mânevî, yüksek savtlardan mahrum kalır. |
Sad-Vav-Ra (9) | + | ||
Musavver | Tasavvur edilen | …ve onun semeresi ve misal-i musaggarı olan nur-u basarın nevâmîs-i bediasıyla münevver ve musavver olan kemâl-i kudret-i İlâhiyenin canibinde, … | |
Musavvir (Musavviriyet) | Şekillendiren Allah | + | Hem Fettâh ve Musavvir isimlerinin tecellîleriyle başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine… |
Mutasavver | Tasarlanmış | Ve onunla, o meratib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvere ilân edilebilir. | |
Sur | İsrafil'in borusu | + | Evet, İsrafil'in borusu olan sûru, ordunun borazanından geri olmadığı gibi,… |
Suret | Resim | + | Evet, hakikat ne kadar zayıfsa da, ölmez, suret gibi mahvolmaz. |
Suver | Suretler | İşte bunun içindir ki, hakaik-i mücerredeye temaşa etmek için hissiyat ve hayal-âlûd cumhurun nazarlarını okşayan suver-i müteşabiheden birer dürbün vaz edilmiştir. | |
Tasavvur | Zihinde canlandırma | Çünkü ehl-i namus ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder. | |
Tasvir (Tasvirat) | Resmetme | Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma aittir. | |
Tesavir | Tasvirler | Acaba hased, gurur, riya, şehvet-âlûd şimdiki beşerin hırçın ruhunda tesavir denilen küçücük cenazelerin rolünü ve derece-i tesirini yine zaman göstermeyecek midir? | |
Sad-Vav-Ayn (1) | + | ||
Sa' | 3.120 gramlık ölçü | Mesela “Sa' denilen dört avuç taamdan yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar.” naklediyor. | |
Sad-Vav-Fe (3) | + | ||
Mutasavvıf | Tasavvuf ehli | Sırr-ı tarikati anlamayan bir kısım mutasavvıfe, zayıfları takviye etmek ve gevşekleri teşcî etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve kerâmâtı hoş görüp meftun olur; ibâdâta, hidemâta ve evrâda tercih etmekle vartaya düşer. | |
Tasavvuf | Tarikat | Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. | |
Sofi/Sofu | Tasavvuf ehli | Yoksa İslâmiyetten ve tasavvuf ve ehl-i tarikattan gelen ve bir derece ruhlarla muhabereye benzeyen ve nâehillerin girmesiyle bir derece su-i istimal edilen ve pek az olan bir kısım sofuların sofîliğine karşı değildir. | |
Sad-Vav-Mim (3) | + | ||
Saim | Oruç tutan | + | Rûz sâim, leyl kaim,/Çû makam-ı âşıkan/Leyle-i nısf-ı Regaib,/Târik-ı dünya ve tâib. |
Savm | Oruç | + | Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. |
Sıyam | Oruçlar | + | Ramazan-ı Şerifin sıyâmı, Kur'ân-ı Hakîmin nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur'ân-ı Hakîmin en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: |
Sad-Ye-Nun (2) | |||
Masun | Korunmuş | Üçü de taarruz-u evhamdan masûn değildirler. | |
Sıyanet | Koruma | Bu keşfiyatın birtekini bile, keşşafın hakk-ı keşfini sıyanet etmekle, ziyaa uğratmamak lâzım gelir. | |
Sad-Ye-Ha (1) | + | ||
Sayha | Güçlü ses, Sur'a üfleme | + | İşte böyle bir vaziyet karşısında, böyle dehşetli bir musibete uğrayan bir adam, kendi sükûtu içinde kâinatın her tarafından zararlı hareketlerin, korkunç sayhaların kendisine gelmekte olduğunu tahayyül eder. |
Sad-Ye-Dal (2) | + | ||
Sayd | Av | + | Hatta onlar servet-i dünyadan tenfir yolunda pençesini küçük bir sayd'a atan bîçarelerin hassas ve zayıf damarlarını tutarlardı. |
Sayyad | Avcı | Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten. | |
Sad-Ye-Fe (1) | + | ||
Sayf (Sayfiye) | Yaz | + | …birbiri arkasında gönderdiği mevcudât-ı bahariye tabakatına ve masnuât-ı sayfiye taifelerine ve erzak-ı hayvaniye ve insaniyeye medar olan mat'umâta işarettir. |
Dad (ض) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Dad-Be-Be (1) | |||
Dabb | Keler, kertenkele | Arapça "dabb" denilen bir susmar, yani keler elindeydi. | |
Dad-Be-Tı (4) | |||
Mazbut | Zaptedilmiş, kayıt altında | Hayat; muhassal-ı mazbuttur, görünür. | |
Zabt/Zapt | Tutma, tespit | Bazısı su gibidir, elle alınır, fakat zapt altına alınmaz. | |
Zabit | Binbaşıya kadar subay | Bu müddet içinde kendisiyle beraber esarette bulunan zabitlere dersler veriyordu. | |
Zabıta | (Belediye) polis(i) | Yirmi sekiz sene zarfında hükûmetin resmî adamlarından bana rast gelenler, hep sıkıntı verdikleri halde, zabıtanın bana hiç sıkıntı vermediği gibi,... | |
Dad-Ha-Kef (1) | + | ||
Mudhike | Gülünen kişi | Çünkü, zaafiyetini gösteren tekebbürünle, aczini gösteren gururunla, riyayı gösteren tasannuunla kendine mudhike yaparsın. | |
Dad-Ha-Vav (1) | + | ||
Duha | Kuşluk | + | Duhâ vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. |
Dad-Dal-Dal (4) | + | ||
Ezdad | Zıtlar | Ezdad, sûretlerini mübadele etmişler. | |
Mütezadd | Birbirine zıt | Umûr-u mütenasibede temayül ve tecazüb ve mütezâdde olan eşyalarda tenafür ve tedafü kaide-i meşhuresi, maddiyatta nasıl cereyan ediyor; maneviyat ve ahlâkta dahi cereyan eder. | |
Tezad/Tezat | Karşıtlık | Temasül, tezadın sebebidir. | |
Zıt/Zıd | Karşıt | + | Tarik-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. |
Dad-Ra-Be (7) | + | ||
Darb/Darp | Verme; Vurma | + | Yani, temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. |
Darbe | Vuruş | ...kalbleri kışırlanarak felsefenin çıkmaz çığırlarına sapan gafil ve âsilere şiddetle darbe-i müthişe ve mühlikesini çarpan o Söz,... | |
Darib | Vuran | Nasıl ki, madrup, elbette dâribe delâlet eder. | |
Durub | Darbeler; Vermeler | Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, hakikatleri durub-u emsal ile beyan ediyor. | |
Izdırap/Iztırap | Maddî veya mânevî acı | Değil dünyevî ızdıraplar, cehennemî azaplar da verilse, bıçaklarla da doğransak, en müthiş ölümlere de maruz bırakılsak, asırlar boyunca milyonlar mübarek ecdadımızın feda-yı can ettikleri bu kudsî hakikata, bizim cânımız da feda olsun. | |
Madrub | Vurulan | Nasıl ki, madrup, elbette dâribe delâlet eder. | |
Muztarib/Muztarip | Iztırap içinde kıvranan | En bedbaht, en muztarip, en sıkıntılı, işsiz adamdır. | |
Dad-Ra-Ra (9) | + | ||
Darr | Zarar | + | Hüsnün içinde kubhu, nef'in içinde dârrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı, bilir misin ki sırrı? |
Izrar | Zarar verme | ...hodfuruş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. | |
Iztırar | Çâresizlik, mecbûriyet | Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. | |
Mazarrat | Zarar, ziyan | Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için feda edilmez. | |
Muzır | Zararlı | O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim: | |
Muztar | Zorda kalmış, mecbur kalmış | + | Belki nevâmis-i fıtratta "kuvâ-yı sâriye" diye bir cihette tasdike muztar olmuşlar. |
Zarar | Kötü sonuç, ziyan | + | Hâlbuki bu imkân ve bu ihtimal, ilm-i yakinimize zarar vermez. |
Zaruret | Mecburiyet; fakirlik | Âhirete iman ettiği halde, "Zaruret var" diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor. | |
Zaruri | Mecburi | Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhafaza etmektir. | |
Dad-Ra-Ayn (4) | + | ||
Dari' | Acı ve dikenli ağaç | + | Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli darî gibi tesir eder. |
Mutazarrı | Tazarru eden | ...ve hazin bir mahbubiyet içerisinde derin bir hüzün ile mutazarriâne yalvarıyor,... | |
Muzari | Geniş zaman | Fiil-i muzâri, teceddüd ve istimrara delâlet ettiğinden, yirmi üç sene devam eden nüzul-ü Kur'ân'ın parça parça teceddüdü nisbetinde, | |
Tazarru | Yalvarıp yakarma | + | Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. |
Dad-Ayn-Fe (9) | + | ||
Ez'af/Ezaf | Daha zayıf; en zayıf | + | Ez'afü'l-ibad - Hâfız Hâlid |
İzafi | Göreceli | İki mizaca göre mesâil-i fer'îde hakikat sabit değil; izafî ve mürekkep. | |
Muzaaf | Kat kat | + (Muzaafe) | Muzaaf meyil ihtiyaçtır. Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır. Muzaaf iştiyak incizaptır. |
Taz'if/Tazif | Artırmak | ...o dünyanın hem cümudetini ziyade edip gafleti kalınlaştırmış hem küdûretle bulanmasını taz'îf edip Sâni'i ve âhireti unutturuyor. | |
Tezauf | Fazlalık | Bu babda ne dense tezauf değil. | |
Tezyif | Küçümseme | ...bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden, ... | |
Zaaf/Za'f | Zayıflık | + | Zaaf, gururun madenidir. |
Zaif/Zayıf | Güçsüz | + | Zaif ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur'âniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi, kemâl-i kereminden yükümü hafifleştirdi. |
Zuafa | Zayıflar | Ve fukaralar ve zuafalar kısmını en ziyade ezen ve müteessir eden hayatın ağır tekâlifi, Kur'ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesiyle hafifleştirildi. | |
Dad-Lam-Lam (7) | + | ||
Dalal | Sapıklık, dinsizlik | + | Küfr ü dalâl yıldı, sindi; |
Dalalet | Dinsizlik | + | ...Cehennemin gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalâlete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müthiş bir tarzda ve i'câzkârâne ehl-i dalâlet ve isyanı zecrediyor. |
Dall (Dalle) | Sapmış | + | Fakat kendisini şakî, dâll, ahmaklardan addetmeyen adam, Kur'ân'ın şu beşaretini dinlesin: |
Dallin | Sapkınlar | Sırat-ı müstakimin o meslek-i nuranî, mağdub ve dâllînin o tarik-i zulmanî, tam farklarını görmek eğer istersen, ey aziz, | |
İdlal | Saptırma | Bâtıl şeyleri tasvir, sâfi zihinleri idlâldir ve cerhdir. | |
Mudıl/Mudil (Mudille) | Saptıran | + | İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, |
Tadlil | Dalalette olduğu iddiası | + | Onu tenkit ve tahtie ve tadlil eden Haricîleri ve Emevîlerin mütecaviz taraftarlarını sükûta davet ediyor. |
Dad-Mim-Ra (1) | + | ||
Zamir | İsmin yerini tutan | ...âyet-i Nur'un مَثَلُ نُورِهِ kelimesindeki zamir, üç vecihten birisiyle Muhammed aleyhissalâtü vesselâma râci olmak haysiyetiyle, ... | |
Dad-Mim-Mim (3) | + | ||
İnzimam | Eklenme | Evet, ene ve enaniyetin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü'l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. | |
Zam | İlave | Binlerce velî hem yine yapmış buna bin zam. | |
Zamme/Damme | Ötre harekesi | Hem fail kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasp eder. | |
Dad-Mim-Nun (5) | |||
Tazammun | İçerme | Tazammun ettiği ve tesis ettiği dîn-i İslâmdır ki, onun misline ne mazi muktedir olmuş, ne müstakbel muktedir olabilir. | |
Tazmin (Tazminat) | Zararını karşılama | ...ya kitaplarımın hepsinin iadesini veyahut bu husustaki zarar ve ziyanımın müsebbiplerinden tazminini dâvâ ediyorum. | |
Zamin | Kefil | Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir. | |
Zımn (Zımnen) | Dolaylı (olarak) | Kur'ân'da sarîhan ve zımnen ve işareten, âhiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücâzâtını binler defa ispat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir? | |
Zımni (Zımniyye) | Örtülü göstererek | Elbette, âyetin delâlet-i zımniyeyle Risale-i Nur'a kuvvetli karinelerle işareti kat'îdir;... | |
Dad-Ye-Elif (4) | + | ||
İstizae | Bir şeyle aydınlanmak | Ve hem kendisi, o Malik-i Zülcelalini seviyor, hem de onu insanlara sevdirmeye çalışıyor. Hem kendisi o Malik'ten istizae ediyor, (yani envar-ı hidayetten nurlar alıyor,) ... | |
İzae | Aydınlatmak | ...nev-i beşerin humsunu ihyâ, ebedî ve dâimî bir nurla tenvir ve izâe eylediği gibi, ... | |
Müstazi' | Aydınlanan | Müstazî bilir, müstear âyine-misâl tanır, nûru güneşten gelir. | |
Ziya | Işık | + | ...vahdânî fiiller, ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzâk, Hayy ve Muhyîyi bilbedâhe gösteriyorlar.... |
Dad-Ye-Ayn (1) | + | ||
İzaa | Kaybetmek; geçirmek | Halbuki, Yeni Said, insanoğullarıyla izâa-i vakt etmemeli. | |
Dad-Ye-Fe (4) | + | ||
İzafe | Atıfta bulunma, bağlama | Bu isnad ve izafe, Kürdistan'da doğup büyüyen ve bu lâkapla mâruf ve meşhur olan bu zâtın Risaletun-Nur'un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir;... | |
Muzaf | İzafe edilen, bağlanan | Muzafun ileyhsiz zikredildiğinden, umumî bir tevessümü ifade eden اَىُّ kelimesi, hitabın umum kâinata şâmil olup, yalnız farz-ı kifaye suretiyle haml-i emanete ve ibadete insanların tahsis edilmiş olduklarına işarettir. | |
Zayi | Kayıp | Kumara mumara verip zayi eder, bir tek altını kalır. | |
Ziyafet | İkram, ağırlama | Yani, nasıl bir zât, ziyafete misafirleri dâvet eder. | |
Dad-Ye-Kaf (3) | + | ||
Dıyk/Dik | Darlık | + | Rızk-ı helâl iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat'î, iktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dıyk-ı maişeti, hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zayıflığıdır. |
Müzayaka | Darlık | Risale-i Nur şakirtlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zât, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi, demiş zevcine: "İhtiyacımız şedittir." | |
Tazyik (Tazyikat) | Baskı | İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. |
Tı (ط) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Tı-Be-Be (3) | |||
Etibba | Doktorlar | Eğer her bir zerrede hükemâ şuuru, etibbâ hikmeti, hükkâmın siyaseti bulunduğunu ve her bir zerre de sair zerratla vasıtasız muhabere ettiğini itikad edersen, belki nefsini kandırıp o muhali de itikad edebilirsin. | |
Tabib/Tabip | Doktor | Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.' | |
Tıp/Tıb | Hekimlik (ilmi) | Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. | |
Tı-Be-Hı (2) | |||
Matbah | Mutfak | Hem, nimetlerinin matbahlarına vasıl edecek yollarda sülûk etmekle seni istimal eder. | |
Tabbah | Aşçı, pişirici | İşte kudret tabbahına (pişirici) bak gör;… | |
Tı-Be-Ayn (10) | + | ||
İntıba'/İntiba' | Görüş, etki | Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, nuranî âlemlere götürür,… | |
Matbaa | Kitap basan makine | Haydi, farz-ı muhal olarak, tabiata bir matbaa nazarıyla baktık. | |
Matbu' | Basılmış | Herkesin hoşuna gittiği için, matbu nüshaları kalmamış. | |
Matbuat | Basın | Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı olmak cihetiyle; şimdi iki dehşetli mânevî belâyı def'etmek için matbuat âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim. | |
Tab' | Kitap basma; karakter | Tab' olunan Âyetü'l-Kübrâ risalesinin beş yüz matbu nüshaları da tab' edenlere verilecek mi, merak ediyorum. | |
Tabi'/Tâbi' | (Matbaada) basan | Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi' değildir. Tâbi', ancak kudrettir. | |
Tabiat | Adetullah kanunları; karakter | Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi' değildir. Tâbi', ancak kudrettir. | |
Tabii/Tabiî/Tabî | Tabiatı (yaratılış) gereği, yapmacak olmayan | O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. | |
Tabiiyyat/Tabi'iyyat | Doğa İlimleri | …ve fünûn-u cedidenin tahsilini elzem gördüğünden tarih, coğrafya, riyaziyat, tabî'iyyât, mevalid, felsefe fenlerini az bir zaman zarfında elde etti. | |
Tabiiyyun | Tabiatçılar, tabiatta hakiki tesir var zannedenler | Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanıyla, tabiiyyunun dedikleri gibi der ki: | |
Tı-Be-Kaf (8) | + | ||
İntibak | Uygun olma | …ve âlemdeki meylü'l-istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meylü't-terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i nâmiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen,… | |
Muntabık | Uygun | Şeriatın اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ düstur-u âdilânesi, şeriat-ı fıtriye olan kavanin-i kadere muntabıktır ki, tarik-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, maksudunun zıddıyla ceza görüyor. | |
Mutabakat | Uygunluk | Vâkıa mutabakatı görünmez, müteşabih hükmüne geçer. | |
Mutabık | Uygun | Hattâ ehl-i kelâmın reyleri, hiss-i umumîye ve tearüf-ü âmme mutabık olduktan sonra, vakıa mutabık olmasa bile onların müddeâsına zarar vermez ve tekzibe de müstehak olmazlar. | |
Tabaka (Tabakat) | Kat, derece | Ve hâkezâ, yedi manzumat ve yedi tabaka birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur. | |
Tetabuk | Uyma | Büyük Hafız Ali'nin Nazif'le tevafuku ve tetabuku, yalnız bir iki cihetle değil, çok cihetlerle mabeynlerinde tevafuk var. | |
Tatbik | Uygulama | Çünkü, bir muamele-i şer'iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor, bir nevi ibadet oluyor, uhrevî çok meyveler veriyor. | |
Tıpkı | Aynısı, aynen | Zira beşeriyetin bugünkü hali, tıpkı İslâmdan evvelki insan cemiyetlerinin acıklı halidir. | |
Tı-Be-Lam (3) | |||
Davul | Vurmalı çalgı | Hem tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. | |
Tabla | Masa, tezgah | Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. | |
Tavla | At ahırı (Oyun olan tavla Yunancadan gelir) | Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede? | |
Tı-Ra-Ha (1) | + | ||
Tarh | Çıkarma | …rivayet-i meşhureyle zaman-ı Âdem'den tâ kıyâmete kadar, eyyam-ı şer'iye ile tâbir edilen yedi bin seneden, fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra… | |
Tı-Ra-Dal (4) | + | ||
Ittırad | Ahenk, düzenlilik | Makàsıd ve gayatta muvazenet, ıttırad, fıtrat desâtirine mutabakat, ittihad, tamam müraat etmiş, hıfz eylemiş mizanı. | |
Tard | Kovma | Evine gittiğin zaman bir siyah şahıs gölge göreceksin. O şeytandır. Onu hanenden çıkar, tard et. | |
Matrud | Kovulmuş | Bu sefillik, bu hisset-i nefs, beni matrud eder. | |
Muttarid | Muntazam devam eden | Her bir tavrın öyle kavânin-i mahsusa, ve öyle nizâmât-ı muayyene, ve öyle harekât-ı muttaridesi vardır ki; cam gibi altında kasd, irade, ihtiyar, hikmetin cilvelerini gösterir. | |
Tı-Ra-Ra (1) | |||
Turra | Tuğra, mühür | Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsebbihiz, zikrederiz âbidâne | |
Tı-Ra-Ze (1) | |||
Tarz | Usul, yol | Bu zamana kadar hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarz-ı beyan ve ifadeyle hakikatleri ispat ediyorlar. | |
Tı-Ra-Fe (5) | + | ||
Etraf | Taraflar | İşte, diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet zulümatını etrafına dağıtır. | |
Taraf (Bitaraf, Bertaraf) | Yön, cihet, uç | + | Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. |
Tarafeyn | İki taraf | Hem tesavî-i tarafeyn olan imkân itibarıyla mütevazinü't-tarafeyndir. | |
Tarfet/Tarf | Göz açık kapama | + | Elbette, elektrik gibi, binler nuranî hizmetkârlarının temsil ettikleri hikmet-i İlâhiyenin muntazam kanunları dairesinde, haşr-i âzam tarfetü'l-aynda vücuda gelebilir. |
Turfanda | Yeni çıkan (Kökü kesin değil) | …her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi,… | |
Tı-Ra-Kaf (5) | + | ||
Tarık | Sure adı; gece ortaya çokan | + | Evet, vesvese-i sârık, bâvehim şüphe-i târık, ne haddi var ki o mârık girebilsin bu bârık kasra. |
Tarik | Yol | + | CENÂB-I HAKKA vâsıl olacak tarikler pek çoktur. |
Tarikat/Tarikah | Tasavvuf; gidişat | + | Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nuranî, neş'eli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye vardır ki, o hakikat-i kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cilt kitap, ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler. |
Tarraka | Gümbürtü (Sadece Türkçe'de mevcut) | Bir zaman sonra Harb-i Umumînin tarraka ve gürültüsüyle uyandı. | |
Turuk | Yollar | Bütün ukalâ, turuk-u tabirde ihtilâflarıyla beraber melâikenin mânâ ve hakikatinin vücuduna icmâ-ı mânevî ile ittifak etmişlerdir. | |
Tı-Ra-Vav (1) | + | ||
Taravet | Taze | Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. | |
Tı-Ayn-Mim (4) | + | ||
Etime/Et'ime | Yiyecekler | Bütün onları, feyiz ve rahmetinden, et'ime-i lezize ile doldurur. | |
İtam/İt'am | Yedirme | + | Ben sizi ibadet için halk etmişim, Bana rızık vermek ve it'âm etmek için değil |
Matumat/Mat'umat | Yiyecekler | …vücuduna şehadet eden; ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inâyet olabilen cihazatı ve mat'ûmâtı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahitler,… | |
Taam | Yiyecek | + | Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. |
Tı-Ayn-Nun (1) | + | ||
Taun | Bulaşıcı hastalık | Maddiyyunluk bir tâun-u mânevî; beşere de tutturdu şu müthiş bir sıtmayı. | |
Tı-Ğayn-Ye (3) | + | ||
Taği/Tagi | Azgın | Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsi, daha tâği, daha şakî değiller. | |
Tagut/Tağut | İlahlık iddiasında bulunan | + | Fakat o tâğutu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrut ve Firavun olurlar. |
Tuğyan | Azgınlık | + | 1344'te, nev-i insan içinde Firavunâne emsalsiz bir tuğyan, bir inkâr çıkacak. |
Tı-Fe-Elif (5) | + | ||
İtfa' | Söndürme | Hattâ hakikat-i hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti telâşa sevk ettiler ve bu itfâ suikastine karşı tenvir vazifesini tam îfa ettiklerinden,… | |
İtfaiye | Yangın söndürücüler | …çok büyük ve çok dehşetli bir belâ olan komünizm gibi azîm yangında itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur,… | |
İntıfa' | Yok olma, sönme | Nasraniyet ya intıfa veya ıstıfa ile terk-i silâh edecektir. | |
Mutfi | Söndürücü | …bu azîm yangında itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur'a ve Risale-i Nur'un günün en büyük mutfîsi,… | |
Müntefi' | Sönen | Zira âmm, bir hâssın intifasıyla müntefi değildir. | |
Tı-Fe-Fe (1) | + | ||
Mutaffifin | Alışverişte hile yapanlar; sure adı | + | Cüz'iyatı o madene ircâ ve teferruatı o menbaa ilhak etmeyen, Kur'ân'ın ifâ-i hakkında mutaffifînden oluyor. |
Tı-Fe-Lam (4) | + | ||
Etfal | Çocuklar | + | Sonra, o âlem-i hayvânât içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. |
Tıfl/Tıfıl | Çocuk | Nihayetsiz şekillere, karışıklıklara rağmen Bismillâh ile açılan Risaletü'n-Nur kapısından girince, tıfıl iken "Ümmetî" diyen Şefîini ciddi sevmek, yani sünnet-i seniyesine ittiba eylemenin muaccel mükâfatı olarak buluyor. | |
Tufeyli | Parazit | Yoksa, tufeylî olarak izinsiz tefsir, şeriat kitaplarına girmiş emirlerde hüccet değildir. | |
Tufuliyet | Çocukluk, küçüklük (devri) | Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur'ân gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufûliyet devri olmasıdır. | |
Tı-Kaf-Tı-Kaf (1) | |||
Taktaka/Tıktıka | Tak tak sesi (çıkarma) | Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra'dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz. | |
Tı-Lam-Be (7) | + | ||
Matlab/Matlap | İstek | Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı âlânın yolu Habibullaha ittibâdır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidâdır. | |
Matlup/Matlub | Talep edilen | + | Matlup olan vücub-u vücud ve vahdet o dairenin merkezindedir. |
Metalib | İstekler | Çok risalelerde beyan etmişiz ki, insanın fıtratında hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bulunmakla beraber, hadsiz a'dâsı ve nihayetsiz metalibi vardır. | |
Talep/Talep | İsteme | + | Halbuki aşk ücret ister ve mukabele talep eder. |
Talebe | Öğrenci | Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin. | |
Talib/Talip | İstekli | + | Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. |
Tullab | Talebeler | …kardeşlikte takip ettikleri hat ve hareket bir, ve daha pek ziyade birbirine benzeyen tullâb-ı Nuraniyenin bu harika hallerini de ayrıca bir tevafukat-ı gaybiye sırasında görüyorum. | |
Tı-Lam-Sin (1) | |||
Atlas | Kalın ipekli kumaş; okyanus | Hünerdir ki, yaprak atlas, toprak elmas olmalı. | |
Tı-Lam-Sin-Mim (1) | |||
Tılsım | Hazineye ulaşmak için çözülmesi gereken şey (Aslı Eski Yunancadan) | Sebebi ise, Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur'âniye muammâlarını hal ve keşfetmiştir ki, her bir tılsımın bilinmemesinden, çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp, tereddütlerden kurtulmayıp, bazan imanını kaybederdi. | |
Tı-Lam-Ayn (9) | + | ||
Ittıla' | Haberdar olma | Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir. | |
Matla' | Doğuş yeri | + | Maahaza, Hicaz matla'ıyla matla'ları bir olan yerlerde, o gece yollarda bulunan kervan ve kafilelerden naklen, inşikakın vukua geldiği hakkında çok rivayetler vardır. |
Metali | Doğuş yerleri | İşte bu sır içindir ki, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilâf-ı metâli, sis ve bulut gibi sair mevânii perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi. | |
Muttali' | Haberdar | Hakikat-i hale muttali olmak güçtür, dindeki yüsre münafidir. | |
Mütalaa/Mutalaa | Tetkit etme, okuma | Risaleyi mütalâa ederken, Hazret-i Mevlânâ'nın tercüme-i halinde şu fıkrayı gördüm: | |
Mütali' | Mütalaa eden | + | Bu cümlelerin mabeynini raptedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum. |
Talih/Tali' | Kısmet, kader | Ve tâli' ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır. | |
Tulu' | Doğma | + | Amma güneşin mağripten tulûu ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. |
Tuluat | Kalbe doğan manalar | Bir miktardır ki, tulûat-ı kalbiye tevakkuf etmiş, hafıza kamçısı kırılmış. | |
Tı-Lam-Kaf (6) | + | ||
Itlak (Alelıtlak) | Sınır koymama | Amma, ıtlak ve ihâta ve nihayetsizliğin vahdete şehadetleri ise, o dahi Sirâcü'n-Nur risalelerinde tafsilen zikredilmiş. | |
Mutlak (Mutlaka) | Sınır konulmamış | Çünkü bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizam var ki, eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olmazsa intizamımız bozulur, nizamımız karışır. | |
Mutlaka | Kesinlikle | Mutlaka her hareket ve hizmette maddî bir ücret ve şahsî menfaatler mülâhaza etmek, Türkün millî tarihinin şeref ve haysiyeti ile kabil-i telif olamaz. | |
Talak | Boşanma., Sure adı | + | Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. |
Talakat | Dil açıklığı ve düzgünlüğü | …ikinci yüzüyle de şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık ettiğini emsali nâ-mesbuk bir talâkat-ı lisan ile ifade ediyor ki… | |
Tatlik | Boşama | Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. | |
Tı-Mim-Elif-Nun/Tı-Mim-Nun (3) | + | ||
İtmi'nan/İtminan | Tatmin olma | Çünkü itmi'nân-ı vicdan ve istirahat-i kalb, onun envârıyla olur. | |
Mutmain | Tatmin olmuş | + | Fakat bazan olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. |
Tatmin | Doyurma | Bir hizmetkârı tatmin etmeyen şu dünya, sultan-ı ruhu nasıl tatmin edebilir? | |
Tı-Mim-Ayn (1) | + | ||
Tama'/Tamah | Açgözlülük | Tama' ve hırs cihetiyle, ehl-i hidayeti hizmet-i Kur'âniyeden vazgeçirmelerine karşı, gayet parlak ve kat'i bir cevapla reddedilir | |
Tı-Mim-Nun (Bkz. Tı-Mim-Elif-Nun) | |||
Tı-Nun-Be (1) | |||
Itnab/İtnab | Sözü uzatma | Şu cümle-i âliyenin itnâbında bir îcâz-ı i'câzî var. | |
Tı-Nun-Tı-Nun (1) | |||
Tantana | Gürültü, vızıltı | Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. | |
Tı-Nun-Nun (1) | |||
Tanin | Çınlama | Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyülât-ı âliye-i milliyemizi ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi bu küre-i arz denilen, cezbe tutmuş mevlevî gibi meczup cevvâlin simâhında tanin-endâz ve umum milleti sürur ile bir garip ihtizaza getiren sadâ-yı hürriyet ve adalet nefh-i sûr-u İsrafil gibi hayatlandırıyor. | |
Tı-He-Ra (7) | + | ||
Mutahhar | Temizlenmiş | + | Kezalik, şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki, fırkaların ağrâz-ı şahsiye ve hilâf-ı şeriat ile ektikleri tohum-u fesadı bir milyon fişek havaya atıldığı… |
Mutahhir | Temizleyen | + | … Huriler ve dünyadan gelen ehl-i Cennet zevcelerinin tahirliklerini, yani dünyadaki hayz ve nifas gibi hallerinden temiz kalmalarını muhafaza altına alan, tahir bulunduran bir mutahhir, bir temizleyici vardır (ki o da Kudretinin tecellisidir.) |
Taharet | Temizlik | Bak, nasıl ki namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zâhirî taharete, batnın bâtınındaki necaset tesir etmez. | |
Tahir (Tahire, Tahirat) | Temiz | Eğer buraya kadar kalben çıkmış isen, maksadın hakâikını görmek istersen, hazır ol! Tahir ol! | |
Tahur | Temiz | + | Ey serab-ı gururu, şarab-ı tahur zanneden Said-i hodfuruş! |
Tetahhur | Temizlenme | Binaenaleyh, dünya kadınları da Cennete girdikten sonra, bir tetahhur ve tasfiye ve tasaykul ameliyatıyla, güzellikte hurilerin derecelerine çıkacaklarına delâlet eder. | |
Tathir | Temizleme | + | Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: |
Tı-Vav-Ra (3) | + | ||
Etvar | Tavırlar | + | Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mu'cizâtından ve hasâisinden başka, ef'al ve ahval ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekviniyesine münkad ve mutî olmuş. |
Tavır/Tavr | Hal | Cenâb-ı Hakkın ef'âli birbirine münasip, âsârı birbirine müşâbih, esmâsı birbirine ayine ve mâkes, sıfâtı birbirine mütedahil, şuûnatı memzuc ise de, herbirisi için hususî bir tavır, bir hal vardır ki, maksud-u bizzat o hususî tavırdır. | |
Tur | Sure adı; dağ | + | Nur şehri olan Tûr'da o dem Hazret-i Mûsa/Esrâr-ı kelâm hep çözülüp buldu tecellâ. |
Tı-Vav-Se (2) | |||
Tavus | Bir kuş | Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. | |
Tas | Kap | …artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi gelebilir…. | |
Tı-Vav-Ayn (6) | + | ||
İstitaa | Güç yetirme | …Risaletü'n-Nur, Mektubatü'n-Nur'un mütalâası, tahrir edilmesi, başkalara neşir ve tebliğe alâ-kadri'l-istitâa çalışılması gibi | |
İtaat | Uyma, boyun eğme | Altıncı temsil: İtaat sırrını gösterir. | |
Muta | Kendisine itaat edilen | + | Müslümanların lahm u demlerine karışmış olan din-i İslâm, onların hissiyat ve efkârında müessir ve vicdanlarında sultan-ı muta olduğundan… |
Mutavaat | Boyun eğme | Yine aziz ve müşfik Üstadımın emirlerine mutâvaatla, bildiğiniz veçhile herbirisi bir türlü letâfet ve belâgat ve celâdette ve çok kolaylıkla… | |
Muti' | Boyun eğen | Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mu'cizâtından ve hasâisinden başka, ef'al ve ahval ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekviniyesine münkad ve mutî olmuş. | |
Taat | İtaat etme | + | Taat ise, cemaatle daha efdal ve daha ahsendir. |
Tı-Vav-Fe (4) | + | ||
Taife/Tayfa | İnsan gurubu | + | Ehl-i iman âhiret hemşirelerim olan kadınlar taifesi ile bir muhaveredir |
Tavaf | Dönme | Sizler emniyet-i mutlaka içinde Kâbe'yi tavaf edeceksiniz. | |
Tavaif | Taifeler | Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. | |
Tufan | Büyük su baskını | + | …kısa birkaç cümleyle Tufan hadise-i azîmesini netâiciyle öyle îcazkârâne ve mucizâne beyan ediyor ki, çok ehl-i belâğati, belâğatine secde ettirmiş. |
Tı-Vav-Kaf (2) | + | ||
Takat/Takah | Güç | + | Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. |
Tavk | Güç | İnsaf edersen, bu ise yalnız o zamanın insanlarının değil, belki nev-i beşerin tavk-ı haricinde göreceksin. | |
Tı-Vav-Lam (4) | + | ||
Tatvil | Uzatma | Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icap ettiren birkaç nükte vardır: | |
Tavil | Uzun | + | Meselâ, kinâî misallerinden, "Fülânün tavîlü'n-necad" denilir. Yani, "kılıcının kayışı, bendi uzundur." |
Tetavul/Tetavül | Uzanma | Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, Uzanacak. | |
Tul | Uzun(luk) | + (Güç anlamında) | Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. |
Tı-Vav-Ye (2) | + | ||
Matvi | Dürülü | + | Ve keza, bir hadîse göre, Cehennem matvîdir, yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. |
Tayy | Aşma, atlama | + (Dürme anlamında) | Velâyet, kurbiyet merâtibinde sülûktür; çok merâtibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. |
Tı-Ye-Be (3) | + | ||
Tatyib | İyi davranma, hoş etme | …ve mahzun olan kalbine tesellî vermek ve gamnâk ruhunu tatyib etmek; | |
Tayyib (Tayyibe, Tayyibat) | İyi, hoş | + | Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever. |
Tuba | Cennet ağacı | + | …ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır. |
Tı-Ye-Ra (5) | + | ||
Tayeran | Uçma, uçuş | …seyr ü seyahat eden insanlarla hayvânat ve tuyur gibi, semâvî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayeran etmek için, o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-ı Zülcelâl, elbette herşeye kadîr olmak lâzım gelir. | |
Tayyar | Uçan | Güya tayyar olan ruh-u mücerredi, zaman ve mekân-ı muayyenin kayıtlarını kırmış ve hudud-u maziye ve müstakbeleyi çiğnemiş, her tarafını görerek bize söylemiş ve göstermiştir. | |
Tayyare | Uçak | Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. | |
Tayr | Kuş | + | Evet, bir bahr-i müsebbih olan şu semâvâtın kelimat-ı tesbihiyesi güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfâz-ı tahmidiyesi hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. |
Tuyur | Kuşlar | …yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtırın verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla hayvânat ve tuyur gibi, semâvî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayeran etmek için,… | |
Tı-Ye-Nun (2) | + | ||
Tin | Sure adı | + | Tenvirü'l-Mikbas tefsirinin gösterdiği adede binaen Sure-i Yunus'un kesri dokuz, Kehf'ın on, İsra'nın on bir, Hûd'un on iki, Mü'minûn'un on dokuz, Maide yirmi, Alak'ın nısf-ı evveli yirmi bir, El-Kadr yirmi iki, Nahl yirmi sekiz, Tevbe otuz, Tîn elli, El-Karia elli iki ve hâkeza... |
Tinet/Tıynet | Yaratılış | Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat menbaları ölmüş, vesaire gibi rezaletleriyle terzil edilmişlerdir. |
Zı (ظ) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Zı-Ra-Fe (5) | |||
Mazruf | Zarfın içindeki | Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur. | |
Tazarruf | Zarif Görünmeye çalışmak | Beyanım bu yolda tazarruf değil. | |
Zarif | Hoş edalı | Zarif bir letâfete işarettir ki, imanın mevsufu cem' ise de telaffuz eden müfreddir. | |
Zarf | (Kağıt) muhafaza | Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur. | |
Zurafa | Zarifler | Bediüzzaman'a zurafâdan biri bir gün irfanıyla mütenasip bir esvap iktisaı lüzumundan bahseder. | |
Zı-Fe-Ra (2) | + | ||
Muzaffer | Zafer kazanan | Celâleddîn-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın. | |
Zafer | Galibiyet | Bu kat'î kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar, o kumandanın hatâsından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise, ordunun kahramanlığından geldiğinden, ... | |
Zı-Lam-Lam (2) | + | ||
Zılal | Gölgeler | Galip esmâ ve sıfâtın zılâlinde giden velâyetlerin derecâtı bu kısımdan ileri gelir. | |
Zıll | Gölge | + | Zira mukarrerdir ki, masnudaki feyz-i kemâl, Sâniin zıll-i tecellîsiden muktebestir. |
Zı-Lam-Mim (11) | + | ||
Ezlem | Daha zalim | + | ...o hâlette o da azlem olacak ve mağlûp kalacak. |
Mazlum | Zulme uğramış | + | Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zâlimlere demiş: |
Mezalim | Zulümler | Evet Hazret-i Üstad, öyle bir himmet-i azimeye mâliktir ki, ona icra edilen müthiş mezâlim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmaya mahkûm olmuştur. | |
Muzlim | Zulme uğramış; karanlıkta kalmış | + | Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim. |
Tazallum | Mazlum olmak; şikayet | Zulüm ve gadr ile hukuku ihlâl edilmiş, haysiyet ve şerefi pâyimal edilmiş mazlumların, huzurunda ahz-ı mevki ile tazallum-u hâl eden bîçarelerin şu dünya-yı fânide ihkak-ı hak için mesned-i re'sleri, mahkemelerdir. | |
Zalam | Karanlık | Zalâm zarf-ı ziya oldu, Bu mevtte hak hayat var, gör. | |
Zalim | Zulmeden | + | Zalim ekallin olmuş gelen ribh-i ticaret. |
Zalum | Çok zalim | + | Ve hâkezâ, ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve Nemrutlar ve Firavunlar derecesine kadar gittikleri ve sıga-i mübalâğa ile "zalûm" olduğu gibi,... |
Zulmet | Karanlık | + | Zulmet olmazsa, ziya tahakkuk etmez. |
Zulüm | Haddi aşma, eziyet | + | Zulüm, meşrutiyetin hatâsı değil, belki kafanızdaki cehâletin zulmetindendir. |
Zulümat | Karanlıklar | Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. | |
Zı-Nun-Nun (4) | + | ||
Maznun | Sanık | Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim, bir maznun sıfatıyla değil, belki bir muallim, bir mürebbî ve bir mürşid olarak girmiştir. | |
Mezann | Sanılan; müellife fikir kaynağı | İŞARATÜ'L-İ'CAZ Fî Mezanni'l Îcaz | |
Zann | Kanaat | + | Sadakatınızdan tereşşuh eden ve haddimin pek çok fevkinde hüsn-ü zannınıza karşı ... |
Zunun | Zanlar | Hem de çok şeylerin metinleri kat'î iken, delâletlerinde zunûn tezahum eylemişlerdir. | |
Zı-He-Ra (14) | + | ||
İstizhar | Yardım isteme | Hem de Onuncu Mukaddemeden istizhâr et. | |
İzhar | Gösterme | Muvaffakiyet ise izhar edilir. | |
Mazhar | Üzerinde görünen | Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. | |
Müstahzar (Müstahzarat) | Hazırlanmış şey | Bu nurların kâffesi, deccallara mahsus ve müstahzar elmas gülleler ve ehl-i iman için menba-ı envâr-ı hakaik olan Kur'ân-ı Hakîmden son asırda nebean etmiş, binler âb-ı hayât-ı bâkiye hazineleridir. | |
Müzaheret | Yardım | ...hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından,... | |
Müzahir | Yardımcı | Şakirdlere müzahirdir Abdülkadir Geylanî | |
Müzhir | Gösteren | Her yüz senede Cenâb-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor" hadis-i şerifine mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tâm olan... | |
Tezahür | Görünme, ortaya çıkma | Tezahür etseydi, âlemde şöhret bulurdu. | |
Zâhir/Zahir | Açık, görünen; Allah'ın bir ismi | + | Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derc ediyorlar. |
Zahîr/Zahir | Yardımcı | + | Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz,... |
Zahr | Arka, sırt | + | ...bilhassa o meyvelerin cemiyetli çekirdekleri olan kalblerini ve zahr-ı kalb denilen kuvve-i hafızalarını başka kuvvetlere hiçbir cihetle kaptırmaz... |
Zevahir | Dış görünüş | Zira bazı zevahir-i diniyeyi fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler. | |
Zıhar | Kocanın karısına "anam gibisin" demesi | ...büyüklerin küçüklere "oğlum" demeleri, zıhar meseleleri gibi, yani karısına "Anam gibisin" dese haram olduğu gibi değildir ki, ahkâm onunla değişsin. | |
Zuhur | Görünme; öğle vakti | Zuhur eden mu'cizeler iki kısımdır. |
Ayn (ع) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Ayn-Be-Elif (1) | + | ||
Aba | Kaba üst elbise | İşte bu hadîs-i şerîf gibi, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha'da bu meâlde kesretli hadîsler vardır ki Âl-i Abâyı gösterir. | |
Ayn-Be-Se (2) | + | ||
Abes (Abesiyat) | Gayesiz | + | Acaba fâni ve muvakkat bir vücudun gitmesiyle, onun yerine bir nevi bekàya mazhar binler vücut kalsa, denilir mi ki "Ona yazık oldu" veyahut "Abes oldu" veyahut "Şu sevimli mahlûk neden gitti" şekvâ edilebilir mi? |
Abesiyyun | Herşeyin boş olduğunu savunanlar | Veyahut, kâinatı abes ve gayesiz itikad eden felâsife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar? | |
Ayn-Be-Dal (11) | + | ||
Abadile | Abdullahlar | Hususan Abâdile-i Seb'a kitabetle kaydettiler. | |
Abd (Abdullah) | Kul | Abd, kesb denilen masdardan neş'et eden, hâsıl-ı bilmasdar olan esere hâlık değildir. | |
Abid/Âbid | Kulluk görevini yapan | + | Hem herkese satılan muzahraf, hodfuruş, gösterici, riyâkâr bir hüsnü istihsan, ettiği için riyâkârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide yapmıştır. |
Abid/Abîd (Abidane) | Kullar | Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız, müsebbihiz, âbidâne zikrederiz | |
İbad | Kullar | Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. | |
İbadet | Kulluk, emir ve yasağa uyma davranışı | + | İbadetin şahsî kemâlâta sebep olduğunun izahı: |
Maabid | Mabedler | Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar. | |
Mabed/Ma'bed/Mabet | İbadethane | Herbir mâbed bir muallim olmuş, tab'ıyla tabâyie ders verir. | |
Mabud/Ma'bud | İbadet edilen yaratıcı | Hatta bir kısımları bunları da az görüp, Mâbud-u Zülcelâlin liyakatini göstermek için gayr-ı mütenâhi adetle, gayr-ı mütenâhi tesbihle Mâbud-u Zülcemâli zikrediyorlar. | |
Taabbüd | İbadet etme | O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir. | |
Ubudiyyet/Ubudiyet | (Daimi) Kulluk (hali) | Hem Resul-i Ekrem hem abd, hem resul olduğundan, ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki: Ubudiyet halktan Hakka gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. | |
Ayn-Be-Ra (10) | + | ||
İbare | Metin, yazı | O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. | |
İbaret | Meydana gelmiş | Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. | |
İbrani | Yahudiliğe ait; bir lisan | "Muhammed" ismi, o kitaplarda Müşeffah ve el-Münhamennâ ve Himyâtâ gibi Süryânî isimler suretinde, "Muhammed" mânâsındaki İbrânî isimleriyle gelmiş. | |
İbret | Düşündürücü ders | + | Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz. |
İtibar/İ'tibar | Değer | Eğer sahife-i itibar-i âlemde menkuş olan âsâr-ı enbiyayı nazar-ı mütâlaaya alsan; ve tarihin lisânından nübüvvete dair cereyan eden ahvallerini dinlersen;… | |
İtibaren/İ'tibaren | ..'den başlayarak, …'den beri | Bu şuâ, On Beşinci Lem'a'dan itibaren buraya kadar olan risâlelerin fihristidir. | |
İtibari/İ'tibari/İtibarî/İ'tibarî | Kendi başına anlamı olmayıp başka şeye kıyas ile varlığı bilinen | Cüz-ü ihtiyarînin üssü'l-esası olan meyelân, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. | |
Muteber/Mu'teber | Değer gören | Böyle muteber bir kitapta Şeyheyn hadîsinin ittifakına hükmeden bir zâta itimad etmek lâzım. | |
Tabir/Ta'bir | İfade; yorumlama | Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. | |
Ubur | Geçme, atlama | Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyâma kabil olmayan, semâvât hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semâvâtın vücudunu adeta inkâr ediyorlar. | |
Ayn-Be-Sin (2) | + | ||
Abese | Sure Adı | + | Sure-i El-Kadr'in mütevafıkları olan o on surelerin her biri yüz adet hurufu ise, kelimat noktasında da Sure-i Fecr, Sure-i Abese, Sure-i El-Mürselât, Sure-i El-Buruc, Sure-i El-Mutaffifîn, Sure-i El-İnşikak, Sure-i En-Naziat, Sure-i Nebe', Sure-i Münafikûn ve Sure-i Cumua'nın her birinin yüz küsur örfî aded-i kelimatına yüzlükte manidar tevafukları tesadüfî olmadığı gibi... |
Abus | Asık suratlı | + (çok kötü anlamında) | Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü. |
Ayn-Te-Be (2) | + | ||
İtab/İ'tab | Azarlama | Hiç görmediğim bu tarz mânevî itabın üç sebebi var; başka vakit izah edilecek. | |
Muateb | Azarlanan | Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden, mahiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm; ve mizaç ve san'atını kelâmıyla mümteziç tahayyül etsen, Hayâliyyun mezhebinde muâteb olmuyorsun. | |
Ayn-Te-Kaf (1) | + | ||
Atik (Atika) | Eski | + | Zira, hikmet-i atika, burçları semada; hikmet-i cedide ise, medâr-ı arzda farz etmişlerdir. |
Ayn-Cim-Be (9) | + | ||
Acaba | Merak bildiren soru edatı | Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur'ân'ını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi? | |
Acaib | Şaşırtan şeyler | Cenâb-ı Hakkın acaib-i masnuatına bakıp, temâşâ edip ve ettiren işaretleriz. | |
Acb | Kuyruk sokumu | Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadiste acbü'z-zeneb tabir edilen ecza-yı esasiye ve zerrât-ı asliye, ikinci neş'e için kâfi bir esastır, temeldir. | |
Aceb/Acep | Acaba | + | Söndürmeye hem kimde acep zerre mecal var? |
Acib (Acibe) | Şaşırtan | + | Risale-i Nur'un Isparta'ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafukat-ı acibe: |
Müteaccib (Müteacciben) | Şaşırmış | …yani "Gizli intişar edebilir" müteaccibâne haber veriyor. | |
Taaccüb/Teaccüb | Şaşmak | Kemâl-i taaccübümden bağırarak aklım başıma geldi, ayıldım. | |
Tacib/Ta'cib | Şaşırtma | Bu âyet bütün cümleleriyle nifaka hücum ederek münafıkları tevbih, takbih, tehdit, ta’cib etmekle… | |
Ucube/U'cube | Hayret edilecek şey | O halde, o adam bir ucûbe olarak zihinlerinde tecessüm eder. | |
Ayn-Cim-Ze (8) | + | ||
Aciz | Güçsüz | Bizler ki, Elhamdü lillâhi teâlâ, âhiret kardeşiniz, Kur'ân hizmetinde âciz hizmetkârınız, … | |
Acuze | Yaşlı kadın | + | …şarap iken serap; ve nazenîn ve hasnâ iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur. |
Acz (Acziyet) | Güçsüzlük | Acz, muhalefetin menşeidir. Zaaf, gururun madenidir. | |
İ'caz/İcaz | Mucizevilik | Meselâ, ehl-i belâğat ve fesâhat tabakasına karşı, harikulâde belâğattaki i'câzını gösterir. | |
Muacciz | Taciz edici | Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'iç ve muacciz bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini senin bu biçare başına yükletecek; | |
Muciz/Mu'ciz | Aciz bırakan | + | Bak haşr-i cismânîyi kemâl-i vuzuh ile ve Cennet ve Cehennemin ahvâlini Beyân-ı Mu'ciz ile sana gösteriyor. |
Mucize/Mu'cize | İnsanların yapmakta aciz kaldığı Allah'ın işleri | Mu'cize, dâvâ-yı nübüvvetin ispatı için, münkirleri ikna etmek içindir, icbar için değildir. | |
Taciz/Ta'ciz | Güçsüz bırakma | Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni tâciz ederken, bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi. | |
Ayn-Cim-Lam (7) | + | ||
Acele | Hemen | Acele göndermek lâzım geldi, vakit bulamadım, tam tashih edeyim. | |
Acil (Acile) | Hemen, acele | + (Dünya anlamında) | …Yedinci Şuâ risalesini yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medâr-ı teşvik olarak… |
Acul | Çok aceleci | + | Fıtraten acûl olan insanoğlu, âlemde hâkim olan kanun-u İlâhîyi düşünmeyerek, her meselenin istediği vakitte hallolunmasını istiyor; küçük dairelerdeki vazifelerini atlayıp, büyük dairelere sapıyor. |
İcl | Buzağı, dana | + | İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, "icl" meselesinden anlaşılıyor. |
İstical/İsti'cal | Acele etme | + | İsticâlimin en büyük sebebi, muhtaç bulunduğum tesellîkâr nurları, o risalelerde buluyorum. |
Muaccel | Peşin | Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. | |
Tacil/Ta'cil | Hızlandırma | Hataları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi. | |
Ayn-Cim-Mim (3) | + | ||
Acam/A'cam | Acemler | …Saltanat-ı Arabın câzibesiyle A'cam, Araplara muhtelit olduklarından, Kelâm-ı Mudârî'nin melekesi denilen belâğat-ı Kur'âniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi; … | |
Acem | Arap olmayan; İranlı; yabancı | …öyle de, Acemlerin ve acemîlerin belâğat-ı Arabiyenin san'atına girdiklerinden, fikrin mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâğatı nazm-ı lâfza çevirmişlerdir. | |
Acemi | Tecrübesiz | + (Yabancı dil anlamında) | Sonra, ondan daha acemi bir müstensihe dedim: |
Ayn-Cim-Nun (2) | |||
Acin | Hamur, macun | Nur-u Muhammediyeden (asm) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir. | |
Macun | Hamur kıvamındaki şey | Nur-u Muhammediyeden (asm) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir. | |
Ayn-Dal-Dal (9) | + | ||
Add (Addetmek, addolunmak) | Saymak | + | …onların iman cihetiyle kendilerini sevdirerek mü'minlerden addetmek istemiş olduklarına işarettir. |
Aded/Adet | Sayı | + | Lâfzullah adedinde çok esrar ve nükteler var. |
İdad/İ'dad (İdadiye/İ'dadiye) | Hazırlık, hazırlayıcı | İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. | |
İstidad/İstidat/İsti'dad | Kabiliyet, hazır olma | İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu. | |
Madud/Ma'dud | Sayılan, sayılı | + | Bu sebeple cidden "O Nurlarla iştigal etmediğim zamanlar, keşki enfâs-ı ma'dude-i hayattan olmaya idiler" diyorum. |
Müstaid/Müstait | İstidatlı, hazır | İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu. | |
Müteaddid | Çok defa | Müteaddid vâkıalara bir kefaret kifâyet eder. | |
Tadad/Ta'dad | Sayma | …ittiba-ı sünnetin maddî ve manevî fevâidi tâdad edilirken, akıl açılan kapılardan içeriye giriyor. | |
Teaddüd/Taaddüd | Birden fazla olma | Dert ile dermanlar/Taaddüdü hak olur; hak da taaddüt eder. | |
Ayn-Dal-Sin (1) | + | ||
Adese | Mercek, bakış açısı (Mercimek anlamında) | + | Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mânâ veriyorlar. |
Ayn-Dal-Lam (10) | + | ||
Adalet | Hakkı ifa, haksızı tecziye | Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. | |
Adil/Âdil | Adaletli olan; Esma | Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyarî vermiştir. | |
Adl | Adalet üzere oluş (Esma) | + | Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. |
Adliye | Mahkeme | Adliye binasının önünde üç-dört bin kişi toplanmış, Üstadı görmek üzere bekliyorlardı. | |
İtidal | Ölçülü davranma | Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir. | |
Madele/Ma'dele | Adalet makamı | Onda bir mahkeme-i kübrâ, bir mâ'dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki, ta şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adalet tamamen tezahür etsinler. | |
Muadelet | Denklik, eşitlik | Tâ ki o muâdeletle intizam ve o intizamdan tenasüp ve tenasüpten hüsn-ü vifak ve o hüsn-ü vifaktan hüsn-ü muâşeret ve o hüsn-ü muâşeretten kelâmın kemâline bir mizanü't-ta'dil çıkabilsin. | |
Muadil | Eşit, denk | Çünkü yarım saat kaylûle, iki saat gece uykusuna muadil gelir. | |
Mutedil | İtidalli | Onun etbâları, Şiaların en mutedili ve en Sünnîsidir. | |
Tadil/Ta'dil | Normal hale getirme | Tâ ki o muâdeletle intizam ve o intizamdan tenasüp ve tenasüpten hüsn-ü vifak ve o hüsn-ü vifaktan hüsn-ü muâşeret ve o hüsn-ü muâşeretten kelâmın kemâline bir mizanü't-ta'dil çıkabilsin. | |
Ayn-Dal-Mim (5) | |||
Adem | Yokluk | Binaenaleyh, mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması, o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. | |
İdam/İ'dam | Yok etme | İdam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir | |
İnidam/İn'idam | Yok olma | Yoksa, imtinâ derecesine çıkan bir suubet, o cinsi in'idâma ve o nev'i ademe götürecekti. | |
Madum | Olmayan şey | Ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez. | |
Münadim/Mün'adim | Yok olan | Binaenaleyh, vücut istersen, mün'adim ol ki vücudu bulasın. | |
Ayn-Dal-Nun (3) | + | ||
Adn | Bir cennet | + | Ey delâil bekleyen! İz'ân budur; bürhana gel./Cennet-i Adn'in, muallânın bu tûbâ Kevseri |
Maadin | Madenler | …hem "dört unsur" denilen su, hava, nar, toprak (türab) ile beraber, "mevâlid-i selâse" denilen maâdin, nebâtat ve hayvânâtın yedi tabakaları ve yedi kat âlemleri,… | |
Maden (Madeni, Madeniyat) | Topraktan çıkan cevher | Zaaf, gururun madenidir. | |
Ayn-Dal-Vav (7) | + | ||
Ada/A'da | Düşmanlar | + | Çok risalelerde beyan etmişiz ki, insanın fıtratında hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bulunmakla beraber, hadsiz a'dâsı ve nihayetsiz metalibi vardır. |
Adavet | Düşmanlık | + | Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref'ine çalış. |
Adiyat | Sure adı | + | Rumuzat-ı Semaniye |
Adüvv | Düşman | + | İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur. |
Maada | …'den başka | Bu itibarla, bir zîhayatı halk etmek, bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenâb-ı Haktan maada hiçbirşeye isnad edilemez. | |
Müteaddi | Geçişli (fiil) | خَتَمَ fiili müteaddî olduğu halde عَلٰى ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil ancak âhirete nâzır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. | |
Taaddi | Geçmek | Fakat isbat ise, taaddî eder, (yani başka yere de hükmeder). | |
Ayn-Zel-Be (4) | + | ||
Azab | Eziyet, sıkıntı | + | …Cenâb-ı Hak kâfirin zan ve itikadını daimî bir azab-ı elîme kalb eder. |
Azb | Hoş yiyecek | + | Eyvah, ne ediyorum? Bunlar şarap değil, seraptır. Bunlarla uğraşmak azb değil azaptır |
Muazzeb | Azab içinde olan | + | Biz de, bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden, cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. |
Tazib | Eza verme | Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler. | |
Ayn-Zel-Ra (5) | + | ||
İtizar/İ'tizar | Özrünün kabulünü isteme | Artık nasıl itizar edeyim, mütehayyirim. | |
Mazeret | Özür | Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu unvan ile ibraz ediyorum. | |
Mazur/Ma'zur | Mazeretli | Çünkü, su-i ihtiyarıyla bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. | |
Müteazzir | Meydana gelmesi zor | Bir cisim birden zerrattan tahallül ve yeni zerrattan teşekkül eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref' ve yenilerini ikame eylemesi, muhal olmasa da, müteazzirdir. | |
Özür/Özr | Mazeret | + (Uzr şeklinde geçer) | Özrümüz kalmadı. Zira, on beş gün, güya bize mühlet verilmiş gibi, bize ilişmiyorlar. |
Ayn-Ra-Be (4) | + | ||
Arab (Arabi) | Peygamberimizin kavmi | Kavm-i Arab bedevî, ümmî, kendilerine münasib bir muhit-i acibde uzanmışken; beşerdeki inkılâbat-ı azîme onları uyandırmış. | |
A'rab | Çölde yaşayan bedevi Araplar | + | Biz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanında iken, bir seferde bir a'râbî geldi. |
Arabi | Arapça | + | …bütün tefsirlerde görünen ve sarahat, işaret, remiz, îma, telvih, telmih gibi tabakalarla müfessirînin beyan ettikleri mânâlar, kavaid-i Arabiyeye ve usul-ü nahve ve usul-ü dine muhalif olmamak şartıyla, o mânâlar, o kelâmdan bizzat muraddır, maksuddur. |
İ'rab/İrab/İrap | Kelimenin son harf ve hecesinin değişmesi | Bu kelimenin sonundaki ين yalnız i'rab alâmetidir, | |
Ayn-Ra-Cim (4) | + | ||
Mearic | Sure adı; kat | + | Rumuzat-ı Semaniye |
Miraç/Mirac/Mi'rac | Efendimizin göğe yükselmesi., Merdiven | Mi'rac-ı Ekberde Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve mi'rac-ı asgar olan namazlarda onun ümmeti, اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ der. | |
Miraciye/Miraciyye | Mevlüt kitabının Mi'ractan bahseden kısmı | Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması, gayet nâfi ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. | |
Uruc | Yükselme | Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile, bir dakikada Arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. | |
Ayn-Ra-Cim-Nun (1) | + | ||
Urcun | Hurma dalı | + | O urcun, ağacının başından kopup, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına atladı, geldi. |
Ayn-Ra-Şın (1) | + | ||
Arş | Taht | + | Şöyle ki: Arş Zahir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. |
Ayn-Ra-Dad (19) | + | ||
Araz | Temel olmayan özellik | + (Geçici dünya malı anlamında) | Muarrefi münekker eden biri de, hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, "gayr-ı men hüve leh" olan vasf-ı cârîyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. |
A'raz | Arazlar | A'râz cevher olamaz. | |
Arıza | Sorun, kusur | Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur'ân'ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. | |
Arız/Ârız (Ârızi/Arızi) | Sonradan olan, ikincil | Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. | |
Arz | Sunma | + (Genişlik anlamında) | Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazâlî'nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlâs vâdisinde başarmıştır. |
Avarız | Arızalar | …şaibe-i zevâl ve fenâdan münezzeh ve avârız-ı naks ve kusurdan müberrâdır. | |
Irz | Namus | İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. | |
İraz/İ'raz | yüz çevirme | + | Eğer ehl-i dalâlet arka verip senin şeriat ve sünnetinden i'raz edip Kur'ân'ı dinlemeseler, merak etme. |
İtiraz/İ'tiraz | Kabul etmeme | Bu misüllü, Bediüzzaman'ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır | |
Marez/Ma'rez | Sergi yeri | Ben de ma'rez-i acaip ve garaip olan âlem-i âhireti, o hâhişle görmek istiyorum. | |
Maruz | Uğrayan | Hakîm-i Ezelî iki menzilin sâkinlerine kudret-i kâmilesiyle öyle bir vücud-u müstekar verir ki, hiç inhilâl ve tegayyüre mâruz kalamaz. | |
Maruzat | Sunulan hususlar | Afyon hükûmet ve zâbıtasına mahkemesine birkaç nokta mâruzatım var | |
Muaraza (Bozulmuş şekli: Maraza) | Karşı çıkma | Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. | |
Muarız | Karşı çıkan | Birtek tokat hiddeti, birtek ikram muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kàfileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zâhir bir tarzda, o kàfilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delâlet eder. | |
Muriz/Mu'riz | Haktan yüz çevirenler | + | …yani, gafiller, gâibler, (hazır olmayanlar) sâkin olup ilgi duymayanlar, câhiller, başka şeylerle meşgul olanlar, mu'rizler, (yani haktan ve ibadetten yüz çevirenler) muhibbinler. |
Muteriz/Mu'teriz | İtiraz eden | Kıymetlerini takdirle beraber, siyasiyunlarındaki şiddete muterizim. | |
Taaruz/Tearuz | Zıtlık, mücadele | Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir. | |
Taarruz | Saldırı | Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir | |
Tariz/Ta'riz | Üstü kapalı (söyleme) | Fakat kinaye veya târiz suretiyle, yani gayr-ı sarih bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden sayılmaz. | |
Ayn-Ra-Fe (21) | + | ||
A'raf/Araf | Sure adı; daha fazla arif | Hem meselâ, baştaki beş sûrenin Lâfz-ı Celâl adedi; Sûre-i A'râf, Enfâl, Tevbe, Yûnus, Hûd'daki Lâfz-ı Celâl adedinin iki mislidir. | |
Arafat/Arefe | Hac'ad vakfe gereken mekan | + | İşte şu âyet, zâhir bir surette, dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namıyla şöhret-şiâr olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor. |
Arife/Arefe | Bayram öncesi gün | Sûre-i İhlâsı Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. | |
Arif | Allah'ı gerektiği gibi tanıyan | Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? | |
İrfan | Akıl ve tecrübenin birlikteliğinden doğan zihni kemal | Risale-i Nur'un açtığı iman ve irfan ve Kur'ân yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mâbede girer. | |
İtiraf/İ'tiraf | Kabul etme | Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. | |
Maarif | Eğitim | …Ankara'daki üniversiteliler 1700 imza ile Maarif Vekilinin din derslerini cebrî mekteplere koyması için tebrik etmişler. | |
Marifet | Allah'ı tanıma | Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. | |
Maruf/Ma'ruf | Bilinen; Esma | + (İyilik anlamında) | Cenâb-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. |
Muarefe | Tanışma | Nasıl ki buradan Isparta'daki kardeşlerimize selâm gönderip muarefe, muhabere ile sohbet ediyoruz. | |
Muarref | Bilinen | Muarrefi münekker eden biri de, hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, "gayr-ı men hüve leh" olan vasf-ı cârîyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. | |
Muarrif | Bildiren, tanıtan | Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: | |
Muterif/Mu'terif | İtiraf eden | Muterifâne, "İbrahim, müstehaksın" diyorum. | |
Mütearif (Mütearife) | Heskesçe bilinen | Bundandır ki, "tahrip, tamirden pek çok defa eshel olduğu" bir düstur-u müteârife hükmüne geçmiştir. | |
Mütearrif | Araştırarak bilen; Esma | Çünkü o öyle bir Kadir, Mukaddir, Alîm, Hakîm, Musavvir, Kerim, Latif, Müzeyyin, Mün'im, Vedud-i Mütearrif, Rahman-ı Rahim, Cemal-i mutlak, kemal-i mutlak sahibi bir Mutehannin-i Cemil ve bir Nakkaş-ı Ezelî'dir ki;… | |
Örf | Toplumda kabul gören davranışlar | + (Peşpeşe iyilik anlamında (Urf)) | Şu nevi meselelerin mana-yı hakikisinde kusur varsa örf ve âdât-ı nâsa aittir ve tearüf ve tesamu’-u umumîye râcidir. |
Tarif | Tanımlama | Ve keza, hadd-i kemâle bâliğ olan en yüksek bir cemâlin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifi lâzımdır. | |
Tarife | Tanıtım yazısı | Bunların gülümsemeleri ve tadları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri bir Sâni-i Kerîmin, bir Mün'im-i Rahîmin sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak, muhtelif renk ve koku ve tadlarla her nev'e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir. | |
Tearüf | Tanışma | Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf ve teâvün düsturunun beyanı için deriz ki: | |
Taarrüf | Tanıtma | Rahmet ve nimet ise teveddüd, taarrüf şe'nlerini iktiza edip Vedûd ve Mâruf isimlerini tecellîye sevk eder, masnuun bir perdesinde onları gösterir. | |
Urefa | Arifler | Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık… | |
Ayn-Ra-Kaf (2) | |||
Irk | Soy, kök, damar | Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. | |
Uruk | Irklar | İşte, o nokta-i istinat, her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-u hayatına kuvvet vermeye… | |
Ayn-Ra-Kef (2) | |||
Marek/Ma'rek | Atın dizgini; sık ormanlık alan | O da fena ürktü, ma'reke takıldı. | |
Mareke/Ma'reke | Savaş alanı | Bu ma'reke-i evham olan istidlâliyatla taharrî zarar vermez mi? | |
Ayn-Ra-Vav (1) | + | ||
Urve | Kulp | + | Risale-i Nur ki urvetü'l-vüska, lenfisâm,… |
Ayn-Ra-Ye (2) | + | ||
Üryan/Uryan | Çıplak | Meydan-ı haşre cem' ve keyfiyet nasıl; ve üryan mı olacak? | |
Üryani | İnce kabuklu erik türü | Canım üryani erik hoşafı istedi. | |
Ayn-Ze-Ra-Lam (1) | |||
Azrail | Ölüm meleği | Hazret-i Azrail aleyhisselâm, kabz-ı ervâha müekkel olan melâikelerin nâzırıdır. | |
Ayn-Ze-Ze (4) | + | ||
Aziz | İzzetli; Esma | + | Aziz, sıddık kardeşlerim, |
İzzet | Üstünlük, yücelik | + | İzzet-i azamet ister ki, esbab-ı tabiî perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. |
Muazzez | Çok aziz ve değerli | Ey mübarek müşfik ve muazzez Üstadımız Hazretleri | |
Uzza | Put | + | Uzzâ sanemi içinde ona ibadet ediliyordu. |
Ayn-Ze-Lam (4) | + | ||
Azl | Görevden alma | Hattâ hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyayı emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, "Haydi, yerde işin kalmadı," der. | |
İtizal/İ'tizal | Batıl bir fırka | …abdin hâlık-ı ef'âl olduğunu iddia eden İ'tizal mezhebinin reddine işarettir. | |
Mutezile | Batıl bir fırka | Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar. | |
Uzlet | Yalnızlık | Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. | |
Ayn-Ze-Mim (2) | + | ||
Azim/Azm | Kararlılık | Bütün bunlarda, bu zatın yegâne azim ve gayesinin İslâmiyet nurunun ve Kur'ân hakikatlerinin dünyaya yayılması olduğu ve kendisinin de bir dellâl-ı Kur'ân vazifesini bütün hayatında ifa ettiği görülmektedir. | |
Azimet | Dini işlerde titizlik ve gayret | Hakikat nokta-i nazarında bu meselede azimet var, ruhsat var. | |
Ayn-Ze-Vav (1) | + | ||
Taziye/Ta'ziye | Başsağlığı dileme | Güzel ve tam yerinde bir tâziyename | |
Ayn-Sin-Be (1) | |||
Yasub/Ya'sub | Arı Kraliçesi/Beyi | Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan Kudret-i Fâtıra, beşeri nebîsiz bırakmaz. | |
Ayn-Sin-Ra (2) | + | ||
Asir | Zor | + | İşte bu yola kasden ve bizzat teveccüh eden için pek müşkül ve çok asîrdir. |
Usr | Zorluk | + | Bu adem-i fark, vahdette suhuletle yüsr, kesrette suubetle usrün bulunduğundan neş'et etmiştir. |
Ayn-Sin-Fe (2) | |||
İtisaf/İ'tisaf | Haksızlık | …ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın. | |
Teassüf | Doğru yoldan çıkma | Yani fıtrî bir tarzda olmalı; yoksa tasannu, tasalluf ve teassüf ve tekellüf olur, belâgatı kırar. | |
Ayn-Sin-Kef (2) | |||
Asakir | Askerler | Ey şanlı asakir-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i mazlumeyi ve mukaddes İslâmiyeti iki defa büyük vartadan tahlis eden muhteşem kahramanlar! | |
Asker | Ordu mensubu | Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. | |
Ayn-Sin-Lam (1) | + | ||
Asel | Bal | + | …pek kıymetli, nurlu ve hikmetli, serâpâ nur olan hakaik derslerinden derin mânâlı, şirin lezzetli, asel-i musaffâ nev'inden ekmel eserlerini almakla bahtiyar, cevap takdimine muvaffak olamamakla bedbahtım. |
Ayn-Şın-Ra (12) | + | ||
Aşair | Aşiretler | Hürriyetin üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrutiyet-i meşruayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için… | |
Aşr/Aşer (Aşere) | On | + | Mektubunda Letâif-i Aşereyi sual ediyorsun. |
Aşirat | Aşireler | Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikaların âşirâtı adedince "Mâşaallah, bârekâllah, lâ ilâhe illâ Hû" söyle. | |
Aşire/Âşire/Aşiren | Onuncu; Saatin onuncu dereceden alt birimi | Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. | |
Aşiret | Kabile | + | Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. |
Aşr/Aşir | Kur'an'dan bir bölüm (genelde 10 ayet); 10 günlük süre | Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşri, şu Kur'ân maşrık-ı nuru. | |
Aşure/Aşura | Muharremin 10. Günü ve bu günde çok çeşitli malzemelerden yapılan çorba/tatlı; aşure gibi karışık parçalardan oluşan kısım | Ve bir parça aşure çorbasını dahi yine o ev sahibesine verdi. | |
İşret | (İçkili) sohbet | Evet, ben işretten divane olmuştum. | |
Maşer/Ma'şer | Cemaat | + | Evet, biz Ehl-i Sünnet Vel Cemaat ma'şerleri, yani cemaatleri ve toplulukları bu meselede ehl-i i'tizala şöyle hitap ederiz ki: |
Mişar/Mi'şar | Onda bir (Binde bir diyenler olmuştur) | + | Eğer zaafını anlayıp dua etse, aczını bilip istimdat etse, metalibine öyle muvaffak olur ve makasıdı ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle, öşr-ı mi'şarına muvaffak olamaz. |
Muaşeret | İyi ilişkiler | Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. | |
Öşr/Öşür | Onda bir; Tarım ürünlerinden verilen onda bir zekat | Öşür, şer'î zekâttır. | |
Ayn-Şın-Kaf (6) | |||
Aşak/A'şak | Daha aşık | İbn-ül Farid a'şak, o a'ref Muhyiddin'den, daha ileri gitti, ümmetin itabından, ondan geride kaldı, kusuruna bakılmaz. | |
Aşık/Âşık | Çok seven | Çünkü, dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi bekà vermek ister. | |
Aşk | İleri derece sevgi | Muzaaf meyil ihtiyaç, muzaaf ihtiyaç aşk, muzaaf aşk incizaptır. | |
Maşuk (Maşuka) | Aşk ile sevilen, sevgili; Esma | Hem kâinat kalbindeki ciddî aşk, bir Mâşuk-u Lâyezâlîyi gösterir. | |
Taaşşuk | Aşık olma | Bütün nev-i insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş. | |
Uşşak | Aşıklar | Ne olur, Habib-i Kibriyâya benim de kendisinin hizmetine intisabım için ve Onun uşşâkının asgarı ve hikmet ve nurunun dellâlı olmaklığım için yalvarsan, ah! | |
Ayn-Şın-Vav (1) | + | ||
İşa'/İşâ | Yatsı namazı | + | İşâ vaktinde ki, o vakit gündüzün ufukta kalan bakıye-i âsârı dahi kaybolup gece âlemi kâinatı kaplar. |
Ayn-Sad-Be (5) | + | ||
Asab/A'sab | Sinirler | Elbette, o zîhayatın vücudunu teşkil eden hüceyrât ve küreyvât ve âzâ ve âsab, bilbedâhe Onun kabza-i ilim ve kudretindedir. | |
Asabi | Sinirli | Hassas asabilerde daha galiptir. | |
Asabiyet | Sinirlilik; taraftarlık | …Ebu Talib'in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. | |
Mutaassıb/Mutaassıp | Tutucu | Hakikaten Amerika'da, siyasete âlet değil, belki dini, din için mutaassıbane iltizam edenler çok vardı. | |
Taassub/Taassup | Tutuculuk | Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallitlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki, sathî şüphelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. | |
Ayn-Sad-Ra (4) | + | ||
Asar/A'sar | Asırlar | Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a'sârın meb'uslarından her asrın meb'usları içinde bulunur bir meclis gördüm. | |
Asr | Zaman; Yüzyıl; Sure adı; İkindi vakti | + | Asr zamanı ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem Âhirzaman Peygamberinin (aleyhissalâtü vesselâm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve in'âmât-ı Rahmâniyeyi ihtar eder. |
Muasır | Aynı asırda yaşayan | Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim,ey Muhammed (a.s.m.) | |
Usare | Özsu, şıra | Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, burhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar. | |
Ayn-Sad-Mim (3) | + | ||
İsmet | Masumluk | …iffet ve ismetin en âlî örneklerini yaşatarak sabûrâne, mütehammilâne, her nevi mahrumiyetlere göğüs germek suretiyle… | |
İtisam/İ'tisam | Günahlardan sakınma | …Zât-ı Ehad ve Samed olan Cenab-ı Rabbi'l-Âlemin Hazretlerine Tevhid ile tam i'tisam eyle. | |
Masum/Ma'sum | Günahsız | Mâsumların ve ümmî ihtiyarların noksan yazılarında iki fâide var: | |
Ayn-Sad-Vav (1) | + | ||
Asa/Asâ | Değnek; birlik | + | Halbuki, Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı âsâya sebebiyet verecektir. |
Ayn-Sad-Ye (3) | + | ||
Asi/Âsi | İsyan eden | İşte bu hadsiz şikâyete hakları olan mevcudat namına, o mevcudatın Sultanı, şu âsi beşerden azîm şikâyet eder. | |
İsyan | Karşı gelme | + | Evâmir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. |
Masiyet | Günah | + | Madem ki dünyada filcümle bu lâzım, sırf tabiat-ı mâsiyet için terettüp ediyor. |
Ayn-Dad-Vav (2) | + | ||
Aza/A'za | Organ, üye | Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. | |
Uzuv | Azalar | Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. | |
Ayn-Tı-Ra (2) | |||
Attar | Güzel koku satan | O iki ismin râyiha-i tayyibesiyle ve çok hoş kokularıyla, dünya güzel kokular alır, attar dükkânı gibi râyiha-i tayyibe verir. | |
Muattar | Güzel koku verme | …güya dünyayı ışıklandıracak bir Nur fabrikası ve mazi ve istikbali râyiha-i tayyibesiyle muattar edecek bir gül fabrikası semâdan bizim imdadımıza gönderilmiş… | |
Ayn-Tı-Şın (1) | |||
Atş | Susuzluk | O hakaik-i azîme ki, bütün dünya halkının eşedd-i ihtiyaç ve atş ile, sabırsızlıkla, mütereddid, mütehayyir, "Acaba bir âb-ı hayat bulacak mıyız?" diye bir hâlette iken, … | |
Ayn-Tı-Fe (8) | + | ||
Atf/Atıf | İlişkilendirme, yollama | Zira İbni Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için, hikâyet tarikiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir. | |
Atıf/Âtıf | Bağlayan | …yani, birinci cümledeki manayı bu cümle ile bitiştirmeye dair olan vav-ı âtıftır | |
Atuf | Çok acıyan Allah (esma) | Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Lâtif, yâ Atûf, ya Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin | |
İstitaf/İsti'taf | Yardım isteme | Evvel istîtafkârâne önümüze bakarız. | |
Matuf/Ma'tuf | Yönelik | Her türlü riyâdan âri ve hiçbir maddî menfaate mâtuf ve müstenid olmayan, Allah rızası yolunda Kur'ân namına ve Risaletün-Nur'a hizmet gayesine mâtuf… | |
Münatıf/Mün'atıf | Bağlı | Esbab-ı zahiriyenin vaz'ındaki hikmet ise: İzhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan dest-i kudret, perdesiz daire-i esbaba mün'atıf olan nazara karşı, zahiren umur-u hasiseyle mübaşeret ve mülâbeseti görülmemektedir. | |
Müteatıf | Birbirine bağlanmış | …iki müteatıfın (birbirine atıflı iki cümle veya kelimenin) arasındaki münasebete binaen… | |
Taattuf | Acıma, bağış | Beyanı bedîdir, taattuf değil. | |
Ayn-Tı-Lam (5) | + | ||
Atalet | Boşta kalma | …gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur'un hizmeti zararına bir atâlet, bir fütur ve tevakkuf başlar. | |
Atıl | Boşta | …dine hizmet eden, bu uğurda türlü fedakârlıklara katlananları nazar-ı âmmede kötülemek, halkın sevgisini çürütmek için hücuma geçiyorlar; ta ki dine hizmet edenleri âtıl vaziyete getirip, dinî inkişafa mâni olsunlar;… | |
Muattal (Muattala) | Terk edilmiş | + | O burçlar boş ve muattal ve işsiz kalmışlar. |
Muattıl | Allah'ı veya sıfatlarını kabul etmeyen | Şimdi, ey biçare cahil, gafil, muannid, muattıl! | |
Tatil/Ta'til | Allah'ın sıfatlarını inkar; ara verme, durdurma | Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta'tildir, Allah'ı inkârdır. | |
Ayn-Tı-Vav (6) | + | ||
Ata/Atâ | Lütuf, ihsan | + | Atâ, kazâ kanununu; kazâ da, kaderi bozar. |
Ataya | Lütuflar, atiyyeler | Demek onun nağamât-ı hazînesi, hayvanî teellümattan gelen teşekkiyat değil, belki atâyâ-yı Rahmâniyeden gelen bir teşekkürattır. | |
Atıyye/Atiyye | İhsan | Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir. | |
İta/İ'ta | Verme | Meselâ, ilmin i'tâsı, mânen ameli emrediyor; zekânın i'tâsı, ilmi emrediyor;… | |
Muti/Mu'ti | Veren Allah (Esma) | Bu şeye Mu'tî ismiyle, bilerek onun hacatını i'ta eylediği gibi; aynı o zat, Mani' isminin iradesiyle de onu zararlı şeylerden men'eder. | |
Teati | Karşılıklı alıp-verme | Birgün divan-ı riyasette, elli-altmış meb'us içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa,… | |
Ayn-Zı-Mim (13) | + | ||
Azam/A'zam | Daha büyük, en büyük | + | …herhalde en a'zam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak;… |
Azamet | Büyüklük | Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. | |
Azim | Büyük | + | Hallâkıyet ve tasarrufat-ı İlâhiyeden gayet azim bir hakikatı, muazzam ve muhteşem kanunlarla beyan ediyor. |
Azm | Kemik | + | Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhimden halk-ı cedîde, yani insan suretine inkılâbı, gayet dakik düsturlara tâbidir. |
İstizam/İsti'zam | Büyük görme | Yoksa isti'zam ile üflense şişer, merak edilse ikileşir. | |
İzam/İz'am | Büyütme | …madem bu kadar geniş bir sahada ve meselemizi pek ziyade i’zam ile hükûmeti telaşa düşürenler,… | |
İzam/İzâm | Büyük | Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar. | |
Muazzam (Muazzama) | Büyük | Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı | |
Muzam/Mu'zam | En büyük kısım | Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. | |
Taazzum/Teazzum | Büyüklük taslama | Hem Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade olmalarını emreder. | |
Tazim/Ta'zim | Ululama, büyüklüğünü kabul | Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. | |
Teazum | Gözde büyütme | …sana ağırlık vermedikleri gibi ağırlık vermezler ve teazum edip istib'ad da edilmezler. | |
Uzma | Büyük | Elbette bir Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir. | |
Ayn-Fe-Ra (1) | + | ||
İfrit | Güçlü bir cin taifesi | + | …sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mâni olunmamak için, bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhîden niyaz etmiş. |
Ayn-Fe-Fe (2) | + | ||
Afif | İffetli | İnsanların sîreten ve sûreten en cemîli ve en halîmi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevâzıı ve en afîfi ve en cevâdı ve en kerîmi ve en rahîmi ve en âdili;… | |
İffet | (Cinsel açıdan) Ahlaklı | …nefsin fıtraten serbest bırakılmış olan kuva-ı selâsesini ifrat ve tefritten kurtarıp hikmet, iffet, şeceâtı tazammun eden adalet noktasına sevkeder. | |
Ayn-Fe-Nun (3) | |||
Müteaffin | Çürümüş | Müteaffin maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşarat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi,… | |
Taaffün/Teaffün | Çürüyüp kokuşma | Yani, deniz karma karışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti. | |
Ufunet | Çürük kokusu | Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kàfile-i beşer düşe kalka gidiyor. | |
Ayn-Fe-Vav (6) | + | ||
Afiyet | Sıhhat, esenlik | İllet olmazsa âfiyet zevksizdir. | |
Afv/Af | Bağışlama | + (İhtiyaç fazlası mal anlamında) | Afv eyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! |
Afuv/Afüv | Affeden, Esma | + | Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zalemeye şerik olur. |
İstifa | Ayrılmak, affını istemek | …eğer iman-ı âhiret yardım etmeseydi, bir gün dayanmak, ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeye sevk edecekti. | |
Mafuv/Ma'fuv | Affedilmiş | Madem ki elimizde ma'fuv olduğumuza dair senedimiz yok. | |
Muafi | Afiyet veren Allah (Esma) | يَا كَرٖيمُ / يَا مُعَافٖى | |
Ayn-Kaf-Be (11) | + | ||
Akab (Akabinde, Der-akab) | Sonra(sı) | Üstad Bediüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbinin Akabinde İstanbul'da Biraderzadesi Abdurrahman İle Birlikte | |
Akib/Âkib | Sonrası | Lâkin âkıbetü'l-âkıbe, her dem yine hakkındır. | |
Akıbet | En sonu | + | Mâsiyetin ekseriya dünyada olan âkıbeti bir emâre-i hadsiyedir ki, cezasında bir ikab vardır. |
Akib/Akîb | Sonrası | + (Ökçe anlamında) | Garibdir ki bu surenin akibinde olan… |
İkab | Azap | + | Âkıbet, ikaba delildir; hadsen onu gösteriyor. |
Muakib | Takip eden | …o Nurların ekmek gibi evlerimize girmelerine vasıta olan hizmetinizin muakiblerinin binler değil, yüz binler değil, milyonları aştığını da ayrıca işitiyoruz, şahit oluyoruz. | |
Müteakib | Peşisıra | Nitekim müteakip asırların yetiştirdiği birçok zevât-ı âliye, bütün müşküllerini Kur'ân'la halletmişler, aradıklarını Kur'ân'da bulmuşlar. | |
Takib/Takip/Ta'kib | Arkasından gitme | Çünkü, tâkib ettiğim yol, akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur. | |
Teakub | Art arda olma | İnsanın zihni ve lisanı ve sem'i, cüz'î ve teâkubî oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz'îdir. | |
Ukab | Kartal | Gûl kaptı veya ukab kuşu kaptı | |
Ukba | Ahiret | + | Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk |
Ayn-Kaf-Dal (9) | + | ||
Akaid | Akideler | Fakat aklı başında olanlar, fikren, onların esas-ı akaide münâfi olan mânâlarını kabul edemez. | |
Akd/Akid/Akit (Akdetme) | Sözleşme (yapma); düğümleme | Ey ehl-i hall ve akd! | |
Akide | İnanç | Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle ister. | |
İnikad/İn'ikad | Kurulma | Evet, müteahhirin in'ikadı, mütekaddimin teşekkülüne vabestedir. | |
İtikat/İtikad/İ'tikad | İnanç | Çünkü bin mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikatsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüş. | |
Mutekid/Mu'tekid | İnançlı | Ta o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mûtekid Müslümanlardır. | |
Ukad | Düğümler | …o esrar ve ahvalin ukad-ı hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber,… | |
Ukde | Düğüm | + | Hattâ denilebilir ki, o cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye herbirinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. |
Unkud | Salkım | AB Lemeat | |
Ayn-Kaf-Ra-Be (1) | |||
Akrep | Zehirli bir hayvan; saatte yelkovanın küçüğü | …ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misillü, kubbe-i semâda kameri zamanın saat-i kübrâsına bir akrep yapmak,… | |
Ayn-Kaf-Kaf (1) | |||
Ukuk | Anne-babaya karşı gelme | Kebâir çoktur; fakat ekberü'l-kebâir ve mûbikat-ı seb'a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid'alara taraftar olmaktır. | |
Ayn-Kaf-Lam (6) | + | ||
Akıl/Akl | Düşünme cihazı | Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu. | |
Akıl/Âkıl | Aklını kullanan | Âkıl odur ki, "Huz mâ safâ, da' mâ keder" kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalble gider. | |
Makul/Ma'kul (Makule) | Akla uygun | Hiçbir cihet-i imkânı olmayan ve imtinâ derecesinde müşkilâtlı ve hiçbir cihette mâkul olmayan şirk ve küfür yoludur. | |
Taakkul | Akıl erdirme | Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir. | |
Ukala | Akıl erbabı | Bütün ukalâ, turuk-u tabirde ihtilâflarıyla beraber melâikenin mânâ ve hakikatinin vücuduna icmâ-ı mânevî ile ittifak etmişlerdir. | |
Ukul | Akıllar | Mahbub-u kulûb, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu. | |
Ayn-Kaf-Mim (2) | + | ||
Akamet | Kesinti | …din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkûr, muzır ve habis faaliyetlerini akamete dûçar ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını, param parça etmiş ve köküyle kesmiştir… | |
Akim | Kesintiye uğramış | + (kısır anlamında) | Zira hizmetlerini akim bıraktı veya zarar verdi. |
Ayn-Kef-Sin (5) | |||
Aks/Akis | Yansıma | İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. | |
İnikas/İn'ikas | Yansıma | Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in'ikâsı ve ifâzası var: | |
Makes/Ma'kes | Yansıma yeri, ayna | …yani bu zevât-ı kudsiye, o mânânın mazharı, mir'âtı ve ma'kesi hükmündedirler. | |
Makus/Ma'kus (Makuse) | Ters dönmüş | Fakat vaziyet mâkûse olursa, kaziye de mâkûse olur. | |
Münakis/Mün'akis | Yansıyıp geri dönen | …ve akis, ayn-ı mün'akis olmak üzere keşfedip, başka mertebeyi düşünmeyerek, "Lâ mevcûde illâ Hû" diyerek, yanlış etmişler. | |
Ayn-Lam-Cim (2) | |||
İlaç | Deva | …ve bâhusus avâm-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur'ân'ın i'câzıyla ve geniş yaralarını Kur'ân'ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. | |
Mualece | İlaç verme, işe girişme | …Kàdir-i Mutlak o derece suhulet ve sür'atle ve muâlecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halk eder ki, yalnız sırf bir emir ile îcad eder gibi görünüyor, fehmediliyor. | |
Ayn-Lam-Kaf (9) | + | ||
Alak | Sure adı; asılı şey | + | Meselâ, Sûre-i Alâk'ta hurufu yüz küsur demiş. |
Alaka (Alak) | Döllenmiş yumurta | + | Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azm ve lahme, azm ve lahmeden halk-ı cedide intikal, gayet dakîk desatire tâbidir. |
Alaka/Alâka | İlgi | Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. | |
Muallak (Muallaka) | Asılı, boşlukta | + (Ne evli ne bekar anlamında) | Sonra o muallak olan mânâlar harfî (tâlî) ve hevâîdirler. |
Muallakat | Kabeye asılı şiirler | Kur'ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâğat göstermiş ki, Kâbe'nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediplerin "Muallâkat-ı Seb'a" nâmıyla şöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki,… | |
Müteallik | İlgili | Mesela, hatâlı bir adama müteallik, biçare ihtiyar valide ve pederi ve mâsum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirâne adâvet etmek, şefkatin esasına zıttır. | |
Taalluk | Alakalı olma | Zannedildiği gibi, irade-i külliyenin bir defa müsebbebe, bir defa da sebebe ayrı ayrı taallûku yoktur. Ancak, müsebbeple sebebe bir taallûku vardır. | |
Taallukat | Yakınlar, akraba; taalluklar | …her suretle himayeye lâyık, bakılmaya muhtaç, akraba ve taallûkatı olmayıp sırf bir İslâm hükûmetin himayesine muhtaç bir İslâm mütefekkiridir. | |
Talik/Ta'lik | Asma; Erteleme | Ben başımın üstünde onu bir levha-i hikmet olarak tâlik etmişim. | |
Ayn-Lam-Lam (5) | |||
Alil | Hasta | …Risale-i Nur şakirtlerinin merkezi olan Şükrü Efendinin köşkünün komşusu seksen yaşında muhterem Alil Osman Çavuş namında bir zât, | |
İllet/İlle | Temel sebep/Hastalık | Bu namazın kasrına bir illet ve bir hikmet var. | |
Malul/Ma'lul | Sakat, hasta; sebep olunan | Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet, maluliyet giremez. | |
Taallül/Teallül | Bahane arama | …ehl-i kitabın: "biz zaten mü'minleriz, iman etmiş kimseleriz, iman etmeyenler iman etsin" diye olan özür ve bahaneler yolundaki teallül, kaytarma yollarını da kapamak üzere bir tansisdir, bir açıklık getirmedir. | |
Talil/Ta'lil | Sebep gösterme | Bu ل, ya sıladır, bir mânâyı ifade etmez veya ta'lil ve sebebiyet içindir. | |
Ayn-Lam-Mim (19) | + | ||
Alamet | Nişane | + | …ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebep, birtek insanın yüzündeki hâtem-i vahdâniyete icad cihetiyle el uzatamaz. |
Alem | Simge | Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler, mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. | |
A'lem/Alem | Daha iyi bilen/bilir; Esma | Allahu a'lem, bunun bir te'vili şudur ki:… | |
Âlem/Alem | Dünya | + | İşte şu âyet, pek âşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmı tavsif eder. |
Alim/Âlim | Bilgin | + | Âlim olsun, âmi olsun, her kim ona ve onlara baksa, kat'iyen diyecek ki,… |
Alim/Alîm | Esma, her şeyi bilen Allah | + | Sonra, "Senin Rabbin Alîm ve Hakîmdir," der. |
Allam | Esma, her şeyi hakkıyla bilen Allah | + | Ey Fâtır-ı Kàdir, ey Fettâh-ı Allâm, ey Fa'âl-i Hallâk |
Allame | Derin alim | …Üstadımız define-i ulûm ve fünûn, bedîü'l-beyan allâme-i Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile birlikte haşretsin. | |
Avalim | Âlemler | Evet, âlem-i süflînin mânevî destgâhları ve küllî kanunları, avâlim-i ulviyededir. | |
İlam/İ'lam | Bildirme, bildirilen şey | + (dağ anlamında) | Malûmu ilâm, bahusus müşâhed olursa, abestir. |
İlm/İlim | Bilgi | + | Çünkü müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, malûma tâbidir. |
Malum/Ma'lum | Bilinen | + | Çünkü müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, malûma tâbidir. |
Muallim | Öğretmen | Merhum Muallim Cudi'nin kasidesi mübarektir. | |
Muallem | Bilgili, eğitimli | + | Seferberlikte, bir taburda, biri muallem, vazifeperver, diğeri acemî, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. |
Müteallim | Öğrenen | Hadsiz şükür olsun ki, bir muallim terhis edildi, onun bedeline iki Hasan ve iki Mustafa ve üç muallim ve bir çalışkan müteallim, vazifeleri içinde Denizli kahramanının vazifesini görüyorlar. | |
Taallüm | Öğrenme | Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. | |
Talim | Öğretme | Vazifeperver nefer talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayınatını hiç düşünmezdi. | |
Ulema | Alimler | Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görünmüyor? | |
Ulum | İlimler | Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. | |
Ayn-Lam-Nun (3) | + | ||
Alenen | Açıkça | …Allah'ı inkâr eden insanlar alenen ve tefahurla dolaştığı… | |
Aleni | Açık olarak | Şu halde tevafukat-ı gaybiye, bir keramet-i aleniye olarak endamını nurlarda izhar ediyor. | |
İlan/Îlan/İ'lan | Duyurma | Şu âlem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve envâiyle Lâ ilâhe illâ Hû diye tevhidi ilân ediyor. | |
Ayn-Lam-Vav (16) | + | ||
A'lâ/A'la | En yüksek, en iyi | + | …birden bire Kur'ân-ı Azimüşşan, yüksek belâgatiyle, harika fesahatiyle mele-i a'lâdan yeryüzüne indi. |
Ali/Âlî/Âli | Yüksek, yüce | + | Bu harika zâtın yüzer zâhir ve bâhir kat'î mu'cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden,… |
Aliyy | Esma (En yüce olan) | + | Evet, سُبْحَانَ اللّٰهِ cümlesi, Vâcib-ül Vücud, Aliyy-ül Azîm olan Allah'tan abdin ve mümkinin bu'duna bakıyor. |
İla/İ'la | Yükseltme, yüceltme | Her bir mü'min i'lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. | |
İlave | Ek | Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. | |
İlliyin/İlliyun | Cennetin en yüksek derecesi | + | …insanı ve bütün mahlûkatı, esfel-i sâfilîn olan fenâ-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten, âlâ-yı illiyîn olan kıymete, bekàya, ulvî vazifeye, mektubat-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor. |
İstila/İsti'la | Yükseltme | …ve vakt-i merhununa kadar imtidadına ve ibadullahi's-salihînin istirahat ve isti'lâsına medar ve müessir olacak yine sensin. | |
İtila/İ'tila | Yüksek dereceye çıkmak | Kur'ân'ın ifadesindeki sadelik ve berraklık, Müslümanlığın intişar ve i'tilâsını bilâ-tevakkuf temâdi ettiren sâik kuvvet olmuştur. | |
Mualla | Yüksek, yüce | Acaba, maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberrâ;… | |
Müteal | Yüce, büyük; Esma | Ey Mutasarrıf-ı Fa'âl ve ey Feyyâz-ı Müteâl,… | |
Müteali/Mütealî | Yükselen, yüce | + | Dinî nice bin işte o olmuş müteâlî |
Teala | Namı büyük (Esma) | Bu kudsî ve ruhî rabıta, biiznillâhi teâlâ, dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. | |
Teali | Yükselme | …küçük bir mikroba mağlûp olan bu küçük insan, terbiye-i Kur'ân ile ne kadar teâli ediyor. | |
Ulüvv/Uluvv | Yücelik, yükseklik | + | Belki ehl-i hidayetin ihtilâfı, ulüvv-ü himmetin sû-i istimalinden ve ehl-i dalâletin ittifakı, himmetsizlikten gelen zaaf ve aczdendir. |
Ulvi (Ulviyet) | Yüce | Kur'ân'ın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belâğati, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. | |
Ulya | Yüce | Onda bir mahkeme-i kübrâ, bir mâ'dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır. | |
Ayn-Lam-Ye (1) | + | ||
Alâ/Ala (Aleyhi) | Üzerin(d)e | + | …en âzamî bir mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî Sallallahu Aleyhi Vesellem göstermiştir. |
Ayn-Mim-Dal (8) | + | ||
Amden | Kasten | Sizin o misâkı terk etmeniz, amden değil; belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir. | |
Amud | Sütun | Bu ise, yerin, zeminin küreviyetiyle ve şer'an kıble Kâbe-i Mükerremenin üstü tâ Arşa kadar ve altı ferşe kadar bir amûd-u nuranî olması, küreviyetle istikbal-i erkânda bulunabilir. | |
İmad | Direk, esas | + | Öyle de: Milletlerin, izzetinin imadı,/ hem de tarz-ı hayatı, bir mizanla tartılır. |
İtimad/İ'timad | Güven | İtimad ettiğim mühim üstadlarımın mektuplarının başlarında istimal etmeleridir. | |
Mutemed | Güvenilir | İşte gizli düşmanlarım, bunun gibi, bu fikirlerinden istifade ederek, mutemed hizmetçilerimi dağıtmakla fırsat bulup beni zehirlediler. | |
Mutemid/Mu'temid | Güvenen | Sizi idam-ı ebedîden ve dünyevî ve uhrevî cehennemlerden kurtaran Kur'ân'ın himayeti altına mü'minâne ve mutemidâne giriniz… | |
Taammüd | Bilerek suç işleme | …onların, yollarda halk içinde mü'minlere mülakatlarını taammüd ettiklerine işarettir. | |
Umde | Prensip, nokta | …son celse-i muhakemede esasa dair beş umdeyi hâvi tahriri takdim ettiğim ikinci itiraznamem ve son müdafaatımda… | |
Ayn-Mim-Ra (8) | + | ||
İmar | Yapma | …ve muhafaza-i âhiretle beraber imâr-ı dünya etmekle sa'ye neşat veren… | |
İmaret | Bayındırlık, memurluk | + | …her asırda dahi hem kıyamet kopacağını, hem dünyanın devamını düşünebildiği için, hem dünyanın fâniliğinde hayat-ı bâkiyeye, hem hiç ölmeyecek gibi imaret-i dünyaya çalışabilir. |
Mamur/Ma'mur | İmar/tamir edilen | + | …belki esmâya ve âhirete bakan iki yüzünü, esmâ ve âhiret için sevmiş ve ibadet-i fikriye ile o yüzleri mamur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibadet etmiş. |
Mimar | İmar eden | Nasıl ki, meselâ Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve san'atına tâbi olmazlarsa,… | |
Muammer | Uzun ömürlü | + | Fîmâba'd, Rabbim uzun ömürler ihsan etsin, muammer, ebedî şifa ve deva ve inayetler ihsan buyursun. |
Ömür | Hayat | + | Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. |
Tamir/Ta'mir | Onarma | İşte, şu temsil gibi; dünya sarayının, şu kâinat şehrinin tahrip ve tamiri için muktazi var. | |
Ümran/Umran | Mutluluk ve medeniyet | Âlemlere devr-i umrân;/Asr-ı nüzul-i Furkan gibi. | |
Ayn-Mim-Kaf (4) | + | ||
A'mak/Amak | Derinlikler | Ecel, neam, evet, cevher-i insaniyet a'mak-ı vicdanın dibinde enîn ve hanîn edip bağıracak: | |
Amik/Amîk | Derin | + | Binlerle dâhi ve yüz binlerle müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikat-ı amîkalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesâil-i imaniyeyi ispat ediyorlar. |
Tamik/Ta'mik | Derinleştirme | Dikkat ettim ve tahkik ve tâmik ettim. | |
Umk | Derinlik | Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. | |
Ayn-Mim-Lam (10) | + | ||
Amal/Âmâl | Ameller | Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, sizlere, yazanlara ve yardım edenlere herbir harfine mukabil bin rahmet eylesin ve binler meyve-i Cennet ihsan etsin ve yüzer hasenat defter-i amâlinizde yazdırsın. | |
Amel | İş, davranış | + | Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. |
Amele | İşçi | İşte bu nevi amelelerin sair amelelere bir riyaset ve nezaretleri var. Onların derecat ve rütbelerine göre, derece derece maaşları var. | |
Ameliyat | Operasyon | Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. | |
Amil/Âmil | Yapan, işleyen | + | Ve keza, ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. |
İmal/İ'mal | Yapma, üretme | Şimdi şarkta müthiş bir silâh imal ediliyor. | |
İstimal/İsti'mal | Kullanma | O acip ve nâzik âletleri gayet daracık evinde ve küçücük haşin tarlanda istimal edip kıracaksın, ateşe atacaksın. | |
Mamul/Ma'mul/Mamül | Yapışmış şey | Ben ise bütün Avrupa'ya boykot yapıyorum; onun için yalnız memleketimin maddî ve mânevî mâmulâtını giyiyorum" buyurmuştur. | |
Muamele | Davranış | Ve o muameledeki terakki zembereğinin hareketi, mücahede ile olur. | |
Müstamel | Kullanılan | Namaz tesbihatının âhirinde Şâfiîlerde gayet müstamel ve meşhur bir salâvat olan… | |
Ayn-Mim-Mim (10) | + | ||
Ami (Amiyane) | Okumamuş | Birisi âmiyâne tevhiddir ki, "Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür" der. | |
Amm/Âmm | Genel, umumi | Âmm, hâssa delâlât-ı selâsenin hiçbirisiyle delâlet etmez. | |
Amme | Sure adı; Sıradan halk, umumi | Adeta, ders aldığı Amme cüz'ünü birtek şekerlemeye satan havâi bir çocuk gibi,… | |
Ammi | Amca | + | Nis'li Kureyşîlerden Ahmed Kureyşî, muhterem pederiyle ve ammizadesi Ahmed ile Nurların has nâşir ve talabelerinden olması,… |
Avam | Sıradan halk | Cemaat, avamdır. Avam ise, hakaikı çıplak olarak göremez, ancak onlarca malûm ve me'lûf üslûp ve elbise altında görebilirler. | |
Eamm | Daha umumi | …sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel… | |
İmame/Amame | Sarık | Tac, "amâme," yani sarık demektir. | |
Taammüm | Yaygınlaşma | …o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususî kaldığından… | |
Tamim | Yaygınlaştırma | Yani, semâ kaydıyla yapılan tahsis, tamim içindir. | |
Umum (Umumi) | Tüm, hepsi | Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz. | |
Ayn-Mim-Ye (4) | + | ||
Ama/Âmâ/A'mâ | Kör | + | Şu ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddit, hem birbirinden haberi yok, hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü a'mâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir. |
Amya | Kör | …şu bütün akılları hayrette bırakan nakş ve san'at-ı bediada tahayyül ettikleri tesadüf-ü amyâ ve bütün hikemin şehâdâtına rağmen… | |
Muamma | Bulmaca, gizem | Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır,… | |
Teami | Görmezden gelme | Mücâzâtın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini tesellî eder. | |
Ayn-Nun (1) | + | ||
An | -'den, -'dan | + | An'aneli senedin faidesi nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, "an filân, an filân, an filân" derler? |
Ayn-Nun-Be-Ra (1) | |||
Anber/Amber | Balıktan çıkan güzel koku | Gariptir ki, bazı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye yüzüne gözüne bulaştırır. | |
Ayn-Nun-Dal (8) | + | ||
Anud (Anudane) | Çok inatçı | …dinî mukaddesata karşı mürtedâne, mütemerridâne, anûdâne mücadele eder. | |
İnad/İnat | Israr, ayak direme | O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. | |
İnd (İndinde) | Yan(ında), nezd(inde) | + | Hakaik-i imaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır. |
İndi/İndî | Sübjektif, kendince | …esefle karşılanan haksız ve indî bir hüküm ve karara uğrayan safhaya aittir. | |
Muannid | İnatçı | Zira, tarafgir bir muannid, kendi a'mâl-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. | |
Müteannid | İnat eden | Madem Kur'ân-ı Hakîmin feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye, Kur'ân'ın himmetine güveniyorsun… | |
Taannüd | İnat etme | Acaba nev-i beşer şekavetiyle o fünunların şehadetini cerh ve istikra-i tâmmı nakz ve iptal ve meşiet-i İlâhiyesinin karşısında temerrüd, taannüde muktedir olacak mıdır? | |
Teanüd | İnatlaşma | Veya menfidir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki, tenakürle teanüdün sebebidir. | |
Ayn-Dal-Lam-Be (veya Ayın-Nun-Dal-Lam?) (1) | |||
Andelib/Andelip | Bülbül | Meselâ bir ahırda atın kişnemesini işiten bir adam, yüksek bir sarayda andelibin terennümünü, güzel sadâsını işitir. | |
Ayn-Nun-Sad-Ra (2) | |||
Anasır | Unsurlar | Kur'ân'ın anâsır-ı esasiyesinin şu dört maksatta temerküz ettiği anlaşılıyor. | |
Unsur | Element, öğe; aynı soydan kişiler | İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur. | |
Ayn-Nun-Ayn-Nun (1) | |||
Anane/An'ane | Gelecek; rivayet zincirini sıralamak | An'anesi zaman-ı Sahabeden başlayarak gelmiş. | |
Ayn-Nun-Fe (1) | |||
Ta'nif/Tanif | Şiddetle azarlama | Şimdiki rüesâya tevbih ve ta'nifte hakkım yoktur. | |
Ayn-Nun-Kaf (3) | + | ||
Anka | Hayali bir kuş | Ve medeniyetin muşa'şâ bu kadar mehasininden, sizin anka-i meşrebâneniz sizi müstağnî etmiştir. | |
Müteanika | Birbirinin boynuna sarılı | …uzun boğumları mütenasika ve müteşaib, dalları müteanika, meyve ve semeratı mütenevvia olan bir şecere-i hakikat sana tasvir eder. | |
Teanuk | Birbirinin boynuna sarılma | Biri, kâinatın heyet-i mecmuasındaki teâvün, tesanüd, teânuk, tecâvübden tezahür eden sikke-i kübrâ-yı Ulûhiyettir ki, Bismillâh ona bakıyor. | |
Ayn-Nun-Kef-Be (1) | |||
Ankebut | Örümcek; Sure adı | …o sûreye "Ankebût" namı vermek ve onun ehemmiyetsiz ağına ehemmiyet vermek tam yerinde olup, bu âyete gelen şüphe ve evhamları esasıyla reddettiğini gördüm. | |
Ayn-Nun-Vav (9) | + | ||
İnayet | Yardım | Şimdiye kadar mükerrer tecrübelerle bu gibi hâletlerimde, inâyet-i İlâhiye imdadıma yetişiyordu. | |
İtina/İ'tina | Titizlik göstermek | Adeta bir neferin kemâl-i itinâ ile teçhizat ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın? | |
Malayani | Boş | Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir. | |
Mana/Ma'na | Anlam | Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi,… | |
Manevi | Mana ile ilgili | Belki Kur'ân'ın mu'cize-i mâneviyesinin tereşşuhatı ve lem'alarıdır ki,… | |
Meani/Maani | Manalar | Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba-ı Risaletten alınmıştır. | |
Muanven | Unvanlı | Risale-i Nur Külliyatından el-Mesneviyyü'l-Arabî ile muanven büyük Üstad'ın cihanbaha pek kıymettar şu eserini de Allah'ın avn ve inayetiyle Arabîden Türkçeye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. | |
Unvan/Ünvan | Lakab | Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu unvan ile ibraz ediyorum. | |
Yani/Ya'ni | Demektir ki… | Yani, "Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. | |
Ayn-He-Dal (8) | + | ||
Ahd/Ahid/Ahit | Söz | + | Öyle bir ahd etmişim ki, re'sü'l-mâli de kaybetsem mesleğimden dönmeyeceğim. |
Mahud/Ma'hud | Sözü geçen, belirli | Maahâzâ, sâbıkan zikirlerinden bir mâhudiyet çıkar. | |
Muahede | Sözleşme | …eski Harb-i Umumîde İslâmiyet düşmanları galebe çalmakla, muahede şartlarını, dünyayı dine tercih rejimi mebdeine tevafuk ediyor. | |
Muahid | Anlaşmalı | Hıristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. | |
Müteahhid/Müteahhit | Taahhüd eden | Kardeşimiz Müteahhit İsmail Efendi, Hilmi Beyle hususî olarak her zaman görüşmekte olduğundan,… | |
Taahhüd | Söz verme | Herbir zîhayatın rızkı taahhüd-ü Rabbânîsi altında olduğundan, açlıktan ölmek olmamak lâzım gelir. | |
Uhde | Sorumluluk, üstlenme | Zira uhdesinden gelmediğim çok vazifeyi bana yükletiyor. | |
Uhud | Ahidler | Yani, sahife-i âlemde yaratılan delâil, uhûd-u İlâhiye hükmündedir. | |
Ayn-Vav-Cim (1) | + | ||
İvicac/İ'vicac | Eğri-büğrülük | Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet, maluliyet giremez. İ'vicacâtı yoktur. | |
Ayn-Vav-Dal (14) | + | ||
Adat/Âdât | Adetler | Âdât ve muamelâttaki Sünnet-i Seniyye ise, ittibâ ettikçe, o âdât, ibadet olur. | |
Adet/Âdet | Düzenli yapılan şey | …hem yerlerine gayet yüksek âdetleri, güzel ahlâkları tesis eden bir zât harikulâde olmaz mı? | |
Adeta | Sanki | Adeta herbir şey bütün eşyaya hükmediyor. | |
Adi/Âdi | Sıradan | + (Dönen anlamında) | Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin, müşir makamının evâmirini tebliği gibi, ben de mânevî bir müşiriyet makamının evâmirini tebliğ ediyorum. |
Adiyat | Değersiz /sıradan) şeyler; Sure adı (Soluk soluğa koşan atlar anlamında) | Felsefe-i insaniye, gayet harikulâde mu'cizât-ı kudret-i İlâhiyenin mu'cizât-ı rahmeti üstüne âdiyat perdesi çeker. | |
Aid/Ait | İlişkin | Risale'tü-Nur'a Ait Dört-Beş Kerâmetten Bahseder | |
Avdet | Dönme | Bediüzzaman'ın Rusya Esaretinden Dönüşte Aldığı "Vatana Avdet" Belgesinin Arka Yüzü | |
İade | Geri verme | Bil ki, ekseriyetle Fâtır-ı Hakîmin âdetidir: Ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor. | |
İd/Îd | Bayram | + | Îd-i saîd-i fıtrînizi tebrik ve bilvesile dest ve dâmen-i kerimanelerini öperim. |
İtiyad | Alışkanlık | Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş. | |
İyadet/Iyadet | Hasta ziyareti | Hastalara bir merhem, bir teselli, mânevî bir reçete, bir iyâdetü'l-marîz ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır. | |
Mead/Maad | Dönülecek yer, Ahiret | + | …mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve takdim, tehir, târif, tenkir ve hazf, zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki,… |
Mutad/Mu'tad | Adet edinilen, adet üzere | Bekir Ağa, mutadının hilâfı olarak, pek gülşen yüzlü idi. | |
Öd | Bir ağaç | …orada yedi defa gül yağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın. | |
Ayn-Vav-Zel (6) | + | ||
Euzu | Allah'a sığınırım; Euzu billahimineşşeytanirracim | Şeytanların bu müthiş tahribatına karşı en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve "Eûzü billâh" demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. | |
İstiaze | Allah'a sığınma | + | Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. |
İyaz (El-iyazu billah) | Sığınma, sığınılacak yer | Sonra, halkı da kendisine kıyas eder, esbabı da o kıyasa dahil eder, büyük bir şirke düşer. El-iyâzü billâh! | |
Maaz (Maazallah) | (Allah) korusun | + | Bugünkü muvaffakiyete sebep olan ihlâs kalkarsa, maâzallah, o zaman çok vahîm neticeler tevellüd eder. |
Muavvizeteyn | Felak ve Nas Sureleri | Nurlarıyla kara kalbimi nurlandırmış olduğunuz Mektubat'ınızdan, i'câz-ı Kur'ânîden İhlâs-ı Şerif, Muavvizeteyn, Fatiha-i Şerif surelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösterir,… | |
Neuzu/Neuzü (Neuzu billah) | (Allah'a) sığınırız | …o mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mabudiyet derecesine çıkarır –neûzü billah– Allah’ı inkâr etmek vartasına yol açar. | |
Ayn-Vav-Ra (7) | + | ||
Ar/Âr | Utanma | Evet, Asr-ı Saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi! | |
Ariyet | Emanet | Belki Risale-i Nur'un mânevî bir ismiydi; zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. | |
A'ver/Aver | Bir gözü kör | Deccal-misal dehâ-yı a'ver, bir dâr ile bir hayatı anlar, maddeperest olur ve dünyaperver. İnsanı yapar birer canavar. | |
Avra | Tek gözlü, kör | Şu ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddit, hem birbirinden haberi yok, hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü a'mâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir. | |
Avret | İnsanda örtülmesi gereken yerler | + | Dünyada sun'î libasın hikmeti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve ziynet ve setr-i avrete münhasır değildir. |
İstiare | Emanet almak; bir kelimenin manasının geçici olarak farklı kullanmak | Zira birinci âyette olan istiâre-i bedia o derece hararetlidir ki, buz gibi olan cümudu eritir. | |
Müstear | Emanet alınmış | Kusurumu müstear hamallığıma bağışlamalı. | |
Ayn-Vav-Dad (2) | |||
İvaz | Bedel, karşılık | Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor, sâfi ve ivazsızdır. | |
Taviz/Ta'viz | Tarihçe-i Hayat'ın neşrolunmaması için eski partinin mühim adamları, büyük bir tâvizle eski partinin bazı memurlarını bu hatâya sevk etmişler. | ||
Ayn-Vav-Kaf (2) | + | ||
Avaik | Engeller | Avâik müdahale edemez. | |
Tavik/Ta'vik | İlerlemeye engel olma | Ve madem her yerde hazır ve herşeye müteveccih olur; öyle ise mevcudat ve vesâit ve ecram Onun ef'âline mümânaat etmez, ta'vik etmez; belki hiç lüzum yok. | |
Ayn-Vav-Lam (2) | + | ||
Aile (Kökü Ayn-Vav-Ye de olabilir) | Çoluk-çocuk, familya | Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir. | |
İyal (Kökü Ayn-Vav-Ye de olabilir) | Geçimi üstlenilenler | Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor; muaraza edilseydi kurtulurlardı. | |
Ayn-Vav-Nun (11) | + | ||
An | Çok kısa süre; Şu | Meselâ, Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u İlâhîde, haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Âzamın önünde secdeye gider,/An şart ki, suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen... | |
Avan/Âvân | Anlar | Ve zuhr zamanında—ki o zaman gündüzün kemâli ve zevâle meyli ve yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü ve meşâğilin tazyikinden muvakkat bir istirahat zamanı… | |
Avane/Avene | Avânesi ise, enbiya aleyhimüsselâmdır. | ||
Avn | Yardım | …rumuzat-ı Kur'ân'a avn-i Hakla vâkıf, müdakkik, muarrif, mübeşşir Üstadımdan şunu öğrenmek istiyor ve bunu kalben cidden çok arzu ediyorum... | |
İane | Yardım | …ve bu tarzda imdad ve iâne-i gaybiye, acaba güneş gibi bir Mürebbî-i Hakîm-i Zülcelâli, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemâli göstermiyor mu? | |
İstiane | Yardım isteme | …herşey ve her zîhayat Ondan istiâne eder, medet bekliyor,… | |
Muavenet | Yardım | Muavenet eli(ni) kabul etmek ayrıdır. Adavet eli(ni) öpmek de ayrıdır. | |
Muavin | Yardımcı | …kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. | |
Muin | Yardım eden, Esma | Tasarruf-u kudretin vüs'ati, vesâit ve muinleri reddeder | |
Müstean | Kendisinden yardım istenen (Esma) | + | …Mâbud ve Müsteân olan Hâlıka giden yolu göstermek lâzımdır ki, sizinle gelebileyim. |
Teavün | Yardımlaşma | İşte, kâinatta câri olan teavün-ü umumî, seyyarattan tâ zîhayatın âzâ ve cihazat ve zerrât-ı bedeniyesine kadar kemâl-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile; … | |
Ayn-Ye-Be (4) | + | ||
Ayb/Ayıp/Ayıb | Kusur, utanılacak şey | Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. | |
Meayib | Kusurlar | Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. | |
Ta'yib/Tayib | Ayıplama | Şâirin dediği gibi, fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri tâ'yip ediyorlar … | |
Uyub | Ayıplar | Cenâb-ı Hak, Settârü'l-Uyûbdur; hasenat seyyiata mukabil gelse, affeder. | |
Ayn-Ye-Ra (2) | + | ||
Ayar/A'yar | Derece | Hem de istikrarsız, mütegayir ve mütegayyir, birbirine mükezzib fen ve felsefe nazariyatı; tarik ve menbaca ayrı olan vahyin nususuna ayar olamaz, mehenk olamaz. | |
Mi'yar/Miyar | Ölçü | Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek mi'yar, dâvâsını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler. | |
Ayn-Ye-Sin (1) | + | ||
İsa (İsevi) | Peygamber | + | …büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak … |
Ayn-Ye-Şın (5) | + | ||
Ayyaş | İçkici | Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. | |
İaşe | Beslenme, geçindirme | Ve o iaşe, ihyâ fiilleri içinde, aynı zamanda o zîhayatın cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müşahede olunuyor. | |
Maaş | Geçinilecek şey (aylık) | + | İşte bu nevi amelelerin sair amelelere bir riyaset ve nezaretleri var. Onların derecat ve rütbelerine göre, derece derece maaşları var. |
Maişet | Geçim | + | Maişet cihetinde kanaat ve iktisat beni ihtiyaçtan kurtarıyor. |
Taayyüş/Teayyüş | Yaşama, geçinme, beslenme | …insanın ehl-i sevâhil kısmının kısm-ı âzamının medar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevâhil olmayan kısmının medar-ı taayyüşleri, ziraatle, öküzün omuzundadır ve mühim bir medar-ı ticareti de balıktır. | |
Ayn-Ye-Kaf (1) | |||
Ayyuk | Pek yüksek bir yıldız | Onlara reva görülen zulüm, işkence, şeytanları bile dehşete düşürdü, ayyûka çıktı, vahşet halini aldı. | |
Ayn-Ye-Lam (Bkz. Ayn-Vav-Lam) | |||
Ayn-Ye-Nun (10) | + | ||
Ayan/Ayân | Açık | …zümre-i tuğyana kahr ve şiddetle ders-i ibret verecek pek münasebetli sözler, mevzuu bahis âsârda ayân-beyan görülmektedir. | |
Ayan/A'yan | Gözler; belli şeyler; meclis azaları | Böyle meclis-i meb'usan ve a'yan ve vükelânın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım. | |
Ayn (Ayniyet) | Göz; pınar; (ta) kendisi; Ayın harfi; güneş | + | …Arapça hem çeşme, hem güneş, hem göz mânâsında olan ayn kelimesi,… |
Aynı/Ayn/Aynen/Aynısı | (Ta) kendisi | Aynı halde Kerîm ismi dahi tecellî ediyor, yuvasını tezyin eder. | |
İn/În | Ceylan gözlü | + | …belki yetmiş süslü hulleleri birbiri üstüne giymiş bir hûri'l-în, belki, yetmiş lâtif, ziynetli perdelere sarılmış bir gül goncası gibi pâk ve temizdir. |
Muayene | Kontrol, gözden geçirme | Raporda, Said Nursî'nin, yapılan muayene neticesi, ne karadan, ne denizden ve ne de havadan Samsun'a gitmeye vücudu tahammül edemeyeceği yazılı idi. | |
Muayyen | Belli | Demek, hakikatte hem ecel muayyen ve mukadderdir,… | |
Müteayyin | Belirli hale gelmiş | Hem taayyünler ve hususiyetler, önceden yapılmış kaplar ve kalıplar gibi değildir ki, tâ o taayyünün kalıbı, müteayyin olan kimseye in'amın yüzünü çevirip kazandıran bir şey olsun. | |
Taayyün/Teayyün | Belirlenme | Belki ehl-i dünyanın ve ehl-i siyasetin ve ehl-i mektep gibi hayat-ı içtimaiyenin tabakatına dair birer muayyen vazife ile ve has bir hizmet ile meşgul taifelerin, cemaatlerin ve cemiyetlerin vazifeleri taayyün edip ayrılmış. | |
Tayin/Ta'yin | Belirleme, atama | Tayin ve tabirine olan acz, vücuduna halel getirmez. |
Ğayn (غ) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Ğayn-Be-Ra (3) | + | ||
Gubar | Toz | Değildir; belki mesâib-i dehrin gürültüsünden ayakları altından çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır. | |
İğbirar | Kırılma, gücenme | Bundan Necid ahalisinin Hulefa-i Raşidîn'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr, seciyelerine girmişti. | |
Muğber | Gücenmiş, küskün | Mesmuatıma göre, bu halden muğber olanlar yalan ve asılsız bir surette isnadatta bulunmuş. | |
Ğayn-Be-Tı (1) | |||
Gıbta | İmrenme | Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. | |
Ğayn-Be-Nun (1) | + | ||
Teğabun/Tegabün/Teğabün/Tegabun | Sure adı; Birbirini aldatms | + | (Rumuzat Semaniye) |
Ğayn-Be-Ye (2) | |||
Gabavet | Anlayışsızlık | Meselâ kuvve-i akliyenin fesat ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabâvet ve cerbezeden müberrâ olarak,… | |
Gabi | Anlayışsız | Kim bir şeyde çok tevaggul etse, galiben başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. | |
Ğayn-Dal-Ra (3) | + | ||
Gaddar | Acımasız | Gayr-ı meşru muhabbetin âkıbeti, mükâfatı, mahbubun gaddârâne adavetidir. | |
Gadr/Gadir | Haksızlık, acımasızlık | Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbete ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o dua o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizliktir ve şenî bir gadirdir. | |
Mağdur | Haksızlığa uğramış | Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti. | |
Ğayn-Zel-Vav (2) | |||
Gıda | Yiyecek | Gıda olarak mahlûkata, bilhassa hayvanata taksim edilen rızıklara dikkat lâzımdır ki, bu rızık vakt-i muayyeninde yetişir, vakt-i ihtiyaçta sevk edilir. | |
Tegaddi/Tagaddi | Beslenme | Günde elli gram ekmekle ve bir çanak çorba ile tagaddi eden bu büyük adam, yaşıyorsa, ancak Kur'ân ve imana hizmet için yaşıyor. | |
Ğayn-Ra-Be (9) | + | ||
Garabet | Gariplik | Fâil vacip ve vahid olduğu takdirde, ne külfet var, ne de garabet var. | |
Garaib | Gariplikler | …kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehâsini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garaibi müştemil,… | |
Garb/Garp (Garbi) | Batı | + | …hem denizle beraber Şark, Garp, Şimal, Cenup, bu yüzdeki ve Yeni Dünya yüzündeki malûm yedi kıt'ası,… |
Garip | Gurbette olan; acayip | Evet, Kur'ân'ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. | |
Guraba | Garipler | Hem bizlere Kur'ân ve Hazret-i Peygamber (a.s.m.) emrediyor: تَعَاوَنُوا gurabâya muâvenet... | |
Gurbet | Vatandan uzaklık | İşte, şu gurbet içinde ayrı diğer bir daire-i gurbet açıldı. | |
Gurub/Gurup | Güneşin/Yıldızın batması | + | Gurub eden güneşin ertesi sabah yeniden tulû edeceği kat'iyetinde o iki Söz ispat etmişler ki, şu dünyanın mânevî güneşi olan hayat dahi, harab-ı dünya ile gurubundan sonra, haşrin sabahında bâki bir surette tulû edecektir. |
İstiğrab/İstiğrap | Garipseme | Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. | |
Mağrib | Akşam; batı | + | Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pek çok mahlûkatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet iptidasındaki harabiyetini ihtar ile tecelliyât-ı celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder. |
Ğayn-Ra-Ra (2) | + | ||
Gurur | Kendine güvenme | + (Aldatma anlamında) | Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. |
Mağrur | Gururlu | Deccalın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan, surî, cebbârâne olan hâkimiyetine ulûhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. | |
Ğayn-Ra-Ze (1) | |||
Gariz (Gariziyye) | Yaratılış | Evet, on beş yaşından kırk yaşına kadar, hararet-i gariziyenin galeyanı hengâmında ve hevesât-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında,… | |
Ğayn-Ra-Sin (1) | |||
Gars | Dikme | …o âdât-ı seyyienin yerine başka âdât ve ahlâk fidanlarını gars etmesi… | |
Ğayn-Ra-Dad (2) | |||
Ağraz | Garazlar | Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağrâz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse… | |
Garaz/Garez | Kötü niyet, kasıt | Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir. | |
Ğayn-Ra-Kaf (5) | + | ||
Garik | Batmış, boğulmuş | Cenâb-ı Hak sana, sabr-ı cemîl ihsan ve o merhumeyi de garik-ı rahmet eylesin. | |
Gark | Boğulma, batma | + | Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim |
İstiğrak | Dalma, batma | S: Vahdetü'l-vücudu nasıl görüyorsun? Elcevap: Tevhidde istiğraktır. | |
Müstağrak | Dalmış, batmış | Hükemâ ve zaîfü'l-itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar etmişler ve müstağrak olmuşlar ki, fehm-i ulûhiyetten uzaklaştılar. | |
Müstağrik | Daldıran, batıran | Ruhu müstağrik, sürur ve hubur eder. | |
Ğayn-Ra-Mim (1) | + | ||
Gurema | Alacaklılar | Câbir, pederinin asıl malını guremâya verdi, kabul etmediler. | |
Ğayn-Zel-Vav (4) | + | ||
Gaza | Din uğruna savaş | Hem, nakl-i sahih-i kat'î ile, Gazâ-i Bedir'den evvel ferman etmiş: | |
Gazavat | Gazalar | Sahabelerin gazevâtına dair Kürtçe Kavl-i Nevâlâ Sîsebân namında bir destan vardı. | |
Gazi | Savaşa katılmış | Çünkü, nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır; ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, birtek gazi olur;… | |
Gazve | Din uğruna savaş | …ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadîsin ihbarıyla, Gazve-i Bedir'de, şu âyet haber veriyor ki: | |
Ğayn-Sin-Lam (2) | + | ||
Gasil/Gasl | Yıkama | Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer'an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. | |
Gusül/Gusl | Boy abdesti | Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer'an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. | |
Ğayn-Şın-Şın (1) | |||
Gış | Hile, aldatma | Zihnimi sâfi bırakıp, gıll ü gıştan âzâde olarak, Kur'ân-ı Hakîmin feyzini, olduğu gibi almaya vesile etti. | |
Ğayn-Şın-Vav (3) | + | ||
Gaşiy/Gaşy | Kendinden geçme | Gerek Şerif Efendi ve gerekse Hikmetü'l-İstiâze ve besmele sırrını okuyan diğer arkadaşlar duydukları hazz-ı mânevîden gaşy olmuşlardır. | |
Ğaşiye | Sure adı; cehennem ateşi | + | (Rumuzat-ı Semaniye) |
Gışavet | Örtü, perde | + | Senin elini tutup hazine-i hakaike götürmekten evvel, vaad ettiğim birkaç meseleyle acele edip basar-ı basiretinize gışavet ve perde olan hayalâtı def edeceğim. |
Ğayn-Sad-Be (3) | + | ||
Gasıb (Gasıbane) | Gasbeden | Biri, padişahı bilmez, o yerlerde gàsıbâne, sârıkane tavattun etmek ister. | |
Gasp/Gasb | Zorla alma | + | Senin bir cüz-i ihtiyar ın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrinle tenkis ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp ediyorsun. |
Mağsub | Gasba uğrayan | Ve mağsub olmalı veyahut mevhub olmalı? | |
Ğayn-Sad-Sad (1) | + | ||
Gussa (Boğazı tıkayan anlamında) | Sıkıntı, tasa | + | Birden, elîm bir hadise yüzünden bir sene gam ve gussa çekti. |
Ğayn-Sad-Nun (3) | |||
Ağsan | Dallar | Tûbâ-yı hilkatten semâvât şıkkına/Hep kehkeşan ağsânına, | |
Gusn/Gusun | Dal | Kuvve-i gadabiye gusnundan firavunlar, nemrutlar çıkmıştır. | |
Gusun/Gusûn | Dallar | Hadis-i şerifte varid olduğu gibi, her âyetin birer zâhir ve bâtın ve her zâhir ve bâtının birer had ve muttalaı ve her had ve muttalaın çok şücun ve gusunu vardır. | |
Ğayn-Dad-Be (3) | + | ||
Gazab/Gazap/Gadab/Gadap | Öfle | + | Allah'ın gazabından fazla gazap edilmez. |
İğdab | Öfkelendirme | O ferdi irzâ etmekte, o bin hikmetin iğdâbı vardır. | |
Mağdub | Gazaba uğramış | + | Evvelki iki yolun mağdub ve dâllîn yolu; hatarları pek çoktur, kıştır daim güz, yazı. |
Ğayn-Dad-Fe-Ra (1) | |||
Gazanfer/Gazenfer | Kahraman | Bunlardı veren hasta, alîl gözlere bir fer,/Bunlardı o tarihe geçen şanlı gazanfer. | |
Ğayn-Tı-Vav (1) | + | ||
Gıta | Perde, örtü | + | Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa, hatt-ı şâkul ile senin gözünün şuâsı, namazın herbir hareketinde ayn-ı kıbleyle temas ve musafaha edecektir." |
Ğayn-Fe-Ra (7) | + | ||
Gaffar/Ğaffar | Affeden Allah (Esma) | + | Hem kudret, Rezzak, Gaffar, Muhyî, Mümit gibi sıfât-ı fiiliyenin mercii ve mizanıdır. |
Gafir/Gafîr | Kalabalık | Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan'ın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin nefiy ve ittifakı sukut eder. | |
Gafur/Ğafur | Affeden Allah (Esma) | + | İşte, bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakkın Gafûr, Rahîm gibi iki ismi, tecellî-i âzamla ehl-i imana teveccüh ediyor. |
Gufran | Allah'ın affetmesi | + | Cenâb-ı Allah, mâh-ı gufrânın kudsiyeti hürmetine, kusurlarımızı af ve mağfiret eylesin. |
İstiğfar | Af dileme | + | Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. |
Mağfiret | Allah'ın affetmesi | + | Afv eyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! |
Mağfur | Affı için dua edilen | İnşaallah, müstecap olan duanızla Allahü Zülcelâl, Risale-i Nur hizmetinde ümit ve arzu ettiğim neticeye vasıl, merhum ve mağfur Abdurrahman gibi âhir nefeste iman ve tevfik… | |
Ğayn-Fe-Lam (4) | + | ||
Gafil | Gaflet içinde olan | + | Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir. |
Gaflet | Habersizlik, düşüncesizlik | + | Ey şek cephesinde, gaflet gölgesinde istirahate çekilen biçare! |
İğfal | Aldatma | Hileli adam kendini sevdirir, kendini çekmez. İğfal ve aldatmaya daima çalışır. | |
Tegafül | Bilmez görünme | Faraza kabul etse de, tegafül-ü ani's-Sâni sebebiyle hâsıl olan ıztırarla kabul edebilir. | |
Ğayn-Lam-Be (10) | + | ||
Ağleb | Çoğu | Ekser-i hükemanın Garpta ve Avrupa'da zuhuru ve ağleb-i enbiyanın Şarkta ve Asya'da tulûları kader-i ezelînin bir işaret ve remzidir ki, Asya'da hâkim, galip, din cereyanıdır. | |
Ağlebi/Ağleben | Çoğu zaman | Demek, nasıl ki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavânin, daima veya ağleben bâki kalıyor. | |
Galebe | Yenme | …bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor, meydandadır. | |
Galib/Galip | Yenen | + | Hilkat-i âlemde maksud-u bizzat ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve kemâldir. |
Galiba | Çoğu zaman, tahminen | Galiba müsait vakit bulamadıklarından, yazıp gönderemediler. | |
Kalabalık | İnsan çokluğu (Galebelik kelimesinden bozularak) | Birgün âlem-i menamda bir sahrada gezerken, birçok kalabalık ahalinin içine girdim. | |
Mağlup/Mağlub | Yenilen | + | Amma şer ve kubh ve bâtıl ise, tebeîye ve mağlûbe ve mağmuredirler. |
Mütegallib | Zorba | Sual: Mütegallip başlar, kendi kendilerine düştüler. | |
Tağlib | Bir kelimeyi alakalı başka manayıda içerecek şekilde kullanma | Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur. | |
Tegallüb | Zorbalık | Halbuki bu Cumhuriyetler devrinde tahakküm ve tegallübü kaldırmak düsturu var. | |
Ğayn-Lam-Tı (3) | |||
Galat | Yanılma | Bil ki, galat-ı his nev'inden, gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. | |
Mağlata | (Yanıltmak için söylenen) saçma söz | Bu ise, deveran sırrıyla mağlâta-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir. | |
Tağlit | Yanıltmak | Evet mesleği nefs-i hak ve mezhebi ayn-ı sıdkdır. Hak ise tedlis ve tağlit etmekten müstağnidir. | |
Ğayn-Lam-Zı (1) | + | ||
Galiz | Çirkin, kaba | + (Katı, ağır anlamında) | "Şeytanla Münazara" namındaki Birinci Mebhastaki, Şeytanın mesleğine ait bazı tabirat çok galiz düşmüş. |
Ğayn-Lam-Fe (1) | + | ||
Gılaf/Kılıf | Koruyucu örtü | Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misalîsi vardır. | |
Ğayn-Lam-Kaf (2) | + | ||
İğlak | (Manaca) Kapalılık | Kezâlik, bu risalelerin ibarelerindeki işkâl ve iğlâkın, keyif için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. | |
Muğlak | Kapalı | Zira, mesail gayet derin ve arkları uzun ve ibare ise gayet muhtasar ve muğlak ve Türkçem de epeyce noksan ve müşevveş, ve vaktim dahi dar, ben de acele, sıhhatim muhtel, başım nezlelidir. | |
Ğayn-Lam-Lam (1) | + | ||
Gıll | Hileli olma, aşırı kin | + | Zihnimi sâfi bırakıp, gıll ü gıştan âzâde olarak, Kur'ân-ı Hakîmin feyzini, olduğu gibi almaya vesile etti. |
Ğayn-Lam-Mim (2) | + | ||
Gılman | Gulamlar, Cennet hizmetçileri | Biri hûri ve gılmanın çirkin bir taklidi, diğeri azap ve zindan suretine girecek | |
Gulam | Genç, delikanlı, hizmetçi, köle | + | Fütuhu'l-Gayb kitabında 'Yâ gulâm!' tâbir ettiği bir talebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. |
Ğayn-Lam-Vav (3) | + | ||
Gala/Galâ | Pahalılık | Yağmur kesildi, kaht ve galâ başgösterdi. | |
Gali/Gâlî | Pahalı, kıymetli | Beşerin ise mâhiyeti ulvî, kıymeti gâlî, nazarı âmm, kemâli hadsiz, lezzeti, elemi kısmen daimîdir. | |
Guluvv | Aşırılık | …lakin dört cihetiyle antika olduğundan ve antikalık, guluvv-u kıymetin yerini tutmakla;… | |
Ğayn-Lam-Ye (2) | + | ||
Galeyan | Taşkınlık | Ehl-i dalâletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anâsır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini,… | |
Gulat | Aşırı bağlılar, taşkınlık edenler | İddiacı, eski zamanda Ehl-i Sünnete karşı Hasan Sabbah, Bâtıniyyûn mezhebiyle ve Şeyhü'l-Cebel bir galat-ı Şia tarîkıyla meydana çıkıp siyasî sarsıntı vermeleri gibi,… | |
Ğayn-Mim-Ze (1) | + | ||
İğmaz | Göz yumma | Uyûbundan iğmâz-ı ayn et. | |
Ğayn-Mim-Dad (3) | + | ||
Ağmaz | (Anlamca) çok derin | Demek müteşabihat dahi istiârâtın en ağmaz kısmıdır. | |
Gamız/Gamiz/Gâmiz/Gâmız | Anlaşılması güç, derin | Şu sırr-ı gàmızı iki temsille fehme takrib ediyoruz. | |
Gumuz | Derinlikler | Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. | |
Ğayn-Mim-Ra (1) | + | ||
Mağmur (mağmure) | Adı silinmiş, harap olmuş | Amma şer ve kubh ve bâtıl ise, tebeîye ve mağlûbe ve mağmuredirler. | |
Ğayn-Mim-Ğayn-Mim (1) | |||
Gamgama | Haykırma, savaşanların bağırtısı, mırıldanma | Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra'dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz. | |
Ğayn-Mim-Mim (3) | + | ||
Gam | Tasa, keder | + | İmanî hizmetinizde kazandığınız ebedî sevaplar ve ruhî ve kalbî faziletler ve sevinçler, şimdiki geçici ve muvakkat gamları ve sıkıntıları hiçe indirir kanaatindeyim. |
Gumum | Gamlar | İhvanımla ma'an gumum ve hümûmumu sürur ve hubura tebdil eyle. | |
Mağmum | Gamlı | …mağmûm kalbimi tesrir ve müteessir vicdanımı tenvir… | |
Ğayn-Nun-Mim (4) | + | ||
İğtinam | Fırsat (ganimet) bilmek | Fakat ne çare ki, iğtinam edebildiğim kısacık vakitlerde zihnimi safîleştirip Nurların karşısına, dolayısıyla Kur'ân'ın mu'cizeleri mecmuasına… | |
Ganem | Koyun | + | Süleyman’dan, selim anlar/Ganemden de halîm anlar |
Ganimet | Savaş kazancı | Cihad, dinî de olsa, kâfirlerin çoluk çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganimet olabilir; Müslümanlar, onları kendi malikiyetine dahil edebilir. | |
Mütegannim | Koyun postuna bürünmüş | …o bir müteşeyyih-i müteevviğdır, bir zi'b-i mütegannimdir. | |
Ğayn-Nun-Ye (8) | + | ||
Ağniya | Zenginler | + | Evet, heyet-i içtimaiyedeki intizamın şartı, tabakat-ı beşer birbirinden uzaklaşmamak, tabaka-yı havas tabaka-ı avamdan, taife-i ağniya taife-i fukaradan ayrılmasın ki, sıla-i rahim kopmasın. |
Gani/Ganiyy | Zengin; her şeye sahip olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah (Esma) | + | Sonra, o Ganiyy-i Mutlakın, servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı, fakr ve hacetlerini izhar edip,… |
Gına | Zenginlik; şarkı | Hem fakr-ı mutlak ve kuruluk içinde bir gınâ-yı mutlakın tezahürâtı var: /…öksüz bir yetimin muzlim bir hüzünle ümitsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile,… | |
İğna | İhtiyaç duymama | Ve aynı zamanda, ehl-i kitaptan -bir kısmının- Kur'ana karşı gösterdikleri iğna, yani ihtiyaç duymazlık ellerini ağızlarına dönderip hayretlerini celbettirsin... | |
İstiğna | Allah'tan başkasına el açmama | Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,/Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ. | |
Muğni | Müstağni eden, zengin kılan (Esma) | + | Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; herşeyin anahtarı Ondadır. |
Müstağni | İstiğna eden | Hem de şürekâya hiçbir ihtiyaç olmadığı ve kâinat onlardan müstağni-yi mutlak oldukları halde, şerik-i ulûhiyet gibi, rububiyet ve icad şerikleri dahi mümtenidirler, vücutları muhaldir. | |
Teganni | Şarkı söyleme | …ve her an bu masnuatının lisanıyla medh ü senasını teganni ettiren bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki parmak uzatabilsin. | |
Ğayn-Vav-Se (5) | + | ||
Ağisna | Bize yardım et | "Ağisnâ yâ Gıyâse'l-Müstağîsîn" bir duası, | |
Gavs | Yardım eden | Biz Âl-i Beyt'ten her kûrbet ve şiddet zamanında birer Gavs çıkıp imdat ediyoruz. | |
Gıyas | Yardım eden; yardım çağrısı | "Ağisnâ yâ Gıyâse'l-Müstağîsîn" bir duası,/Sen dahi, biçare nefsim, İbrahimvâri لاَاُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ gıyâsını çek, kurtul. | |
İstigase/İstiğase | Yardım isteme | Ve keza, hiçbir şeyi dualarıma, istigâselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. | |
Mustağisin | Yardım isteyenler | "Ağisnâ yâ Gıyâse'l-Müstağîsîn" bir duası, | |
Ğayn-Vav-Ra (4) | + | ||
Gar | Mağara | + | Hem de en hatarlı makamlarda (Gârda gibi) tarik-i halâsı mefkud iken;… |
Garet | Yağmalama | Ye'cüc ve Me'cüc, ehl-i garet ve fesad ve ehl-i hadâret ve medeniyete, ecel-i kaza hükmünde iki tâife-i mahlûkullahtır. | |
Gavr | Çukur dibi | Yani, "Vefa, gavr-ı in'idama çekildi. Tûfan-ı gadir feverana başladı. | |
Mağara | İn | + | "Eski zamanda mağaralara çekilen târiküddünyalar gibi, âhir ömrümde ben de bir mağaraya, bir dağa çekilip insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım. |
Ğayn-Vav-Ze (1) | |||
Gaz (Gazat) | Maddenin buhar hali; bu haldeki maddeler | Zira dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersip edip havayı tasfiye eder)… | |
Ğayn-Vav-Sad (1) | + | ||
Gavvas | Dalgıç | + | Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. |
Ğayn-Vav-Lam (2) | + | ||
Gaile | Büyük dert veren olay | Hulûsi'nin bir gailesi var diye hissediyorum. | |
Gul (Hayal gul, Gulyabani) | Hortlak | Felsefe-i beyan nazara alınmazsa, belâğat hurâfât gibi, hayal gul gibi, sâmie hayretten başka bir fayda vermez. | |
Ğayn-Vav-Ye (2) | + | ||
Gayya | Çukur | …âcizâne tefsirimde, gündoğudan günindiye doğru olan çayı, yani, gündoğudaki duayı almamış olsaydım, önümde, elinde sepetle giden adam gibi gayyâ kuyusuna gidecektim. | |
İğva | Azdırma | …nefislerinin hevâsına tâbi olarak, hem bozuk fıtratlarının iktizasını destekleyerek, şeytanlarının iğvâsıyla yaptıkları o çirkin halleri, gözlerine güzel göründüğünden terk edemediler. | |
Ğayn-Ye-Be (9) | + | ||
Gaib/Kayıp | Görülmeyen, bulunmayan | + | İnsanın gaibane olan aşağı mertebesinden, huzurun yüksek makamına çıkması ancak ibadet vasıtasıyla olduğuna işarettir. |
Gayb | Görülmeyen, idrak edilmeyen | + | …ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,… |
Gaybet | Hazırda bulunmama | Zamir-i mütekellimin yerine ism-i zâhirin gelmesi, tekellümden gaybete iltifattır | |
Gaybubet | Görünmeme | Bir matlup ki gurupta gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. | |
Gıyab | Arkası | İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, hakaretli sözler söylemişti. | |
Gıybet | Arkasından konuşma | Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. | |
Guyub | Gayblar | + | Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey Ondan gizlenemeyen Allâmü'l-Guyûba karşı edep nasıl olur? |
Mugayyeb (Mugayyebat) | Bilinmeyen | Mugayyebât-ı Hamseye dair Sûre-i Lokman'ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualiniz gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf, şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevaba müsait değildir. | |
Tegayyüb | Gözden kaybolma | Bu kabil dalalet ve gaflette olanlar ya mübarezeden mağlûp olurlar, ya ulviyeti hissedip tegayyüb ederler,… | |
Ğayn-Ye-Se (1) | + | ||
Mugis/Mugîs | Yardım eden Allah (Esma) | İşte, şu mesafe-i mâneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbî, Mugîs, Muhyî gibi esmâların matlaları görünüyor. | |
Ğayn-Ye-Dal (10) | + | ||
Ağyar | Başkaları | Meselâ ağyârın malı, ismet-i şeriye için haram olmuştur. | |
Gayr/Ğayr | (Olumsuzluk ekidir) Başkası, diğeri, dışında | + | Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler. |
Gayret | Çaba; yabancılardan koruma duygusu | Hizmetin kudsiyeti ve o hizmetteki zevk ve gayretindeki şevk, o acı hususî müşkülâta karşı gelir ve galebe eder tahmin ediyorum./Bu halden fazla bana tecrit ve tarassutlarıyla sıkıntı vermek ise, gayretullaha dokunup, bir belâya vesile olmasından korkulur. | |
Gayyur | Gayretli | Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette kimsesiz, ihtilâttan men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. | |
Mugayir | Aykırı | İşte, o iki halis tilmizin himmetlerinin birbirinden ne derece mütefavit ve mugayir olduğu bununla anlaşılır. | |
Mugayyir | Değiştiren (Esma) | + | Bu ise, hiç tagayyür etmeyen ve değişmeyen daim ve bakî bir Mugayyir'in vücub-u vücuduna delâlet eder. |
Mütegayir | Birbirine zıt | Cenâb-ı Hakkın, iktizâları, hükümleri mütegayir bazı esmâları vardır. | |
Mütegayyir | Değişen, değişken | Çünkü müteaddit şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. | |
Tagayyür/Tegayyür | Değişme, başkalaşma | Tagayyür, tebeddül, tecezzî, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberrâ, muallâ olan Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve takaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurâta sebebiyet verir ve telkinât-ı bâtılaya medar olur. | |
Tağyir | Değiştirme | Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve tağyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor. | |
Ğayn-Ye-Zı (1) | + | ||
Gayz | Öfke | + | Cehennem gibi bir azap memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması… |
Ğayn-Ye-Ye (3) | |||
Gai/Gaî (Gaiye/Gaiyye) | Gayeye ait | Vazifeye terettüp eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki, ona "ille-i gaiye" denilir. | |
Gaye | Amaç | İslâmın gayetü'l-gayesi olan "Tevhid" ve "Allah'a" iman esası, onun ve Risale-i Nur'un en büyük umdesidir. | |
Gayet | Pek çok | Fenn-i kimyadan sorulsa, "Bu küre-i arz nedir?" Diyecek: "Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir." |
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Fe (1) | + | ||
Fe | Takip edatı | + | Medeniyet, fazilet ve hürriyet âlem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey'en feşey'en hafifleşecektir. |
Fe-Elif-Dal (1) | + | ||
Fuad/Fuat | Kalp, Gönül | + | Şu bintül-fikri ve zâde-i tabiat ve semere-i fuad,... |
Fe-Elif-Ra (1) | |||
Fare/Fa're | Bir hayvan | Biri siyah renkte, diğeri beyaz renkte iki fare, o iki köke musallat olup kesiyorlar. | |
Fe-Te-Ha (11) | + | ||
Fatih | Fetheden | + | İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi'nin huzurunda, Haşmetli Padişah Fâtih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder: |
Fatiha | Kur'an'da Suresi; başlangıç | (Kur'an'da sure adı başlığında geçer) | Fâtiha-i Şerifenin bir muhtasar hülâsası |
Fettah (Fettâhiyet) | Allah'ın her şeyi açan anlamında ismi | + | Hem Fettâh ve Musavvir isimlerinin tecellîleriyle... |
Feth/Fetih | Fethetme | + | Binaenaleyh bilmiyorum, bu mes'ut hadiseyi şanlı bir zafer, şahane bir fetih, İlâhî bir kurtuluş, cihanşümul bir bayram diye mi vasıflandırayım? |
Fütuhat | Fetihler | Öyleyse, imanı tehlikeye mâruz her adama, bütün küre-i arzın saltanatından daha fâideli bir saltanat, bir fütuhat kazandıran Risaletü'n-Nur, | |
İftitah | Başlama | Daha sonra, münafıkların mü'minleri istihzaya alan hakaret-âmiz sözlerini dinleyen sami'in zihni, mü'minlerin de bunlara karşı mukabelelerini işitip almak beklerken, ayetin iftitahı, açılışı "Allah" lafzıyla olmuş olmasında;... | |
Mefatih | Anahtarlar | + | Eğer o kapı sana açılamadı; "Mefatîh-ül Gayb" olan İmam-ı Râzî'nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle. |
Meftuhane | (Medresede bir kitaba) başlarken verilen ziyafet. | Memleketimizde medrese talebelerinden birisi bir kitabı bitirse veya başlasa bir tatlı veya yemek meftuhane veya mahtumane diye vermek âdettir. | |
Miftah | Anahtar | Fakat hepsinin bir miftah ile açılması mümkündür. | |
Müfettah (Müfettahat) | Açılmış | + | İşte Kur'an cenneti "Müfettehatü'l-ebvab"dır; gir bak. |
Münfetih (Münfetiha) | Dil, üst damaktan ayrılarak söylenen harfler | Hece harflerinin mehmûse, mechûre, şedîde, rahve, müsta'liye, münhafıza, mutbika, münfetiha gibi çiftli cinslerinin herbirisinden yine nısıf almıştır. | |
Fe-Te-Ra (2) | + | ||
Fetret | 2 peygamber/hükümdar arasındaki süre | + | ...ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. |
Fütur | Usanç, gevşeklik | ...karşılaşmanız ihtimali bulunan tehlikeler dolayısıyla kat'iyen sarsılmayınız, fütur getirmeyiniz. | |
Fe-Te-Şın (2) | |||
Müfettiş | Teftiş eden | Müfettiş ve kapıcı olan zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir. | |
Teftiş | Araştırma | Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. | |
Fe-Te-Kaf (1) | + | ||
Fetk | Yarma, yarılma | Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izâle ve fetk ettik. | |
Fe-Te-Lam (1) | + | ||
Fitil | Pamuk şerit | Çünkü, nasıl ki dört beş adamdan, iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar. | |
Fe-Te-Nun (3) | + | ||
Fettan (Fettane) | Fesat veren | O sahhare-i fettâne, din ve namus fazilet, hissiyat-ı meâli... | |
Fitne | Karışıklık, fesat; imtihan | + | Amma fitne ateşleri âfet halini alan bu zamanda,... |
Meftun | Tutkun, şaşkın | + | ...İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhiler, şâşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden,... |
Fe-Te-Ye (3) | + | ||
Fetva | Sorunun şer'î cevabı | Anadolu aleyhinde çıkmış olan fetvâya ne dersin? | |
İstifta | Fetva isteme | İbni Hümam ve Fahrü'l-İslâm gibi zâtların ellerini tut, İmam-ı Şafiî'ye git, istiftâ et. | |
Müfti/Müftü | Fetva veren | ...ekser müftülerin ellerinde birer elmas kılıç hükmüne geçmeleri tarihine... | |
Fe-Cim-Elif (1) | |||
Füc'eten/Füceten | Ansızın | Füc'eten bir adam yanımda peydâ oldu. | |
Fe-Cim-Ra (4) | + | ||
Facir | Günahkar | + | Şu âlemde çok görüyoruz ki; zâlim, fâcir, gaddar gayet refah ve rahat ile ömür geçiriyor. |
Fecr/Fecir | Sabah | + | Firkatli ve gurbetli bir esarette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır |
Füccar | Günahkarlar | Amma, füccar ve eşrar olan diğer güruh ise, hadd-i bulûğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit,... | |
Fücur | Ahlaksızlık | + | ...kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak,... |
Fe-Cim-Ayn (2) | |||
Feci' | Çok acıklı | O altıncı asrın âhirlerinde Hülâgu felâketi gibi feci, dehşetli meşhur fitnenin... | |
Facia | Çok acıklı olay | ...gayet gaddârâne ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir. | |
Fe-Ha-Elif (1) | |||
Fehva | Anlam, mana | Van'da tesisine başlanan Medrese-i Zehranın tehiri, "Doktor hastaya elzemdir" fehvasıyla,... | |
Fe-Ha-Şın (4) | + | ||
Fahiş (Fahişe) | Fazla; ahlaksız (kadın) | + | Ve demiş: "Gecede tablalarla baklavalar, fâhişe ve namussuzlar yanına gidiyorlar." |
Fevahiş | Kötülükler; Fahişeler | Hattâ bazan hakikatların güneşine bakmakta iken, gözünün önünde; onlardan lerzedar olduğun çok rezail ve fevahiş ve şetimler yağdıran muzlim bulutlar geçmeye başlarlar. | |
Fuhş/Fuhuş | Ahlaksızlık | İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet, bunların hepsi Kur'ân tarafından en şiddetli sûrette takbih olunmuş ve bunlar reziletin ta kendisi tanınmıştır. | |
Tefahhuş | Ahlaksız olma | Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve serîütteessür olduğundan, | |
Fe-Ha-Lam (2) | |||
Fahl | Vasıta-yı nesil erkek hayvan | Bülbüle nahli, fahli, ankebut ve nemli, yani arı ve vasıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevâm ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyas et. | |
Fuhul | Önde gelen kişiler | Diğer hakâikini fuhûl-u ulemânın kitaplarına havale ederim. | |
Fe-Ha-Mim (2) | |||
Fahm | Kömür | Nuranî bir nar olur; bazı olur, bir nazar, fahmi elmas ediyor. | |
İfham | İkna edip susturmak | İşte, silsile-i hakaik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifham ve ilzama dair birtek cevher-i beyanîsini icmâlen beyan ettik. | |
Fe-Hı-Ra (7) | + | ||
Fahr/Fahir | Övünme, iftihar | Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir. Fahr olmasın, zaman-ı sabâvetimden beri üssü'l-esas-ı meslekim, ifrat ve tefritle hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlerine saykal vurmak idi. | |
Fahir/Fâhir (Fahire/Fâhire) | Kıymetli, şa'şalı, iftihar edilecek değerde | Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse... | |
Fahri | Ücretsiz, karşılıksız | ...hamiyet-i İslâmiyeye mâlik mümtaz avukatlar, Risale-i Nur'un fahrî avukatı olmak... | |
İftihar | Övünme | ...tabirinde âciz olduğumuz ve mezun olmadığımız şuûnât-ı İlâhiyeyi "memnuniyet-i mukaddese," "iftihar-ı kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki, ... | |
Mefhar (Mefharet) | Övünme sebebi | ...onların imamı ve mefhari olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı intihap ederek, ... | |
Müftehir | Övünen | Eski Said'in serkeş, müftehir, mağrur, ucüblü, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden Beş Fıkradır. | |
Tefahur | Övünme | + | Meselâ, bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez. |
Fe-Hı-Mim (1) | |||
Efham | Çok ulu | Evet, madem ki kâinatın halkına sebep olan Nebiyy-i Efham (s.a.v.) efendimiz hazretleri,... | |
Fe-Dal-Ye (3) | + | ||
Feda (Fedakar) | Bir şey uğrunda değerli şeyden vazgeçme (vazgeçen) | Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun. | |
Fedai | Serdengeçti | Yani, Hazret-i Ali (r.a.) gibi fedai bir hizmetkârı ve veziri olurdum. | |
Fidye | Esaretten kurtulma bedeli | + | Hem, nakl-i sahih ile, Gazve-i Bedir'de, Hazret-i Abbas Sahabelerin eline esir düştüğü vakitte, fidye-i necat istenilmiş. |
Fe-Zel-Lam-Kef (1) | |||
Fezleke | Hülasa, özet | Gerek Kur'ân-ı Kerim olsun, gerek tefsiri olan hadîs-i şerif olsun, her fenden, her ilimden birer fezleke almışlardır. | |
Fe-Ra-Cim (3) | + | ||
Ferc | Cinsellik, cinsel organ | + | Âyâ, zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefis etmek, ayıp olmasın, batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır? |
Ferec | Sıkıntıdan sonra ferahlık | Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! | |
Fürce | Aralık, fırsat | ...hiçbir zulmet, hiçbir dalâlet, hiçbir şüphe ve rayb, hiçbir hile içine girmeye ve daire-i ismetine duhule fürce bulamaz. | |
Fe-Ra-Ha (4) | + | ||
Ferah | Gönül açıklığı | Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet, tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor. | |
Müferrah | Ferahlamış | ...yeniden Abdurrahman dünyaya gelmiş kadar beni müferrah etti. | |
Müferrih | Ferahlandıran | Kelâm-ı lâyezâlîden gelen bir nur-u müferrihtir. | |
Tefrih | Ferahlandırma | Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş'esinden neş'et eden nağamattır. | |
Fe-Ra-Dal (9) | + | ||
Efrad | Fertler | Nasıl ki, her mâhiyette bazı hârikulâde efrad veya o nev'in nihayet derecede tekemmül etmiş bir fert veya her fert için acip şeraiti câmi harika bir zaman bulunur ki,... | |
Ferd (Ferdiyet) | Kişi; Allah'ın ismi | + | Ve öyle bir küllîdir ki, herbir cüz, bir ferd hükmüne geçip, birtek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi musahhar etmekle olabilir. |
Ferid (Feride) | Benzersiz | O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsî dâhileri ümmetin imdadına göndermiş. | |
İfrad | Tek kalma | Hem اِسْتَوْقَدَ'nin ifrad sigasıyla olması نُورِهِمْ'deki cem' zamiri, bir cemaat için bir ferdin ateş yakması âdet olduğuna işarettir. | |
İnfirad | Tek kalma | Öyleyse, istiklâl ve infirad, ulûhiyet için zâtî hassalardır. | |
Müfred | Tekil | Zulümatın aksine, ra'd ve berkin müfred sigasıyla zikirleri neye işarettir? | |
Müfredat | Basit şeyler | Sonra o müfredat, mürekkebat-ı mütesaide içinde seyr-i sülûk ile urûc ettikten sonra, pek garib nakışlarla süslenerek rücu' ile nüzûl edip, ayrı bir tarzda yine Nakkaş-ı Ezelî'nin vücub-u vücuduna şehadet ediyorlar. | |
Münferid | Tek başına | ...Afyon Valisini ve Emirdağ zabıtasını musallat edip, hergün bir ay haps-i münferid azâbını çektirmek... | |
Teferrüd | Ayrılma; sivrilme | Eğer dâiye-i teferrüd, ihtilâf, hodfuruşluk, meyl-ül ağalık, milleti istihdam, aldanmak ve aldatmak, sun'î Kürtlük muktezasından gösterilse; şâhid olunuz, o Kürtlükten istifamı veriyorum | |
Fe-Ra-Dal-Sin (1) | + | ||
Firdevs | Cennet | + | Sen, âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken, o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kablelvuku ile hissedip hodfuruşluk ederdin. |
Fe-Ra-Ra (3) | + | ||
Firar | Kaçma | + | Rusça bilmediğim halde firar ettim. |
Firari | Kaçak | Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim. | |
Mefer | Kaçılacak yer | + | Elde ettin şaheserle zuhr-i yevmi'l-mefer. |
Fe-Ra-Ze (2) | |||
İfraz | Dışarı atmak | Binaenaleyh, istidad-ı habis ve kabil-i ıslâh olmayan adamları zaten cism-i devlet def-i tabiî ile ifraz edecektir. | |
Müfreze | Birlikten ayrı geçici askerî kol | Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alâka duyan müfreze kumandanı Ruhi Bey kelepçeleri çözdürüyor. | |
Fe-Ra-Sin (3) | |||
Feraset | Zihin uyanıklığı | Ehl-i feraset, bazan keramet gibi geldiğini beyan eder. | |
İftiras | Avını parçalama | Vicdan-ı içtimaiyen olmazsa insaniyetine bak, böyle canavarvarî iftirasa iştah gösterir mi? | |
Müfteris | Vahşi | Menfaat üzere çarhı kurulmuş olan siyaset-i hazıra müfterisdir, canavar. | |
Fe-Ra-Sin-Hı (1) | |||
Fersah | 3 millik uzaklık ölçüsü | Belki câmi-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin ve feyz-i imanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. | |
Fe-Ra-Şın (4) | + | ||
Ferş | Zemin; yeryüzü | + | ...ferşten Arşa kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama "Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin" desen,... |
Firaş | Döşek | + | Ve keza firaş tabirinden anlaşılıyor ki arz, ... |
Mefruş (Mefruşat) | Döşenmiş (şeyler) | İşte hasretler olsun emmare olan nefislere ki; heva ve heves güzüyle baktığı için; bâtını ölü, derinliklerde gizlinmiş, zulmetli ve ürkütücü görüp; zâhiri ise, onun üstünde hayatdar, munis bir şekilde mefruş görüyor. | |
Tefriş | Döşeme | Yani arzın tefrişine sebep, yani vesile, insandır. | |
Fe-Ra-Sad (1) | |||
Fırsat | Uygun durum ve zaman | Risale-i Nur bir vesile-i def-i belâdır; ta'tile uğradıkça belâ fırsat bulup gelir. | |
Fe-Ra-Dad (6) | + | ||
Fariza | Allah'ın emri | + | Ben de o noksan fehmimle eski Harb-i Umumîde fariza-i cihadda avcı hattında ne kadar fırsat buldumsa kalbime tulû eden nükteleri yazıyordum. |
Farz | Allah'ın emri olduğu kesin bir delille sâbit olan | Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. | |
Faraza | Farz edelim ki | ...şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvânı faraza lisana gelseler, herbiri "Güneş benim gibidir" veyahut "Güneş benim" diyeceklerdir. | |
Farazi (Faraziyat) | Var saymaya dayalı | Tedâi-yi hayalât, tahattur-u faraziyat, bir nevi irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir. | |
Feraiz | Farzlar | Şu kısa tarikin evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. | |
Mefruz | Farz edilenler | + | O mefrûzdan öyle müthiş noktalar gelir; değil i'caz-ı belâgat belki bütün meziyeti mahveder... |
Fe-Ra-Tı (4) | + | ||
Fart | Aşırılık | Niçin Şialar, hususan Râfızîler o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdurlar? | |
İfrat | Çokta aşırılık | Siyer-i Seniyyesi kat'î bir surette gösterir ki, her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinap etmiştir. | |
Müfrit | İfrata kaçan | Fakat Demokrata karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar. | |
Tefrit | Azda aşırılık | Siyer-i Seniyyesi kat'î bir surette gösterir ki, her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinap etmiştir. | |
Fe-Ra-Ayn (7) | + | ||
Fer' | Dal, şube, ikincil | + | Demek, kader ve icad-ı İlâhî, mebde' ve müntehâ, asıl ve fer', illet ve neticeler itibarıyla şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir. |
Füru' | Fer'ler | ...pek çok fürûların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me'haz ve pek çok maânîye ve vücuh-u muhtelifeye delâlet etmektir. | |
Füruat | Füru'lar | Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. | |
Teferru' | Dallanma | Bu cümlenin evvelki cümleden teferru' ve teşa'ub ettiğini ifade eden... | |
Teferruat | Ayrıntılar | Kur'ân'a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz'î teferruat hâdisesi içinde... | |
Tefri' | Şubelere ayırma | Lüzum görülen yerlerde tafsil ve lüzum olmayan veya ezhanın veya zamanın müstaid ve müsaid olmadığı yerlerde birer fezleke ile kavaid-i esasiyeyi vaz' ederek tenmiye ve tefri'ini ukûlün meşveret ve istinbatatına havale etmiştir ki,... | |
Fer'i/Feri (Fer'iye/Feriye) | İkincil | Mesele-i İmamet bir mesele-i fer'iye olduğu halde,... | |
Fe-Ra-Ayn-Nun (2) | + | ||
Fir'avn/Firavun | Mısır hükümdarı | + | ...umum Firavunların, tenasuh fikrine binaen,... |
Tefer'un/Teferun | Firavunlaşmak | Cüz-ü ihtiyarî, seyyiâta merci olmak içindir ki, akideye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için değildir. | |
Fe-Ra-Ğayn (5) | + | ||
Fariğ | Vazgeçmiş; çıkmış | + | İmamın namazdan fariğ olduğunda nasıl yüzünü cemaate çevirir, bizim girdiğimiz tarafa doğru zât-ı Risalet dönmüşler. |
Feragat | Vazgeçme | ...harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum. | |
İfrağ | Başka şekle sokma | Bu hali gören, geçliğine ve şiddet-i ihtiyacına intikal ettiğinden, meşhur deveranın sırrıyla ve tevehhümün tasarrufatıyla bir muâşaka ve mükâleme suretine ifrağ eder. | |
Tefriğ | Vazgeçirme; boşaltma | Aynı zamanda bu nida, ihzar eylemek; ve muhatabları harekete getirmek; ve onları tarif etmek; ve hem onları tefriğ etmek (yani kötü huy ve seyyiattan boşaltmak) ... | |
İstifra (İstifrağ) | Kusma | Mübarek elini onun göğsüne koydu. Birden çocuk istifrâ etti. | |
Fe-Ra-Fe-Ra (1) | |||
Farfara | Ağız kalabalıklığı, şamata | O Vekilin o farfaralı telâşı, zaafına ve tam korkusuna delâlet eder. | |
Fe-Ra-Kaf (19) | + | ||
Afrika | Kıta | İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. | |
Farik (Farika) | Ayıran | + | ...ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebep, birtek insanın yüzündeki hâtem-i vahdâniyete icad cihetiyle el uzatamaz. |
Faruk | Hak ile batılı ayıran | Bir iki gün sonra, Hazret-i Ömer ibnü'l-Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve i'zaz etmeye vesile oldu, "Faruk" ünvan-ı âlisini aldı. | |
Fark | Başkalık | + | Fakat ehl-i vahdetü'ş-şuhudun meşrebi fark ve sahvdır. |
Ferik | Askeriyede fırka kumandanı | + | Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. |
Fırak | Fırkalar | Evet, şu diyanetsizlik Avrupa medeniyetinin içyüzünü öyle karıştırmış ki, o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilâliyeyi tevlid etmiş. | |
Fırka | Gurup, parti | + | Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. |
Firak | Ayrılık | + | İşte, ey benim gibi ihtiyarlık münasebetiyle pek çok dostların firak acılarını çeken ihtiyar ve ihtiyareler! |
Firkat | Ayrılık | Bütün zîhayatlara acır, hattâ güzel ve zevâle maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder; | |
Furkan | Hak ile batılı ayıran; Kur'an | + | Furkan-ı Mübînden tam bir feyiz alan ve emsâli görülmemiş bir şâheser olduğunu anladım. |
İftirak | Ayrılık | İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. | |
Mufarakat | Ayrılık | Mufarakat-i umumiye hengâmında olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisâtı içinde... | |
Mufarık | Ayrılan | ... şu Münâcât, ehl-i imanın lâzıme-i gayr-ı mufarıkı olmaya çok lâyık olduğu âşikâr olmasından, ziyade izaha lüzum görülmedi. | |
Mütefarık | Ayrı ayrı | Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı. | |
Müteferrik (Müteferrika) | Ayrılmış; muhtelif | + | Müteferrik ve kısa, fakat çok lüzumlu ve mühim hakikatlardan bahseder. |
Tefarik | Koku; kısım, parça | ...dört aydan beri devam eden "tefarik" namında Üstadımızın bir kokusu bugün bitmişti. | |
Teferruk | Dağılma, ayrılma | Hem de garazın mesîlinde ve kasdın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, çeleçepe temayül etmemektir. | |
Tefrik (Tefrika) | Ayırma | + | Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. |
Tefrika | Bölüm; ikilik | İhtilâf u tefrika endişesi / Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni. | |
Fe-Ra-Kaf-Dal (1) | |||
Ferkadan | 2 kutup yıldızı | Evet oturmuş Furkân, bir fark-ı ferkadan. | |
Fe-Ra-Nun (1) | |||
Fırın | Pişirme yeri | Ben de o fırının dairesindeyim ve ayak üzereyim. | |
Fe-Ra-Ye (2) | + | ||
İftira | Bir kimseye aslı olmayan bir suç yükleme | + | Üçüncü iftirası: O iftira eden gazete başka birisinin diliyle diyor ki: |
Müfteri | İftira eden | Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu saklansın? | |
Fe-Sin-Te (1) | |||
Fistan | Süslü (kadın) elbise(si) | ...ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, ... | |
Fe-Sin-Hı (2) | + | ||
Fesh/Fesih | Bozma, iptal etme | Lâkin Meclis feshedildi. | |
Tefessüh | Bozulma | ...belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. | |
Fe-Sin-Dal (5) | + | ||
Fasid/Fasit (Faside) | Bozulmuş | Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyatla ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. | |
Fesad/Fesat | Bozukluk, fitne | + | Ye'cüc ve Me'cüc, ehl-i garet ve fesad ve ehl-i hadâret ve medeniyete, ecel-i kaza hükmünde iki tâife-i mahlûkullahtır. |
İfsad/İfsat | Bozma | ...Kur'ân hakikatine ve iman hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı,... | |
Mefsedet | Bozukluklar, ahlaksızlıklar | Demek, nev-i beşerin en büyük hasenesi sensin ki, onların mefsedetlerini setrediyorsun. | |
Müfsid/Müfsit | Bozan, bozucu | + | Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. |
Fe-Sin-Ra (4) | + | ||
İstifsar | Açıklama isteme | Acaba Cenâb-ı Hak, istifsarlarına nasıl cevap verdi ve taaccüplerini ne ile izale etti? | |
Müfessir | Tefsir eden | Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan müntehap bir meclis-i meb'usan-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem etmelidirler. | |
Tefasir | Tefsirler | Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan müntehap bir meclis-i meb'usan-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem etmelidirler. | |
Tefsir | Açıklama | + | Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan müntehap bir meclis-i meb'usan-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem etmelidirler. |
Fe-Sin-Kaf (3) | + | ||
Fısk | Fenalık, ahlaksızlık | + | Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nûr nâra, ziya zulmete inkılâp eder. |
Fasık | Ahlaksızlık yapan | + | O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. |
Tefsik | Fıskla itham etme | Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti. | |
Fe-Şın-Elif (3) | |||
Faş (Kökeni kesin değil) | Açığa çıkarmak | Fâş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye mecbur oldum. | |
İfşa | Açığa çıkarmak | İkinci veçhi ise, in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'âmını ifşa, esmâsına şehadet eder. | |
İfşaat | İfşalar | Eskişehir Mahkemesi, bunu bilfiil gösterdi. Bir seneden beri, gayet dikkatle içimize casusları sokan ve safdil ve cür'etkâr talebelerin ifşaatını zapteden... | |
Fe-Sad-Ha (4) | + | ||
Efsah | En açık(söz) | + | Sekkâkî'nin dediği gibi, efsah-ı füseha olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm,... |
Fasih | Açık ve anlaşılır | Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih bir surette, analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a'mâlini neşreder. | |
Fesahat | Açık ve anlaşılır ifade | Fesahatin kat'î vücuduna, usandırmaması delildir. | |
Fusaha/Füseha | Fasih kişiler | Sekkâkî'nin dediği gibi, efsah-ı füseha olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm,... | |
Fe-Sad-Lam (14) | + | ||
Fasıl/Fasl | Bölüm; Mevsim | + | O kitabın bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sahifeleri ve satırları... |
Fâsıl/Fasıl | Ayıran, bölen | + | Belki, tamam-ı nehara nispeten vakt-ı ısfırar gibidir—eğerçi binler sene de fâsıl olsa... |
Fasıla | Ara, aralık; Ayet sonu | Âhirki satırın başında yalnız ve bazı üç harfli kısa bir kelime, fasıla ile yirmi beş tam tevafukla tam ortadaki elli beşin tam tevafukuna zammedilince,... | |
Fasile/Fasîle | Takım, Familya | + | Demek envâının fasîleleri ve umum a'râzının havâss-ı mümeyyizeleri bizzarure adem-i sırftan muhteradırlar. |
Faysal | Kesin karar | ... ittifakî meselelerde musaddıkane onları tezkiye ediyor, ihtilâfî meselelerde musahhihâne onlara faysal oluyor. | |
Fevasıl | Fasılalar | Kur'ân kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevâidi tezkâr ve ni'metleri tâdât eden âyâtın fevâsıl ve hâtimelerinde galiben akla havale ve vicdanla müşaverete sevk etmek için... | |
Fussilet | Ayırt Edilmiş; Sure Adı | (Rumuzat-ı Semaniye (tablo)) | |
Fusul/Fusül | Fasıllar | İşte, şu kâinattaki raks ve deveran, seyr ü cevelân ve temâşâ-i tesbihfeşan ve fusul-ü erbaa ve gece-gündüzdeki seyeran gibi ef'al, eğer vahdete verilse, ... | |
İnfisal | Ayrılma | ...metâını ve muamelât defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. | |
Mafsal | Eklem | Eğer bu hakikata bir misal istersen, kendi bedeninin eğri büğrü mafsallarına ve elinin parmaklarına bak! | |
Mufassal (Mufassalan) | Ayrıntılı (şekilde) | + | ...bu mücmel hakikati tam vazıh ve mufassal, aynelyakîn müşahede ettim. |
Munfasıl (Munfasıla) | Ayrılmış | Hem muttasıla, munfasıla makamını işgal eder. | |
Tafsil (Tafsilen) | Ayrıntılı açıklama (şeklinde); ayırma | + | Sonra ulvî ve süflî tabakata ve dallara ayırıp, kaza ve kader desâtiriyle tafsil ve tasvir etti. |
Tafsilat | Tafsiller | Gücenme, tafsilat veremiyorum. | |
Fe-Dad-Dad (1) | + | ||
Fidda | Gümüş | + | Demek şîşe şeffafiyetiyle, fidda dahi beyaz ve parlaklık hasebiyle, güya Cennetin kadehlerini tasvir etmek için iki nümunedirler ki, ... |
Fe-Dad-Lam (9) | + | ||
Efdal | Daha faziletli | Enbiyadan sonra nev-i beşerin en efdali Sahâbe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı bir hüccet-i kàtıadır ki,... | |
Fadl/Fazl/Fazıl | Kerem; Değer | + | Fazl-ı Rahmân, feyz-i Kur'ân, nur-u iman sayesinde, tevhid-i hakikînin güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki On İki Burhana mukabil, On İki Lem'a ile bir Mukaddimeyi göstereceğiz. |
Fazıl/Fâzıl (Fazıla) | Faziletli, üstün | En câmi, en kâmil, en fâzıl o zâttır. | |
Fazilet | Üstünlük, meziyet | İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. | |
Fazla | Ziyade | ...Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. | |
Fuzuli (Fuzuliyane) | Gereksiz (şekilde), fazla | Mülk sahibi söz söylerken başkalarının ne haddi var ki fuzuliyâne karışsın? | |
Mufaddal | Faziletlenen | Ey mufaddal abd-i âciz, anlayan meş'urunu... | |
Mufaddıl | Faziletlendiren (Esma) | ...bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsin, Mün'im, Mücemmil, Mufaddılın vücub-u vücudunu ve vahdetini ve cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir. | |
Tafdil | Üstün kılma | + | Yani, ikisini bir seviyede tuttuktan sonra, bunu ona tafdil etmek değildir ki, sıfât-ı İlâhiyeye bir naks olsun. |
Fe-Tı-Ra (7) | + | ||
Fatır | Yaratıcı (Esma); Sure adı | + | Ey nur-u Rahîm, ey ebedî bir cilve-i kudret-i Fâtır! |
Fıtr/Fıtır | Ramazan bayramı (îd-i fıtr) | Îd-i saîd-i fıtrînizi tebrik ve bilvesile dest ve dâmen-i kerimanelerini öperim. | |
Fıtrat (Fıtraten) | Yaratılış(ça) | + | Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuurdur. |
Fıtri | Yaratılıştan | Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. | |
Futur | Yarık, çatlak | + | Şu kusursuz, futursuz, هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem,... |
İftar | Oruç açma | Doktora dedi: "Burada iftar et!" | |
İnfitar | Yarılma; Sure adı | Ve hurufat itibarıyla İnfitar üç yüz elli dokuz (359)... | |
Fe-Tı-Nun (2) | |||
Fatin | Zeka | "Bediüzzaman, fatînülasırdır" diye yüksek ehl-i ilme hüküm verdirmiştir. | |
Fetanet | Zekavet | Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'u telif ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kur'âniyede istihdam edildiği anlarda; zekâsı, fetâneti, aklı, mantığı, zihni, hayâli, hafızası, teemmülü, ferâseti, seziş ve kavrayışı, sür'at-i intikali ve ruhî, kalbî, vicdanî hâsseleri, duyguları ve mânevi letâifinin emsalsiz bir tarzda olması,... | |
Fe-Ayn-Lam (9) | + | ||
Ef'al/Efal | Fiiller | Böyle âsâr, ef'âl-i İlâhiyeyi; ve o ef'âl, Semî, Basîr gibi isimleri ispat eder. | |
Fa'al/Faal | Aktif; Esma | + | Öyle ise, bizzarure, şu hal ve şu keyfiyet, Fa'âl, Hallâk, Fettah, Vehhab bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücudunu ve vahdetini ispat eder, belki ihsas eder. |
Faaliyet | Aktivite | Ve hattâ herbir faaliyette kat'iyen lezzet vardır. | |
Fail | İşi yapan | + | "Fâil muktedirdir" o cihette hiçbir mâni yoktur, kat'î bir surette tahakkuk etti. |
Fi'l/Fiil | Eylem | + | Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve kat'iyetle Vâhid-i Ehadi gösterir. |
İnfial (İnfialat) | Etkilenme; Gücenme | Ve bütün onlarda görünen infial, bir fiili gösterir. | |
Mef'ul/Meful | (Fiilden) etkilenen | + | تَعْلَمُونَ'ye bir mef'ulün terki, çok mef'ullerin takdirine sebep olmuştur. |
Münfail | Etkilenmiş | Münfail bir fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz. | |
Tefaul | Bir gramer kalıbı | قَالُوا tefâul bâbının mânâsı olan şirketi andırıyor. | |
Fe-Kaf-Dal (3) | + | ||
Fakd | Yokluk, eksiklik | Firaku'l-ahbaptan gelir; fakdü'l-ahbaptan gelmez. | |
Fıkdan | Yokluk, eksiklik | Eyvah, vâ hasretâ saâdet-i ebediyenin fıkdanına! | |
Mefkud/Mefkut | Olmayan, Yok | Herşey, nefsinde mânâ-yı ismiyle fânidir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur. | |
Fe-Kaf-Ra (6) | + | ||
Fakir (Fakirane) | Yoksul | + | Bir bedevi yalnız dört şeye muhtaç iken; medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. |
Fakr | Fakirlik | + | Nihayetsiz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaçtan dehşetli bir çıban duruyor. |
Fıkra | Kısa yazı, bahis | Şu fıkra, hakikî ve birinci bir kardeşimiz olan Hakkı Efendinindir. | |
Fukara | Fakirler | Fukara aczi, avamın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken, esarete, mahkûmiyetlerine müncer olmuştur. | |
İftikar (İftikarat) | Fakirliğini bilme ve gösterme | ...meşru rızık, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil, belki acz ve iftikarın nisbetinde geliyor. | |
Zülfikar | Hz. Ali'nin 2 parçalı kılıcı | Bu acib asırda ehl-i iman, “Risale-i Nur”a ve ehl-i fen ve mektep muallimleri “Asâ-yı Musa”ya şiddetle muhtaç oldukları gibi hâfızlar ve hocalar dahi “Zülfikar”a şiddetle muhtaçtırlar. | |
Fe-Kaf-Tı (1) | |||
Fakat | Ama | Fakat, menfaati için en hasis birşeye de ibadet eder bir Firavun-u zelildir. | |
Fe-Kaf-He (3) | + | ||
Fakih | Fıkıhta ileri kişi | Fakih olmayan, velev ki usûlü'l-fıkıhta müçtehid olsa, icmâ-ı fukahada muteber değildir. | |
Fıkh/Fıkıh (Fıkhi) | İslami ilim (ile ilgili) | Fakih olmayan, velev ki usûlü'l-fıkıhta müçtehid olsa, icmâ-ı fukahada muteber değildir. | |
Fukaha | Fakihler | Fakîh olmayan, velev ki usûlü'l-fıkıhta müçtehid olsa icma-ı fukahada muteber değildir. | |
Fe-Kef-Ra (8) | + | ||
Efkar | Fikirler | Kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz. | |
Fikr/Fikir | Düşünce | Fikir ve hayata ne vermiş?" Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet. | |
Fikri | Fikirle ilgili | Üstadın fikrî cephesi: | |
Fikret | Fikir | Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. | |
Mefkure | Ülkü | Hususuyla, inkâr-ı haşir mefkûresini mağlûp eden Onuncu Söz... | |
Müfekkire | Düşünme gücü | Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mânâ tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. | |
Mütefekkir | Düşünür | Hem kusursuz, ebedî bir kemâl-i san'at, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. | |
Tefekkür | Düşünme | İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır. | |
Fe-Kef-Kef (3) | + | ||
Fekk | Ayırma, açma | + | Yoksa bu revabıt ve mecarayi fekk edecek adem-i merkeziyet fikri; ... |
İnfikak | Ayrılma, kopma | Ve o ilim, Onun zâtının hassa-i lâzime-i zaruriyesidir; infikâki muhaldir. | |
Münfekk | Ayrı | + | Saltanat ve hilâfet gayr-ı münfek, müttehid-i bizzattır. |
Fe-Kef-He (2) | + | ||
Fakihe | Meyve | + | Hurma gibi, hem fâkihe, hem kuvvet oldu. |
Tefekküh (Tefekkühat) | Meyve | Kur'ânî risaleler, sair risaleler gibi tefekküh nev'inden değil ki, usanç versin. | |
Fe-Lam-Cim (2) | |||
Felç | İnme, nüzul | Kur'ân-ı Kerimin bu ispatlarına karşı kâfirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi, nabızları bile felce uğradı. | |
Mefluc | Felç olmuş kişi/nesne | Biri, İngiliz ceberutuna, İngiliz emperyalizmine ve onun korkunç istilâ ve istismarına baş kaldırmış ve yıllarca büyük dâvâsına hizmet ederek İngiltere'nin bütün haşmet ve kudretini, azîm iradesi önünde âciz ve meflûç bir hale getirmiştir. | |
Fe-Lam-Ha (2) | + | ||
Felah | Kurtuluş | Felâh ve necat yollarını tayin etmeyen اَلمُفْلِحُونَ kelimesindeki ıtlak, tâmim içindir. | |
Müflih | Felah bulan | + | Eğer müflihlerin hakikatini görmek istersen, اُولٰۤئِكَ'nin âyinesine bak, sana temessül edecektir. |
Fe-Lam-Sin (3) | |||
Fels/Füls | Ufak değerde para | Evet, ticarette bir fels veya on para yerinde bir elmas veya bir altını verse, nasıl sefahetine hüküm ve tasarruftan haczolunur. | |
İflas | Borcunu ödeyemecek duruma gelme | Nasıl medeniyet-i hazıra Kur'ân'ın hayat-ı içtimaiye-i beşere ait olan düsturlarına karşı mağlûp olup Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsine karşı hakikat noktasında iflâs eder. | |
Müflis | İflas etmiş kişi | Müflis bir hizmetkâr olsam, daha hoşuma gidiyor. | |
Fe-Lam-Sin-Fe (3) | |||
Felsefe | Akıl ve düşünme ilmi | KUR'ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et. | |
Felsefi | Felsefeyle ilgili | Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anla. | |
Feylesof | Felsefe alimi | ...otuz senedir, Avrupa feylesoflarına ve Avrupa feylesofları hesabına dahilde, ecnebî dolapları hesabına çalışan mülhidlere karşı muaraza ederek cevap vermişim ve veriyorum. | |
Fe-Lam-Kaf (4) | + | ||
Falaka | Dayak aleti | Çok mübarek ve çok sevgili Üstadlarının hasta ve çok elîm vaziyetinde gizlice fırsat bulup görüşmeye çalışan talebeleri, yakalandıkları zaman falakalara yatırılarak dayaktan geçirilmiştir. | |
Falik | Tohumu çatlatan (Esma) | + | Hem Fâlik-ul Habbi ve-n Neva'nın emr-i tekvinîsi tarafından me'zun olan bir çekirdek,... |
Felak | Sabah; Sure | + | On Üçüncü Lem'anın on üç işaretle beyanı, Sûretü'l-Felâk ve Suretü'n-Nâs âyetleriyle,... |
İnfilak | Patlama | Birden o dağ müthiş infilâk etti. | |
Fe-Lam-Kef (5) | + | ||
Felaket | Musibet | Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et! | |
Felek | Gökyüzü, sema; talih, baht | + | Acaba şu zaman ve dehrin şikâyetindeki—hattâ büyük zâtlar ve evliyalar dahi felekten ve zamandan şikâyet ediyorlar—ondan, Sâni-i Zülcelâlin san'at-ı bediine itiraz çıkmaz mı? |
Felekiyat | Sema ilmi | Tâ, felekiyat fennini mütalâa ettiğim vakit gördüm ki,... | |
Felekiyyun | Sema ilmi alimi | O iki kavise felekiyun uleması, lâtif bir teşbihle, büyük iki yılan namı olan "tinnîneyn" namını vermişler. | |
Eflak | Felekler | Aynen bunun gibi, sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habîb-i Rabbü'l-Âlemîn olan zât-ı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma karşı,... | |
Fe-Lam-Nun (1) | + | ||
Falan/Filan | Herhangi bir kişi | + (Aslı "fulân") | Acaba kim vardır ki, küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki, "Filân adam fenalık etti, belâsını buldu." |
Fe-Nun-Cim-Nun (1) | |||
Fincan | Kupa | Hararetten kuruyan o mübarek ağzına sıcak bir fincan çay, birkaç damla su verebilse idim. | |
Fe-Nun-Nun (5) | + | ||
Fen | İlim | Zira, asrımızda kâinat fenleri ve maddî ilimler revaçta olup, yeni yetişen nesiller bu ilim ve fenleri okudukları,... | |
Fenni | İlmî | Eğer ecel-i fıtrîden evvel irade-i ezeliyenin izniyle bir maraz-ı haricî veya bir hadise-i muharrib olmazsa ve Sânii daha evvel onu bozmazsa, her halde, hatta fennî bir hesapla, bir gün gelecek ki;... | |
Fünun | Fenler | Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. | |
Mütefennin | Fen alimi | Mühim ve mütefennin bir adam bu sual ile bazı hocaları ilzâm ettiği bir suale muhtasar bir cevaptır. | |
Tefennün | Fen öğrenme | Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. | |
Fe-Nun-Ye (4) | + | ||
Fani (Faniye) | Ölümlü | Ve o fâni, beş on senelik cemâli bakîleştirmek için, meşrû bir tarzda istimâl ile o nimete şükredecek. | |
Fena | Fanilik | Fena adama iyisin iyisin denilse iyileşmesi ve iyi adama fenasın denildikçe fenalaşması çok vuku bulmuştur. | |
İfna | Fani kılma | Fakat bu nazik ve nazenin ve zîhayat olan eşcar ve nebâtat envâları ve çiçekleri ve vücuda lâyık ve hayata âşık ve bekàya müştak olan hayvânat taifelerini, mütemadiyen hiçbirini bırakmayarak ifnâlarında ... | |
Tefani | Birbirinde fani olma | Kardeşler arasında buna tefânî denilir. | |
Fe-He-Ra-Sin (1) | |||
Fihris/Fihrist | İçindekiler | Fihrist risalesinin ikinci kısmıdır | |
Fe-He-Mim (7) | + | ||
Efham | Fehimler | Bu sırra binaendir: Esâlîb-i Arab'ta ukul-u beşere olan tenezzülât-ı İlâhiyye tâbir olunan müraât-ı efham ve mümâşât-ı ezhan, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânda cereyan etti. | |
Fehm/Fehim | Anlayış, kavrama | Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur'âniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur'âniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulunacaktır. | |
İfham | Bildirme | Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. | |
İstifham | Sorma | İstifham şekliyle müsavatı ifade etmekte ne mânâ vardır? | |
Mefhum | Kavram | Şu âyet, mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: | |
Tefehhüm | Anlama | Delil bir olsa da, tarz-ı telâkki ve tarik-i tefehhüm ayrı ayrıdır. | |
Tefhim | Anlatma | Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük âlimler "Tefhim edilmez" deyip, değil avâma, belki havassa da bildiremiyorlar. | |
Fe-Vav-Te (3) | + | ||
Fevt | Kaybetme, kaçırma | + | Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. |
Mütefavit | Birbirinden farklı | Hem o Kur'ân, mütefavit ve mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizac ve ittihadı gösteriyor. | |
Tefavüt | Birbirinden farklı olma | + | Herbir insanın bir nokta-i istinadı bulunduğuna nazaran, istinad noktalarının tefâvütüne göre insanların yapabileceği işler de tefâvüt eder. |
Fe-Vav-Cim (2) | + | ||
Efvacen | Grup grup | Eğer biz, doğru İslâmiyet'i ve İslâmiyet'e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek; bundan sonra efvacen efvacen dâhil olacaklardır. | |
Fevc | Grup | + | Halbuki edyân-ı saire müntesipleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve burhan-ı kat'î ile daire-i İslâmiyete dahil olmuşlar ve olmaktadırlar. |
Fe-Vav-Dal (4) | |||
Faide/Fayda | Yarar | Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid'alardan muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç dört fâidesi var: | |
Fevaid | Faydalar | ...ittiba-ı sünnetin maddî ve manevî fevâidi tâdad edilirken, akıl açılan kapılardan içeriye giriyor. | |
İstifade | Fayda görme | Aşağıda işiteceğin gibi, istifadede müzahemet ve münakaşa yoktur. | |
Müstefid | Fayda gören | ...cehaletimiz hasebiyle idrak edebildiğimiz kadar istifade ve istifâzaya çalışarak müstefid olabilmek, bizim için pek büyük bir nimettir. | |
Fe-Vav-Ra (2) | + | ||
Feveran | Coşma, galeyana gelme | Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. | |
Fevvar (Fevvare) | Fıskiye | Veyahut bir fevvareden, yani artezyenden elde edilen fayda ve netice ile; müteferrik su damlalarına havale edilmesinin nisbeti gibidir. | |
Fe-Vav-Ze (1) | + | ||
Fevz | Kurtuluş | + | Bu hususta tesbih ve tahmidin ehem vazifeleri olduğunu anlayarak tevbelerini reddetmeyen Cenâb-ı Rabbü'l-İzzet Hazretlerine istiğfara şitâb edip salâh ve felâh ve fevz-i necat yollarını tuttular. |
Fe-Vav-Dad (2) | |||
Fevza | Kargaşa, anarşi | Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaytlık ve içtihadattaki fevzâ, meşihatın zaafından ve sönük olmasından meydan almıştır. | |
Tefviz | İşini (Allah'a) bırakmak | Meselâ, tertib-i mukaddematta tefviz, tembelliktir. | |
Fe-Vav-Kaf (3) | + | ||
Faik | Üstün | ... şu meşhud intizam-ı fâik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz cemâl-i Rububiyet,... | |
Fevk (Fevkalade) | Üst (Olağanüstü) | + | Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kâfidir. |
Tefevvuk | Üstün olma | Zira, tarafgir bir muannid, kendi a'mâl-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. | |
Fe-Vav-He (1) | + | ||
Fem (aslı Fah) | Ağız | + | O fem-i mübarekinden çıkar gibi dinlemiş olursun. |
Fe-Ye (1) | + | ||
Fi/Fî | İçinde | + | Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa, lâm'ı fî mânâsında şöyle ifham eder ki: |
Fe-Ye-Ha (1) | |||
Feyh | Yaz sıcağı | Yazın şiddet-i hararetine مِنْ فَيْحِ جَهَنَّمَ denilmiştir. | |
Fe-Ye-Dad (7) | |||
Faiz | Riba | O da hurmet-i ribâdır ve faizin bütün vesailini hayat-ı içtimaiyeden ref etmektir. | |
Feyyaz | Feyiz veren; Sonsuz feyiz veren Allah (esma) | Siz bu feyyaz eserleri okuyun, ... | |
Feyz/Feyiz | Bolluk; manevi istifade | ...Risale-i Nur talebelerinin Üstadlarına ve bazan birbirlerine yazdıkları ve Risale-i Nur'un mütalâasından aldıkları parlak feyizlerini ifade eden çok zengin bir mektup olup, ... | |
Füyuz (Füyuzat) | Feyizler | ...tarikatın ne demek olduğunu, matla-ı şems-i füyuzat ve menba-ı fevz-i necat olan,... | |
İfaza | Feyz verme | Dördüncü unsur ise, her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidat, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifaza-i nuranî. | |
İstifaza | Feyz alma | ...cehaletimiz hasebiyle idrak edebildiğimiz kadar istifade ve istifâzaya çalışarak müstefid olabilmek, bizim için pek büyük bir nimettir. | |
Tefeyyüz | Feyizlenmek | Elhak, pekçok tefeyyüz ettim. | |
Fe-Ye-Lam (1) | + | ||
Fil | Bir hayvan | + | Ve keza bir sivrisineğin yaratılışı, san'atça filin hilkatinden dûn değildir. |
Kaf (ق) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Kaf-Be-Be (1) | |||
Kubbe | Yarım daire çatı | Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallâkta durdurulmuş. | |
Kaf-Be-Ha (4) | + | ||
Kabahat | Kusur, çirkin iş | Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir? | |
Kabih | Çirkin, kötü | Cenâb-ı Hak, birşeye emreder, sonra hüsün olur; nehyeder, sonra kabih olur. | |
Kubh/Kubuh | Çirkinlik, kötülük | Böyle bir cemâl-i mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka, bilbedâhe, müsaade etmez. | |
Takbih | Kötüleme, çirkin görme | O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır. | |
Kaf-Be-Ra (3) | + | ||
Kabir/Kabr | Mezar | + | Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. |
Kubur | Kabirler | Beşinci tabaka-i hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. | |
Makber (Makberistan) | Mezar | Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar. | |
Kaf-Be-Sin (2) | + | ||
İktibas | Alıntı (yapma) | Resâili'n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. | |
Muktebes | İktibas edilmiş | Zira mukarrerdir ki, masnudaki feyz-i kemâl, Sâniin zıll-i tecellîsiden muktebestir. | |
Kaf-Be-Dad (4) | + | ||
İnkıbaz | Darlık | Maddî hava bozulduğu vakit nasıl ki sıkıntı veriyor; asabî sinelerde inkıbaz hali başlıyor. | |
Kabz | (Eliyle) Alma; darlık ve zorluk | Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekva edecekler. | |
Kabza | El, avuç; Avuç dolusu | + | En ednâ bir mahlûka rububiyet, bütün anasırı kabza-i tasarrufunda tutan Zâta mahsustur. |
Münkabız | Daralmış | …ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. | |
Kaf-Be-Lam (18) | + | ||
İkbal | Baht açıklığı | Ve zaman-ı müstakbel, kendi vukuat ve fünunun etvar-ı müdakkikane ile onun mevkib-i ikbâlini istikbâl, ve lisân-ı hakîmâne ile irşadatına teşekkür ediyor. | |
İstikbal | Karşılama; Gelecek (zaman); yüzünü dönme | Ve zaman-ı müstakbel, kendi vukuat ve fünunun etvar-ı müdakkikane ile onun mevkib-i ikbâlini istikbâl, ve lisân-ı hakîmâne ile irşadatına teşekkür ediyor. | |
Kabail | Kabileler | + | Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. |
Kabil/Kâbil | Mümkün, kabul eden | + | |
Kabil/Kabîl | Gibi | + (cemaat anlamında) | Nasıl ki güneşin zâtı bulunup ziyası bulunmamak kàbil değil; öyle de, binler derece ondan ziyade kàbil değildir ki, şu muntazam mevcudatı icad eden Zâtın ilmi, ondan infikâk etsin. |
Kabile | Aynı soydan gelenlerin topluluğu | Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. | |
Kabiliyet | Yetenek | Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder. | |
Kabl | -'den önce | + | Risale-i Nur'un zuhuru hiss-i kablelvuku ile küllî bir surette hissedilmesi gibi,… |
Kabul | Onaylama | + | Aczim, kusurumun af olunmasını, ve kàsır amelimin kabul olunması için bir vesilem olur |
Kıble | Kabe yönü | + | Müçtehidlerce, "istikbâl-i kıble" namazda şart olması ve şart ise bütün erkânda bulunması sırrıyla, secde ve rükûda istikbal-i kıble lâzım geliyor. |
Makbul | Kabul edilen | …meyvesi bihakkalyakîn rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân; makamı ve revacı, bi'l-hadsi's-sadık makbul-ü melek ve ins ve cân bir kitab-ı semavîdir. | |
Mukabele | Karşı koyma, karşılık verme, karşılama, karşılaştırma; Kur'an'ı karşılıklı okuyup dinleme | Sonra, Sâni-i Hakîmin san'atının mu'cizeleriyle kendini tanıttırmasına karşı, hayret içinde, mârifetle mukabele ettiler. | |
Mukabil | Karşılık | Sâni-i Zülcelâlin san'atının mu'cizeleriyle kendini tanıttırmasına ve bildirmesine mukabil, iman ve mârifetle mukabele etmektir. | |
Müstakbel | Gelecekteki | Hem de müstakbeldeki bedihî birşey, mâzide nazarî olabilir. | |
Mütekabil | Karşılıklı | + | Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. |
Tekabbel Allah | Allah kabul etsin | Kıymetli Üstadım, siz tavassut buyurunuz, değersiz hizmetimizle pek az ve kısa olan şu dünya hayatı içinde, belki bir katre mesabesindeki hamd ve şükrümüzü, "tekabbelâllah" sırrına mazhar buyursun, inşâallah. | |
Tekabül | Karşılık, karşı olma | Ey birader! Âlem-i Hıristiyanın rüçhanına sebebiyet veren ihtiyarlaşmış olan esbaba tekabül edecek, genç, dinç esbab bizde inkişafa başlamıştır. | |
Takbil | Öpmek | Tekrar tekrar mübarek ellerinizi kemâl-i tâzimle takbil eyler, alâkadar kardeşlerimin de selâm, dua ve ihtiramlarını arzederim. | |
Kaf-Te-Lam (5) | + | ||
Katil/Kâtil | Öldüren | Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. | |
Katl/Katil | Öldürme, cinayet | + | Kebâir çoktur; fakat ekberü'l-kebâir ve mûbikat-ı seb'a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid'alara taraftar olmaktır. |
Kıtal | Savaş, birbirini öldürme | + | Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine düstur-u teâvündür. O düsturun şe'nidir ittihad ve tesanüd; hayatlanır cemaat. |
Maktul/Maktül | Öldürülen | Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. | |
Mukatele | Vuruşma | Ve hem kemal-i tekebbüründen başını semavatın ketfine vuran insanoğlu, bir sivrisineğin süngücüğüyle ona dokunması vaktinde kalaka düşüp, onunla mukatelede zaif düşerek… | |
Kaf-Ha-Tı (1) | |||
Kaht | Kıtlık, yağmursuzluk | …fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasârât ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. | |
Kaf-Ha-Mim (1) | + | ||
İktiham | Zorluğu aşmak, dayanmak | + | Doğu vilâyetlerimizden olan Van'da böyle bir irfan müessesesinin kurulması için bütün müşkilât iktiham olunmalı ve önümüzdeki bütçe yılında işe başlanmalıdır |
Kaf-Dal (1) | + | ||
Lekad (Kad, Fekad) | (Cümlenin anlamını güçlendirir) | + | Bir gün zâlimlere dedirir Hazret-i Mevlâ, Tallâhi lekad âserakâllahü aleynâ. |
Kaf-Dal-Ha (1) | + | ||
Kadeh | Bardak | Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş. | |
Kaf-Dal-Ra (15) | + | ||
İktidar | Güç, kuvvet | Evet, bilmüşahede görünüyor ki, rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. | |
Kadar | Ölçüde, derecede, gibi | Bütün eşya bir tek Zâta verilse, bu kâinatın icadı ve tedbiri, bir ağaç kadar kolay;… | |
Kader | Her şeyin Allah'ın takdiriyle olması | + | Kader, ilim nev'indendir. İlim, malûma tâbidir. |
Kaderiye/Kaderiyye | Batıl bir fırka | …hem Kaderiye tâifesini; hem Râfızîleri, hem Hazret-i Ali'nin (r.a.) yüzünden insanlar iki kısım olacaklarını;… | |
Kadir/Kâdir | Gücü yeten; Her şeye gücü yeten Allah (Esma) | + | Tecrübeden sonra bakınız; muarazaya kâdir olmadığınız takdirde, acziniz zahir olur ve muarazayı da yapmış olmazsınız. |
Kadir/Kadîr | Her şeye gücü yeten Allah (Esma) | + | Ve kezâ, o kitabın her bir nazmı, kasidesi, Kadîr, Alîm olan Nâzımını takdis ile tahmid eyler. |
Kadr (Kadr/Kadir Gecesi) | Değer, kıymet | + | Bu aşr-i âhir-i Ramazan'da her gece, hususan tek gecelerde Leyle-i Kadrin bulunmak ihtimali kuvvetli olduğunu hadis-i şerif ferman ediyor. |
Kudret | Yapabilme gücü | Fâil muktedirdir. Kudrette noksan yoktur. | |
Makdur (Makdurat) | Takdir edilen | + | Madem ki kudrette meratip olamaz; makdurat dahi bizzarure kudrete nispeti bir olur. |
Mekadir | Miktarlar | Amma, vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadir ve suretler birer şahittir. | |
Miktar/Mikdar | Ölçü | + | Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. |
Mukadder | Takdir edilmiş | …Levh-i Kazâ ve Kader vasıtasıyla o mânevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder. | |
Mukaddir | Takdir eden (Esma) | Umumî şekil ve miktarını gösteren heyettir ki, yâ Musavvir, yâ Mukaddir, yâ Munazzım isimlerini yad eder. | |
Muktedir | Gücü yeten; Esma | + | Tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. |
Takdir | Belirleme | + | Herşey Cenâb-ı Hakkın takdiriyledir. |
Kaf-Dal-Sin (7) | + | ||
Kuds (Kudsi, Kudsiyet, Kudsiyan) | Noksanlardan uzak olma | Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin programı nev'inden olması cihetiyle, Leyle-i Kadrin kudsiyetindedir. | |
Kuddus | Maddi ve manevi kir ve noksanlıkları olmayan Allah (Esma) | + | Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, ism-i Kuddûs'ün bir cilve-i âzamına mazhardır ki,… |
Makdis | Mukaddes yer (Kudüs) | Eğer Beytü'l-Makdise gitmişsen, Beytü'l-Makdisin kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize tarif et. | |
Mukaddes | Kudsiyeti olan | + | Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. |
Takdis | Kudsiyetini ilan etme | Takdis, tekbir, tahmid, tehlil ile küre-i arzı bir zikirhâne-i âzam, bu kâinatı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler. | |
Tekaddes/Takaddes | "Mukaddes ve yüce olsun" | …iki cihanda aziz olmalarını ve olmanızı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden tazarru ve niyaz eyleriz. | |
Tekaddüs | Kudsiyeti olma | Sübhandır o Zat-ı Zülcelal ki, hudûs ve zevalden münezzeh ve mukaddes ve onun cenab-ı izzetine nâlâyık olan hulûl ve ittihaddan tekaddüs ve tenezzüh eden bir sultandır. | |
Kaf-Dal-Mim (11) | + | ||
Akdam/Akdâm | Ayaklar | El-fakir, türabu akdâmu'l-ulemâ Safvet (rahmetullâhi aleyh) | |
İkdam | Gayretle çalışma; bir gazete | İkdam Ceride-i Muteberesine! | |
Kadem | Ayak, oturuş | + | Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler. |
Kadim/Kadîm | Başlangıcı olmayan, sonradan olma (hadis) olmayan; eski | + | İnsanın eliyle zemin sayfasında yazılan mücessem, mütehaccir, mânidar, tarih-i kadimden uzun bir satır olarak okunuyor. |
Kıdem | Öncelik ve eskilik; en önce olma | ...hem bu zât mektep fenlerinde çok zaman alâkadar olup kıdemli bir muallim ve âlim olması haysiyetiyle, ... | |
Kudema | İleri gelenler | Hattâ çok gençken, Hazret-i Ömer onu ulema ve kudema-yı Sahabe meclisine alıyordu. | |
Kudum/Kudüm | Ayak basma, gelme | Sanki o Hazretin (a.s.m.) zaman-ı velâdeti, hassas ve keramet sahibi imiş gibi, o zâtın kudüm ve gelmesini şu gibi hadiselerle tebşiratta bulunmuştur. | |
Mukaddem | Önce, evvel | ...Ziyaeddin Mevlânâ Şeyh Hâlid'in (kuddise sirruhu) mektubat ve resâil-i şerifelerinden muktebes nasâyih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi, on üç sene mukaddem, Bursa'da Hoca Hasan Efendiden almıştım. | |
Mukaddime/Mukaddeme | Giriş, önsöz, başlangıç | ...Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın göze görünen tevâfuk mu'cizesinin muhafaza ile tab edilmesine mukaddeme olsun. | |
Takdim | Öne alma; sunma | Bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. | |
Tekaddüm | Önce olma | ...eceller ve rızıklar, ipham perdesi altında kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zîhayatın eceli mukadder ve muayyendir, tekaddüm, teahhur etmez. | |
Kaf-Dal-Vav (2) | + | ||
İktida | Uyma | Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek, ancak semâvî ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i Kur'âniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki,... | |
Mukteda | Kendisine uyulan | Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,... | |
Kaf-Zel-Ra (3) | |||
Kazurat | Pislikler | Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazûratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. | |
İstikzar | Çirkin görmek | Yoksa, onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir. | |
Müstakzer | Kirli, pis | Şu bostanda çiçek ve yemişlerle beraber, murdar ve müstakzer şeyler de bulunur. | |
Kaf-Zel-Fe (1) | + | ||
Kazf | (İftira) Atma | Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev'idir. | |
Kaf-Ra-Elif (5) | + | ||
İkra' | "Oku" emre; Sure adı (diğer adı Alak) | + | ...sûresinin mânâsını tekrar tekrar soracağını, halbuki bu sûrenin komşusu olan İkrâ sûresinde... |
İstikra' (İstikra-i tam) | Umumi araştırma (Tümevarım) | Bu şahitleri tezkiye eden nazar-ı hikmetle istikrâ-i tâmmdır. | |
Kari/Kâri | Okuyan, okuyucu | Kári'den ricam odur ki, lafzın perişaniyetini görüp mânâya karşı ihtiramsızlık, lâkaytlık göstermesin. | |
Kıraat/Kıraet | Okuma | Nakil ise, kıraat ve kitabet ehline mahsustur. | |
Kur'an/Kuran | Son semavi kitap | Zamanlar geçtikçe, Kur'ân'ın ulvî sırları inkişaf ediyor | |
Kaf-Ra-Be (14) | + | ||
Akarib | Akrabalar | İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. | |
Akraba | soy ve kanca yakın kişiler | Eğer sen Cehenneme girsen, vücut dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennette mes'ut veya vücut dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. | |
Akreb | En yakın, daha yakın | + | Şu sırr-ı gàmızın esası, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafıdır. |
Karabet | Yakınlık | Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. | |
Karib/Karîb | Yakın | + | Hem o Sâni-i Kadîr nihayet derecede masnuata karîb olduğu halde, masnuat nihayet derecede Ondan baîddir. |
Kerrubiyyun | Allah'a en yakın melekler | Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. | |
Kırba | Su tulumu | Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, kırba denilen deriden bir kap sudan abdest aldı,... | |
Kurb (Kurbiyet) | Yakınlık | Demek, şemsin sana karşı iki ciheti vardır: biri kurb, diğeri bu'd. | |
Kurban | Allah yolunda kesilen hayvan; dini bayram; feda edilen | + | Öyle de, sanemler dahi ve sanemlere kesilen kurbanlar dahi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletini haber vermişler. |
Mukarreb (Mukarrebin) | Yakın olanlar | + | Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır. |
Takarrüb/Takarrub | Yakınlaşma | Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. | |
Takrib | Yakınlaştırma | Fakat bazı temsilâtla o hakikatin vücudu fehme takrib edilir. | |
Tekarüb/Takarüb | Birbirine yakınlaşma | Beşerde bir inkılâp İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer' etti ittihad, vâhid oldu peygamber. | |
Takriben | Yaklaşık olarak | Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce, hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser;... | |
Kaf-Ra-Ra (8) | + | ||
İkrar | Kabul etme, itiraf etme | Bunun çare-i yegânesi—ki ne küfrân-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun—meziyet ve kemâlâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikînin eser-i in'âmı olarak göstermektir. | |
İstikrar | Kararlı duruma gelme | Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi içindir | |
Karar (Karardade, karargah) | Değişmez hale gelme; mahkemenin son sözü; kesin yargı | + (yerleşme yeri anlamında) | Birşey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kazâ demektir. |
Makarr | Karar yeri, kalacak yer | İkinci neş'e, nefsi susturup ruhu, kalbi, aklı, sırrı maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için lâtif ve edebli, masumâne bir teşviktir ki,... | |
Mukarrer (Mukarrere) | Kesinlik kazanmış | Halbuki, hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun. | |
Müstekar | Kararlı, yerleşmiş | + | Demek, ona lâyık, daimî, müstekar, zevâlsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umurlar üzerinde duruyor. |
Takarrur | Kararlaşma, yerleşme, kararlı duruma gelme | Ve arz ve insanın Hâlıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hakîmin mezkûr adaleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrur edebilsin. | |
Takrir | Kararlaştırma; bildirme | Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır. | |
Kaf-Ra-Sad (1) | |||
Kurs | Gök cisimlerinin yerden görünen dâire şeklindeki yüzeyi | Şuââtı içinde güneş yüzünde Risale-i Nur naşirinin sureti temessül edip, aynen güneşin kursunda görünüyor. | |
Kaf-Ra-Dad (3) | + | ||
İnkıraz | Sönme, yıkılma | Zaman-ı sâlifte, yani galebe-i vahşet vaktinde âlemde hükümfermâ, vahşetin mahsulü ve tedennî ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi. | |
Karz | Borç | + | Evet, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ, karz-ı hasen şerâit-i sulhiyedir. |
Takriz | Övücü yazı | ...Nurun bir kısım has ve hâlis şakirtlerinin ve merhum Hasan Feyzi ve şehid Hafız Ali tarzında yazdıkları takrizleriyle... | |
Kaf-Ra-Ayn (3) | + | ||
Kar' | Vurma | Evet kasemat-ı Kur’aniye , nevm-i gaflette dalanlara kar’u’l-asâdır. | |
Karia | Sure adı | + | Rumuzat-ı Semaniye tabloları |
Kur'a/Kura | Çekiliş | On beş müslim, on beş gayr-ı müslim farz edilerek, birbiri ardına dizilince bunlara yapılacak her kur'ada gayr-ı müslime isabet etmesi matluptur. | |
Kaf-Ra-Mim-Ze (1) | |||
Kırmızı | Renk | Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. | |
Kaf-Ra-Nun (9) | + | ||
Akran | Yaş veya rütbece eş | İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. | |
İktiran | İki şeyin aynı anda gelmesi | Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. | |
Karain | Karineler | ||
Karin/Karîn | Yakın | + | Bazan birtek tevâfuk, bazı karâinle delâlet hükmüne geçer. |
Karine | İpucu, maksadı gösteren işaret | Hem madem mânâ-yı mecazî ile ve mefhum-u işârînin murad olmasına bir zayıf karine ve bir gizli emare ve birtek münasebet kâfi geliyor. | |
Karn | Asır, devir; boynuz | + | ...her karnda, hatta her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevi'l-hayatın envâlarını ve tâifelerini îcad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm... |
Kurun | Karnlar | Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhrâ dehşette kalacaktı. | |
Mukarenet | Yakınlık, bitişiklik | Gafletten neş'et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. | |
Mukarin | Yakın, bitişik | Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. | |
Kaf-Ra-Ye (1) | + | ||
Karye | Yerleşim yeri | + | Hem bu Tahir'in yüzünden bugünden itibaren Atabey'de, İslâmköyü, Sav köyü, Kuleönü karyeleri gibi Nurs karyesine arkadaş olup umum manevî kazancımıza hissedar oldu. |
Kaf-Ze-Ha (1) | |||
Kuzah/Kuzeh (Kavs-i Kuzeh) | Renk renk çizgiler (Gökkuşağı) | ...garbın kab-ı kavseyni olan kâbe-i saadetinin tâk-ı muallâsının kavs-ı kuzahının elvan-ı seb'asının lâcivert levninin timsali,... | |
Kaf-Sin-Sin (1) | + | ||
Kıssis | Keşiş | + | Hem Yehudun meşhur ulemasından ve Nasârânın meşhur kıssislerinden, kütüb-ü sabıkada evsâf-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) gördükten sonra inadı terk edip imana gelenler, evsâfını Tevrat ve İncil'de göstermişler,... |
Kaf-Sin-Mim (7) | + | ||
Aksam | Kısımlar; yeminler | Demek, huriler Cennetin aksâm-ı ziynetinden yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek surette giydikleri gibi,... | |
İnkısam | Bölünme | Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. | |
Kasem | Yemin | + | Bu sırr-ı mânevî-i dua-yı Nebevî ile, Ebu Hüreyre kasem eder: "Ondan sonra hiçbir şey unutmadım." |
Kısm/Kısım | Bölüm | Şu remizlerin esası, ilm-i cifrin mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur'âniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur. | |
Kısmet | Nasip, hisse | + | Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. |
Münkasım | Bölünmüş | Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur. | |
Taksim | Bölüştürme | Bir işte mehâsin ve şeref hasıl oldukça, havassa peşkeş edilir, seyyiat olsa, avama taksim edilir. | |
Kaf-Sin-Vav (3) | + | ||
Kasavet | Kalp katılığı, tasa | ...zâviye-i vahşette hâmid olan bir kavimdeki kasavet-i vahşiyeyi ihmad ve hissiyat-ı dakikayı tehyiç,... | |
Kasî/Kasi/Kâsî (Kasiye) | Katı | + | ...kasî kalbime, âsi ruhuma, gafil aklıma, mağrur vicdanıma, sakîm düşünceme tak diye bir tokmak vuruldu. |
Kasvet | İç sıkıntısı | + | ...bu kasvetli ve karanlıklı ve kâbuslu günlerimizde kat'î bir ümitle yaşatan... |
Kaf-Şın-Ra (1) | |||
Kışr/Kışır | Kabul | Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir. | |
Kaf-Şın-Ayn (1) | |||
İnkışa' | Manilerin kaybolup havanın açması | Dedim: -Asya'da, âlem-i İslâm'da üç nur, birbiri arka sıra inkişafa başlıyor, sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişa'a başlayacaktır. | |
Kaf-Sad-Dal (8) | + | ||
İktisat/İktisad | Tutum, itidal | İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez | |
Kasaid | Kasideler | ...hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevk etmek için teşvikkârâne kasâid-i vataniyeye nisbeti gibidir. | |
Kaside | 7 veya daha fazla beyitli şiir | Hem nasıl ki, şu insan gayet mânidar bir mektub-u Rabbânîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir. | |
Kasd/Kast/Kasıd/Kasıt | Niyet, bilerek yapma, amaç | + | İşte kâinatta bir nizam-ı ekmel-i kasdî var. |
Makasıd | Maksadlar | Ve o ulvî makàsıdını sair zîşuurlara bildirmekle kemâlâtını izhar etmek için birisini muallim tayin edecektir. | |
Maksad/Maksat | Amaç | Zira, ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. | |
Maksud | Kastedilen, amaçlanan; Esma | Çağırırım: Yâ Hak, yâ Mevcud, yâ Hayy, yâ Mâbud, Yâ Hakîm, yâ Maksud, yâ Rahîm, yâ Vedûd! | |
Muktesit/Muktesid | İktisatlı | + | İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm. |
Kaf-Sad-Ra (5) | + | ||
İktisar | Kısaltma | Eğer muamelât ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen, vefa ve ihtisar ve selâmet ve selâset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliğiyle cemâl-i zâtiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et. | |
Kasır/Kasr | Saray | + | ...şu muhteşem burçlar sahibi müzeyyen kasırlar hükmünde olan semâvât dahi zîşuur ve zevi'l-idrak mahlûklarla doludur. |
Kâsır/Kasır | Kısa | + | Ve elin onu icad etmekten kasırdır. |
Kusûr/Kusur | Kasırlar, Saraylar; Hata | Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakîn ile hükmolunur ki şu kusûr-u semaviye ve şu buruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. | |
Taksir | Kusur | Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin. | |
Kaf-Sad-Sad (2) | + | ||
Kasas | Sure adı; anlatma, hikaye etme | + | Hem Yunus, hem Yusuf, hem Ra'd, hem Hicr, hem Şuârâ, hem Kasas, hem Lokman sûrelerinin başlarında bulunan... |
Kısas | Kıssalar | + | |
Kısâs/Kısas | Ödeşme | Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı Padişah-ı maznûna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tâbi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir. | |
Kıssa | Ders veren hikaye | Pûşide olmasın, Sevr ve Hûtun kısas-ı meşhuresi, İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir. | |
Kaf-Sad-Vav (1) | + | ||
Aksa/Aksâ | En uzak | Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir. | |
Kaf-Dad-Be (1) | + | ||
Kadib/Kadîb (Kadib-i Hadid) | İnce dal (Kılıç) | İşte şu âyet gösteriyor ki, "Sahibü's-seyf ve cihada memur bir Peygamber gelecektir." "Kadîb-i hadîd" kılıç demektir. | |
Kaf-Dad-Ye (7) | + | ||
İktiza | Gerektirme | Hem ehemmiyetsizliği, belki çirkinliği iktiza eden kesret-i mutlaka dahi, kemâl-i hüsn-ü san'at içinde görünüyor. | |
Kadı/Kâdı | Hakim | + | Şu mu'cize-i ekberi Allâme-i Mağrib Kadı İyaz'ın Şifâ-i Şerif'ine havale ediyoruz. |
Kaza | Küçük yerleşim yeri; kadının görevi, davayı hükme bağlama | Çok rahatsız ve ihtiyar olması sebebiyle kaza tabipliğinden aldığı bir raporu nazar-ı itibara alınmayarak, mutlaka mahkemede bulunması isteniyordu./Çünkü, Fetvânın kazadan farkı, mevzuu âmmdır, gayr-ı muayyendir; hem mülzim değil. | |
Kaziye/Kaziyye | Hüküm cümlesi | Kaziye-i mutlaka, bazan külliye; ve kaziye-i vaktiye-i münteşire, bazan daime sûretinde görünür. | |
Mukteza | Durumun gereği | Ulûhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. | |
Muktazi/Muktezi | Gerektiren | Muktazi mevcuttur. Fâil muktedirdir. Mahal kâbildir. Mâni yoktur. | |
Takaza | Zorlama, istek, başa kakma | Amma çirkinlik ve kusurun dahi halk ve icad cihetleri yine Hâlık'a raci' olmakla beraber; takazâ, yani sual ve mes'uliyet ise abde raci'dir. | |
Kaf-Tı-Be (2) | |||
Aktab | Kutuplar | Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Malik, Şâfiî, Ahmed ibni Hanbel şahların, aktabların fevkindedirler. | |
Kutb/Kutub/Kutup | Büyük evliya; Uç | Fakat hususî faziletlerde Şâh-ı Geylânî gibi bazı harika kutuplar, bir cihette daha parlak makama sahiptirler. | |
Kaf-Tı-Ra (7) | + | ||
Aktar | Kuturlar, her tarafı | + | ...seni yapmak için kâinatı ve anâsırı ince elekle eleyip hassas ölçülerle aktâr-ı âlemden senin vücudundaki maddeleri toplamak lâzım gelir. |
Katarat | Katreler | Demek o parlayan kataratlar, zuhuruyla ve gelmeleriyle güneşin vücudunu gösterdikleri gibi; guruplarıyla, zevâlleriyle güneşin bekàsını ve devamını ve birliğini gösteriyorlar. | |
Katran | Sedir ağacı | Barla Yaylası, Tepelice, Çam, Katran, Karakavağın Bir Meyvesi olup Sözler mecmuasına yazıldığı için buraya yazılmamıştır. | |
Katre | Damla | Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha'yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor. | |
Kıtr | Bakır | + | Âyette nuhas "kıtr" ile tabir edilmiş. |
Kutr/Kutur | Dairenin çapı | Demek, merkeze kadar nısf-ı kutr-u arz, altı bin küsûr kilometre olduğundan, iki yüz bin derece-i harareti câmi, yani iki yüz defa ateş-i dünyevîden şedit ve rivayet-i hadîse muvafık bir ateş bulunuyor. | |
Takattur/Tekattur | Damla damla olma | Akla nüfuz ettiği gibi, vicdana da takattur eder. | |
Kaf-Tı-Ayn (11) | + | ||
İnkıta' | Kesilme | Eğer o intisap kesilse, o şey, bütün eşyadan dahi inkıta' eder, cirmi kadar bir küçüklüğe sığışır. | |
Kat' | Kesme | Hadsiz fevâid-i uhreviyeden ve kemâlât-ı insaniyeden kat-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz'î bir faidesi şudur ki: | |
Kat'an/Katan | Kesin olarak | Sâniin hikmeti ve ef'âlindeki adem-i abesiyet ve kâinattaki en hasis ve en kalîl şeyde nizamın müraatı ve adem-i ihmali ve nev-i beşerin mürşide olan ihtiyac-ı zarurîsi, nev-i beşerde vücud-u nübüvvet, kat'an istilzam ederler. | |
Kâtı'/Katı' (Katıa/Kâtıa) | Kesen | + | O Kur'ân-ı cami'in nusus ve vücuhundan ve işarat ve rümuzundan çıkan Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiyenin kemâl-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti, cerh edilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı'dır. |
Kati/Kat'i/Katî/Kat'î (Kat'iyyen) | Kesin | Hem kat'iyyen bil ki; Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın iki âli var. | |
Kıta/Kıt'a | Büyük kara parçası; şiirde 2 veya 4 satırlık bölüm | Azametli Bahtsız Bir Kıt'anın, Şanlı Tali'siz Bir Devletin, Değerli Sahipsiz Bir Kavmin Reçetesi Veyahut BEDİÜZZAMAN'IN MÜNÂZARAT'I | |
Makta' | Kesilme yeri | Bahirden bahre malik ve nehirlerden, arzın makta' ve müntehâsına kadar malik ola... | |
Mukattaa | Kesik, kesintili | Burada, hurûf-u Kur'ân'ın, hususan sûrelerin başlarındaki mukattaât-ı hurûfun hâsiyetlerine ve fezâillerine ve tesirât-ı maddiyelerine dâir vürûd eden hadisleri,... | |
Münkatı' | Kesilmiş | Feda ettiği hayatı, sekerâtı tatmadığından, gayr-ı münkatı' ve bâki görüyor; yalnız, daha nezih olarak buluyor. | |
Tekatu' | Kesişme | İşte, o iki dairenin tekatu' noktasına, "baş" mânâsına "re's," diğerine "kuyruk" mânâsına "zeneb" demişler. | |
Takti' | Kesme | Bu harflerin takti'i, müsemmânın vahid-i itibarî olup, terkib-i mezcî olmadığına işarettir. | |
Kaf-Tı-Fe (1) | + | ||
Katuf | Yavaş yürüyüşlü hayvan | Halbuki, Ebu Talha'nın atı, katuf tabir edilen, yürüyüşsüz kısmındandı. | |
Kaf-Tı-Mim-Ra (1) | + | ||
Kıtmir | Çekirdek zarı; Ashab-ı Kehf'in köpeği | + | Meselâ, Sûre-i Kehf'te وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ kelimesi altında yapraklar delinse, Sûre-i Fâtır'daki قِطْمِيرٍ kelimesi az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak. |
Kaf-Ayn-Dal (6) | + | ||
Kaide | Prensip; taban | Bu "iltifat" ile tesmiye edilen bir kaidedir. | |
Kavaid | Kaideler | + | ...müfessirînin beyan ettikleri mânâlar, kavaid-i Arabiyeye ve usul-ü nahve ve usul-ü dine muhalif olmamak şartıyla, o mânâlar, o kelâmdan bizzat muraddır, maksuddur. |
Kuud | Namazda oturuş | + | Halbuki, yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır. |
Mütekaid | Emekli | ...daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler muktedir, kuvvetli vazifeperver Saidler olursunuz. | |
Tekaüd | Emekli olma | 25 seneye karib burada müftülük yaptım. Üç sene evvel tekaüd oldum. | |
Zilkade | Hicri 11. ay | ...veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyûm isminin bir cilve-i âzamı, Zilkade ayında aklıma göründü. | |
Kaf-Ayn-Ra (1) | + | ||
Ka'r/Kar | Dip | Bu sırada coşan deryanın ka'rından, sahil-i beyana bahâ takdir edilemeyen cevahir geliyordu. | |
Kaf-Fe-Sad (1) | |||
Kafes | Çubuklu hapis bölmesi | Şu masnuat adedince hakikatin şuâını gösteren hadsiz delikli ve kafesli şu pencereyi neyle kapatabilirsin? | |
Kaf-Fe-Lam (1) | + | ||
Kafile | Seyahat gurubu | Yolda giderken sizin bir kàfilenizi gördüm. Kàfileniz yarın filân vakitte gelecek. | |
Kaf-Fe-Vav (2) | + | ||
Kafa | Baş | ...Yeni Said kafasıyla cevap veremiyorum. | |
Kafiye | Şiirde satır sonu ses uyumu | Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. | |
Kaf-Lam-Be (8) | + | ||
İnkılap/İnkılab | Devrim, dönüşme | Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılâplarda ve emanet-i kübrayı ve hilâfet-i arziyeyi omuzuna alan nev-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli meselelerinden, en azametlilerini ders vermek... | |
Kalıp/Kalıb | Biçimlendirme aracı | ...o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misilli, binler mürekkepler adedince tabiat kalıplarının bulunması lâzım gelir. | |
Kalp/Kalb | Yürek | + | Her insanda bir kalp var. Bir kalp ise, hem dâirede, hem hâriçte olamaz. |
Kulub | Kalpler | + | Mahbub-u kulûb, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu. |
Kulp | Tutma sapı | Sebepsiz, sırf bazı garazkârların keyfi için Risale-i Nur naşirlerine bir kulp takıp mahkemelerde süründürmek ve belki mahvetmek için... | |
Mükallib | Döndüren | ... Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir. | |
Münkalib | Dönen/Dönmüş | + | Harekâtınız bu inkılâpta ilâç gibiydi ki, fazla olsa zehre münkalip olur. |
Takallüb/Tekallüb | Değişim, dönüşüm | + | İşte bu faaliyet-i hakîmiyeden anlaşılır ki, zamanın seyliyle beraber gelip geçen eşya-yı seyyâleden ve geçen günlerden, senelerden, asırlardan, leyl ve neharın takallübü ile pek çok mensucat-ı gaybiye ve uhreviye yapılmaktadır. |
Kaf-Lam-Dal (5) | + | ||
Kılade | Gerdanlık | İnsandan ta zerreye, hem ondan tâ o şemse olan iki mesafe, birbirine müsâvî. Kılâde-i hilkatte, bir cevher-i feridmiş. | |
Mekalid | Anahtarlar | + | Zira Kur'ân-ı Mübîn, ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklin tezkiyelerinden pek yüksek ve ganîdir. |
Mukallid/Mukallit | Taklitçi | Etbâı iltizam edip tâmim etti. Mukallidi taassup edip, o kavlin hıfzı için muhaliflerin hedmine çalıştılar. | |
Takallüd | Kuşanma | Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve burhanla takallüdü ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat ve muhâkâtıdır. | |
Taklid/Taklit | Benzemeye çalışma | Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. | |
Kaf-Lam-Sin (1) | |||
Takallüs | Büzülüp toplanma, geri çekilme | Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım. | |
Kaf-Lam-Ayn (4) | + | ||
Kal' | Kökten sökme | Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. | |
Kal'a/Kale | Savunma binası | Ankara'nın eskimiş kal'asının başına çıktım. | |
Kalay | Bir metal | Hem insanın azaları üzerindeki maddî-manevî tabiatın kir ve pasını giderip kalaylattıracak şey, yine ancak ibadettir. | |
Takla | Yuvarlanma | ...kamyon müthiş sadmelerle üç takla, yirmi beş otuz metreden aşağıya yuvarlandık. | |
Kaf-Lam-Kaf (1) | |||
Kalak | Can sıkıntısı, keder | Nefis daima ıztıraplar, kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. | |
Kaf-Lam-Kaf-Lam (1) | |||
Kalkale | Tecvidde bazı harfleri sakin olduğundan harfin harekesini hissettirmek | Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. | |
Kaf-Lam-Lam (7) | + | ||
Ekall (Ekalliyet, Laekal) | Daha az(ı) (Azınlık, en azından) | + | Nazar-ı Şâri'de ekall, eksere tâbidir. |
İstiklal | Bağımsızlık | Evet, istiklâl, ulûhiyetin hâsse-i zâtiyesidir. Ve lâzıme-i zaruriyesidir. | |
Kalil | Az | + | Hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir. |
Kıllet | Azlık | Hayvanatın kemiyetçe kesreti; ve insanın, hayvanata nisbeten kılleti malûm... | |
Kule | İnce uzun yapı | Bana yüksek bir kule yap; semâvâtın halini rasat edip bakacağım: | |
Müstakil | Başlı başına | Fakat, Otuz Üçüncü Söz müstakil değil, belki otuz üç adet Mektubattan ibarettir. | |
Taklil | Azaltma,hafifletme | ...ve رَبِّكَ'deki îmâ-i rahmet, umumen taklili göstermekle, azabı nihayet derecede ta'zîm ve tehvil eder. | |
Kaf-Lam-Mim (3) | + | ||
Aklam | Kalemler | + | Ulemanın midâd-ı aklâmı, şühedanın kanından mübecceldir |
İklim | Hava durumları etkisi; diyar, ülke | ...zeminin küçük mikyasta eskiden beri yedi iklimi,... | |
Kalem | Yazma aleti | + | Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin parmaklarıdır. |
Kaf-Lam-Nun-Sin (1) | |||
Kalensüve/Kalensüvet | Şapka, baş giysisi | ...hattâ kalensüvetini başkasının başında gördüğü zaman, onu kendisidir diye zanneden meşhur Hebenneka'dan daha ahmaktır. | |
Kaf-Mim-Ra (3) | + | ||
Kamer | Ay | + | Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervane etrafında döner. |
Kumar | Haram olan şans oyunu | Yarı malını, bin adam iştirak eden bir piyango kumarına atarsın. | |
Kumru | Bir kuş | ... o kışır ve kabuk, feza-yı melekûtta kamer gibi cevelan eden bir kumrunun üstünden inşikak etmiş olduğunu bilsin. | |
Kaf-Mim-Sin (1) | |||
Kamus | Sözlük | Ben de bunun aksine olarak, her mânâya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kâmus vücuda getirmek merakına düştüm | |
Kaf-Mim-Şın (1) | |||
Kumaş | Dokunmuş şey | Ta mahsus güzel bir kumaştan kendine bir kat libas satın alsın. | |
Kaf-Mim-Tı-Ra (1) | + | ||
Kamtarir | Çatık/asık suratlı | + (Uzun ve sıkıcı gün anlamında) | Eğer size ekşi gelirse, yüzünüzü ekşitip abûs, kamtarîr olmayınız. |
Kaf-Nun-Dal-Lam (2) | |||
Kanadil | Kandiller | Güya o pek büyük ve pek çok kütle-i nâriyelerin ve gayet çok kanâdil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennemdir ki, onlara nursuz hararet veriyor. | |
Kandil | Mum | ...güneşi büyük bir elektrik lâmbası, kameri kandil, ve yıldızları mumlar meyveleriyle yaldızlar, elektrikler. | |
Kaf-Nun-Tı-Ra (4) | + | ||
Kanatir | Kıntarlar/Kantar(a)lar | ...ve sonra felsefecilerin yaptığı gibi, her bir sebebe de bir kanatir-i mukantara (yani birer pay yığını) vereceksin. | |
Kantar | Tartı | + (Çok fazla mal (kıntar) olarak) | Kantarlarla ehval ve mehavifi ruhlarına yüklüyorlar. |
Kantara | Köprü | zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. | |
Mukantar (Mukantara) | Öbek öbek bir araya getirilmiş; kemerli | + | ...ve sonra felsefecilerin yaptığı gibi, her bir sebebe de bir kanatir-i mukantara (yani birer pay yığını) vereceksin. |
Kaf-Nun-Ayn (4) | + | ||
İkna' | Kabul etme/ettirme | İşte bu altı meseleyi, birer birer aklı ikna edecek muhtasar bir tarzda beyan edeceğiz. | |
Kanaat | İnanıp kabul etme; neticeye rıza, yetinme | Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir. | |
Kani' | Kanaat sahibi | + | Kalbime gelen bir ihtarla keyfiyet-i intişarı düşündüm ve şu hakikatleri hissettim, hattâ kani oldum: |
Mukni' | İkna olmuş | ...derinden derine, gayet mûnis ve mukni, nihayet ciddî ve ulvî ve burhanla mücehhez bir sadâ-yı semâvî işiteceksin ki,... | |
Kaf-Nun-Nun (3) | |||
Kanun | Yasa | Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır. | |
Kavanin | Kanunlar | Suâl: Nedir şu tabiat, kavânin, kuva ki, onlarla kendilerini aldatıyorlar? | |
Mukannen | Bir kanuna tabi, tertip üzere | ...ve bir dirhem kemik gibi birtek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine, mukannen bir surette, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak,... | |
Kaf-He-Ra (3) | + | ||
Kahhar | Hakimiyet sahibi Allah (Esma) | + | Kahhar bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız. |
Kahır/Kahr | Mahvetme | Evet, kahır ve cebirle zahirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. | |
Kâhir/Kahir | Baskın; Üstün olan Allah (Esma) | + | ...bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlin... |
Kaf-He-Kaf-He (1) | |||
Kahkaha | Sesli gülme | Bu Nurları bulduktan sonra istikbalimi gördükçe kahkahayla gülüyorum, ferah oluyorum ve müferrah oluyorum. | |
Kaf-He-Vav (1) | |||
Kahve (Kahvehane) | Bir içecek | Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. | |
Kaf-Vav-Be (1) | + | ||
Ka'b/Kab (Ka'b-ı Kavseyn) | Yay kabzası ile uzu arası mesafe (İmkan ve vücub ortası mertebe) | + | Tâ, daire-i âzamiyesinin ünvanı olan Arş-ı Âzamına girecek, tâ Kab-ı Kavseyne, yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ... |
Kaf-Vav-Te (1) | + | ||
Kut | Yaşatacak gıda | Bir kısmı ruhlara kut, fikirlere kuvvet verici hakikatlerdir ki, tekerrür ettikçe güneşin ziyası gibi, ruhlara, fikirlere hayat verir. | |
Kaf-Vav-Dal (3) | |||
İnkıyad/İnkiyad | Boyun eğme | O teveccüh ise, inkıyadı tesis, o inkıyad dahi nizam-ı ekmele îsal eder. | |
Kavvad | Günah aracısı | Adi bir kavvad nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? | |
Münkad | Boyun eğen | ...herşey, her anda, her şe'nde, her şeyinde Ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu ilâm etmekle gafleti dağıtıp... | |
Kaf-Vav-Zel (1) | |||
İnkaz | Kurtarma | Sarsar-ı ilhaddan inkaz eden,/Şû'le-i Hûd-u hidâyettir sözün. | |
Kaf-Vav-Sin (3) | + | ||
Kavs/Kavis (Kavseyn) | Yay, eğri; parantez | + | İşaret ettiğim iki kavs içerisinde bulunan kısım, Yirmi Yedinci Mektubun Dördüncü Zeylinde yazılacak. |
Mukavves | Kavis şeklini almış | O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? | |
Takavvüs | Kavis şeklini alma | Halbuki gördüğü, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. | |
Kaf-Vav-Fe (1) | |||
Kıyafet | Elbise | Yirmi senede kaç vilâyetin zabıtaları kıyafetime ilişmedi. | |
Kaf-Vav-Lam (11) | + | ||
Akval | Kaviller, söylenenler | + | Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: akvâli, ef'âli, ahvâlidir. |
Kail/Kâil | Görüşte olma; sözü söyleyen | + | Ehl-i teşeyyu', imanına kàil; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kàil değiller. |
Kal/Kâl (Lisan-ı kâl) | Konuşma | Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor. | |
Kale/Kâle | Dedi | + | |
Kalu/Kâlû/Kalü (Kalübela) | (Onlar) dediler (Ruhların söz verdiği vakit) | Müntesipleri, kàlû belâdan dahil olan umum mü'minlerdir. | |
Kaval | Çoban çalgısı | Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. | |
Kavl/Kavil | Söz, görüş | + | Kur'ân gibi sahih kavilleri tayip etmek, ancak fehimlerin sekametinden ileri geliyor. |
Kıl/Kîl/Kıle/Kile/Kîle (Kîl-ü kâl) | Denildi, söz (Dedikodu) | + | Bu üçüncü kaziyede ihtilâfat feveran ederler. Kâl u kîl buna şahittir. |
Makale | Fikir; görüş bildiren kısa yazı | Bu kitap üç makale ile üç kitap üzerine müretteptir. | |
Mekal | Söz | ...ve selâmet ve saadetlerine dua ederek hatm-i mekal ediyorum. | |
Mukavele | Sözleşme, karşılıklı konuşma | Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır. | |
Kaf-Vav-Mim (19) | + | ||
Akvam | Kavimler | ...Zülkarneyn olan İskender-i Kebirin nübüvvetkârâne irşâdâtıyla akvâm-ı zâlime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların garetlerine mâni olacak meşhur Sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi; | |
İkame | (Bir şeyin yerine) yerleştirme, oturtma | El-hubbu fillâh esas-ı merhamet-kârı yerine, el-buğzu fillâh ikame edilmiştir. | |
İkamet | Oturma | + | Bediüzzaman Said Nursî'nin Kastamonu'da, Sekiz Sene Karakolun Göz Hapsi Altında İkamete Mecbur Edildiği Ev (solda) Ve Karşısında Polis Karakolu |
İstikamet | Yön; doğru yol üzerinde olma | Siyer-i Seniyyesi kat'î bir surette gösterir ki, her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinap etmiştir. | |
Kaim/Kâim (Kaime) | Ayakta duran, varlığını sürdüren (Gözleyici anlamında) | + | Gayet kat'î bir hads ile, belki müşahede ile sabittir ki, ceset ruhla kaimdir. |
Kamet | Boy-pos; namaz başlama işareti | Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, Uzanacak./"Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?" denildi. | |
Kavm/Kavim | Topluluk | + | Azametli Bahtsız Bir Kıt'anın, Şanlı Tali'siz Bir Devletin, Değerli Sahipsiz Bir Kavmin Reçetesi |
Kaymakam/Kaim-i makam | İlçe devlet temsilcisi | Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... | |
Kayyum | Her şeyin varlığıyla ancak kedisiyle devam edebilen Allah (Esma); (bir şeyin) varlığını sürdürmesini sağlayan | + | Şu kâinattaki ecrâm-ı semâviyenin kıyamları, devamları, bekàları, sırr-ı kayyûmiyetle bağlıdır. |
Kıvam | En güzel şekil ve oran | Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etraki tadlil ediyorlardı. | |
Kıyam | Ayakta durma | O dakikada, şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi. | |
Kıyamet | Kainatın yıkılıp yeniden dirilmesi | + | Pek çok envâda yevm ve sene gibi, hattâ insanın şahıslarında bir çok kıyâmet-i mükerrere-i nev'iye vardır ki; bir kıyamet-i kübrânın tahakkukunu ihsas ediyor. |
Kıymet | Değer | Kıymet, Kur'ân'dan tereşşuh eden ve Kur'ân-ı Hakîmin malı olan Risale-i Nur'dadır. | |
Makam | Mevki, derece | + | Şu âyet-i azîmenin çok hakaik-i azîmesinden bir iki hakikatine İki Makam ile işaret edeceğiz. |
Mukavemet | Direnç | Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine karşı o kalb, kasavetle mukavemet ediyor? | |
Mukavim | Dayanıklı | Fert tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. | |
Mukim | Yerleşik (Namazı dosdoğru kılan anlamında) | + | Öyleyse, o Sultanın memleketinde daimî mekânlar, sâbit meskenler, daimî ve mukim sakinler bulunmazsa, şu görünen hikmet, inayet, merhamet ve adaletin, kalb ve fikir sahiplerince inkârları lâzım gelir. |
Müstakim | İstikametli | + | Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. |
Takvim | Yaratılış, kıvama getirilme; tarihleri gösteren tablo | + | Eğer hak ve Kur'ân'ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun. |
Kaf-Vav-Ye (6) | + | ||
Kaviy | Kuvvetli; esma | + | ... bir Kadîr-i Mutlak ve Kaviyy-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak ve Hayy-ı Kayyûm bir Zâtın vücub-u vücuduna ve vahdetine karşı her taraftan pencereler açar,... |
Kuvâ/Kuva | Kuvvetler, cihazlar | Nedir şu kavanîn ve kuvâ ki daima onlarla mütedemdimdirler? | |
Kuvve | Latife, cihaz, duygu | + | Hem Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misâlin iki hücceti ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye, mercimek küçüklüğünde iken,... |
Kuvvet | Güç | + | ...ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve câmid, hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir vech ile mümkün olmadığını,... |
Mukavvi | Takviye eden | ...Hazret-i Ali radiyallahu anhın Kaside-i Ercûze ve Celcelûtiyesindeki şiddetli alâkadarlığını murad ettiği bir Varis-i Nebi ve Mukavvi-i Din ve Hâmil-i İsm-i Âzam olan Risale-i Nur ve müellifi olduğunu, ... | |
Takviye | Güçlendirme | Ve bir noktaya parmak bastıklarından birbirini takviye ediyorlar. | |
Kaf-Ye-Elif (1) | |||
Kay' | Kusma, kusmuk | Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Şu kuzusuna süt, bu yavrusuna kay verir. | |
Kaf-Ye-Dal (6) | |||
Kayd/Kayıd/Kayıt | Bağlama, kelepçe | "Her kimden gelse" kaydı ise, hamd masdar olup fâili terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. | |
Kuyud | Kayıtlar | ...en nihayet bir madde-i kanuniyenin, kuyud-u ihtiraziyeyi nazara almayarak,... | |
Mukayyed | Kayıtlı, bağlı | Binaenaleyh, milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. | |
Mukayyid | Kayıt altına alan | Belki her şeyin dâhili, mutlak sıfatların mazharı olduğu gibi, harici ise, bir mukayyide, yani bir takyid ve tahdide mazhardır. | |
Takayyüd | Kayıtlanma | İkincisi: Mahiyetinin mübayenetiyle adem-i takayyüd. | |
Takyid | Kayıtlama | Ta'vik, takyid, men ve müdahale şöyle dursun, belki teshil ve tesri' ve îsâle vesile hükmüne geçer. | |
Kaf-Ye-Sin (4) | |||
Kıyas | Karşılaştırma | Gazeteci denilen huteba-i umumî iki kıyas-ı fâsidle milleti bataklığa düşürtmüştür. | |
Mekayis | Mikyaslar, ölçüler | Belâğatın ukde-i hayatiyesi, tâbir-i diğerle beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise, hariciyatın nevâmisi ve mekayisini temessül etmektir. | |
Mikyas | Ölçü | Halbuki, Cenâb-ı Hakka bu gibi mikyaslarla bakılamaz. | |
Mukayese | Karşılaştırma | Evet, Kur'ân, milyonlarca Arabî kitaplarla mukayese edilirse, benzeri bulunamaz. | |
Kaf-Ye-Lam (1) | + | ||
Kaylule | Öğle uykusu | Çünkü yarım saat kaylûle, iki saat gece uykusuna muadil gelir. |
Kef (ك) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Kef-- () |
Lam (ل) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Lam-- () |
Mim (م) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Mim-- () |
Nun (ن) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Nun-- () |
He (ه) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
He-- () |
Vav (و) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Vav-- () |
Ye (ي) Kök Harfi İle Başlayan Kelimeler
Kelime | Anlamı | Kur'an'da Geçiyor mu? |
Örnek Cümle |
---|---|---|---|
Ye-Ye (1) | + | ||
Yâ/Ya | Çağırma edatı | + | Bidâyette hırhırları arkasında "Yâ Rahîm" fark edilir. |
Ye-Elif-Sin (2) | + | ||
Ye's/Yeis | Ümitsizlik | Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! | |
Me'yus/Meyus | Ümitsiz | ...feryad edip me'yus olmayınız. | |
Ye-Be-Se (1) | + | ||
Yabis | Kuru | + | Zîrâ hiçbir ratb ve yabis yoktur ki; o tenezzühgâhta ya çiçek veya gonca halinde bulunmasın. |
Ye-Te-Mim (2) | + | ||
Eytam | Yetimler | Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. | |
Yetim | Babası ölmüş | + | Bu ahbabı yetim gördüm. |
Ye-Dal-Ye (2) | + | ||
Eyadi | Eller | ...pek çok semereleri olan bir ağaç yed-i vâhide, tek bir semerenin yapılışı da eyâdi-i kesireye tevdi edildiği zaman, her iki tarafın yapılışları suhuletçe bir olur. | |
Yed | El | + | ...pek çok semereleri olan bir ağaç yed-i vâhide, tek bir semerenin yapılışı da eyâdi-i kesireye tevdi edildiği zaman, her iki tarafın yapılışları suhuletçe bir olur. |
Ye-Sin-Ra (5) | + | ||
Meysur | Kolay | + | Ey mümeyyiz akl-ı vâhid, söyleyen meysurunu |
Müyesser | Kolay(laşmış) | Şimdiye kadar emsaline tesadüf etmediğim bu güzel ve yüksek Sözler'i birden bire kavramak herkese müyesser olamayacağı için, affımı rica ediyorum. | |
Teysir | Kolaylaştırma | Yâ Rab, şu Kitab-ı Mübînin infaz-ı ahkâmını teshil ve teysir ve dellâl-ı Kur'ân'ı da, âmâl ve makasıdında muvaffak ve cemi' ihvanımla beraber bu kemter kulunu da, hulûl-i ecelime değin, Kitab-ı Mübîne hâdim buyur | |
Yesar | Sol taraf | Mecazât ve teşbihât, ne vakit cehlin yesar-ı muzlimanesi, ilmin yemin-i nuranîsinden kaçırıp gasbetse veyahut mecaz ile teşbih bir uzun ömür sürseler, ... | |
Yüsr | Kolaylık | + | Şu hâl, harecdir. Yüsr-ü dine münafidir. |
Ye-Ayn-Be-Mim (1) | |||
Ya'sub/Yasub | Arı beyi (kraliçe) | Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan Kudret-i Fâtıra, beşeri nebîsiz bırakmaz. | |
Ye-Kaf-Te (1) | + | ||
Yakut | Değerli bir taş | + | Diğeri kürevî bir yakutu bulur. |
Ye-Kaf-Tı-Nun (1) | + | ||
Yaktin | Kabak | + | Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lûtf-u Rabbânîyi müşahede etti. |
Ye-Kaf-Zı (6) | + | ||
İkaz | Uyarı | Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden îkaz edip ... | |
Mukiz | İkaz eden | Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur'ân gösterilse idi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan "kudsiyet"e intikal ederdi. | |
Müteyakkız | Uyanık, dikkatli | Aziz, sıddık, müteyakkız, samimî, müttehid, mübarek kardeşlerim, | |
Teyakkuz | Uyanıklık | İfrâta varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharrîye dâîdir, ciddiyete vesiledir. | |
Yakaza | Uyanıklık hali | Ben de birden uyandım, belki yakaza ile yeni yattım. Bence yakaza rüyadır. | |
Yakzan | Uyanık | ...hakikî hüşyar ve yakzan olan zâtın gördüğünü, sen kendi rüyanda inkâr değil, tabir et. | |
Ye-Kaf-Nun (3) | + | ||
İkan/Îkân | Tam ve kesin bilme | Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki, bekàmın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemâlin bekàsına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna imanımda ve iz'ânımda ve îkanımda vardır. | |
Teyakkun | Şüphesiz bilme | ...kuvvetli püştibane, fütur götürmez bir mesnede mâlik olmak lâzım geldiğini teyakkun edebildim. | |
Yakin (Yakiniyat, Yakinen) | Kesin bilgi | + | Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. |
Ye-Mim-Nun (5) | + | ||
Meymenet (Meymenetsiz) | Uğur(suz) | + | Fakat meymenetsiz bir zamana rastgeldi. |
Meymun | Uğurlu | Ey maymûn-ü meymûn! | |
Teyemmün | Uğurlu kabul etme | Ve keza, teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi;... | |
Yemin | Sağ el; ant | + | Zira yemin-i yümn-ü imandır, Verir emn ü eman ile enâma. |
Yümn/Yümün | Bereket | Zira yemin-i yümn-ü imandır, Verir emn ü eman ile enâma. | |
Ye-Vav-Mim (2) | + | ||
Eyyam | Günler | Çünkü eyyâm-ı şer'iyenin, dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var. | |
Yevm (Yevmiye) | Gün(delik) | + | ...neticesinde, yevm-i fasl olan haşri, netice olarak zikrediyor. |
Özet Tablo ve Toplamlar
Arapça Harf | Türkçe Okunuşu | 2 Harfli Kelime Sayısı | 3 Harfli Kök Sayısı | 3 Kök Harfli Kelime Sayısı | 4 Harfli Kök Sayısı | 4 Kök Harfli Kelime Sayısı | Risalelerdeki Toplam Kök Sayısı | Kur'an'daki Toplam Kök Sayısı | Kur'an'daki Köklerden Risalelerde Geçenlerin Sayısı | Risalelerdeki Toplam Kelime Sayısı | Kur'an'daki Toplam Kelime Sayısı | Kur'an'daki Kelimelerden Risalelerde Geçenlerin Sayısı |
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
ا | Elif | 4 | 66 | 221 | 2 | 2 | 72 | 86 | 57 | 227 | 198 | 81 |
ب | Be | 1 | 67 | 228 | 6 | 11 | 73 | 89 | 59 | 240 | 257 | 80 |
ت | Te | - | 22 | 53 | 1 | 1 | 23 | 23 | 14 | 54 | 52 | 16 |
ث | Se | - | 13 | 47 | - | - | 13 | 23 | 11 | 47 | 58 | 20 |
ج | Cim | - | 69 | 252 | 7 | 12 | 77 | 72 | 54 | 263 | 157 | 58 |
ح | Ha | - | 96 | 378 | 1 | 1 | 97 | 100 | 71 | 379 | 281 | 101 |
خ | Hı | - | 64 | 219 | 8 | 8 | 72 | 71 | 48 | 227 | 213 | 58 |
د | Dal | - | 40 | 149 | 7 | 8 | 48 | 47 | 30 | 157 | 108 | 28 |
ذ | Zel | 5 | 17 | 66 | 1 | 4 | 18 | 22 | 17 | 75 | 27 | 25 |
Arapça Harf | Türkçe Okunuşu | 2 Harfli Kelime Sayısı | 3 Harfli Kök Sayısı | 3 Kök Harfli Kelime Sayısı | 4 Harfli Kök Sayısı | 4 Kök Harfli Kelime Sayısı | Risalelerdeki Toplam Kök Sayısı | Kur'an'daki Toplam Kök Sayısı | Kur'an'daki Köklerden Risalelerde Geçenlerin Sayısı | Risalelerdeki Toplam Kelime Sayısı | Kur'an'daki Toplam Kelime Sayısı | Kur'an'daki Kelimelerden Risalelerde Geçenlerin Sayısı |
ر | Ra (Rı) | - | 82 | 291 | 2 | 2 | 84 | 89 | 58 | 293 | 244 | 75 |
ز | Ze | - | 33 | 83 | 7 | 14 | 40 | 42 | 27 | 97 | 87 | 23 |
س | Sin | - | 90 | 321 | 6 | 10 | 96 | 112 | 84 | 331 | 297 | 104 |
ش | Şın | - | 71 | 309 | 1 | 2 | 72 | 64 | 49 | 311 | 152 | 67 |
ص | Sad | - | 53 | 189 | 3 | 3 | 56 | 63 | 43 | 192 | 174 | 59 |
ض | Dad | - | 17 | 68 | - | - | 17 | 25 | 15 | 68 | 64 | 19 |
ط | Tı | - | 35 | 128 | 4 | 6 | 39 | 37 | 28 | 134 | 110 | 38 |
ظ | Zı | - | 6 | 38 | - | - | 6 | 7 | 5 | 38 | 32 | 12 |
ع | Ayn | 1 | 95 | 491 | 8 | 9 | 104 | 106 | 79 | 501 | 325 | 116 |
غ | Ğayn | 0 | 50 | 149 | 2 | 2 | 52 | 50 | 39 | 151 | 134 | 39 |
Arapça Harf | Türkçe Okunuşu | 2 Harfli Kelime Sayısı | 3 Harfli Kök Sayısı | 3 Kök Harfli Kelime Sayısı | 4 Harfli Kök Sayısı | 4 Kök Harfli Kelime Sayısı | Risalelerdeki Toplam Kök Sayısı | Kur'an'daki Toplam Kök Sayısı | Kur'an'daki Köklerden Risalelerde Geçenlerin Sayısı | Risalelerdeki Toplam Kelime Sayısı | Kur'an'daki Toplam Kelime Sayısı | Kur'an'daki Kelimelerden Risalelerde Geçenlerin Sayısı |
ف | Fe | 2 | 78 | 271 | 9 | 12 | 88 | 74 | 55 | 285 | 192 | 76 |
ق | Kaf | - | 74 | 298 | 7 | 11 | 81 | 82 | 55 | 309 | 252 | 90 |
ك | Kef | 61 | 164 | |||||||||
ل | Lam | 58 | 117 | |||||||||
م | Mim | 77 | 189 | |||||||||
ن | Nun | 107 | 291 | |||||||||
ه | He | 45 | 88 | |||||||||
و | Vav | 78 | 229 | |||||||||
ي | Ye | 1 | 10 | 29 | 2 | 2 | 13 | 21 | 12 | 32 | 41 | 12 |
Arapça Harf | Türkçe Okunuşu | 2 Harfli Kelime Sayısı | 3 Harfli Kök Sayısı | 3 Kök Harfli Kelime Sayısı | 4 Harfli Kök Sayısı | 4 Kök Harfli Kelime Sayısı | Risalelerdeki Toplam Kök Sayısı | Kur'an'daki Toplam Kök Sayısı | Kur'an'daki Köklerden Risalelerde Geçenlerin Sayısı ve %'si | Risalelerdeki Toplam Kelime Sayısı | Kur'an'daki Toplam Kelime Sayısı | Kur'an'daki Kelimelerden Risalelerde Geçenlerin Sayısı ve %'si |
TOPLAM | 1731 | - % | 4563[1] | - % |
- ↑ Tekrarlar sayılmadığındaki toplam kelime sayısıdır. Tekrarlar dahil Kur'an'da 50.605 kelime vardır (Kaynak: https://kurankelimeleri.com/)